Monday, January 16, 2012

Ağan kudursa ne yaparsın?


Başbakan İnönü’nün 18 Eylül 1937 tarihli Meclis konuşmasından:
“Arkadaşlar, (...) Şimdi size, Tuncelindeki vaziyetin bu günkü halini arz etmek isterim. Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretten müşevvik ve sergerde ne kadar adamlar varsa bunlar reislerile beraber faaliyet imkanından tamamen mahrum bırakılmışlardır. Altı aşiretten birinin reisleri imha edilmiş ve diğerlerinin reislerinin hepsi yakalanmış, adalete teslim edilmiştir... Cumhuriyet ordusu, ve zabıtası, bu hadise esnasında yaptığı takiplerde, hurafa olarak zihinlerde yerleşen ne kadar uçurum halinde dere ve ne kadar çıkılmaz dağ varsa, hepsini Ankara sokakları gibi baştan başa geçmişlerdir.”
Tercüme edelim: Rejime “muhalefet” edenler (“isyan” dememiş) altı aşirettir, onların da nüfusu azdır. Elebaşları etkisiz hale getirilmiş, liderler yakalanmıştır. Dersim dağlarının ulaşılmazlığına dair söylenenler hurafedir. Ordu ve zabıta, duruma tamamen hakimdir. Dolayısıyla:
“Arkadaşlar; mukavemet vaziyetini bertaraf ettikten sonra halkının refah ve serbestisi için takib edilen programa devam ediyoruz.”
Yani terör meselesi çözülmüştür, şimdi ekonomik ve siyasi birkaç reform yapsak iyi olur.
Oysa Reisicumhur aynı kanıda değildir. Süleyman Demirel’in Celal Bayar’dan aktardığına göre, muhtemelen bu konuşmadan hemen önce, ya da aynı gün öğleden sonra yaptığı uzun gezinti esnasında:
“Atatürk ve Mareşal Çakmak oturmuş, konuşmuşlar. Tunceli’yi temizlemek lazım geldiğine karar vermişler. İnönü’nün temizlik yapmaya fazla istekli olmadığını bildiklerinden, Celal Bayar’a sormuşlar; ‘Yapar mısın?’ Celal bey bize anlattıydı. ‘Yaparım’ demiş. Girişmişler.”
Bayar 1913 ve 1919’da İttihatçılar adına Ege Bölgesinde Rum halka karşı yürüttüğü terör eylemleri ile tanınan eski bir çetecidir. Yani görev için biçilmiş kaftandır. Ayrıca – sık sık kendi iradesini ortaya koyan İnönü’nün aksine – Reisicumhura karşı “dalkavukluk” ve “yaltaklanma” nitelemelerine uyan bir tavır içindedir.
Yukarıdaki konuşmadan bir gün önce, 17 Eylülde, Çankaya’da İnönü ile Atatürk arasında konukların huzurunda sert bir tartışma geçmiş, Başbakan Reisicumhuru “sarhoş sofrasından memleket yönetmekle” suçlamıştır.
Meclis konuşmasının yapıldığı günün akşamı reisicumhur ile başbakan Ankara’dan birlikte trenle İstanbul’a giderler. Yolda Atatürk İnönü’ye “sağlık gerekçesiyle” görevden ayrılmasını önerir. Sabahleyin İstanbul’a varınca birlikte Dolmabahçe sarayına gelirler, ancak oradaki resepsiyona katılması beklenen İnönü saraydan ayrılarak Heybeliada’daki evine geçer. O gece Türk Tarih Kurultayının açılışı vardır. İnönü katılmaz. 20 Eylülde başbakanın bir buçuk ay izin aldığı ilan edilir, yerine vekâleten Bayar getirilir. 25 Ekimde görev değişikliği resmileşir. İnönü, totaliter rejimlere özgü bir süreçte “non-person” haline gelir. Gazetelerde bir daha adı anılmaz. Evine gidip gelenler polis gözetimine alınır. 29 Ekimde stadyuma gittiğinde provokasyon niteliği ağır basan birtakım tezahüratla karşılanır. Sonra bir yıl boyunca halk arasında görünmez.
*
İnönü’nün meclis konuşmasından bir hafta önce, 10 Eylül 1937 civarında Dersim direnişinin lideri Seyit Rıza tuzağa düşürülerek yakalanmıştır. Ekim ortalarında Elazığ’da askeri mahkemeye sevk edilir. 15 Kasımda altı yoldaşıyla birlikte Buğday Meydanında idam edilir. İnfaz günü Atatürk Elazığ’dadır. İnfazlar sona erinceye dek şehre girmeyerek garda bekler.
Kış boyu süren askeri hazırlıktan sonra 11-12 Haziran 1938’de büyük Dersim katliamı başlar. Tayyip Erdoğan’ın iki ay önce açıkladığı resmi kayıtlara göre, kadın, çoluk, çocuk ayırt etmeksizin 13.806 TC vatandaşı (başka ifadelere göre 40.000 kişi) katledilir. 12.000 kişi Batıya sürgün edilir. Binlerce çocuk ve genç kız ailelerinden alınarak Türk ailelerine evlatlık verilir. Çok sayıda köy imha edilir.
İlginç olan, İnönü’nün yıllar sonra Abdi İpekçi’yle yaptığı mülakatta söyledikleridir.
“Atatürk ile birlikte çalışmamız … şöyle olmuştur. Akşamları bir araya gelir, toplanırız. O coşar, biz coşarız, meydan okuyucu birtakım konuşmalar olur. Şöyle yapalım böyle yapalım diye birtakım kararlar alınır ve gece geç vakit dağılırız. Ertesi sabah … kalkar Atatürk’e giderim, onu yatakta iken uyandırırım, oturup konuşuruz. Söylerim, “dün akşam biz yine coştuk, şunu yapalım bunu yapalım diye kararlar aldık. Ama olacak şeyler değil, nasıl yapacağız?” Canım sen bildiğin gibi yap, der bana..
Sonra bir devir oldu. Yine aynı şekilde akşamları toplanıp alınmış kararları ertesi sabah görüşmeye gittiğimde artık “sen bildiğini yap” demiyordu. Israr ediyordu bu defa asabileşiyordu. Esaslı bir değişiklik olmuştu Atatürk’te. Doktorlarına sordum. “Hastalığın bir safhasıdır bu..” dediler. Yani demek istediğim şudur ki Atatürk’ün sıhhati ciddi olarak bozulduktan sonra sinir hakimiyeti, sinir sükuneti zayıflamıştı. Bu birlikte çalışmalarımızı etkiliyor ve etrafında telkinler yapanlar için ümitli bir hal yaratıyordu.”
Burada kastedilen “coşku içinde alınan” kararlardan biri, 30 Aralık 1930’da Menemen kasabasını havadan bombalayarak yok etme kararı olmalıdır. Döneme tanıklık etmiş kişilerin hatıralarına göre İnönü’nün ısrarıyla vazgeçilmiştir. Aynı şekilde Türkçe ezan aleyhtarı gösteriler nedeniyle Bursa kentine karşı askeri harekât kararı alınmış, fakat heyecan yatışınca uygulamaya konmamıştır.
İnönü’nün “sonra bir devir oldu… sinir hakimiyeti zayıflamıştı” diye özetlediği durum acaba Dersim olayına gönderme olabilir mi?
*
İnönü’nün söylediklerinde ilgi çekici olan diğer nokta “hastalığın bir safhasıdır bu” cümlesidir. Atatürk’ün herkesçe bilinen hastalığı karaciğer sirozu idi. Sirozun asabileştirici etkisine dair literatürde bir bilgi bulamıyoruz. Acaba kastedilen hastalık hangisidir. Sözlü gelenekte sık sık anılan frengi veya benzeri bir sağlık sorunu olabilir mi?
*
İktidar sarhoşluğuyla çığırından çıkan bir lideri bertaraf etmek, demokratik sistemlerde nispeten kolaydır. Aklı başında insanlar bir araya gelir, en geç bir dahaki seçimde iktidarın usulüne uygun bir şekilde değişmesini sağlayacak tedbirler alınır. Peki, diktatörlük şartlarında değişimi nasıl sağlarsın?
İnönü’nün “vatansever” (yani, prensip olarak memleketin iyiliğini düşünen) biri olduğunu varsayabiliriz. O bir yana, 13 yıl başbakanlık etmiş biri olarak iktidara alışkın ve ülke yönetimine dair birtakım fikirlere sahip olduğunu düşünelim. Sevdiği ve saydığı liderinin akli dengesinin bozulduğuna, büyük sıkıntılara yol açacak bir katliam kararı verdiğine kanaat getirdiğinde nasıl bir tepki göstermiş olabilir sizce? Ya da, nasıl bir tepki göstermeliydi?
Diğer soru: Atatürk’ün ölümüne dek kendi evinde münzevi hayatı yaşayan İnönü, 10 Kasımdan bir gün sonra nasıl oy birliğiyle cumhurbaşkanı seçildi? Kapalı bir rejimde bu kadar ani bir değişim nasıl olabilir? Şöyle açımlayalım: daha bir gün öncesine dek üçüncü şahıslar huzurunda İnönü’nün adını bile anmaktan çekinecek rejim ileri gelenleri, 24 saatten kısa bir süre içinde nasıl fikir değiştirip, birbirleriyle istişare edip, itirazları giderip, inatçıları ikna edip, ortak bir karara varabildiler? Mantıklı geliyor mu bu size?
Hele Atatürk’ün 5 Eylül 1938’de vasiyetnamesini yazdırırken muhtemelen İnönü’nün ölmüş olduğuna inandığı, bu yüzden İnönü’nün oğullarının eğitimi için kendi şahsi servetinden fon ayrılması talimatı verdiği göz önüne alınırsa, gerçekten ilginç bir durum değil mi?
1937 Eylülü ile 1938 Kasımı arasında Türkiye’de gerçekte neler oldu? Al sana doktora tezi – o da olmadı, tarihi roman – konusu.

No comments:

Post a Comment