İngilizce neden lazım? Mesleki faydasını zaten biliyorsun, uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Bilgisayar programcılığından uçak tamirciliğine, turizmden narenciye yetiştiriciliğine kadar aşağı yukarı her sektörde vasıfsız elemanlıktan bir adım öteye geçmenin şartı sınır dışına elini ve aklını uzatmak, onun da ilk adımı dil bilmek. Yani İngilizce bilmek. Hem Mistır Bravn seviyesinde bilmek değil, elalemin yanında üst perdeden konuşabilecek kadar bilmek.
Yalnız bu değil. Türkçede üretilen yazı miktarı İngilizcede üretilenin küsuratı kadar. Tam rakamını okumuştum bir yerde, aklımda kalmamış, ama şoke edici bir sayı. E napalım, hepsini okuyacak değilim, bana yeter deme sakın. Mesele nicelik meselesi değil çünkü, niceliği biçince nitelik de başka bir boyuta düşüyor. Uçlar kesilince geriye vasat kalıyor. O uçlarda, vasata hitap etmeyen yayınlar vardır; herkesin bilmediği yerlerde gezen, öncü olan, yeni ufukları zorlayan, risk alan, yeni kıtalar keşfedenlerin yalnızlık ve cinnet dolu maceraları. Bunların Türkçeye gelme ihtimali sıfıra yakındır, konu isterse narenciye üretimi olsun, ister erken Wei hanedanı şiiri, ya da beyin mimarisindeki son keşifler. Dışarıda bin kişi okursa bunları, burada müşterisi bilemedin on kişidir, adam neden zahmet edip bassın? Dil bilmiyorsan mecburen bunlara fransız kalacaksın. Spesifik sınırları bırak bir yana, bizzat "sınırı aşmak" fikri sana uzak bir hayal olarak kalacak. Kristof Kolomb mu? Masal olmalı, bizde olmaz öyle şey. Hem gâvur ta oralara kadar zahmet etmiş gitmiş ne bulmuş? Bizim mahallenin camisini! Yeni kıtaymış, kıçıma anlat.
Bir toplum düşün ki balta girmemiş ormana giderse ne yapar? Belediye parkındaki çocuk kaydıraklarını bulup onlarla oynar.
Türkçede okuyabileceğin kitaplar da işte o kadar: Survivor kaydırağı.
Peki peki, tamam, istisnalar var, yılda bir ya da iki tane. Onları arayıp buluncasıya kadar İngilizce öğrensene?
Sunday, April 23, 2017
Saturday, April 15, 2017
3 Mart 1924'te neler oldu? (1 - 2 - 3)
O gün çıkarılan üç yasayla cumhuriyet
rejiminin rengi, şekli, rotası belirginlik kazandı. Yapılanları beş madde
altında ele alacağız. Önce halifelik ve
hanedan, sonra şer’i kurumların kaldırılması, en son eğitimin birleştirilmesi.
3 Martta
yazıyoruz ama bakalım bloga ne zaman yetişir.
1. Halifelik
Halifelik
lağv edildi.
Pratikte
bir anlamı olmayan boş bir unvandı. Atatürk’ün Nutuk’ta kullandığı ifadeyle
“medlulü [yani delalet ettiği şey] kalmamış manasız bir lafz” idi. Saltanat
kaldırılınca bir tür teselli armağanı olarak düşünüldü. Gazi'nin gitgide
tehlikeli hal alan diktatörlük eğilimine karşı emniyet freni olarak görenler
vardı. Nitekim 29 Ekimde kişisel rejimin ilanından sonra, aralarında eski
ittihatçıların ve Milli Mücadele önderlerinin bulunduğu muhalifler, Dolmabahçe
sarayında fiilen ev hapsinde yaşayan halifenin etrafında birikmeye başladılar.
Belki yaşlı Abdülmecit Efendi olmasa da, genç ve karizmatik oğlu Ömer Faruk
Efendinin siyasette dengeleyici bir rol oynayabileceğini umdular.
Hiçbir
diktatör ikinci bir iktidar odağına tahammül edemez. En nominal, en yetkisiz
odak dahi diktatörün tırmanıcı iktidarına karşı zamanı geldiğinde bir muhalefet
merkezine dönüşebilir. [Bkz. Abdullah Gül sendromu] Halife, diktatör için
tehditti. Giderildi. İslam mislam? Onlar hikâye, Halifenin dini bir yetkisi
yoktu; İslami sembolizm kolayca nötralize edilebilecek nitelikteydi. Japon
imparatoru Şinto dininde tanrı sayılır; İngiltere kraliçesi Anglikan
kilisesinin başıdır. Var mı bir sakıncası?
Kaldı ki
vaktiyle halifenin siyasi yetkisi varken de İslam aleminde kayda değer bir
etkisi görülmemişti. 1914’te cihadı ekber ilan edince ne oldu? Osmanlı
sınırları dışında duyan olmadı. Mısır müftüleri “batıldır” diye fetva verdiler.
Sözde Osmanlı tebaası olan Mekke Şerifi “sen değilsin asıl ben halifeyim” deyip
ayaklandı.
Son halife,
ayrıca, cumhurbaşkanı ve etrafındakilerin çoğundan daha “laik” ve Batı
görgüsüne sahip bir zattı. Ressamdı. Sürgün edilince Paris’e gitti, yirmi yıl
orada resim yaparak yaşadı. Ara sıra Fransız Riviera'sındaki torunlarını
ziyaret etti.
2. Hanedan
Osmanlı
ailesinin üç yüz küsur üyesi sınır dışı edildi. Acıklı bir olaydı, ama sanırım
kaçınılmazdı. Düşen hanedanlar şansları varsa sınır dışı edilir. Şansları yoksa
başlarına Rus hanedanının başına gelenler gelir, daha fena.
Ayrıca
Boğaz kıyısında Beşiktaş’tan Kuruçeşme’ye kadar gerdanlık gibi dizili hanedan
mülkleri meselesi vardı. Aileyi başından atmasan onları kime nasıl peşkeş
çekeceksin? Reina’sından tut Galatasaray Adasına kadar o mülklerin 20. yy’daki
tarihini izle, zaten Cumhuriyet rejimi hakkında başka bir şey bilmene gerek
kalmaz.
3. Evkaf ve Şeriye
Evkaf ve
Umuru Şeriye Vekâleti 1920 veya 1921'de Şeyhülislamlık makamı yerine ikame edilmişti.
3 Mart 1924'te çıkarılan 429 sayılı yasayla lağv edildi, yerine Diyanet İşleri
Başkanlığı kuruldu. Daha çok simgesel bir adım gibi duruyor. Belki DİB'in
siyasi inisyatif hakkı olmayan bir bürokratik daire olması hedeflendi. Sonuçta
o hedefe varılamadı. Bakanlıktan farksız bir teşkilat kuruldu.
Ama o yasada
asıl önemli olan madde bu değil, başkasıdır.
4. Şer'i hukuk
Tam metni
elimde değil; o madde, özetle, Türkiye'de kişisel hukuka ilişkin yasama ve
yürütme yetkisinin münhasıran TBMM ve hükümete ait olduğunu söyler. [“Birinci
madde: Türkiye Cumhuriyetinde muamelâtı nasa dair olan ahkâmın teşri ve infazı
Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup...”] Yani:
İslam hukuku lağv edilmiştir, bundan böyle hukuki bir referans olarak ileri
sürülemez. Filan yasa Kuran ayetine yahut İmam-ı Azamın içtihadına aykırı
mıymış? Eh, uğurlar olsun, umurumuzdaydı sanki!
Prensipte
büyük bir devrimdir. Önceki seksen beş yılda adım adım hayata geçirilmişti
gerçi, ama gene de bu berraklıkta formüle edilmesi cesur adımdır. İslam
ülkeleri tarihinde -- belki Sovyet cumhuriyetleri dışında -- bir ilktir; halâ
da benzeri azdır. Alkışlamak gerekir. Yaşatılabilse ve kamu vicdanında yer
etmesi sağlanabilse bugün bambaşka bir ülkede, hatta bambaşka bir dünyada
yaşıyor olurduk. Olmadı, başka mevzu.
Prensipte
böyle. Şimdi pratiğe bakalım.
Pratikte
İslam hukuku birçok alanda çoktan yürürlükten kaldırılmıştı. En can alıcı
mesele olan zimmi hukuku, yani gayrimüslimlerin statüsü alanında Kuran'a ve
hadise dayalı hukuki düzen, 1839 ve 1856 fermanlarıyla tarihe karışmıştı. Ceza
hukukunda şer'i hükümlerin geçerliliği zaten öteden beri muğlaktı. 1840 ve
50'lerdeki ceza kanunnameleri ile büsbütün kaldırıldı, Fransa'dan ceza ve ceza
muhakemeleri usul yasaları ithal edildi. Özel hukuk alanında dahi İslami
statüko çoktan sarsılmıştı. Mesela İslam hukukunun yerleşik kurumlarından olan
kölelik ve cariyelik, 1840'lardan itibaren peyderpey yasa dışı ilan edildiler.
1850 ve 60'larda çıkarılan yasalarla, İslam hukukunda yeri olmayan faiz,
kambiyo senedi, anonim şirket, kamu tüzel kişiliği, belediye gibi kavram ve
kurumlar benimsendi.
1924'te
geriye ne kalmıştı? Adı üstünde, evkaf ve umuru şer'iye kalmıştı. Evkaf, yani
vakıflar; vakfedilmiş mülklerin yönetimi ve özellikle satılabilirliği. Umuru
şer'iye, yani özel hukuk işleri; nikâh, miras, velayet, vesayet, nafaka,
borçlar, basit ortaklıklar vb.
Şer'i
hukukun bu alanlardaki temel işlevi, özel mülkiyeti olağanüstü muğlak, içinden
çıkılmaz bir içtihatlar, yorumlar, kıyaslar ve fetvalar labirenti içine
hapsetmekti. Lağvedilmesi özel mülkiyetin yolunu açtı. Ekonomik değerlerin
paraya çevrilmesi sürecini hızlandırdı. Şark mahallesinin eciş bücüş
sokaklarına buldozer sokma etkisi yaptı. 1924 reformunun ve onun ayak
izlerinden giden 1926 Medeni Kanununun net sonucu budur. Gerisi detay.
İyi bir şey
miydi? İyiydi sanırım. Bilmiyorum. Belki de kaçınılmazdı. Ucunun TOKİ
konutlarına kadar dayandığını düşünsen yine de iyiydi diyebilir misin? Bilmem.
Modern dünya iyi midir diye soruyorsun. Ne bileyim?
Mülkiyetin
serbestleşmesi bir bakıma 8. Henry'nin İngiltere'de kilise mülklerine el
koyması ayarında bir olaydı. Orada yüz yılda dünyanın en dinamik ekonomisini
doğurdu. Burada belki yeterince güçlü bir kapitalist iradeden beslenmediği için
kısa zamanda tıkandı; halkçılık, garibancılık, gelenekçilik ve bürokrasiden
oluşan bir batakta yavaşça boğuldu. (Ancak 1980'lerde Özal'ın, 2000'lerde
şimdikilerin çabalarıyla - çok geç - yeniden kıpırdayabildi.) İyi mi oldu, kötü
mü? Tartışalım bir ara.
*
Şer'i
hukukun lağvının ikinci bir sonucuna da değinelim. İslam hukuku korunduğu
sürece gayrimüslimler ve ülkedeki yabancılar için ikinci bir özel hukuk
sistemine, dolayısıyla ikili yargıya, ikili hukuk eğitimine vb. gerek vardı. Bu
ikinci sistemin hamiliğini ise, kaçınılmaz bir şekilde, Batılı devletler
üstlenmişti, Lozan antlaşması altında da üstlenmeye devam edecekti. İslam
hukukunun lağvı ve tekli sisteme geçilmesi bu zorunluluğu ortadan kaldırdı. Kapitülasyon adı verilen
uluslararası hukuki güvenceler ismen 1914'te ve 1923'te iptal edilmişti. Gerçek
anlamda ancak 1924 ve 1926 hukuk reformlarıyla tasfiye edildiler.
*
Ya çok
eşlilik, ''islam hukuku'' deyince feminist kardeşlerimizin ilk aklına gelen
konu?
Öyle
görünüyor ki çok eşlilik Fırat'ın batısında hiçbir zaman yaygın bir kurum
olmamıştı. Fırat'ın doğusunda ise 1924'ten sonra azaldığına dair hiçbir belirti
yok. Olsa olsa ikinci ve sonraki eşlerin hukuki güvenceleri yok edilmiş oldu;
miras, nafaka ve velayet hakları kim vurduya gitti. Doğu illerinde medrese
kurumunun tüm baskılara rağmen varlığını sürdürmesine yol açan etkenlerden biri
de belki buydu. Reel dünyada bir sosyal kurum varsa, onun hukukunu öğretenler
de elbette olacak.
Ayrıca,
linç etmek istiyorsan et buyur, ama önce beş dakika düşün: Eşcinsel evliliğin,
"sivil beraberlik" statüsünün kaçınılmaz hale geldiği bugünün
dünyasında, İslam hukukunun belki de tek işe yarar maddesi hangisiydi sence?
5. Tevhid-i Tedrisat
Aynı gün
çıkarılan 430 sayılı yasayla Türkiye'de eğitim tekeli devlete verildi. Devletten
izinsiz her türlü eğitim ve öğretim faaliyeti hapislik suç sayıldı. Resmi
okulların yanında bir tür paralel ve informel eğitim ağı olarak çalışan
medreseler ve cami mektepleri kapatıldı.
O tarihte
kime sorsan doğru adımdı. Türk elitleri bu konuda tam mutabakat içindeydiler.
Belki gerçekten mutabık oldukları tek konu buydu: eğitim şart! Batı dünyasında
ilerici düşünce aynı yöndeydi. Devletin görevi halkı aydınlatmak; herkese eşit
ve modern eğitim; evrensel okuryazarlık; cehaletin sonu. Kim bunlara hayır
diyebilir?
Bugünden
geriye bakınca sonuç farklı görünüyor. Eğitim birliğinin sonucu Türkiye'de iyi
olmadı. O çapta bir işin altından kalkacak kadro ve altyapı yoktu; zamanla da
oluşmadı. Eğitim cehaleti yenecekken cehalet eğitimi yuttu. Geriye cahillik
batağında boğulmuş bir toplum kaldı. Esasen 1920'lerin dünyasına devlet memuru
yetiştirmek için tasarlanmış bir sistemdi. Hep öyle kaldı. ''Türküm doğruyum''
diye haykırmayı ''çağdaş uygarlık'' zanneden zihniyet eskiyince, yerini 7.
yy'daki birtakım aşiret kavgalarını ''dünya tarihi'' sanan ideolojiye terk
etti.
Bugün
etrafımıza baktığımızda yönetici kadroları tükenmiş, kültür eliti darmadağın
olmuş bir ülke görüyorsak, asıl nedeni eğitimi devletin bürokratik tekeline
alan o yasadır demek çok yanlış olmaz.
Öbür türlü
ne olabilirdi? Bu sorunun cevabı zor. Bir toplum, inandırıcı görünen
gerekçelerle ve oy birliği ile kendini uçurumdan atmaya karar vermişse
alternatifleri nasıl düşünebilirsin?
Eğitim
birliğinin net iki veya üç sonucunu görüyoruz. Hatta belki dört.
Birincisi
elit eğitimini devlet kontrolüne alma teşebbüsüdür. Başarılı olamamış, ama elit
eğitim kurumlarını dumura uğratıp köreltmeyi başarmıştır. O tarihte toplumun
kültürel seçkinleri bir avuç yabancı okul ile onları taklit eden yarım düzine
özel okulun ürünüydü; şimdi de öyle. O okullar vatan-millet sosuna bulanmış bir
kamu faşizminin cenderesine alınmasa, serpilip büyümelerine izin verilse, şimdi
nerede olurduk?
İkincisi
geleneksel sivil eğitim kurumlarının yok edilmesidir. 19. yy'da modern tip kamu
okullarının (rüşdiye, idadi ve sultanilerin) kurulmasından sonra medrese
eğitimi zaten marjinalleşmiş, toplumun en alt tabakalarına özgü bir alternatif
seçilim yolu olarak kalmıştı. Tam rakamlar elimin altında değil, ama
yanılmıyorsam medrese talebesi sayısı 1924'te devlet okullarındaki öğrencinin
yarısı kadardı. O yapı korunsa ve belki bir miktar maddi destekle evrilmesine
izin verilse, memleketin ortalama eğitim düzeyine katkısı ne olurdu? En azından
medrese geleneğinin güçlü olduğu Kürt bölgesinde, bugünkü eğitsel faciadan daha
iyi bir yerde olunurdu gibi geliyor bana. Belki bugün imam-hatip liseleri
kisvesi altında kamu eğitimine sıçrayan ve sistemi tümüyle ele geçirip çökertme
eğilimi gösteren problem daha farklı bir düzeyde tutulabilirdi.
Üçüncüsü
tekelci zihniyetin kamu eğitimi bünyesinde yeni arayışların önünü kapatmasıdır.
Özerk yapılanmalara daha açık bir yapı olsa, mesela Köy Enstitüleri gibi sıra
dışı deneylerin yaşaması daha kolay olur muydu?
Son olarak,
toplumun tamamını potansiyel devlet memuru olarak eğitmek yerine çeşitli
topluluk ve kuruluşların mesleki eğitim kurumları işletmesi teşvik edilse,
memleket bu derece korkunç bir beceri ve yetenek çürümesine uğrar mıydı? Askeri
okullar Tevhidi Tedrisat Kanunu kapsamı dışındadır. Neden mesela tıbba, marangozluğa
ya da şoförlük mesleğine aynı özgürlük tanınmadı? 23 Nisan şiiri okumayı bilen
marangoz daha mı iyi oluyor?
2 Mart 1924
günü fikrimizi sorsalar, sen de, ey okur, ben de, herhalde ''bravo, eğitim
şart'' derdik. Onun için şimdi ne desek boş. 1924'teki karar sahiplerinin
bugünü öngörmelerini beklemek haksızlık olur.
Belki sadece düşünsek, ders alsak, bugün
mutlak doğru gibi görünen fikirlerin yarın başka sonuç verebileceğini öğrensek,
o da bir fayda.
25 yorum:
Friday, April 14, 2017
Ey nazlı jack
14 Nisan 2017 Cuma
Sor: Milli ve hamasi günlerde İstanbul’un Şişli semtinde en çok bayrak asanlar neden hep gayrimüslim evleridir?
İngiltere’nin bir yerinde, Müslümanlar alınmasın diye Britanya bayrağını asmayı yasaklamışlar - bir yaygara, bir vaveyla koptu ki sorma. O bayrakta biliyorsunuz bir değil iki tane haç var, dini simgedir, dışlayıcı olabilir. Britanya vatandaşı Hıristiyan olmak zorunda değil, neden haça selam dursun ki?
Saçma diyorsun, haklısın. Adamlar birtakım Pakiler alınmasın diye kendi ülkesinde kendi bayrağını dikemeyecek mi? Peki, bizde daha on yıl olmadı, dağa taşa ve Taksim meydanına uzay minaresi gibi birtakım Türk bayrakları diktiklerinde tiksinmiştik. O zaman da haksız mıydık?
Sanırım püf noktası tehdit. İnsanoğlu simgesel iletişimde ustadır; sinyallerin ardında ince anlamlar ve gizli mesajlar saklamayı, ve algılamayı, bilir. O bayrak ne demek istiyor? Gel beraber bir efsane dinleyip kutlayalım mı diyor? Yoksa boyun eğ, eğmezsen fena hırpalarız mı diyor? Ben şahsen iki saniyede anlarım asıl maksadın ne olduğunu ve gereken tepkiyi vermekten çekinmem. Başkalarının da, bazen aptal ayağına yatsalar da, daha az uyanık olacaklarını hiç sanmam. İnsan daha ilkokuldayken öğrenir aidiyet simgelerini kullanan adamın neyi kastettiğini, dost mu düşman mı olduğunu, seçtiği kelimeden, sesinin tonundan, gözünün ışığından şıp diye okumayı.
O bayrakları kim asmış, neden asmış, birilerine dönük bir zımni tehdit ya da zorlama var mıymış? Bu soruların cevabını bilmeden İngiltere’deki olay hakkında bir yargıya varmamak lazım bence. Sor: Milli ve hamasi günlerde İstanbul’un Şişli semtinde en çok bayrak asanlar neden hep gayrimüslim evleridir? Sor: İngiltere’deki o bayraklar yüzünden kaç Paki akşam pub’dan çıkıp evine giderken dayak yeme korkusu yaşadı? Sonra karar ver.
x
İngiltere’nin simgesi beyaz üzerine kırmızı düz Saint George haçı, İskoçya’nın simgesi çapraz Saint Andrew haçıdır. Union Jack Birleşik Krallığın simgesi, adı zaten “birlik sancağı” anlamında . “İki tahtın 1701’de birleştirilmesini kutlamayalım mı yani” dersen sen de haklı olursun.
George, 4. yy başlarında Antakya civarında ortaya çıkmış bir efsane. Rumca adı Georgios “köylü” ya da “ fellah” demek. Geo geometrideki geo, “toprak”; ourgos metalürjideki ürji ile aynı, “işleyen” . Muhtemelen Tevrat’taki Hz. İlyas efsaneleriyle birleşmiş; İslam mitolojisindeki Hızır (“yeşil”) ile de şaşırtıcı benzerlikleri var.
Yanlış hatırlamıyorsam Birinci Haçlı Seferi sırasında, 1098’deki Antakya kuşatmasında olacak, bu George hazretleri Haçlıların şefi olan Godefroi de Bouillon'a keramet göstermiş, o da minnetini dile getirmek için George’un sancağını ailesine alem edinmiş. Daha sonra bir şekilde o sancak İngiltere kraliyet hanedanının mülkiyetine geçmiş, 1300'lerde III Edward eyyamında Garter şövalyelerinin simgesi olmuş, Clarence Dükü Lionel'in bayrağı iken onun soyundan gelen York hanedanına mal olmuş.
Andrew ya da Andreas ise İsa’nın on iki havarisinden biri. O zamanlar adı henüz Konstantinopol değil Byzantion olan İstanbul’a gelmiş, rivayete göre buradaki Hıristiyan cemaatinin temelini atmış, daha sonra X şeklinde bir çarmıha gerilerek idam edilmiş. Türbesinin olduğu yer Bizans zamanında Aziz Havariler Kilisesi idi; şimdi Fatih Camiidir, İstanbul’un en kutsal yeri.
Aziz naaşının bir cüzü sonradan hatırlayamadığım bir tarihte İstanbul’dan alınıp İskoçya’ya götürülmüş, Hıristiyan dininin İskoçya vahşilerine ulaşmasında baş rolü oynamış. Oradaki türbesinin bulunduğu St. Andrew kasabası, şimdi Avrupa’nın en eski ve köklü üniversitelerinden birini barındırıyor.
4 yorum:
- Ben de burada yaşamaya başladıktan sonra farkettim. Hatta içimi burkuyor, ekseri yaşlılar abartılı biçimde yapıyorlar bunu. Semtte gayri müslim nüfusun yaş oranı daha yüksek zaten.Yanıtla
- Union Jack'de iki degil uc tane hac vardir. Irlanda'nin simgesi beyaz uzerine kirmizi capraz St Patrick haci da Union Jack'de var.Yanıtla
Thursday, April 13, 2017
Christopher Hitchens, bir 1968 devrimcisinin anıları
Hitch-22,
Christopher Hitchens'ın otobiyografisi. Yedi sekiz ay önce okumuştum. O
tarihte bir arkadaşa yazdığım izlenimlerimi sizinle de paylaşayım,
hazır soldan sağa dönenler mevzuu açılmışken.
Kitabın ilk yarısı nefis. Üslubu uyanık, çok katmanlı, kültürlü, esprili, okurun aklını küçümsemeyen cinsten. Annesi intihar etmiş. Onun çaresizliğini niye fark etmedim diye kendini sorgulayan bir bölümle başlıyor, iyi bir roman kalibresinde. Sonra okul yılları, 1960'lar İngiltere'sinin ruh hali: 2. Dünya Savaşında büyük fedakârlıklar yapan ve büyük bir kolektif macerayı birlikte yaşayan insanların, savaş sonrası dönemdeki düş kırıklığı. Sonra Oxford. Vietnam savaşına karşı gösteri, bildiri vb. derken Troçkist hareketin en sivri militanlarından biri oluşu. O dönüşüm de aslına bakarsan başlı başına bir roman konusu olur. 1950-60'ların kasvetli durgunluğundan 1968 kıvılcımı nasıl doğdu?
Devir dünyada iyilerle kötülerin belli olduğu, siyahla beyazın net çizgilerle ayrıldığı yıllar: Portekiz'de devrim, Polonya'da Dayanışma, Yunanistan'da cunta karşıtı mücadele, Güney Afrika'da insan hakları, Irak'ta mazlum Kürtler. Hepsinde bizimki ön saflarda, gösteri, bildiri, işgal, grev, polisle çatışma, gözaltı... Gazeteciliğe başlıyor. Londra'nın basın-dergi-edebiyat kliklerinin parlayan genç yıldızı oluyor. En keskin polemikçi, en hızlı içici, en hızlı zampara (daha çok kadınlarla, ama erkeklere de açık), en yakışıklı sarışın.
[1978 olmalı, New York'ta bizim DTÖD'ün - Demokratik Türkiyeli Öğrenciler Derneği - Kıbrıs paneline Hitchens'ı da çağırmıştık. Sonra ne oldu, geldi mi, hafızamdan tamamen silinmiş. Ahmet Tonak'a sormalı.]
Derken, küt, 1980-81'de, yakın arkadaşı romancı Martin Amis'in peşinden Amerika'ya taşınma. O kararın gerekçesi net değil. Görünürde ekonomik nedenler var - ABD dergileri İngilizlerin dört beş katı maaş veriyor. Ama sanırım, o denli coşkuyla anlattığı Londra sefalarından bunaldığını hissediyorsun. Belki de İngiltere ile doğru dürüst yüzleşememenin getirdiği bir tıkanma var. Thatcher'ın ilk iktidara geldiği yıllar. Bizimki İngiliz muhafazakârlığının tescilli düşmanı, Thatcher'a karşı suskun. İşçi Partisine olan nefreti ağır basıyor. (Henüz başbakan değilken Thatcher bir kokteyl partide buna ''eğil'' diye emredip cetvelle kıçını pataklamış. O günden sonra Thatcher'a karşı dili tutulmuş görünüyor.)
Washington'a gelip ABD'nin sayılı siyasi yorumcularından biri oluyor. Sonraki 15-20 yıl çok muğlak. Karmakarışık beş on sayfadan sonra geliyoruz 90'ların sonuna - Salman Rushdie olayı, ikiz kuleler saldırısı, Irak savaşı. Bir de ne görelim? Chris Hitchens neo-konservatif takımın önde gelen sözcülerinden biri olmuş. İslamcılara karşı savaşın yılmaz öncüsü, islamofaşizm tabirini icat eden kişi, baba ve oğul Bush iktidarlarının sözü dinlenen adamı.
Ne yazık ki bu döneme dair yazdıkları sanki başka bir insanın ürünü; dürüstlükten uzak, klişelerle dolu bir siyasi polemik dili. Vietnam gösterilerinde kırk defa gözaltına alınmakla övünen adam, Irak'ta vatan uğruna şehit olan kahraman Johnny'lere kasideler düzecek kadar düşüyor, ABD vatandaşlığı aldığında milli ve vatani hislerle nasıl coştuğunu anlatan sayfalar döktürüyor. Tipi de şaşılacak kadar değişiyor. O yakışıklı genç adam oluyor alkolden yüzü yastık gibi şişmiş yamuk bakışlı bir ayı.
Son bölümde o dönüşümle yüzleşmeye çalışmış, ve hayır, başaramamış. Zeki bir adam ve iyi bir polemikçi olduğu için elbette gerekçeleri mantıklı ve tutarlı. Evet, gençliğimizde özgürlük mücadelelerini destekledik, ve evet, islam günümüzde özgürlüğe yönelik büyük bir tehdittir. Peki, ama bunun senin kişiliğindeki karşılığı nedir? Eski senle yeni seni bir kimlikte birleştirebiliyor musun? Eski arkadaşların ne diyor? Vietnam'da haksız olup Irak'ta haklı olan neydi? Bugün şehit edebiyatı yapacak kadar Amerikancı olduysan, geçmişindeki mücadeleleri nasıl o kadar özlemle ve haklılığından emin olarak anlatabiliyorsun?
Ne yazık ki Hitchens bu sorulara sıra geldiğinde yeterince dürüst değil. Gençliğine yönelttiği keskin ve ironik bakışı, belki alkol dumanları arasında, bulanıklaşmış. Belki son yıllarında bu ve benzeri sorularla yüzleşmekten bıkmış. Belki sosyal medya çağının acımasız polemik dilinde yorulmuş.
Bir 1968 devrimcisinin Bush propagandistine dönüşünün samimi öyküsünü anlatabilseydi bir çağın önemli kitaplarından biri olurdu sanırım. Anlatamamış. Belki imkânsızdı diyorsun. Ama öykünün ilk yarısını, bugün halâ, dürüstlükle ve hakikat aşkıyla anlatabilen biri, ikinci yarısını niye anlatamasın?
Hitchens anılarını yazmaya başladığında terminal kanser teşhisi konmuştu. 2014'te kitabı yayınlandıktan kısa bir süre sonra öldü. Günahını almayalım; belki son kısmı aceleye gelmiştir. Şehit Johnny yazısı filan, hazırdaki makalelerden aktarılmış olabilir.
Kitabın ilk yarısı nefis. Üslubu uyanık, çok katmanlı, kültürlü, esprili, okurun aklını küçümsemeyen cinsten. Annesi intihar etmiş. Onun çaresizliğini niye fark etmedim diye kendini sorgulayan bir bölümle başlıyor, iyi bir roman kalibresinde. Sonra okul yılları, 1960'lar İngiltere'sinin ruh hali: 2. Dünya Savaşında büyük fedakârlıklar yapan ve büyük bir kolektif macerayı birlikte yaşayan insanların, savaş sonrası dönemdeki düş kırıklığı. Sonra Oxford. Vietnam savaşına karşı gösteri, bildiri vb. derken Troçkist hareketin en sivri militanlarından biri oluşu. O dönüşüm de aslına bakarsan başlı başına bir roman konusu olur. 1950-60'ların kasvetli durgunluğundan 1968 kıvılcımı nasıl doğdu?
Devir dünyada iyilerle kötülerin belli olduğu, siyahla beyazın net çizgilerle ayrıldığı yıllar: Portekiz'de devrim, Polonya'da Dayanışma, Yunanistan'da cunta karşıtı mücadele, Güney Afrika'da insan hakları, Irak'ta mazlum Kürtler. Hepsinde bizimki ön saflarda, gösteri, bildiri, işgal, grev, polisle çatışma, gözaltı... Gazeteciliğe başlıyor. Londra'nın basın-dergi-edebiyat kliklerinin parlayan genç yıldızı oluyor. En keskin polemikçi, en hızlı içici, en hızlı zampara (daha çok kadınlarla, ama erkeklere de açık), en yakışıklı sarışın.
[1978 olmalı, New York'ta bizim DTÖD'ün - Demokratik Türkiyeli Öğrenciler Derneği - Kıbrıs paneline Hitchens'ı da çağırmıştık. Sonra ne oldu, geldi mi, hafızamdan tamamen silinmiş. Ahmet Tonak'a sormalı.]
Derken, küt, 1980-81'de, yakın arkadaşı romancı Martin Amis'in peşinden Amerika'ya taşınma. O kararın gerekçesi net değil. Görünürde ekonomik nedenler var - ABD dergileri İngilizlerin dört beş katı maaş veriyor. Ama sanırım, o denli coşkuyla anlattığı Londra sefalarından bunaldığını hissediyorsun. Belki de İngiltere ile doğru dürüst yüzleşememenin getirdiği bir tıkanma var. Thatcher'ın ilk iktidara geldiği yıllar. Bizimki İngiliz muhafazakârlığının tescilli düşmanı, Thatcher'a karşı suskun. İşçi Partisine olan nefreti ağır basıyor. (Henüz başbakan değilken Thatcher bir kokteyl partide buna ''eğil'' diye emredip cetvelle kıçını pataklamış. O günden sonra Thatcher'a karşı dili tutulmuş görünüyor.)
Washington'a gelip ABD'nin sayılı siyasi yorumcularından biri oluyor. Sonraki 15-20 yıl çok muğlak. Karmakarışık beş on sayfadan sonra geliyoruz 90'ların sonuna - Salman Rushdie olayı, ikiz kuleler saldırısı, Irak savaşı. Bir de ne görelim? Chris Hitchens neo-konservatif takımın önde gelen sözcülerinden biri olmuş. İslamcılara karşı savaşın yılmaz öncüsü, islamofaşizm tabirini icat eden kişi, baba ve oğul Bush iktidarlarının sözü dinlenen adamı.
Ne yazık ki bu döneme dair yazdıkları sanki başka bir insanın ürünü; dürüstlükten uzak, klişelerle dolu bir siyasi polemik dili. Vietnam gösterilerinde kırk defa gözaltına alınmakla övünen adam, Irak'ta vatan uğruna şehit olan kahraman Johnny'lere kasideler düzecek kadar düşüyor, ABD vatandaşlığı aldığında milli ve vatani hislerle nasıl coştuğunu anlatan sayfalar döktürüyor. Tipi de şaşılacak kadar değişiyor. O yakışıklı genç adam oluyor alkolden yüzü yastık gibi şişmiş yamuk bakışlı bir ayı.
Son bölümde o dönüşümle yüzleşmeye çalışmış, ve hayır, başaramamış. Zeki bir adam ve iyi bir polemikçi olduğu için elbette gerekçeleri mantıklı ve tutarlı. Evet, gençliğimizde özgürlük mücadelelerini destekledik, ve evet, islam günümüzde özgürlüğe yönelik büyük bir tehdittir. Peki, ama bunun senin kişiliğindeki karşılığı nedir? Eski senle yeni seni bir kimlikte birleştirebiliyor musun? Eski arkadaşların ne diyor? Vietnam'da haksız olup Irak'ta haklı olan neydi? Bugün şehit edebiyatı yapacak kadar Amerikancı olduysan, geçmişindeki mücadeleleri nasıl o kadar özlemle ve haklılığından emin olarak anlatabiliyorsun?
Ne yazık ki Hitchens bu sorulara sıra geldiğinde yeterince dürüst değil. Gençliğine yönelttiği keskin ve ironik bakışı, belki alkol dumanları arasında, bulanıklaşmış. Belki son yıllarında bu ve benzeri sorularla yüzleşmekten bıkmış. Belki sosyal medya çağının acımasız polemik dilinde yorulmuş.
Bir 1968 devrimcisinin Bush propagandistine dönüşünün samimi öyküsünü anlatabilseydi bir çağın önemli kitaplarından biri olurdu sanırım. Anlatamamış. Belki imkânsızdı diyorsun. Ama öykünün ilk yarısını, bugün halâ, dürüstlükle ve hakikat aşkıyla anlatabilen biri, ikinci yarısını niye anlatamasın?
Hitchens anılarını yazmaya başladığında terminal kanser teşhisi konmuştu. 2014'te kitabı yayınlandıktan kısa bir süre sonra öldü. Günahını almayalım; belki son kısmı aceleye gelmiştir. Şehit Johnny yazısı filan, hazırdaki makalelerden aktarılmış olabilir.
Wednesday, April 12, 2017
Milli tarihi delik deşik edenler - 2
Alman imparatoru Konrad, Hohenstaufen’ların sonuncusu,
papaya savaş açan 2. Friedrich’in oğlu, Haçlı seferlerinde Silifke
yakınlarında bir yerde derede boğulan Friedrich Barbarossa’nın torunu.
Tarihleri yanılmıyorsam 1220’lerden 1250’ye; internetim yok, ezbere
yazıyorum. Almanya’dan kovulduğundan, anasının mülkü olan Sicilya
adasında hüküm sürmüş. Palermo’daki sarayı bir süre Avrupa’nın sanat ve
kültür odağı olmuş; şiirde, müzikte, egzotik ve lüks ürünlerde çağın
trendlerini belirlemiş. Mesela Rönesans-öncesi devirde Avrupa şiirinin
rotasını çizen Katalan ve Provansal (Güney Fransa’lı) saz şairleri yola
buradan çıkmışlar. Avrupa müziğinin temel enstrümanları – ud > lauta,
kemanın atası olan viol – ilk burada duyulmuş. Avrupa dillerine giren
dört yüze yakın Arapça kelimenin büyük bir bölümü de bu yıllarda
Sicilya’dan yayılmış. Çoğu lüks tüketime ve ticari eşyaya ilişkin
terimler, zümrüt, topaz, pahalı kumaş türleri, egzotik kimyasal
maddeler, narenc > orande, limon vb.
Adanın Araplardan alınması iki yüz yıla yaklaştığı halde, o tarihte Sicilya’da halâ bir Müslüman Arap nüfus var. Konrad onlarla yakınlık kurmuş. Şiir ve risale yazacak kadar Arapça öğrenmiş, ya da en azından öğrendiğini ileri sürmüş. Arap cellabiyesiyle ressamlara poz vermiş.
Ortaçağın en önemli coğrafyacılarından biri sayılan el-idrisî vardır, Miftahül Buldan (“Ülkelerin Anahtarı”) yazarı. Benim IndexAnatolicus çalışması sırasında yararlanmıştım, 13. yy Anadolu yer adları konusunda nadir kaynaklardan biridir. Sonradan fark ettim ki neymiş? İdrisî kitabı Konrad’ın siparişi üzerine yazmış, ona ithaf etmiş.
x
Konrad’dan sonra Alman imparatorluğu dağıldı. Yirmi yıla yakın bir fetret devri yaşandı. Almanya’nın güneybatı ucunda uyduruk bir mülkün sahibi olan Habsburg’lan o hengâmede palazlandılar, Avusturya’yı ele geçirdiler. Ama o ayrı hikâye, başka zaman.
Tuesday, April 11, 2017
Yeni sağ neyin sağı
Götz Kubitschek, Spiegel dergisinden |
Tipik bir modern-sonrası aydın tablosu. Eşiyle birlikte şehirli yaşamdan gelip, Doğu Almanya’nın kör taşrasındaki bir küçük köyde 700 yıllık bir harap çiftlik binasına yerleşmişler. Yedikleri hemen her şeyi kendileri yetiştiriyorlar; ekmek pişiriyorlar, elma şarabı yapıyorlar. Yedi çocukları olmuş. Eşinin soyadı ayrı. Boynunda taşıdığı neo-medieval haç dışında tamamen modern, zayıf, alımlı.
Evin donanımı bizim Şirince’de ilk yıllarımızın anti-modern sadeliğini fena halde andırıyor. 90 cm eninde antika köknar yer lataları, elle zımparalanıp pinotekslenmiş. Çok sade bir antika yatak, köy işi kilimler, eskiciden alınmış hoş bir art deco ayaklı lamba, son model bir laptop. Ve binlerce kitap. Çok miktarda roman, tarih, siyasi düşünce tarihi. “Ciddi bir kitapseverin kütüphanesi” diyor muhabir.
Yıllar önce “ Konservativ-Subversiv Aksiyon” adlı bir grup başlatmışlar. Solun protest gündemlerini sağ perspektife uyarlamayı hedeflemişler. Sezession adlı bir dergi çıkarmışlar. Türkçesi zor bir kelime, “protesto edip bir kurumu topluca terk etme” anlamında. Önceleri evde toplanırlarmış; iş büyüyünce köyün birahanesinde toplanmaya başlamışlar. Şimdi Almanya’nın neresinde konuşsa büyük kalabalıklar geliyor. Eşiyle beraber İslam karşıtı Pegida hareketinin kuruluşunda rol oynamış. Ülke çapında siyasi sistemi sarsan AfD (Almanya için Alternatif) hareketinin ideolojik öncüsü.
Ana fikir: Kapitalizme karşı. Modernizme karşı. Tüketim ideolojisine ve globalizme karşı. Yerelci. Çevreci. Bu açılardan, 1980’lerde olsa Yeşil hareket içinde yer alacağı kesin. Belki de Yeşillerin ideolojik tükenişi onları başka arayışlara itmiş. Ulusal kimliği ve ulusal kültürü keşfetmişler. O kimliğin her ne pahasına olursa olsun korunmasına hayati önem atfediyor. Ona yönelik en büyük tehdit olarak gördüğü İslama, yabancı göçüne ve multi-kulti kimliksizlik ideolojisine bu nedenle şiddetle karşı.
Nazileri kesinlikle reddediyor; dejenere bir sol hareket olmakla suçluyor. Soyut ve idealize bir Alman ulusal geçmişini yüceltiyor. Öyle bir geçmiş gerçekten var mıydı? Muhabir haklı olarak buradan girişmiş. 18. yy Aydınlanmacılarının Almanya’sı mı? 19. yy sanayicilerin Almanyası mı? Bismarck’ın militarizmi mi? Var mı o hayallerdeki Almanya?
Almanya’da AfD devrimci bir hızla büyüyor. Sonbahardaki seçimlerde Hıristiyan Demokratları köşeye sıkıştırması, sosyal demokratları da darmadağın etmesi mümkün görünüyor. İşin enteresanı, oylarını artırması beklenen diğer parti, Sol (Die Linke), göz kamaştırıcı güzellikteki lideri Sahra Wagenknecht önderliğinde AfD’den neredeyse farksız bir yere doğru evrilmekte.
Kuzey Kutbu’nun eriyen buzları gibi, Avrupa’nın siyasi ve ideolojik kutupları da dehşet verici bir hızla eriyip parçalanıyor. Dün sağlam zannettiğimiz nirengi noktaları bugün bakıyoruz ki yok olmuşlar; kopan aysberglerle beraber denize gömülmüşler. Sonu hayırlı gelir mi? Yaşayan görecek.
Ertesi gün aklımıza gelenler
Kendilerini neden siyasi spektrumun “sağ”ına konumlandırıyorlar. Birkaç neden geliyor akla.
1- Multi-kulti kozmopolitizm 1968’den veya 80’lerden bu yana “ sol” pozisyonu işgal ettiği için, ona karşı tavır alıyorlar;
2- “Sol” söylemin zayıfladığını hissediyorlar; boşluğu değerlendiriyorlar;
3- Daha önemlisi bir siyasi ittifak stratejisi: ekonomik çöküntü içinde olan düşük ve orta gelirli, düşük ve orta eğitimli, kasabalı ve beyaz sınıfların doğal muhafazakârlığına hitap ediyorlar; onların oyları ile iktidara yürümeyi tasarlıyorlar.
1- Multi-kulti kozmopolitizm 1968’den veya 80’lerden bu yana “ sol” pozisyonu işgal ettiği için, ona karşı tavır alıyorlar;
2- “Sol” söylemin zayıfladığını hissediyorlar; boşluğu değerlendiriyorlar;
3- Daha önemlisi bir siyasi ittifak stratejisi: ekonomik çöküntü içinde olan düşük ve orta gelirli, düşük ve orta eğitimli, kasabalı ve beyaz sınıfların doğal muhafazakârlığına hitap ediyorlar; onların oyları ile iktidara yürümeyi tasarlıyorlar.
Bana sorarsanız bu tabloda bir çatlak var.
Bir yanda şehirli ve üniversite eğitimli bir kesimin bağrından doğan bir isyan hareketi; öbür yanda, yeni çağın gerektirdiği teknik ve kültürel becerilerden yoksun, yaşı geçkin bir kitlenin yüreğinde biriken atavistik nefret. Bunlar bağdaşıp bir senteze varır mı? Zor görünüyor.
Birincilerin ciddiye alınmaya değer bir tezi ve geleceğe ilişkin söyleyecek sözü var; tükenmeye yüz tutmuş bir “solumsu” ideolojiden yorulan genç elitleri büyük bir hızla ikna etmeleri şaşırtıcı olmaz. Öbür taraf kaybedenlerin partisi. İletişim teknolojisinin ve yeni toplumsal yapılanmaların hızına ayak uyduramadılar; önümüzdeki dönemde büyük bir kırılma olmazsa yeniden adapte olmaları çok zor. Bu iki kanadı barındıracak bir iktidar bloku uzun ömürlü olabilir mi? Sulandırılmış bir Hıristiyan nostaljisi ile provokatif birtakım milliyetçi sloganlardan oluşan bir ideoloji insanları bir arada tutmaya yeter mi?
Buruşuk bir şortla TV panellerine katılan Steve Bannon ile sonradan görme zenginlerin ikonu Donald Trump (ve Trump’ın hayran olduğu birtakım manyak generaller) nereye kadar birlikte yürüyebilir?
Muhtemel cevap: En yakıcı konu olan İslam tehdidi gündemde kaldığı sürece.
8 yorum:
- Carl Schmitt'i Nazilerden sevmeyenler de varmış aslında; Hegelci, arivist falan demişler. Düşün ki adam Hitler'le ocak 1933'te şansölye olduğunda görüşünce, "Hegel artık öldü" demişti. Buna rağmen, Hermann Göring mani olmasa onu da tutukluyorlarmış.Yanıtla
- Mevzu-ı bahis röportajın fotoğraflarını verelim tam olsun▶Yanıtla
http://tinyurl.com/l4atwuh
http://tinyurl.com/nxh3hns
http://tinyurl.com/lpesms5
http://tinyurl.com/mtqslju - Kneipe kafamı kurcaladı, aradım ben de, şöyleymiş.Yanıtla
Herkunft:
seit dem 18. Jahrhundert bezeugt; eine Abkürzung von Kneipschenke; Kompositum aus dem Substantiv Schenke und dem Stamm des Verbs kneipen = klemmen, zwicken hier mit der Bedeutung „enges Zusammensein“, verwandt mit kneifen[1][2]
↑ Dudenredaktion (Herausgeber): Duden, Das Herkunftswörterbuch. Etymologie der deutschen Sprache. In: Der Duden in zwölf Bänden. 4. Auflage. Band 7, Dudenverlag, Mannheim/Leipzig/Wien/Zürich 2006, ISBN 978-3-411-04074-2, Seite 419.
↑ Friedrich Kluge, bearbeitet von Elmar Seebold: Etymologisches Wörterbuch der deutschen Sprache. 24., durchgesehene und erweiterte Auflage. Walter de Gruyter, Berlin/New York 2001, ISBN 978-3-11-017473-1, DNB 965096742 Seite 503. - Eğitim seviyesi yüksek gençler arasında multi-kulti'de bir sorun olacağını sanmıyorum. Ancak atavistik yaşlılarda problem olur. Fakat Pakistan'dan veya Türkiye'nin şehirleşmemiş bölgelerinden insanlarla Parisliyi yanyana getirirsen tabi ki kavga çıkar. Newyorklu ile Arkansaslının dahi multi-kulti'de problem yaşıyorlar, çatışıyorlar. 2015 yılından sonra Fransa'daki Bataclan katliamından itibaren insanlar biraz dengesizleşmeye başladılar. Bir anda atak yapmaları da bunun ideolojik veya atavistik değil, geçici bir durum olduğunu gösteriyor. Eğer İslam tehditi uzar daha yıllarca bu saldırılar devam ederse, o zaman sağ partilerin ivme kazandığı görürüz. Bu etno ve religio-centrik gibi gözüken sağ atağın alışkanlık haline dönüşmesi. Diğer türlü Multi-Kulti'nin ve küreselleşmenin durdurabileceğini sanmıyorum. Yoksa Avrupalı gencin öküz olmadıktan sonra, bireysel sorumluluk duygusu taşıdıktan sonra, müslüman popülasyonun çok olduğu ülkelerden gelenlerle bir problemi olduğunu sanmıyorum. Yoksa Türkiye'deki öküzlerle, Türkiye'deki Türkün de problemi var. Siz tabi giremiyorsunuz internete fakat sadece Türkçe İnternet değil, İngilizce internet ortamı da gözlem konusunda yanıltıcı. İngilizce ortamda da, aynı Türkçe ortam gibi sorunlu olanlar genelde yabancı haber sitelerinin yorum bölümlerindeler. Sonuç olarak bu iki grubun birlikte olamayacağına katılıyorum.Yanıtla
Yanıtlar
- İyi de zaten sorun multi-kultiyi dayatan sol partilerin bu eğitim farkını ıskalaması: elbette ki alman ile fransızın kültürleri farklı, bundan kaynaklı bir uyuşmazlık olur. ancak bu uyuşmazlık, ortalama alman ile göçmen afgan arasındaki uyuşmazlığın yanında devede kulak kalır. bugün avrupada solun dayattığı multi-kulti ise ortalama (ya da eğitimli) alman ile afganı, suriyeliyi, nijeryalıyı aynı yatağa sokmanın ideolojisi (cinsellik anlamında kullanmadım, aşırı içiçe geçme anlamında kullandım bu ifadeyi).
daha da ötesi, avrupalıya zorla dayatılan bir tahammül ideolojisi: "atalarının ve senin yarattığınız bu refahı ve yaşam standardını istesen de istemesen de paylaşacaksın aga!" dayatması bu. - Adsız14 Nisan 2017 23:04Evet yahu, aynı şehirde yaşadığımız çomarlara biz katlanamıyoruz, elin Londralısı, Parislisi iyi bile dayanıyor.
- Ragıb Cüneyd12 Nisan 2017 20:27"Buruşuk bir şortla Tv panellerine katılan Steve Bannon"Yanıtla
Başına vajina kukuletası geçirmiş yeminli Trump düşmanı feminist Gloria Steinem ile Madonna, Nişanyana dağa iyi gelir. - Bu yazıyı da buraya bırakıyorum, belki Sevan hocaya gönderirler▶Yanıtla
ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’ye füze saldırısı, kendisini sert bir şekilde eleştiren Amerikalı liberallerin hatırı sayılır bir kesimi tarafından alkışlanmıştı. İngiltere’nin öne çıkan genç kuşak köşe yazarlarından Owen Jones, 9 nisan 2017’de Guardian’da bu durumu sert bir şekilde eleştirdi.
Yalnızca üç ay içinde, Başkan’a muhalif kalmaya ant içmiş olanlar onun çekimine kapılmışa benziyor. Suriye’deki füze saldırısına alkış tutmak, onu daha da ileriye gitmeye teşvik edecektir.
33 yaşında olmasına rağmen birçok kitabı bulunan Owen Jones, Guardian'dan önce Independent'ta yazıyordu.
https://www.theguardian.com/commentisfree/2017/apr/09/liberals-donald-trump-syria-missile-strikes
Bir de, başkasından duyduğum ve bana mantıklı gelen bir tez de şöyle:
"Türkiye'de(Avrupa'nın aksine) Halk asla Cami'ye(Din Müessesesi) karşı gelmedi. Devlet, Cami'ye karşı çıktı. Dolayısıyla reformlar halkın isteğiyle değil her zaman Devlet'in iradesiyle tepeden inme usullerle yapıldı ve bu yüzden Halk tarafından benimsenmedi. Elbette bu realitede, geçmişte Laisizm'i benimsemiş GayriMüslim nüfusun ve daha sonra Sol'un Devlet eliyle imha edilmesinin de çok tesiri oldu.
Mesela Papa hala faize karşıdır.
Ama faiz olmadan kapitalizm olmaz.
Devlet ise haliyle vergiyi verenin yani "şirketlerin" tarafını tutmuş ve kitlelere laikliği / sekülariteyi tıpkı Türkiye'deki gibi "dayatmıştır".
Laiklik / sekülarite batıdada "tepeden" devlet tarafından indirilmiştir.
Türkiye'de ise laikliği / sekülariteyi talep edecek "şirket" olmadığı için bu "dayatma süreci" daha kaba saba olmuştur.
Bunun dışında arada bir fark yoktur...
Ayrıca, Ömer Faruk Efendi'nin annesinin gerçekte bir İngiliz kızı olduğu, onun doğuruken öldüğü, ve Abdülmecid Efendi'nin apar topar Çamlıca imamının kızıyla izdivaç edip, Sultan II. Abdülhamid'in bu işin üstünü kapattırdığı rivayetleri de mevcut. http://www.yakinplan.com/kose-yazilari/son-halife-abdulmecit-efendinin-ilk-esi-ingiliz-miydi
Mesela İlber Ortaylı, II. Abdülhamid iktidarındaki çok sıkı sansür uygulamasını anlatırken şöyle der: "Aynı devirde Rusya'da da sansür vardı, fakat Rusya'daki sansür müessesesi üyeleri allame kimselerdi, bizdekilerse okuma-yazma bilme haricinde hiçbir kalifikasyonu olmayan zırcahil adamlardı."
tbmm'ye (bir iktidar odağı olarak) tahammül ettiğini nereden çıkarıyorsunuz? yani, tersinden söyleyelim, 1924-25'ten itibaren, ortada gerçek bir parlamento, yönetimde söz sahibi bir meclis olduğu kanaatini tam olarak nereden edindiniz? üzerinde "meclis" yazan bir tabelanın olduğu bir binanın ankara'da mevcut olmasından mı, yoksa bütçede mebus maaşı adı altında bir kalem olmasından mı? bunlar ortada bir meclis olduğu anlamına gelmez, eminim siz de biliyorsunuz.
1910'ların başında türkiye'de irili ufaklı onlarca parti bulunduğunu da bildiğinizi sanıyorum. tamam, bunlardan güçlü olanların sayısı çok daha azdır, kabul. yine de, ittihat ve terakki ile hürriyet ve itilaf akla ilk gelenler, ahrar'ı ve sosyalist fırka'yı da çeşitlilik görünsün diye sayabiliriz. 1913-18 arasındaki baskı döneminin susukunluğu bir yana (enver tayfası da ikinci bir iktidar odağına tahammül edmeyengillerden ne de olsa), 1918'den sonra da partiler açılmaya, siyasetçiler kendince devlete/iktidara ortak olma çabası göstermeye, bu partileri destekleyen siyasî dergiler, gazeteler de basılmaya devam etmiş. 1908-13 ve 18-20 dönemleri bildiğiniz siyasî çekişmeler dönemidir türkiye'de.
şimdi, 30 puanlık uzman sorusu. meclisli bir siyasî hayatın kaçınılmaz unsuru olan partileri kuran ve capcanlı bir çekişme ortamı yaratan bu siyasetçiler, sizce, 1920'lerde hangi nedenle partileşmemiş olabilirler? veya, iktidar partisinin yani chp'nin içinden çıkanlar tarafından 1924'te kurulmuş olan terakkiperver cumhuriyet fırkası, 1925'te tam olarak niçin kapanmış olabilir? sahi, gazete ve dergiler niye çıkmaya devam etmemiş?
atatürkçü tayfanın tarihi 1919-20'den (ve samsun/ankara'dan) başlatma kandırmacası o kadar başarılı olmuş ki, sanki ülkede meclis 1920'de açılmış, çok partili siyaset ilk defa 1946/50'den itibaren yaşanmış gibi bir fikir var, neredeyse herkeste. aklı başında, biraz tarih filan da bilen kimileri bile "1950'de çok partili hayata geri dönüldüğünde" diye lafa başladığınızda şaşırıyor. ve siz de burada, sanki çok partili bir dönemden tek parti rejimine 1925'te geçilmemiş gibi, marifet olarak serbest fırka tiyatrosunu sayıyorsunuz. peki, sahi, serbest fırka niye kapanmış?
hülasa, 1925-1950 arasında türkiye'de meclis olduğunu iddia etmeye devam edecekseniz, "meclis" kavramını nasıl tanımladığınızı öğrenmek isterim. benim bildiğim bir yöneticinin kendi kafasına göre yandaşlarından seçip oluşturduğu (istediğini kafasına göre azlettiği) kurullara, belki şûra veya konsey denebilir, ama meclis veya parlamento denmez.
1) Halk seçimine gitseydi, Anadolu halkı padişahlığı hele ki halifeliği kaldırmasına izin verir miydi ?
2) Cumhuriyeti mevcut parlamentodan geçirebilir miydi ?
3) Kadınlara seçme ve seçilme hakkı başta olmak üzere bir çok hak verebilir miydi ?
4) Seküler yani dünyevi bir düzenin adımlarını 1920 Türkiye'sinde milletle beraber atabilir miydi ?
Benim itirazım şu Sevan Halifeliği lağvetmesini diktatöryel bir kaprise bağlamış. Bu yanlış bakış açısıdır. Halifeliğe sembolik olarak bile tahammülü yok. Seküler düzende yeri yok. O yüzden kaldırmış.
Atatürk fani olduğunun bilincinde idi. Cumhuriyeti kime teslim edecekti ? Bu yüzdendir serbest fırka girişimi.
tamam, tarihte ne olduğu konusunda bu şekilde anlaşabilirsek, sizin (senin diyeyim artık) sorduğun türden esaslı sorulara geçebiliriz. benim bir önceki yorumumun bağlamı, bu sorulara atlamayı olanaksız kılıyordu.
cumhuriyet/padişahlık tercihine senin atfettiğin önemi atfetmiyor olsam da, kadın hakları ve sekülerlik bence de gerekirse çoğunluğun iradesi hilafına topluma dayatılması uygun olan değerler. hatta bu ikisini de kısaltıp yalnızca sekülerlik diyebiliriz sanırım; türkiye toplumunda kadın hakları önündeki en büyük engel dinî dünya görüşü ve yaşam tarzı, nihayetinde.
şimdi, muhtemelen anlaşamayacağımız noktaya gelelim. kemal paşa yalnızca hilafet türünden dinî odaklara (ve bu odakları destekleyen toplum kesimlerine) karşı bu katılığı göstermiş olsaydı, söylediğin gibi düşünebilirdik. yani bunun bir diktatörlük kaprisi değil, seküler bir toplumda yeri olmayan kurumlara karşı kaçınılmaz ve anlaşılır bir tahammülsüzlük olduğunu kabul edebilirdik.
ne var ki, 1925 ertesinde ülkenin içine yuvarlandığı karanlığın ancak bir kısmını oluşturur, dinî gruplara uygulanan baskı. ülkede paşa'nın şu veya bu görüşüne muhalif olmanın, bunu açıkça dile getirmenin tümden yasaklanmasından bahsediyoruz. ya da bütün olası eleştirilerin, bir yüksek sofradaki günlük icazet mönüsüne tâbi olmasından.
o yüzden, "milletle beraber adım atmak" gibi romantik (ve demagojik) bir idealden bahsetmek, daha doğrusu benim bundan bahsettiğimi ima etmek, ecnebilerin "false dilemma" (sahte ikilem?) dediği hataya düşmek oluyor, bence. paşa'nın ülkeyi ölüm sessizliğine mahkûm etmesinin tek alternatifi bulanık bir çoğunluğun ("milletin") kaprislerine teslim olması olmasa gerek.
bu ikisinin arasında dengeli bir yol tutturmanın kolay bir şey olduğunu iddia etmiyorum. politika kolay bir şey değil zaten, sorduğun soruların ima ettiği politik gerilim de bugün dahi kolayca çözülecek bir gerilim değil - çözemiyoruz, işte. şurada şu yorumdaki tek iddiam, yerle yeksan edilen tek odağın hilafet olmadığı, dolayısıyla paşa'nın gücü tekelleştirme çabasının yalnızca sekülerlikle açıklanamayacak bir diktatörlük kaprisinin göstergelerinden biri olduğu fikrine (sevan bey'in fikrine yani) o kadar kolay karşı çıkılamayacağı.
Türkiye'de kimse demokrat değildir.
Sevan Nişanyan'da demokrat değildir.
Oda mesela ulusalcılardan ulusalcı oldukları için "nefret eder".
Ergenekon davasında ulusalcılar yönelik yapılan onca haksızlığa sesini çıkartmamıştır.
Bu ülkede demokrat yok.
O yüzden böyle bir ülkede Mustafa Kemal'i demokrat olmadığı için eleştirmek anlamsızdır.
Üstelik evet Mustafa Kemal demokrat değildi.
"Devrimciydi."
Hangi devrimci demokrattı ki?
Fransız devriminden sonra yaşan terörü biliyor olmalısınız.
Kemalist dervimde yaşananlar Fransız devriminde yaşananara kıyasla hiçbirşeydir.
O yüzden değerlendirilmesi gereken demokratlığı değil yaptığı devrimdir.
Mesela "Fransız Devrimide" hiç "demokratik değildir" korkunç ve vahşi bir devlet terörü uygulanmıştır ama aynı Fransız devrimi Avrupa'daki aristokrasinin egemenliğini kırmada önemli bir rol oynamıştır.
Üstelik yerle yeksan edilen tek odak dışında "hangi odak" vardı ki toplumda?
Yani Mustafa Kemal istesede herhengi bir odağı yerle yeksan edemezdi.
Toplumun ezici bir çoğunluğu dinsel hegemonyanın ağırlığı altında eziliyordu.
Mustafa Kemal işte bu hegemonyayı kırmıştır...
Hem ben TC'nin (aslen) Cumhuriyet olduğuna da inanmıyorum. Tek parti devrinde zaten değildi, sonra da olmadı, bugün de değil. İsmine cumhuriyet demekle öyle olmuyor. Bu hususta anlatılabilecek yığınla şey var, fakat sırf siyasi ithamlarla seçilmiş parlamenterlerin içeriye atılması bile TC'nin Cumhuriyet olmadığının göstergesi. Voltaire'in, Mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu'nun tarifi gibi: "Ne mukaddesti, ne Romalıydı, ne de imparatorluktu; Yalnızca bir grup Germen devletçikleriydi o kadar"