Son paylaşımıma gelen
cevaplardan anlaşıldı ki halkımız Osmanlı’dan nefret etmektedir, Osmanlı’yı bir
tür über-AKP rejimi olarak tahayyül etmektedir – ya da öyle söyleyince Sevan
Hoca’nın hoşuna gider diye düşünmektedir.
55 sene önce Hammer
Tarihi ile başlayıp o günden beri eski, orta ve geç devir Osmanlı tarihi
hakkında hep bir şeyler okumaya gayret etmiş biri olarak pek öyle
düşünemediğimi söylemiş olayım.
1. İmparatorluk
Osmanlı, dünya
tarihindeki büyük emperyal deneylerden biridir. İki eski imparatorluğun deneyimleri
üzerine kuruludur. Onlardan hareket eder, onların hatalarından ders alır,
onların çöküş sebeplerinden kaçınmayı dener. İlki İslam imparatorluğudur, yani
Abbasiler. 10. yy’dan itibaren askeri anarşiye teslim oldu, sayısız yerel
derebeyliğe bölündü. Öbürü Doğu Roma imparatorluğudur, yani Bizans. Devletten daha
güçlü ve başına buyruk bir din kurumuna söz geçiremedi, ekonomik açıdan tükendi,
Batı ile Doğu’dan gelen çift yönlü baskı altında ezildi.
Osmanlı’nın kavramları ve
kurumları bu iki imparatorluktan mirastır. Abbasilerin kaderinen ders alır; yerel askeri şeflerin palazlanmasını
önlemek için, merkezi hazineden beslenen bir köle ordusu kurar. Merkezi orduyu fonlamak
için, ekonomiyi ve tarımsal mülkiyeti devlet tekeline alır. Egemen sınıfını
beslemek için, zenginleşmesine göz yumduğu fakat siyasi/askeri etkinlikten kesinlikle
uzak tuttuğu gayrimüslim nüfusu vergilendirir. Bizans'tan ders alır, devletten bağımsız dini
kurumların – ve dolayısıyla, o çağ koşullarında, her türlü entelektüel/kültürel
yaşamın – köküne kibrit suyu eker. Batıya ve Doğuya yönelik her türlü sempati
ve iletişimi imkansızlaştırmak için sürekli bir düşmanlık/savaş isterisini
pompalar.
15. yy başlarından
bakıldığında makul bir projedir. (Nitekim aynı yıllarda Mısır’da Memlukler de benzer
bir yola girmişti.) Fakat heyhat, imparatorluklar çağı geçmiştir. Aynı dönemde
önce İtalya’da, peşinden tüm Avrupa’da beliren mikro-devletler sistemi, yeni
çağın koşullarına ayak uydurmada, uzun vadede, büyük ve hantal imparatorluklardan
çok daha başarılı olacaktır. Onlarla başa çıkmak için Osmanlı kendi ülkesini
acımasızca sömürmekten başka çıkar yol bulamaz. Memleketin posası çıkar ve
tükenir. Bir zamanlar (Çin ve Hint ile birlikte) dünyanın en müreffeh diyarlarından
ikisi olan Anadolu-Rumeli ve Mısır, beş yüz yıllık Osmanlı egemenliği sonunda ekonomik
ve kültürel sahalarda taş devrine döner.
2. Total kontrol
Osmanlı sosyal yapısının en
belirgin özelliği, devasa askeri makinayı beslemek için tarımsal üretimin bütünüyle
kamu kontrolüne alınmasıdır. Tarımsal arazinin neredeyse tümü kamulaştırılır, Devlet
güçlü olduğu sürece merkez memurları tarafından mikro-manage edilir. Tarımsal
üretici serfleştirilir. Bu yönleriyle, imparatorluğun hızlı yükselişi ve
kaçınılmaz çöküşü en çok Stalin’in Sovyetler Birliğini andırır. Aşırı
merkezileşen, köylüsünü hiçleştiren Devlet, bir süre sonra kendi ağırlığını
taşıyamayarak çöker.
Yer Adları çalışmasında adım
adım zihnimde berraklaşan öykü aşağı yukarı şöyle. “Asıl Osmanlı” alanında,
yani Orta Karadeniz’den Batı Anadolu ve Adana’ya uzanan yarımay içerisinde,
kasaba ve kentler İslam hukuku çerçevesinde nispi bir özerkliği korur, fakat
kırsal alan tümüyle maliye idaresinin ihtiyaçları doğrultusunda dizayn edilir.
Tüm yerleşim birimlerine Türkçe standart maliye adları verilir, adeta ülkenin
kimliği silinir, tarımsal nüfus karın tokluğuna çalıştırılan kamu işçilerine
indirgenir. 16. yüzyıl sonlarında sistem çöker. Köylü tarımsal araziden kaçıp
dağa çıkar. Batı Anadolu, Doğu ve Güneydoğudan gelen göçebe ve talancı “Türkmen”
aşiretlerinin istilasına uğrar. 17. yy’dan itibaren devlet taşradan vergi
toplayamaz hale gelir. Çöker.
3. İslam
Osmanlı ekonomisinin
temeli olan miri toprak düzeni İslam hukukunun ruhuna ve muhtemelen sözüne
aykırıdır. İslam hukuku özel mülkiyeti ve bireysel ticareti esas alır, gelişkin
bir miras düzenine sahiptir. Tarımsal arazinin yüzde doksanını özel mülkiyet ve
miras kapsamından çıkaran, ceza hukukunda her zaman örfü şer’e tercih eden bir
devlet, hangi anlamda “İslami” sayılabilir?
Osmanlı devletinde İslam
dininin birbirine kısmen zıt iki ayrı işlevi olduğunu düşünüyorum.
İslam, öncelikle fethin
gerekçesi ve yerli halk üzerinde kurulan kolonyal egemenliğin meşruiyet
temelidir. Yani bir egemen sınıf ideolojisidir. Bugün “İslam” adıyla
tanıdığımız avam söylemiyle alakası olmayan, kibirli, elitist, sonsuz denecek
ölçüde özgüvenli, aşağılayıcı bir dildir. Her şeyden önce Devlet’e tapar,
Devlet’i tanrılaştırır. O söylem bugün de canlıdır, o söylemin taşıyıcısı olan kadrolar da çok değişmemiştir, sadece ideolojik referansları değişmiştir. Osmanlı egemen sınıfı 19. yy’da İslam’ın geleneksel sürümüyle
bağını kopardı. Bir süre yüzünü Batı’ya döndü. 20. yy’da Batı’dan da hayal
kırıklığına uğradı, “laiklik” ve milliyetçilik karışımı yeni bir dili kendine
rehber edindi.
İkinci İslam, kasaba ve
çarşı muhalefetinin ideolojisidir. Miri rejimin dışında kalan ve mülkünün
güvencesini şer’i hukukta bulan kasabalı nüfusun söylemidir. Her zaman bir
direniş odağı olmuş ve Devleti yönetenlerce açık veya üstü kapalı kuşkuyla
izlenmiştir. Osmanlı’da “şeriat isteriz” sloganı siyasi iktidarın değil
muhalefetin alameti farikasıdır.
Bu ikinci İslam’ın 20. yy’da
Türkiye’de İslam’ın tek veya egemen sözcüsü haline geldiğine, 21. yy’da iktidara
yönelik daha önce emsali pek görülmemiş bir hamle yaptığına tanık olduk. Osmanlı’yı
külliyen kendileriyle özdeşleştirmeleri – Ertuğrul’a ve Abdülhamit’e imamhatipli
bir civata tüccarının dünya vizyonunu atfetmeleri – dayanacak bir yer arayışıdır. Öyle
meşrulaştırıyorlar. Gerçek dünyayla bir ilgisi yok.
4. Batılılaşma
Son devir Osmanlı kültürüne
azıcık olsun vakıf olan herkes bilir ki, o devir elitinin Batı’nın kültürü, fikriyatı,
üslubu, modası, siyaseti, dili ile tanışıklığı bugünkü Türkiye’de alışık olduğumuzun
çok ötesindedir. Hatırlayalım: Kızlarına piyano dersi aldıran “muhafazakar”
İslam alimi Ahmet Cevdet Paşa... Hatıratını Fransız kâtibine Fransızca dikte
ettiren sadrazam Tunuslu Hayrettin Paşa... Fransa’nın elit lisesinden mezun sadrazam
Ahmet Vefik Paşa... “Türkten çok Fransız” olmakla suçlanan sadrazam Keçecizade
Fuad Paşa... Garden partilerde padişah kızı olan eşiyle beraber şampanya
eşliğinde Haydn resitali veren sadrazam Damat Ferit Paşa... nü ressamı halife Abdülmecid
Efendi... Amerikan kolejinde hoca olan Tevfik Fikret... ateizmini intiharıyla tescil
eden Beşir Fuad... Schopenhauer ve Nietzsche ile ilgili yayın kaçırmayan
Hüseyin Rahmi... Var mıdır Cumhuriyet
Türkiye’sinde emsalleri?
Unutmayalım ki Cumhuriyet’in
kurucusunun pek övülen Avrupailiği de, Abdülhamit çağının harbiye mektepleri
ile imparatorluğun ikinci kentinin kafe kültürünün
mahsulü idi. Cumhuriyet’in ürünü olan siyasi liderlerde o tür eğilimler
görmüyoruz.
Haklı olarak denebilir ki Tanzimat'ın kadroları küçük bir azınlık idi. Kaç kişi? Diyelim ki – imparatorluğun gayrimüslim
tebaası hariç – on bin kişi olsun.
Cumhuriyet’in başarısı, çok dar bir çevreyle
sınırlı olan Tanzimat Batılılığını daha geniş bir halkaya taşımak oldu. Ne
kadar geniş? Diyelim ki Tek Parti döneminde yüz bin kişi, bugün de – cömert bir
tahminle – bir milyon olsun.
Sorulacak olan soru, nicelik artışına eşlik eden
nitelik kaybının ölçüsüdür. Bir yere kadar nitelik kaybı belki kaçınılmazdı. Ne kadarı
kaçınılmazdı? Avrupa’nın I. Dünya Savaşı’ndan sonra içine düştüğü manevi
bunalım elde edilen sonucu ne kadar etkilemiştir? Yeni rejim vatan-millet-Sakarya
ve 'denize dökülen düşman' retoriğine o denli ağırlık vermese nitelik kaybı o
kadar büyük olur muydu? Tanzimat döneminde ekilen tohumlar, sonraki devirde
rejimin mahiyeti ne olursa olsun aynı hızla yayılır mıydı? Mesela eğitim
sistemi 1924’ten sonra dış dünyaya kapatılmasa daha mı hızlı yayılırdı?
Özetle: Osmanlı’nın tasfiyesinin ülkenin “batılılaşmasına” ya da modernleşmesine olumlu bir katkısı
olmuş mudur? Rejim değişmeden sürse elde edilecek sonuç farklı olur muydu? Olursa
hangi yönde farklı olurdu?
Bu sorulara kimsenin net ve
doğru bir cevap verilebileceğini sanmıyorum. En azından ben cevabı bilmiyorum.