Friday, November 8, 2013

Milli Mücadele neyin mücadelesi


Peki, sonradan “Kurtuluş Savaşı” adını taktıkları Milli Mücadele neydi? “Emperyalizme” karşı halkların şahlanışı filan olmadığı belli de, ne?
1994’te Yanlış Cumhuriyet’i yazarken cevabı biliyordum, ama kibarlık ettim, yuvarlak anlattım. Korktum da diyebilirsiniz, kabul. Şimdi artık memlekette az da olsa konuşmak serbest, daha açık konuşalım.
Bir, mal kavgasıydı. İki, iktidar kavgasıydı. Üç, İslam kavgasıydı. O kadar.
1. Mal kavgasıydı
Ermeni tehciri katliam mıydı, soykırım mıydı, müstahak mıydılar, değil miydiler tartışmasını bırak bir yana. Sen memleket nüfusunun %11 yahut 13’ünü oluşturan bir zümreyi, üstelik ekonomik etkinlik olarak daha verimli ve daha sermaye-yoğun olan bir zümreyi, yaka paça sürgün etmişsin. Bunların bin küsur köyü, birkaç yüz bin tarlası, davarı, evi, dükkânı, fabrikası, banka hesabı, ev eşyası, cariye edilecek kızı, köle edilecek ergen oğlanı var. Bunlara afiyetle konmuşsun. Haramzade Hüseyin Bey, Koçerolardan Hasan Ağa hesabıyla pay etmişsin. Sonra savaşta yenilmişsin. Galip devletler tutturmuş, bunlardan hayatta kalanlar geri gelecek, mallarını geri alacak, tazminat olarak da bazı vilayetler bunlara verilecek diye planlar yapmaya başlamışlar. Barış konferansı daha başlamadan bu mevzu ayyuka çıkmış.
Şimdi sen olsan, bir tane Erzurum Kongresi toplayıp “bu gâvurlara nasıl direneceğiz” diye konuşmaz mısın?
Gerek Erzurum ve Sivas Kongrelerine, gerek Ankara Meclisine katılanların hemen hemen hepsinin, Gazi Paşaları dahil olmak üzere, tehcirde mal mülk, köle ve cariye edinmiş adamlar olması sizce tesadüf müdür?
Olay yalnız Ermeniler değil. Ege ve Marmara’da Rum tehciri 1913’te başladı. Menemen, Çeşme ve Urla Rumlarının iki hafta içinde nasıl boşaltıldığını merak ediyorsanız mesela sonradan CHP genel sekreteri olan Hilmi Uran’ın anılarını okuyabilirsiniz. Bursa’nın, Makri/Fethiye’nin Rumları da o dönemde gitmiş. Karadeniz Rumlarını 1918’in ilk aylarından itibaren temizlemişler. Lozan’da protokole bağlanan mübadele planı gerçekte çok önceden yürürlüğe konmuş.
Giden Rumların malı mülkü ne oldu sanıyorsunuz?
İttihat-Terakki’nin resmi rakamlarına göre 1914’te Anadolu’nun Rum nüfusu %12. Gerçek rakam bundan bir hayli daha yüksektir, %15-17 olmalı. Rum-Ermeni toplamı kabaca %25 desen, memleketin toplam mal varlığının nereden baksan üçte biri 1913-1922 arasında el değiştirmiş demektir. Sizce uğruna – en Millisinden – Mücadele etmeye değecek bir tutar değil mi?
Emperyalist abiler ne yapmış?
Adamların tek muhatabı Türkler değil. Ermeniler bastırıyor, Yunanlılar bastırıyor, kendi kamu oyları tepkili. Bunlara tazminat ödensin demişler. Anadolu Rumlarına güvenlik içinde yaşayacakları bir yer olsun diye belki, şimdilik, İzmir’i verelim, sonra bakarız. Ermenilere de verelim şuradan üç beş vilayet, yaramaz yerler zaten, zararı yok. Ama bir yandan da tereddütte kalmışlar. Türkler mühim, güç ve önem bakımından Yunana da Ermeniye de fark atarlar. Rusya’daki durum malum, geçinmek lazım. Başbakan Lloyd George’un İzmir’i Yunanlılara verme projesine koalisyonun büyük ortağı olan Muhafazakâr Parti şiddetle karşı çıkmış. Ermenileri memnun etme işini de nasıl olsa hayalperesttir, kimse ciddiye almaz diye ABD’nin siyaseten tükenmiş başkanı Wilson’a paslamışlar. Sonuçta Türkler Yunanı da, Ermeniyi de tepeleyince, doğrusunu istersen, hiç gözyaşı dökmemişler. Bir taşla üç kuş: Yunanla Ermeniye bir şey verirmiş gibi görünüp vermedin, kendi kamuoyundaki vicdan kumkumalarını yatıştırdın, Türklere de bedavadan sıkı bir dayak attın, sana karşı Dünya Harbine girmenin cezasını ödettin. Şık.

10 Kasım devam
2. İktidar mücadelesiydi
Harpten sonra İngilizlerin temel talebi İttihat ve Terakki kadrolarının tasfiyesi idi. Bu yüzden daha Kasım 1918’den itibaren Savaş Suçları Mahkemelerinin kurulması için ısrarcı oldular. Aralıkta Tevfik Paşa hükümetinin kolunu büküp mahkemeyi kurdurdular. Düşünürsen sebep basittir. Dört sene boğuştuktan sonra şimdi Türklerle dost olmaya karar vermişsin. “Türkler masum, baştakiler suçlu” diye bir anlatı kurman, savaşın ve soykırımın ceremesini birilerine yüklemen gerekiyor. İT kadrosu zaten Alman istihbaratıyla sarmaş dolaş bir yapı. Temizle, kurtul.
Hesaplayamadıkları şey şuydu. İT, Türkiye’nin ilk ve (o tarihte) tek sivil örgütlenmesi. Memlekette eğitimli ve profesyonel kadroların neredeyse tamamı İT mensubu veya sempatizanı, hepsi Enver modeli burma bıyıklı. Her şehir ve kasabada İT teşkilatı – ve yalnız İT teşkilatı – var. Tehcir ganimetinin aslan payını onlar almış, kaybedecekleri şey çok. Daha mühimi, daha savaş sürerken tedbirini almışlar; yenilgi halinde devreye sokmak üzere 1915’ten itibaren Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde memleketi örgütlemişler. Ganimet gelirinin önemli bir kısmını teşkilata akıtmışlar.
Yani iş, 1945 Almanya’sında Nazi Partisini tasfiye etmek kadar kolay değil. Yerine koyacak bir şey yok çünkü.
*
Dikkat buyurun: Direnişin ilk kıvılcımı İzmir’in işgalinden daha bir ay önce, 10 Nisan 1919’da, Boğazlıyan kaymakamı Kemal’in idamı münasebetiyle çakar. İT’nin patronaj işleri reisi Kara Kemal’in kontrolündeki hamallar ve kayıkçılar teşkilatları ayaklanır, İstanbul’da terör saçar. İngilizler paniğe kapılırlar.  İT tutuklularının bulunduğu Bekirağa Bölüğü basılıp mahkumlar salınacak diye endişelenip, bir ay sonra hepsini Malta’ya gönderirler.
Nisandan itibaren memleketin her tarafında pıtrak gibi biten Müdafaa-yı Hukuk cemiyetlerinin kurucuları, Teşkilatı Mahsusacılardır.  Teşkilatın mutemet adamları 18-19 kışında İstanbul’da eğitilir, ellerine bir miktar para ve Ermeniden gaspedilmiş matbaa takımları verilir, Millici gazete çıkarmaları için taşraya gönderilirler.  Parayı veren İT’nin maliye bakanı Cavit Bey ile örgüt sekreteri Vasıf Beydir. Mustafa Kemal Paşa’nın 1918 Kasım-Aralığında İstanbul’da çıkardığı Minber gazetesinin finansörü de Cavit Beydir.
Mart 1919’da teşkilatın kilit isimlerinden Karabekir Erzurum’a, Rauf Bey Ege’ye gönderilir. Mayısta İzmir’in işgali üzerine teşkilatın propagandistlerinden Halide Edip Sultanahmet mitinglerinde halkı galeyana getirir.
*
On puanlık soru şu: Mustafa Kemal baştan beri bu teşkilatın içinde miydi, yoksa sonradan mı dahil oldu?
Cevabından emin değilim. Ancak tahmin yürütebiliyorum. Baştan beri teşkilatın içindeydi, belki bir ara dışlandı, belki 1918 başlarından itibaren liderlik için adı geçti, ama ancak Şubat 1919 gibi seçildi sanıyorum.
İlk sinyal, Ruşen Eşref’in 1918 Martında gazetelere çıkan “Anafartalar Kumandanı ile Mülakat”ıdır. İkinci sinyal mütarekeden hemen sonra, 6 Kasım 1918’de Minber’de tam sayfa yayımlanan Kemal Paşa güzellemesidir. Şöyle düşün: Her cephede faciayla sonuçlanan bir savaşta adam başarı göstermiş tek komutan. [O yüzden, Anafartalar’daki başarısı pompalandıkça pompalanacaktır.] Teşkilat üyesi, ama Enver’le kavgalı; parti liderliğinin hatalarından uzak durmuş. Almanlarla yıldızı barışmamış. [Daha doğrusu, Almanlarla bozuk olduğu 1918 başından itibaren ısrarla hissettirilmiş.] İngilizlerle arası iyi. Diğer yandan, kişi olarak sevilmeyen biri: alaycı, soğuk ve bencil. Geçmişi skandallarla dolu. O yüzden liderliğe önerildiğinde şiddetle karşı çıkanlar olacak. Ama yalnızlığı bir bakıma avantaj: Teşkilatın kurtları tarafından kolayca yönlendirilebilir, zamanı geldiğinde [mesela Enver Moskova’dan döndüğünde] kolayca bir kenara atılabilir.
Ne kadar yanıldıklarını 1921’de İstiklal Mahkemeleri ve Başkumandanlık Kanunu olaylarında fark edecekler. 1922’de “İkinci Grup” ve Ali Şükrü Bey hadiselerinde hamle yapıp alta düşecekler. 1924’te Terakkiperver Fırka ile son kez inisyatifi almaya çalıştıklarında iş işten çoktan geçmiş olacak. 1925’te tasfiye edilecekler. Milli Mücadele’nin örgütleyici kadrosunun TAMAMI 1926’da ya idam edilecek (Cavit, Kara Kemal, İsmail Canbulat, Halis Turgut, Doktor Nazım) ya da ipten dönecek (Karabekir, Rauf, Vasıf, Halide Edip).
1918-19 kışında hareketi başlatıp örgütleyenlerden, ilaç için, bir tanesinin bile 1926’da sağ ve muteber kalmaması sizce tesadüf müdür?
*
Demek ki neymiş? Milli dedikleri Mücadele, bir, İttihat ve Terakki’nin iktidarda kalma mücadelesiymiş. İki, oyun içinde oyun, İttihat ve Terakki’nin adamı Mustafa Kemal Paşa’nın teşkilat içinde iktidarı ele geçirme ve rakiplerini tasfiye etme mücadelesiymiş.
Paşanın siyasi ustalığını takdir etmeden geçmeyeceğiz mamafih. Siyaset oyununu dâhiyane oynamış. Büyük risk almış. Aklı olan herkesin “ı-ıh, olmaz” dediği bir pozisyonda, muazzam bir cüret ve yırtıcılıkla hareket etmiş. Maçı almış.
Onu bunu idam etti diye ayıplıyoruz da, bir de şunu düşün. Karşısındakiler on yıllık savaşta kaşarlanmış, kaç milyon masum sivili gözünü kırpmadan ölüme göndermiş, memleket tarihinin en büyük soygununu organize etmiş adamlar. Maazallah boş bulunsa, ayağı sürçse, kim kimi asardı?

11 Kasım devam
3. İslam kavgasıydı
Bakın şimdi iyi dinleyin. Milli Mücadelenin başındaki adamların İslam aşkıyla yanıp tutuşan adamlar olduğunu iddia etmeyeceğim, saçma olur. Velakin:
1) Daha düne kadar nüfusunun %25 ila 30’u gayrimüslim olan bir toplumda, tesadüfe bak, hepsi de töre ve aidiyet bakımından Müslüman kişilerdi. Mesela, Yahudi bir entelektüel olduğu halde Kızıl Ordu’nun başına geçen Troçki gibi biri aralarında yoktu.
2) Daha dün din ayrımı bazında icra edilmiş bir soygunda, Müslüman tarafın (yani Türklerin, Kürtlerin, Çerkezlerin, Lazların, Giritlilerin, Selaniklilerin, Pomakların vs.) çıkarlarının temsilcisi olarak ortaya çıktılar. Aralarında Ahmet Rüstem Bey gibi nispeten kozmopolit yapıda biri varsa derhal tasfiye edildi; Ağaoğlu Ahmet gibi kozmopolitimtrak eğilimleri olan biri derhal hizaya geldi.
3) Milli Mücadele açıkça Müslüman “milleti” namına verildi. Misakı Milli “Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskûn olan” ülkenin bölünmezliğini savundu. CHP’nin atası olan Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti nizamnamesi “bilcümle anasır-ı İslamiyeyi” temsil etme iddiasıyla yola çıktı. Amasya Beyannamesi, BMM seçimine ilişkin tebliğname “İslam milletinin” haklarını hedef aldı. Aralık 1919 ve Nisan 1920 meclis seçimlerine, teorik olarak halâ Osmanlı vatandaşı bulunan gayimüslimler sokturulmadı. Bu anlamda Milli Mücadele, Tanzimattan beri Osmanlı’nın RESMİ ideolojisi olan ittihad-ı anasırdan (yani halkların birliği fikrinden) net bir kopuşu temsil eder. [Milli Mücadele belgelerinde “Türk milleti” deyimine Eylül 1922’den önce rastlanmaz.]
4) Ahaliyi İslamla gaza getirdiler. 300 küsur üyeli Ankara meclisine 118 adet sarıklı aldılar. Bektaşi babası ile Mevlevi şeyhini, Meclis başkanvekili yapıp Paşanın sağına ve soluna oturttular. 83 müftü ve 64 din alimine Milli Mücadelenin şer’an caiz olduğuna dair fetva verdirdiler. [Kadir Mısıroğlu’nun Sarıklı Mücahitler kitabında bu konuda geniş bilgi vardır.]
Elbette gariban halkı vergi vermeye yahut askere gidip ölmeye ikna etmek için bir ideolojik heyecan lazımdı. Kimse Haramzade Hasan Bey’in iktidarı yahut Koçerolardan Hüseyin Ağa’nın Ermeniden kaptığı mallar uğruna gidip Sakarya’da kendini öldürtmez. Lakin ideolojik gaz olarak, mesela Bolşevikler gibi sınıfsal nefreti, yahut Fransız İhtilalindeki gibi sınıfsal nefret artı özgürlük sarhoşluğunu, yahut Amerikan ihtilalindeki gibi vergi ve memur alerjisini, yahut İtalya ve Meksika bağımsızlık savaşlarındaki gibi papaz düşmanlığını kullanabilirlerdi. Kullanmadılar. İslamı kullandılar.
*
Pragmatisttiler, öyle gerekmiş, öyle yapmışlar demekle iş bitmiyor. Bunlar geçmişin hikâyeleri değil, bugünün Türkiye’sini şekillendiren olaylardır. Bugünkü Tayyip Erdoğan faciasının kökenleri ta bu anlattığım olaylara dayanır.
1839’dan 1913’e dek kör topal da olsa modernleşmeye, vatandaşlık hukukunu oluşturmaya çalışan bir toplum, 1913-1923 yıllarının olayları sonucunda “yüzde doksandokuz virgül dokuzu Müslüman olmakla övünen” bir toplum haline geldi. Bir toplumun %99,9’u Müslüman olunca, eninde ya da sonunda biri çıkar, “e bari Müslümanlığın gereğini yapalım o zaman” diye akıl yürütür. Verecek cevap bulamazsın.
İtiraz da edecekseniz önce Yanlış Cumhuriyet'i okuyun, ondan sonra konuşalım.
15 Kasım devam
Diyorsunuz ki, hırsızın hiç mi suçu yok? Memleket işgal edilmiş, direnmeseler miydi? Ona da cevap verelim, bu konuyu kapatalım.
Birinci Dünya Savaşı sonrası bir tane değil, buçukları saymasan üç tane işgal var. Bir kere onları ayıralım.
1. İngiliz işgali
Clausewitz doktrini denir, 18. yüzyıldan beri Avrupa savaşlarında usul olmuştur. Savaşta yenilen ülke, barış antlaşması imzalanıncaya dek askeri işgal altına alınır.  Maksat ülkeyi silahsızlandırmak, savaşı sürdürme yeteneğini ve iradesini yok etmektir. Birinci harpten sonra aynı şekilde ve aşağı yukarı aynı koşullarla Bulgaristan, Avusturya, Macaristan ve Almanya işgal edildi. Orduları terhis edildi, silahlarına, limanlarına, demiryollarına, stratejik sanayilerine el kondu. Barış antlaşmasından sonra çekildiler. Mudanya mütarekesinden sonra, tek el silah atmadan, Türkiye'den de çekildiler. İkinci harpten sonra Almanya dört sene, Japonya yedi sene, Avusturya on sene müttefik işgali altında kaldı. Kimsenin de aklına gelmedi, “vay hain emperyalistler, vatanımızı sömürüyorlar” diye heyheylenmek.
İngilizlerin bugünkü Türkiye’yi kalıcı bir şekilde ele geçirmek, kolonize etmek, ya da kontrol altına almak niyeti olduğuna dair zerrece belirti yok. Adamlar o tarihte Hindistan'dan çekilmeyi konuşmaya başlamış, Türkiye'yi ne yapsın? 1918’de İngiliz mandası fikri ortaya atılmış, "haşa huzurdan" deyip derhal reddetmişler. “Size Amerika baksın” diye yol göstermişler. O tarihte Amerika bugünkü gibi değil, Eski Dünya’da askeri varlığı ve stratejik çıkarları olmayan “nötr” bir ülke, ekonominizi ve idare sisteminizi hale yola koysun, reformları yapsın, daha sağlam bir devlet (“a secure sovereignty”) sahibi olursunuz, bağımsızlığınız bir anlam ifade eder, diye öğüt vermişler. [Gerçi manda fikrini Amerikan Kongresi de oy birliği ile reddetmiş, o ayrı.]
Aynı tarihte Irak’ı da işgal etmişler. Ne yapmışlar? Senesi dolmadan krallık kurmuş, antlaşma imzalayıp 20 sene içinde tam bağımsızlık vermeyi taahhüt etmişler. Sonra 20 seneyi de beklemeden, 1932’de bırakıp gitmişler. Düşün ki Irak dediğin, bin yıldan beri devlet olmamış bir yer. Ordusu, polisi, maliye teşkilatı, belediyesi, tapu idaresi yok. Üniversitesi yok, Bağdat idadisi dışında lisesi bile yok. Birbirini vurmadan bir masa etrafında oturabilecek on tane ele gelir adamı yok. “Yarın çekiliyoruz” desen kan gövdeyi götürür. Ya Türkiye? Bin yıldan beri bağımsız devlet. Ciddi bir devlet geleneğine, bürokrasiye, yetişmiş kadrolara, üniversiteye, canlı sayılabilecek bir basına, anayasaya, parlamentoya, siyasi parti(ler)e, hezimete uğramış olsa da ideolojik canlılığını koruyan bir orduya sahip. Irak’ı kolonileştirmekten imtina eden İngiltere, buraya neden bulaşsın? Ve ne uğruna bulaşsın? Irak’ta o tarihte dünyanın bilinen en büyük petrol yatakları var. Burada? Biraz kuru üzümle incir, bolca davar tezeği.
Nitekim 1918 Kasımındaki İngiliz işgaline, Kemal Paşa dahil hiç kimse karşı çıkmamış. Normal karşılamışlar. “Geldikleri gibi giderler” demişler, haklı olarak. Ne zaman direnişe geçmişler? İngilizler hayatlarının hatasını yapıp, a) İttihat ve Terakki’yi tasfiye etmeye, b) Ermeni ve Rum zararlarını tazmin ettirmeye kalkıştıkları zaman.
2. Yunan işgali.
Müttefikler açısından, a) bir polis operasyonudur, b) bir şantajdır.
Teorik olarak İzmir Osmanlı mülkü kalmış, 1920 yazına dek Türk vali ve belediye başkanı görevini sürdürmüştür.  Bir şantaj belgesi olan Sevr Antlaşmasında dahi İzmir Yunanlılara verilmez, beş yıl süreyle Yunan yönetiminde kalacağı ve beş yılın sonunda plebisit yapılacağı söylenir.  Maksat ne? Bir, Türklerin Ege bölgesinde giriştiği etnik temizliği kontrol altına almak. İki, Türkler kafa tutmaya [yani etnik temizliği sürdürmeye ve İttihatçı kadroları baş tacı etmeye] devam ederse elde tehdit unsuru bulundurmak. Üç, “savaşta size yardım ettik hani ödülümüz” diye tutturan Yunanistan’ı şimdilik oyalamak, gerekirse ileride bir kemik vermek.
Yunanlılar açısından, a) milliyetçi manyaklıktır, b) yurdundan sürülen Ege Rumları için tazminat ve sığınaktır. Yunan tarafında iki politika kuvvetle ayrışmış, yurt derdinde olan yerli Rumlar ile fütuhat sevdasındaki Yunan ordusu 1922’de iç çatışmanın eşiğine gelmiştir.
Peki, kabul, 1912 Selanik faciası belleklerde tazeyken Türklerin Yunan işgaline tepki göstermesi doğaldı,  kim olsa direnir. Ama olayın başlangıç noktasını gözden kaybetmemekte fayda vardır. Başlangıç noktası, ikibuçuk milyon Anadolu Rumunun 1913’ten başlayarak tehcir edilmesi ve 1919 itibariyle Türkiye’de kontrolü elde tutan İttihatçı kadronun bu politikayı sürdürmeye kararlı görünmesidir. Sor kendine: İzmir’i neden 1918 Kasımında işgal etmediler de altıbuçuk ay beklediler?
Soygunculuğu devlet politikası haline getirirsen elbette düşman edinirsin. Sonra kalkıp, neden alem bize düşman diye hayret etmek saçma.
3. Fransız işgali
Karışık bir konudur. Yeterince literatür yok, ya da belki ben Fransız kaynaklarına yeterince vakıf olmadığımdan bilmiyorum. Biri araştırsa da aydınlansak.
Bana öyle geliyor ki Fransızlar – daha doğrusu Fransızların bir zümresi – bir tür “Büyük Suriye” projesi üzerinde çalıştılar. Anti-İngiliz bir projeydi. Suriye’de hayatta kalan yarım milyon Ermeni sürgünü Türkiye’ye iade etmektense Adana, Antep, Maraş ve Urfa’ya iskân etmeyi planladılar. Belki İngiliz müttefiki olacağını bekledikleri yeni Türkiye’ye karşılık, kabaca eşit büyüklüğe ve ekonomik güce sahip Fransa yanlısı bir Suriye yaratmayı düşlediler. Haliyle maksadın eğer Suriye’yi güçlendirmekse, elindeki Ermeniler zarar değil kâr olur; Türkiye’ye iade etmeyi değil elde tutup işletmeyi tercih edersin.
Sonuçta Kasım 1919’da İngilizlerden Kilikya işgaline izin kopardılar. Tahmin ettiklerinden güçlü bir Türk direnişiyle karşılaştılar. Fransa’da en sağından en soluna kadar bütün basın ve bütün partiler “Kilikya macerasına” karşı çıktı.  Ocak 1920’de başbakan Clemenceau kısmen bu hadise nedeniyle istifaya zorlandı. Yeni hükümet daha Ocak sonunda Kilikya'dan çekilmeye niyetli olduğunu ilan etti. Mayıs 1920’de ateşkes ilan edildi. O tarihten itibaren de Fransa Ankara rejimini destekledi.
*
Hani burada emperyalizm? Hani halkların direnişi? Ben göremiyorum, ya siz?
İngilizin ve Fransızın tavrında insanı irite eden bir kibir var, doğru. Dünyaya nizam vermeyi düşlemişler; buna hem hakları hem güçleri olduğuna inanmışlar. Esmer halklar hemen boyun eğmeyince sinirlenip yanlışlar yapmışlar. İsterseniz bir gün İngiliz politikasının neden kötü olduğunu yazan bir yazı da yazarım. “Olaya bir de onların açısından bak” demek, onları kayıtsız şartsız seviyoruz demek değil. Milli Propagandanın yavelerinden kendini kurtarmaya çalış, at gözlüğünü çıkar, olaya geniş açıdan bak demek. O kadar.
Kaldı ki, kırk milyon kişinin öldüğü bir savaşta dünyayı dize getirmiş adamların birazıcık kibre kapılmasını da anlayışla karşılamak gerek.
Üç general tutukladı diye birilerinin kapıldığı kibire bak, az bile yapmış adamlar dersin.

7 comments:

  1. Milli mücadele destani denilen hadise şudur:
    Ülkeyi amansız bir savaşa sokarak devletin tarihinin en büyük hezimetine sokan tüm verimli petrol alanlarını kaybeden İttihatçılar , düşman izmire dayandığında hadi izmiri kurtaralım diyerek izmirin tekrar alınmasina bunu destanmış gibi anlatmaya denir üstelik 12 yıl boyunca okulda yerli ,milli ve resmi safsatalara maruz kalmanız da cabası . Velhasıl ülkeyi kurtuluş savaşı verecek noktaya getirenlerde kurtuluş savaşını yürütenlerde aynı kadro oluyor
    Batıranlar bir kaç yıl sonra batan gemiden biraz toplamışlar işte o zaman yasa MK paşa yaşa ..
    Fransizlarin Yenilmis bir ermeni halkiyla da antep urfa adana projesine gireceklerini de hiç zannetmiyorum. Keza Sömürdüğü eski yerler titremede boş iş uygulaması zayıf

    ReplyDelete
    Replies
    1. Osmanlının 1805'ten beri "modernleşelim ama arapçılık kalsın" modunda yürüttüğü zayıf atılımları Atatürkün 1920'lere sığdırmış olması bile başlı-başına başarı hikayesidir ve evet destandır !

      Hakim olduğu coğrafyada bir türlü Arap belasını defedememiş bir milletin nerdeyse mağara dönemini yaşamaya devam etmesini övmesinde bir gariplik yok Sevanın ! Nasılsa ona giren çıkan yok Ermeni milleti öyle-böyle yazıp okuyacak kadar eğitim alabiliyordu ! Mesele neden Türk çocuğu arapça tekerlemeden ibaret eğitimden başka eğitim alamadığı için gidip cephelerde ölüyordu ?

      Atatürk beraber yola çıktığı ittihatçıları bile satmış demeye getiriyorsa da çoooook iyi yapmış rahmetli ışıklar içinde uyusun ! 100 sene geriye gidince aslında ne bokk bir rejim olduğunu daha iyi anlıyoruz Osmanlı-Bedevi karmasının !

      Delete
  2. Okurken ağzım açık kalacak bilmediğimiz birşey öğreneceğiz diye okudum ama nafile !
    İttihat-Terakkinin sandığımdan daha güçlü bir örgüt olduğunu anlamak dışında yeni hiçbirşey yok !
    İslam meselesi doğru bence fırsatı yakalamışken islamı bu topraklardan kazıyabilirmiş Mustafa Kemal !
    Ama o islamı kontrol edersem halkta ne boktan bir arap rejimi olduğunu anlarsa kendiliğinden yok olur diye düşünmüş !
    Kafeste duran yeraltında örgütlenen bir dini Laik rejim gerçek islam zannedip besleyince kaçınılmaz olarak yerüstüne çıkmış !
    Kopyası aslını yaşatır durumu olmuş sonuç olarak ve şimdiki islamı bokkk rejim kurulmuş oldu !
    beraber yola çıktığı ekibi dağıtması son derece normal çünkü herbiriyle-kendi anılarında yazdıkları gibi- islam güzellemesi yapmaya devam ettikleri için yollarını ayırmış !
    Düşün Sakarya savaşında ki en iyi komutanı ile Hilafetin kaldırılması hususunda hiddetle çatışmış 1924'te !
    Toplumu Türkleri yücelterek kurmaya çalışmasında bir anormallik göremiyorum çevresinde devlet kurmamış etnik grup kalmamış Türkler neden kurmasın ?

    ReplyDelete
  3. Balkanlardan milyonlarca müslüman yine kafkaslardan milyonlarca çerkeş ve gürcü anadoluya sürüldü. Can havliyle Anadoluda yeni bir müslüman devleti kuruldu. İkinci dünya savaşından sonra 10 milyondan fazla alman doğu avrupadan küçültülmüş almanyaya sürüldü. Öldürülenleri saymıyorum. Bu işler böyle malesef.

    ReplyDelete
  4. Milli mucadele kemalistlerin ve de kahir eksen turksolcularinin gozunde bir anti-emperyalist bir mucadeledir. Emperyalistlere karsi verilmis kaydadeger bir direnis ornegini ben bizzat goremedim. Milli mucadele bir ic savas(civil-war)tir. Anadolunun kadim halklarinin emperyalistlerinde rizasi alinarak tasviye edilmesidir. Suriyede ve lubnan bolgesinde soykirimdan sag cikabilen ermenilerin fransa ve amerikaya tasinmasi olayi 1921in ilkbaharinda gerceklesmesi. Genocide survivors ermenilerine verilen mesaj suydu; biz basaramadik, arsiz hirsiz cok yavuz cikti, paris ve New-York ta ozgur ve turkten uzak bir yasama ne dersiniz.

    ReplyDelete
    Replies
    1. Anadolu'nun kadim halkları derken siz Kürtleri kast ediyorsan yanılıyorsun dostum, sizler Anadolulu değilsiniz. Anadolu (Anatolia) Yunanca "doğu" demektir ve Fırat Nehri'ne kadar olan bölgeyi tanımlar, sizler Fırat'ın doğusuna aitsiniz ki oralara bile çok sonra geldiniz. Sizler Zagros bölgesinden (İran), akrabalarınız Zazalar ise Deylem denen İran coğrafyasından geldiniz ki gelişiniz Türklerden 100 yıl kadar öncedir, Anadolu'ya değil, Mezopotamya ve Güney Kafkasya'ya henüz geldiniz.

      Ermeniler için bile Anadolu'nun kadim halkı denemez. Hint-Avrupalı bir kavim olan Armenlerin Güney Kafkasya-Aras bölgesine göçüşleri, götürebildiğimiz kadar geriye götürsek bile en fazla 3500, hadi 500 de benden 4000 yıldır, bu da çok kadim bir süre değil, Anadolu'da 20.000 yıllık Çatalhöyük varken, 4000 yıl daha dündür. Ayrıca Armenlerin yerleştiği bölge de Anatolia değil...

      Anadolu'nun bir tek kadim halkı vardır, bugünkü adımızla biz Türkler. Sevan Nişanyan bile bu konuda çok yazdı çizdi, Türkçe yeradlarının haritasını çıkardı, Türkçe yeradları tam da Anadolu bölgesinde ezici bir üstünlüğe sahip, hatta Sevan Nişanyan sordu, "Türkler doğudan gelmemiş miydi?" diye, anlayan ne demek istediğini anlar...

      Türkler ile Rumlar hatta Yunanlar da aynı halktır. Din nedeniyle üçe bölünen Sırplar, Boşnaklar ve Hırvatlar gibi, biz de üçe bölünmüşüz. Gerçi Yunan-Rum din kardeşliği ve dil birliği olduğu için hâlâ aynı halk olduklarının bilincindeler, ancak biz Türkler, çoğunluğumuz Müslüman olduğu için ve bir de Türkçeyi benimsediğimiz için, kendimizi ayrı sanıyoruz. Benim gibi dinsiz (non-teist) Türkler, aslımızı inkâr etmeyiz, gerçek kökenimizle barışığız, ancak Müslüman Türkler Rum'dan dönüşme olduğumuzu kabul etmek istemiyorlar, bunun nedeni de şu, eğer Rum'dan ve Ortodoks'tan dönüşme olduğumuzu kabul edecek olurlarsa Gayri-İslamî kültür daha kadim ve asıl konumuna gelecek, böylece seküler Türkler karşısında haksız ve daha köksüz kalacaklar. Bu nedenle "Orta Asya'dan gelen fâtihlerin torunları" olduklarını kabul ediyorlar, sen de bizleri öyle sanıyorsun anlaşılan :) :)

      Orta Asya'dan gelenler var elbet, gerek genetik çalışmalardan gerekse kültürden (ve bizlere benimsettikleri dilimizden) bunu anlıyoruz, ancak gelenler taş çatlasın %10, bilemedin %15'tir, geri kalanlar ağırlıklı olarak Rum kökenlidir.

      Yani ortada "Dağdan gelen bağdakini kovmuş" durumu yok, zaten bağın yerlisi olan bir kesim, dininden ötürü diğerlerini kovmuş durumu var. Bugün bir Sırp ya da Hırvat, bir Boşnak'a, sırf Müslüman olduğu için, "Sen Arabistan'dan geldin" ya da "Sen Türkiye'den geldin" diyemez :) :) Boşnak da aynen Sırp ve Hırvat gibi oranın yerlisidir, onların soydaşıdır, hatta onlarda dil bile aynıdır, sadece din farkı var.

      Aslında olay şu, bizimkiler (Romalılar) Anadolu'dan biraz daha doğuya sarkıp Hayastan'ı ve Mezopotamya'yı da almışlar, olay bu. Yani Orta Asya'dan değil, Anatolia'dan gelip fethettik sizin oraları, sadece sizin oraları değil batıya da yürüdü bizimkiler.


      Osmanlı, İslam sürümlü Roma'dır, aynen devamıdır. Hatta şu anda kullanmakta olduğumuz bayrak bile Konstantinopol bayrağıdır. Kültürümüzle, genetiğimizle, müziğimizle, her şeyimizle Romalıyız, ancak câri adımız Türk, o da dilden dolayı.

      Buyrunuz, bir Bizans müziği örneği. Bugün hâlâ icrâ ediliyor, farkı, Türkçe yapılıyor ve adına Türk Sanat Müziği deniyor.

      => https://www.youtube.com/watch?v=lBRIy9tLp_8

      Delete
  5. Aydinliga cikan yol@ 4. Paragrafin disinda diger yazdiklarina fazla itirazim yok. Orta asya turklugu hikayesi daha cok nonteist turkler tarafindan savunulur, islamci turklerde orta asyalilik soylemi cok kuvvetli degildir. Ben butun kimlikleri sunni (dogal olmayan) olarak okurum. Buna kurd de dahildir.

    ReplyDelete