Saturday, March 27, 2021

Kapitalizm ne demek?

1. Esnaf cenneti demek.

İstediğin gibi dükkan ve imalathane açabilirsin, işçi tutabilirsin, kimse para kazanmak istedin diye seni ayıplamaz, kazandığın para – vergini ödemek şartıyla – helal malındır, istersen yatırım yapar istersen har vurur harman savurursun. Hür teşebbüs!

Güzel bir şey. Ben bu anlamda kapitalizme kesinlikle taraftarım. Yasaklandığı hallere 1989/91 öncesi Doğu Bloku ülkelerinde bizzat tanık oldum; bir kâbus ve insanlığa karşı suç olduğu kanısına vardım. Yasakladığın zaman, tıpkı uyuşturucu ticaretini yasakladığındaki gibi, devasa boyutlarda bir illegal paralel ekonomiye, dolayısıyla onu bastırmak için dehşetli bir polis devleti teşkilatına mahkum oluyorsun.

Lakin, heyhat, tarif edilen kapitalizm gerçek dünyada yok; bir ideal, bir teori. Bugünkü dünyada ciddi herhangi bir anlamda hiçbir ülkenin ekonomisi böyle işlemiyor.

Bir kere kazandığın para senin değil, devletin. Vergi, sigorta, prim, ceza, harç, faiz, yakıt zammı, elektrik parası kisvesi altında kazandığın paraya devlet el koyuyor, sana da ölmeyecek kadar bir şey bırakıyor: Bir yerde çalışsan alacağın maaşın üstüne belki ufak bir risk primi ekle, o kadar. Devlet birimleriyle – legal veya illegal – tezgah kuranlar hariç, alelade işçi maaşından fazla kazanan kaç küçük girişimci duydunuz?

Vergi işin küçük kısmı. Gerçek dünyaya işletme biraz büyüyünce ayak basarsın. Yapacağın üretimin ve ticaretin her boyutu, en ufak teferruatına kadar, devlet tarafından kontrol altına alınmıştır. Neyi hangi standartlarda üretebileceğin, nasıl adlandıracağın, nasıl paketleyeceğin, paketin üstüne kaç dilde ne yazacağın, hangi koşullarda kaç işçi çalıştıracağın, öğlen yemeğinde ne vereceğin, kaç hela bulunduracağın, bayramda hangi primi ödeyeceğin, kaç kez sağlık kontrolünden geçireceğin, kaç tane park yeri açacağın, kanalizasyona kaç santimlik boru takacağın, hangi mamul için hangi devlet dairesine ne haraç ödeyeceğin, kazandığın parayı nasıl hesaplayıp nasıl kaydedeceğin, hangi bankadan hangi koşullarda kredi alacağın, neyi ne kadar harcayacağın, işi kapattıktan sonra devletin çeşitli birimlerine kaç sene haraç ödemeye devam edeceğin siyasi irade tarafından inceden inceye belirlenmiştir. İlgili mevzuat az gelişmiş ülkelerde on binlerce, gelişmiş olanlarda yüz binlerce sayfadır. En ufak hatanda hayatını kaydırma gücü ellerindedir; arzu ederlerse kullanırlar. Kamu otoritesinin onaylamadığı bir ekonomik faaliyete girişme şansın sıfırdır. Ufaksan neyse, büyürsen göz açtırmazlar. Daha da büyüdükçe karar sürecine katılan kamu birimlerinin sayısı ve kudreti büyür. Devletin bir şubesi olursun. Zuckerberg sanır mısınız ki Amerikan devletinin – daha doğrusu Amerikan devletinin en güçlü birimlerinin – tercihleri dışında şuradan şuraya bir adım atabilsin?

2. İşçiyi sömürmek demek.

Bu ayrı bir tanım. Kelime bu sefer farklı bir manada kullanılıyor. "İşçileri karın tokluğuna çalıştırıp onların emeğiyle üretilen artı değeri cep eden kişiye kapitalist denir." Marx öyle demiş. Bu vicdansızların egemen olduğu ekonomik sisteme de kapitalizm adı verilirmiş.

Bu da itiraz edilecek bir tanım değil bence. Şöyle düşünelim. Ekip halinde çalışıp para kazanıyorsan önünde iki temel seçenek vardır. Ya kazandığın parayı emeği ölçüsünde (Bülent Ecevit'in meşhur ettiği deyimle, hakça) tüm çalışanlara dağıtırsın, herkes memnun olur, yer içer, çocuklarına ayakkabı alır. Sonra tesis eskir, fayanslar dökülür, rakiplerin almış başını giderken teknolojide geri kalırsın, ar-ge’yi boşlarsın. Sonunda batarsın, hep beraber aç kalırsın. Yahut gaddarca milletin boğazından kesersin, her kuruşun hesabını sorarsın, meşhur resimdeki ‘Peşin Satan’ gibi sermayeni büyütmeyi hayatının tek amacı ve tek zevki haline getirirsin, elemanlar senden nefret eder, isyan ederler, tekerine gizlice çomak sokarlar. Gene batarsın. Hep beraber aç kalırsın. İkincisine “sermayeye tapan” anlamında kapitalist deniyor. İlkine sosyalist yahut popülist diyebilirsin, arzun bilir. Anlam farkı yoktur.

Çok belli bir şey ki tarihte az ya da çok başarılı olmuş her işletme ve her ülke ikisinin ortasında bir yeri tutturduğu için başarılı olmuştur. Denge noktasının tam neresi olduğu her zaman tartışılabilir ve tartışılır. Solcular ve yufka yürekliler daha fazla dağıtmak ister, tuzu kurular ve cimriler daha fazla biriktirmek ister. Bazen denge bozulur, balans ayarı şart olur.

Balans ayarsız sosyalizme örnek ver deyince aklıma Venezuela geliyor, Nasır’ın Mısır’ı geliyor, Arjantin geliyor, Mugabe’nin Zimbabwe’si ile şimdiki Güney Afrika Cumhuriyeti geliyor. Kendi coğrafyalarının en zengini olan ülkelerini çökertip yerle bir etmeyi başarmışlardır. Gerçek sosyalizm budur, şüpheniz olmasın. Hep beraber yiyelim demektir.

Balans ayarsız kapitalizm için ise aklımda bir tane kusursuz örnek var. Yo hayır ABD değil, 19. yüzyıl İngiltere’si de değil. Toplumun tüm gücünü sadece sermaye birikimine seferber eden, sermaye biriktirmeyi milli bir fetiş haline getiren, bu dava uğruna bütün milleti köleleştirip karın tokluğuna çalıştıran, itiraz edeni acımasızca ezen, bu amaçla dehşet verici bir polis terörü örgütleyen, köleleştirdiği kitleleri üstelik dahiyane bir buluşla “proletarya diktatörlüğü” adıyla avutmayı başaran en uç ülke rahmetli Stalin’in Sovyetler Birliği’dir. O da batmıştır.

İşçiyi sömürüp sermayeyi kral etmekle, birinci maddede değindiğimiz hür teşebbüs ideali arasında mantıki bir bağ var mı? Sanmıyorum. Ha bir sürü ayrı ayrı sermaye olmuş ha bir tane Devlet sermayesi, sömürecek olduktan sonra ne fark eder?

3. Paranın iktidarı demek.

Bu daha ziyade ortalama halkın bildiği ve sevdiği tanım. Parası olanın düdüğü öter, kamu politikalarına onlar yön verir, garibanı kimse umursamaz. Yaşilçam filmlerinde sayısız örneği vardır. Kahrolsun Nuri Alço.

Böyle koyunca kulağa çirkin geliyor. Öte yandan düşünürsen para, tanımı gereği, güçtür; parası olanın düdüğü elbette cebi delik olanlardan daha gür ötecek. Böyle olmayan bir toplum daha duyulmadı. Çoğu sağlıklı toplumda gerçi paranın yanında başka güç odakları da iktidar sofrasında sandalye sahibidir. Mesela alimler, brahmanlar, din adamları. Mesela çok parası olmasa da soydan gelen izzet ve itibara sahip bir asılzade sınıfı. Mesela toplumun güvenliği için yiğitçe savaşan askerler. Mesela seçimleri etkileme gücüne sahip toplumsal örgütler, siyasi partiler, basın kartelleri. Paranın iktidarda payının artması bu grupları doğal olarak rahatsız eder. Parayla güçlenenleri, devletin kadim geleneklerinden habersiz “yeni zenginler” olarak görürler. Onları “dağdan gelip bağdakini kovmakla” suçlarlar, “Anadolu çakalları” gibi hayvan adları yakıştırırlar. Hatta bu devirde sevilen bir hakaret deyimi olduğundan “kapitalist” bile diyebilirler.

Bunun yukarıda tanımladığımız iki anlamda “kapitalizm” ile alakası var mı? Onu bilemedim. Milattan önce 600'lerde Solon da zenginlerin iktidarından şikayet etmiş, şair Fuzuli aynı şeyi dert etmiş. Paranın icadı kadar eski bir problem. Yerleşik kurumlar sarsılıp yeni ekonomik güç odakları ortaya çıktıkça nüksetmiş, toplum duruma alışıp dengeleri yeniden kurunca arka plana çekilmiş.

Belki şöyle sormak lazım: Doğrudan doğruya devletin elemanı olmadığı halde, özel servetine istinaden kamu yönetiminde etkili pay sahibi olan bir zümrenin varlığı toplum için iyi midir? Meseleyi böyle koyunca perspektif değişiyor, Nuri Alço daha pozitif bir ışıkta görülmeye başlıyor sanki.

Friday, March 26, 2021

Erzurum

Erzurum Arz-ı Rum değil. Kesinlikle değil. Apaçık bir yanlış, ama yer etmiş bir kere, kırk defa düzeltsen kafasını kestikçe yenisi çıkan ejderhalar gibi yeniden hortluyor.

Bir kere imla. “Toprak, yer” anlamına gelen arz Arapça zad’la yazılır, şöyle أرض. Erzurum, tarihi belgelerde Erz(e)n er-Rum adıyla ilk zuhur ettiği 1220’lerden beri daima, her zaman, mutlaka elif ve ze ile أرز  yazılmış. Osmanlıca imla muhafazakardır; gerçek telaffuz ne olursa olsun, daima Arapça orijinal yazıma sadıktır. Cahilin biri yanlış da yazsa mutlaka düzeltilir. Hele resmi belgelerde asla imladan taviz verilmez. Harf devrimi gününe dek mesela Mağnisa, Brusa, Maˁmuretülˁaziz, Siˁird, ˁAlaiye, Kastamoni, Anadoli yazımları aynen korunmuştur. Arẓ-ı Rum Erzurum diye yazılmaz, imkanı yok.

İkincisi ve daha da bariz olanı. Orada “Rum” garnizonu vardı gerçi, ama Rum diyarı değildi. Arap ve İslam kültüründe “Rum”un sınırı Fırat nehridir. Sivas, Kayseri “Rum” ülkesidir, Erzurum değildir. İslamın ilk yüzyılından beşinci yüzyılına dek sınır öyle kalmış. Erzurum 300 küsur yıl Arap hakimiyetinde kaldıktan sonra 980’lerde Yusufeli’nde hüküm süren Gürcü Pakradunilerin eline geçti, 1000-1001 yılında Rum imparatorluğuna intikal edip onların İberia (yani Gürcistan) askeri vilayetinin merkezi oldu. Arz-ı Rum değil, olsa belki Arz-ı Gürci olurdu.

Karin ovasının başşehri olan Ardzın Արծն adlı kentten en erken kendisi de o yöreden olan Lastiverd’li Aristakes 1079 yılında tamamladığı Ermenice vekayinamesinde söz ediyor. Yazara göre zenginliği ve şaşaasıyla dillere destan olan bu avan (kasaba, surla çevrili yerleşim) 1054 yılında Selçuklu sultanı Tuğrul tarafından fethedilmiş, halkının çoğu kılıçtan geçirilmiş, şehir yakılıp yerle bir edilmiştir. (History, çev. Bedrosian, §78 vd.). Canını kurtaranların bir kısmı Fırat nehrinin karşı kıyısında olan Plurs (şimdiki adı Pulur veya Ömertepe) kalesine sığınmışlarsa da ertesi yıl bu yer de Türklerce zaptedilmiştir (§126).

Burada can alıcı olan nokta “Fırat’ın karşı kıyısı” ifadesidir. Bundan Ardzın şehrinin şimdiki Erzurum gibi nehrin sol (güney) yakasında değil, sağ yakasında olduğu sonucunu çıkarıyoruz.

Sözü uzatmayayım. 1054’te yakılan şehrin şimdiki Erzurum’un 16 km kuzeybatısında, Fırat’ın sağ yakasında bulunan şimdiki Kahramanlar köyü olduğu anlaşılıyor. Bu köyün adı 1522 tarihli tahrir defterinde, 1819 tarihli mühimme kaydında, 19. yüzyıl sonuna ait Erzurum Vilayeti salnamelerinde, 1928 tarihli İçişleri Bakanlığı listesinde Kara Erz olarak geçer: Arz değil, medsiz elifle Erz. “Yanık Erz(en)” diye de okuyabiliriz. Lastivertli, Rum imparatorunun 1019 yılında kurduğu askeri garnizondan Teodosiopolis adıyla söz eder (§10). Bu yer şimdiki Erzurum kalesidir. Demek ki o yıllarda buralarıyla yeni tanışan Türkler için, biri Erzn (veya belki Erzn-i Ermeni?), biri Erzn-i Rum olmak üzere iki ayrı Erzn vardı.

Ardzın veya Erzın veya Erzen necedir ve ne demektir bir fikrim yok. Yalnız şunu biliyoruz ki, burada sözünü ettiğimiz tarihlerden çok önce, bugünkü Batman-Garzan bölgesine hakim olan bir başka Ardzın veya Erzın kenti vardı. 7. yüzyıldaki Arap istilalarından önce adı çokça duyulur, sonra gözden kaybolur. Yeri son derece ihtilaflıdır, doğru dürüst arkeolojik çalışma yapılmamıştır, ama bana sorarsanız Garzan Çayının batı kıyısında, Kozluk’un Yıldızlı (Kevnerezan) köyünün hemen güneyinde bulunan Anuşirvan Kalesi adlı yer olması kuvvetle muhtemeldir. Ğarzan ırmağının adı muhtemelen bu şehirden gelir. O yerin adını Erzurum ovasındaki yeni kasabaya mı verdiler? Yoksa adın Ermenice veya bir başka yerel dilde bilmediğimiz bir anlamı mı vardı? Bilemedim.