Wednesday, March 27, 2013

Bu kumların altında Manhattan vardı

Selsebîl sözcüğü Kuran’ın cennetteki nimetleri tasvir eden pasajlarından birinde anılıyor. وَيُسْقَوْنَ فِيهَا كَأْسًا كَانَ مِزَاجُهَا زَنجَبِيلًا  عَيْنًا فِيهَا تُسَمَّى سَلْسَبِيلً“Orada zencebîl katkılı kâselerden içecek sunulur, orada selsebîl adlı bir pınar vardır.” (Dehr 17-18).

Arapçada daha önce duyulmuş bir sözcük değil, dolayısıyla yorumcular coşmuş, 1400 sene tartışacak malzeme çıkarmışlar. Arapçanın klasik sözlüğü olan Kamus, bu konuda farklı görüşler olduğunu belirttikten sonra, çeşitli kaynaklara göre sözcüğün “yumuşak (leyyin), sertlikten yoksun, boğazdan akan” anlamına geldiğini aktarıyor. Sibaveyh sıfat olarak almış ama anlamını açıklamamış. İbni Arabi sözcüğün sadece Kuran’da geçtiğini vurgulamış. Tefsircilerin piri sayılan İbn Abbas, sözkonusu suyun hançereden kayarak geçtiği için bu adı aldığını açıklamış. Tacül Arus sözlüğü, bir kaynağa istinaden, şarabın en tatlı ve yumuşak çeşidine selsebil denildiğini belirtmiş.

Hamdi Yazır selsebil kelimesinin ilk kez Kuran’da geçtiğini bildirmiş. 12. yy sözlükçülerinden Mecdeddin ibnül Esîr selsebil sözcüğünü Arapça selsel ile birleştirip bunun “soğuk su” anlamına geldiğini ileri sürmüş. İbn Kesir (14. yy) tefsirinde pınarın akışının düzgün ve kuvvetli olmasından ötürü bu adı aldığını savunmuş.

Türkçe Kuran meallerinin hemen hepsi sözcüğü özel isim kabul edip tercümeden kaçınmışlar. Sadece Abdülbaki Gölpınarlı hayal gücünü kullanmış, Allah’ın kelamına “şarıl şarıl akan, her yana giden, boğazdan kayan selsebîl kaynağı” diye katkıda bulunmuş.

Özetle, karanlıkta ıslık çalmışlar.

Koca Nöldeke ise, kendisinden beklenmeyecek bir sabırsızlıkla, sözcüğün hepten anlamsız olduğuna hükmetmiş.

Sprenger has rightly observed that Muhammad makes a certain parade of these foreign words, as of other peculiarly constructed expressions; in this he followed a favorite practice of contemporary poets. It is the tendency of the imperfectly educated to delight in out-of-the-way expressions, and on such minds they readily produce a remarkably solemn and mysterious impression. This was exactly the kind of effect that Muhammad desired, and to secure it he seems even to have invented a few odd vocables, as ghislin (lxix. 36), sijjin (lxxxiii. 7,8), tasnim (lxxxiii. 27), and salsabil (lxxvi. 18). But, of course, the necessity of enabling his hearers to understand the ideas which they must have found sufficiently novel in themselves, imposed tolerably narrow limits on such eccentricities.

“Cahil insanlar anlamını bilmedikleri esrarengiz kelimelerden etkilenirler, bu yüzden Muhammed bazen tuhaf sözcükler icat etmiş olabilir,” diyor.

Oysa Nöldeke Arapça kadar Aramicenin büyük alimidir, nasıl gözünden kaçmış anlamak mümkün değil.

*
Buyurun Jastrow, Aramice Sözlük, sf. 979: sil סִלְ ve sîllon סִילּוֹן “kanal, oluk, sulama kanalı (duct, pipe, gutter)”. Ve sf. 1514: şıbîl שְׁבִיל “yol, patika (path)”. İkincisi Arapça sebîl“yol” karşılığıdır, Aramice /ş/ Arapçaya her zaman  /s/ olarak yansır. Yanyana getirince ne görüyoruz? Sil-şıbîl, oluk-yol. Yani tastamam Latince aquae-ductus çevirisi. Roma mühendisliğinin başta gelen harikalarından biridir, Akdeniz dünyasının her bucağını taştan su yollarıyla donatmışlar. Bizim Şirince-Selçuk yolunda bile var bir tanesinin kalıntıları.

7. yüzyıla geldiğinde belli ki bunların hatırası bile zayıflamış, kilometrelerce öteden temiz ve güzel içme suyu getiren kanallar ancak cennette bulunacak nimetlerden sayılır olmuş.

Maymunlar Cehennemi’nin son sahnesini hatırlıyor insan. Kumlara gömülü, asırlar once yıkılmış Manhattan’ın harabelerini bulurlar hani. 


YORUMLARDAN SEÇMELER
abi bak fahreddin razi, tefsirinde bu kelime için ne demiş: "İbnu'l-A'rabî, "Ben selsebîl kelimesini ancak Kur'ân'da gördüm. Binâenaleyh bu kelimenin bir iştikakı (türediği bir kök) yoktur" demiştir. Ekseri alimler, "İçimi ve boğazdan geçişi kolay tatlı sular için Arapça'da, içecek hakkında selsel, selsâl ve selsebîl sıfatları kullanılır. Şu halde, bu kelimenin terkibine bâ harfi ilave edilerek, kelime beş harfli oluvermiş. Delifi ise, bu suyun son derece içimi kolay ve hoş oluşudur" demişlerdir. Zeccâc, "Arapça'da, "selsebîl", son derece akıcı ve hoş olan şeylerin sıfatı olarak kullanılır. Dolayısıyla ayette bu kelimenin yeralış hikmeti, o cennet İçeceğinin, zencebil tadında olup, kendisinde boğaza durma özelliğinin bulunmadığını belirtmektir. Çünkü boğazda durmanın zıddı, akıcı olmak kolay yudumlanmadır. Bunlar, Hz. Ali (r.a)'nin, bu ifadenin "Sen ona gidecek yolu sor manasına geldiğini söylediğini ileri sürmüşlerdir. Ama. bu uzak bir ihtimaldir. Fakat "selsebîl" diyen bir kimse, bununla tıpkı, denilmesinde olduğu gibi (ki bu öze! isim olduğu halde, fiil cümlesi gibidir), bir gözenin özel ismini kastetmiş olabilir. O gözeye, pınara, bu ad verilmiştir. Çünkü ondan ancak, oraya amei-i salih İşleyerek, gidecek yolu soranlar" içebilir."
Yanıtla

Monday, March 25, 2013

Oyun


Oyun, Öz Hakiki Türkçe. Bazı Eski Uygurca kaynaklarda oyug diye de geçiyor. +In ve +Ig eşdeğer anlamlı iki yapım ekidir, geçişli fiillerden nesne adı, geçişsiz fiillerden özne veya eylem adı yaparlar. Dolayısıyla oy- fiilini varsayabiliyoruz. Bu bizim bildiğimiz ağaç oymak, gözlerini oymak vs.’deki oymak mıdır acaba? Köken anlamı “boşaltmak” ise eğer, hımm, bir mantıkî alaka kurar gibi oluyoruz. Boşlamak, boş işler yapmak, boş boş oyalanmak filan? Geçişli anlamı olan oymak’tan başka bir de geçişsiz oymak mı vardı, “dün akşam canım sıkıldı, bir süre oydum” gibisinden? I-ıh olamaz, Türkçede bir fiilin hem geçişli hem geçişsiz anlam taşıması görülmüş şey değil.
Peki, başka ihtimal. Belki oymanın dönüşlü (yani refleksif) hali olan bir oyunmak fiili vardı, “boşalmak, boşa vakit geçirmek, kendini boş kılmak” anlamında. Oyun dediğimiz şeyin aslı da asimile edilmiş +Ig ekiyle oyuŋ idi. Eski Türkçede malum, bir normal /n/ bir de dilin arka tarafıyla söylenen /ŋ/ var, ayrı sesler, bazı Anadolu ağızlarında halâ o ayrım korunur. Bu ikincisi her zaman n+ğ bileşiğidir. Olabilir mi? Yok, bu teori de zayıf. Bir kere sözcük oyuŋ değil oyun, Kaşgarlı’da, Kutadgu Bilik’te, Kitabül İdrak’te hep böyle yazılmış. İkincisi, oyunmak diye bir fiil hiç kaydedilmemiş.
Mevzuyu daha da karıştıralım. Oyalamak ne demek? Bu sadece Türkiye Türkçesine has bir fiil, diğer Türki dillerde yok. +AlA- eki eski Anadolu Türkçesinde sevilen bir yapım ekiyken şimdi hemen hemen öldü. Süreğen ve kararsız eylem bildirir, misal: çapmaktan çabalamak, tepmekten debelenmek, gevmekten gevelemek, kakmaktan kakalamak, sepmekten sepelemek. Demek ki oyalamanın ardında gene bir oymak fiili olmalı. Peki bunun anlamı neydi? “Oynamak” mı? “Boş iş yapmak” mı? Vallahi bilmiyorum. Bileni de yok galiba.
Kaşgarlıda, Çağataycada ve bilumum Türk dillerinde geçen ozmak diye bir başka fiil var, “yarışta başkasını geçmek” anlamında. Bu bir ipucu verir mi? “Yarış” ile “oyun” arasında anlam bağı belirgin gerçi, ama yok, bu da olmaz, fiil sonsesinde /y/ ile /z/ arasında yapısal bir bağ kurmanın yolu yok.
Peki ya tığla işlenen oya? Onun hiç alakası yok, Yunancadan alıntı. Ta eski Atina’da chiton’un kenarına işledikleri tığ işinin adı ὤια, Türçeye çok geç devirde İstanbul ağzından geçmiş.
Bu soruyu bilemedim hocam.
*
İngilizce play, Anglosaksonca plegan/plaegian fiilinden. Esasen to cultivate demek, yani idman etmek, egzersiz yapmak, fiziksel becerilerini geliştirmek – oyun işini ciddiye almış adamlar. Almanca eşdeğeri pflegen olur, onun oyunla hiç alakası kalmamış, “ilgi ve özen göstermek, gözkulak olmak, to care” yönüne evrilmiş.
Game neymiş diye bakıyoruz. Anglosaksonca gaman “bir araya gelmek, toplanmak, beraber bir iş yapmak”, aşağı yukarı Almanca gemein ve Latince communis ayarında bir kavram. Demek ki eski İngilizler oyun deyince bir yerde toplanıp idman ve beceri işleri yapmayı anlıyormuş.
*
Latincede ilk zamandan beri iocus ile ludus ayrılmış. İlki “sözcük oynu, espri, laf ebeliği”, ikincisi bedensel etkinlik gerektiren oyun, cambazlık, aslan terbiyeciliği, gladyatörlük filan. Ernout & Meillet sf. 656-657’de ludus üzerine enfes bir analiz var. “Oyunlar” derken dinî ve törensel kökenli birtakım kamu eğlencelerinin kastedildiğini, eski Roma dinine ait pek çok sözcük gibi bunun da Hintavrupa kökenli olmadığını gösteriyor; belki de Etrüsklerden alınmış.
İmparatorluğun son demlerinde kamusal oyunların sona ermesiyle beraber ludus sözcüğü de kullanımdan düşmüş; iocus anlam genişlemesiyle her türlü oyun için kullanılmaya başlamış. Fransızca jouer “oynamak”, İtalyanca gioco “oyun”, ikisi de iocus’tan geliyor. Ludus’un türevleri ise ancak edebî Latinceden derlenmiş entel mamulleri, prelude (“oyun-öncesi”), elude (“oyundan kaçmak”), illusion (“algılarım bana oyun oynuyor, Oytun”), delusion, ludicrous vb.
La Gioconda “oynaşlı bayan” demek, aklımıza gelmişken. Joker de “oyuncu”. (“Şakacı” anlamı derivatif.)
*
Farsça bâxtan oynamak, şimdiki zaman kökü bâz. Farsça fiilin, tıpkı İngilizce Almanca Yunanca filan gibi bir muzari (şimdiki zaman) bir de mazi (perfekt) kökü vardır. İkincisi binlerce yıl önce fiil köküne +t ekleyerek imal edilmiştir. Finaldeki /g/ sesi ardına +t alınca sertleşir ve sızıcılaşır, /xt/ olur. Bir şey almazsa İndo-İrani dillerin tipik evrimini geçirip önce /c/, sonra /dz/ ve en son /z/ halini alır. Orijinal kök *bhag- olmalı. Ama bu dediğim üçbin senelik hikâye.
Kumarbâz, sihirbâz, hilebâz, düzenbâz Türkiye Türkçesinin ta ilk devirlerinden beri görülen bileşikler. Canbâz ile hokkabâz da 17. yüzyıldan önce zuhur etmiş. Küfürbâz’a ise 1920’lerden önce rastlamadım. Tuhaf bir türev, galiba kumarbaz’dan kinaye ile türetilmiş. Yoksa “küfür-oynayan” deyiminin makul bir anlamı yok.

Bir de bâzîçe vardır, oyuncak anlamında, ama onu kaç kişi bilir?

Saturday, March 23, 2013

Kımızın da kökü dışarıdaymış, tüh


Bir okur mektubu vesilesiyle tekrar çek ettim, kımız’ın kökeni hakkında kuşkuya yer yok, Türklerin öz ulusal içkisi de maalesef viski kola ve ice tea kadar yabancı bir mamul.
Arapça hâmız حامز ilk akla gelen olasılık, “ekşi” ve “ekşimiş süt” demek. Ama bu olamaz, çünkü, bir, h > k dönüşümünü açıklayamayız; iki, 10. yüzyıl Uygurcasında Arapça alıntı zor. Hem öyle olsa Kaşgarlı’nın gözünden kaçmazdı, Türkçe kadar Arapçanın da alimidir.
Arapçanın amcaoğlu olan Süryaniceye bakınca konu aydınlanıyor: xırıltılı xı ve sad ile xamıs ܚܰܡܨ “ekşi” veya “maya, mayalanmış hamur veya içecek”. Yahudiceye de aynen geçmiş, bugünkü telaffuzuyla xametz חָמְצ yazılıyor, “hamursuz bayramında yenmesi caiz olmayan mayalı hamur” anlamında. Baştaki x sesi Ortaasya Türkçesine daima /k/ olarak geçer.
Aramice/Süryanice kullanan İran Hıristiyanlarının 8. ve 9. yüzyıllarda Ortaasya’da son derece faal olduklarını, 760 küsur yılında Çin’in başkenti Xian’da bir piskoposluk kurduklarını, aşağı yukarı aynı yıllarda Uygur kağanlarının Nasturi mezhebinde Hıristiyanlığı benimsediklerini ve yüz yıl kadar o yolda yürüdüklerini biliyoruz. 9. yüzyılda Süryaniceden Uygur Türkçesine bir sürü dinî metin çevrilmiş. Oruc, namaz, çalap-çelebi ile beraber kımız da o günlerde Türkçeye ithal edilmiş olmalı.
Zaten o kadar berbat bir şey ki, kökü dışarıda olmasa şaşardık.