tag:blogger.com,1999:blog-13024670603570609842024-03-18T06:03:58.133+03:00Sevan Nişanyan / En son yazılarıTarih, dil, din ve (biraz) siyasete dair yazılar.Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.comBlogger615125tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-26908922453198904792022-06-06T18:31:00.004+03:002022-06-06T18:33:11.329+03:00Cevanşir: Küçük bir tarih notu<p><p style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0; background-color: #f5fcff; color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, "system-ui", "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Cevanşir Farsça bir isim, “genç arslan” demek. Bu ismi taşıyanların ilki ve en ünlüsü 7. yy’da Greklerin Albania, Ermenileri Ağwank, Arapların Arran adını verdiği ülkeye hükümdar olmuş. Destani işler yapmış, hakkında kasideler düzülmüş, İslam ordularının İran’ı perişan ettiği Kadisiye savaşında Sasaniler safında savaşmış, ama sonra İslam egemenliğine boyun eğmek zorunda kalmış. Yeri bugünkü Azerbaycan’ın en batı ucu, Gence ve Gadabay civarı.</p><p style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0; background-color: #f5fcff; color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, "system-ui", "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Alban/Ağwanlar aslen bir Doğu Kafkas kavmi, belki Dağıstanlılarla akraba. Bu tarihte büyük ölçüde Ermenileşmiş ya da Ermeni dinini ve üst kültürünü benimsemiş görünüyorlar. Mamafih Cevanşir ve babası Varaz-Grigor yerli soyundan değil, İran’da Partlar (Eşkâniler) çağının ünlü yedi büyük yönetici ailesinden Mihranilerin soyundan gelmişler. Ya da geldiklerini iddia etmişler, zira böyle konularda beyana pek güvenilmez.</p><p style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0; background-color: #f5fcff; color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, "system-ui", "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">[Benim en küçük oğlum Mihran’ın adı da oradan gelir, kapa parantez.]</p><p style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0; background-color: #f5fcff; color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, "system-ui", "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;"><text style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;">İzleyen devirde Gürcülerin Kakheti krallığında, ki bahsi geçen yerin hemen kuzey bitişiğidir, Cevanşir adlı birkaç kralın hüküm sürdüğünü görüyoruz. Sanırım isim bölgesel bir efsane değerini kazanmış, ama soy ilişkisi var mıdır bilemedim. Gürcü Cevanşirlerin en ünlüsü, Gürcü Vekayinamesi (</text><em style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;">Kartlis Tskhovreba</em><text style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;">) adı verilen milli tarih derlemesinin kilit bölümlerini yazdığı rivayet edilen ‘Prens’ Cevanşir, o da Kakheti krallarından birinin oğlu veya yeğeni, yaşadığı dönem biraz muğlak. Bu muhterem zata izafeten Cevanşir (Juansher) adı halen Gürcülerde yaygın bir erkek adı olarak kullanılıyor.</text></p><p style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0; background-color: #f5fcff; color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, "system-ui", "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">*</p><p style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0; background-color: #f5fcff; color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, "system-ui", "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Geliyoruz 18. yüzyıla. Bölge aynı bölge. Yörede konargöçer yaşam süren Türkmenlerin kudretli ailelerinden Cevanşirlerin Penah Ali Han Cevanşir, İran devletinin zayıf bir anından faydalanıp Karabağ’da beyliğini ilan ediyor. Şuşa kalesini inşa ettirip Türkmenlerin bir kısmını buraya iskan ediyor; yöredeki beş Ermeni ‘melikliği’ ile kah savaşıp kah sevişerek yetmiş sene sürecek ve bugüne dek bölgenin başına bela olacak bir devlet(imsi) kuruyor. Onun torununun torunu olan Behbud Han Cevanşir 1918’de ilk Azerbaycan devletinin kurucularından ve daha sonra Azerbaycan’ın İstanbul büyükelçisi idi. 1921’da Pera Palas’ın önündeki kaldırımda Ermeni fedai Misak Torlakyan tarafından (1918 Bakü katliamına misilleme saikiyle) öldürüldü. Onun da torunu olan merhum Prof. Dr. Behbud Cevanşir Nişantaşı mıntıkasında tanınmış bir kulak boğazcı idi. Beni de tedavi etmişliği vardır.</p><p style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0; background-color: #f5fcff; color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, "system-ui", "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Çeşitli kültürlere mensup Cevanşirler arasında akrabalık bağı var mıdır, bilmek zor. Daha ziyade güçlü bir yerel efsane üzerine inşa edilmiş bir soyluluk iddiası sözkonusu olmalı. Adına ‘Kayı Boyu sendromu’ desek mi? Nereden çıktığı pek belli olmayan bir egemenlik olgusunu sahte bir şecere ile meşrulaştırma ve perçinleme çabası?</p><p style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0; background-color: #f5fcff; color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, "system-ui", "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">*</p><p style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0; background-color: #f5fcff; color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, "system-ui", "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;"><text style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;">Afyon’un Dinar ilçesinde karşımıza çıkan Cevanşir Türkmenlerinin de Karabağ-Gence kökenli olduğu anlaşılıyor. Faruk Sümer’in </text><em style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;">Safevi Devletinin Kuruluşu</em><text style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;"> kitabından öğrendiğimize göre Sultan I. Ahmet zamanındaki Osmanlı İran savaşında (1603-1618) Gence ve Karabağ bölgesindeki Türk aşiretleri hayli kritik roller oynamış. Cevanşir ailesi veya oymağı veya cemaati Osmanlı’yı desteklemiş, sonra bölge yeniden Safevi hakimiyetine geçince ailenin ileri gelenleri idam edilmiş, yerlerine ‘kul takımından’ Nevruz getirilmiş, buna tahammül edemeyen Cevanşirlerin bir kısmı 1612 tarihinde Osmanlı’ya sığınmış. Bu topluluktan ilk kez söz eden 1656 tarihli bir sayımda göçebe olarak yaşayan 131 hane ve 71 bekar nüfusları olduğu kaydediliyor. Gasp ve soygun işlerine karıştıkları ve yerleşik köylere zarar verdikleri suçlamasıyla 1701’de Afyon’un Dinar ve Çölabad (şimdi Haydarlı) kazalarıyla Burdur’un Urla (Yeşilova) nahiyesine iskanları emredilmiş. Emre uymayıp kaçan bir zümre ise Kayseri’nin Develi ilçesine yerleşmiş. Bildiğim kadarıyla halen bu bölgelerde Cevanşirli aidiyeti hatırlanıyor. Ya da belki halkın çok umurunda olmasa da ideologlarca hatırlatılıyordur, bilemedim. İnternette karşımıza çıkan bozkurtlu üç hilalli makalelere bakınca ikincisi daha muhtemel görünüyor.</text></p><p style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0; background-color: #f5fcff; color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, "system-ui", "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;"><text style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;">İdeolog deyince Türkiye’de çeşmenin başını tutanlardan F. Kirzioğlu Cevanşirlerin hepsini birbiriyle harman edip kadim bir – başka ne olabilir? – Türk boyu oldukları kanaatine ulaşıyor. Üçüncü elden aktardığı bir rivayete göre Cevanşirler Cengiz Han ordusunun “sağ kolunu” [sic! – doğrusu “sol kolunu”, </text><em style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;">züün gar</em><text style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;">] oluşturan Cungarlar imiş; I. Şah Abbas zamanında (1588-1629) Karabağ ve Arran’a yerleştirilmişler.</text><a href="https://nisanyan.substack.com/p/cevansir-kucuk-bir-tarih-notu?s=w#_ftn1" rel="" style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;">[1]</a><text style="--tw-ring-color: rgb(59 130 246 / 0.5); --tw-ring-offset-color: #fff; --tw-ring-offset-shadow: 0 0 #0000; --tw-ring-offset-width: 0px; --tw-ring-shadow: 0 0 #0000; --tw-rotate: 0; --tw-scale-x: 1; --tw-scale-y: 1; --tw-scroll-snap-strictness: proximity; --tw-shadow-colored: 0 0 #0000; --tw-shadow: 0 0 #0000; --tw-skew-x: 0; --tw-skew-y: 0; --tw-translate-x: 0; --tw-translate-y: 0;"> Bu ifadenin hemen ardından Kırzıoğlu, Şah Abbas’tan bin yıl önce aynı yerde yaşayan Alban/Ağvan hakimi Cevanşir’i de aynı soyun bir üyesi (atası?) olarak tanıtmakta sakınca görmüyor. Doğal olarak, Kırzıoğlu’nun tüm akıl bükücü hezeyanları gibi bu inciler de bugün Türk(çü) tarih öğretisinin bir parçası olarak tekrarlanıyor.</text></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-34583178112439105042022-04-04T17:39:00.000+03:002022-04-04T17:39:08.770+03:00Ahlakın temellerine dair (Halim ve Selim'den bir pasaj)<p><i>2019'da çıkan Halim ile Selim adlı kitabımdan bir pasaj. Sf. 31 ve devamı.</i></p><p><b><br /></b></p><p><b>Fıtrat</b></p><p>HALİM: İnsanoğlu hakkında fazla iyimsersiniz doğrusu. Cehennem korkusu ve cennet umudu olmadan da insanlar ahlaki normlara uyarlar diyorsunuz. </p><p>SELİM: Gayet tabii. Cennet ve cehennem mitlerine vakıf olmayan toplumların ya da o mitlere inanmayı akla hakaret sayan bireylerin, diğerlerinden daha ahlaksız olduğuna dair en ufak belirti yok.</p><p>HALİM: Manevi bir inanç olmazsa, sadece yasa, polis, aile gibi toplumsal kontrol araçlarıyla ahlaki disiplini nasıl sağlayabilirsiniz? Toplumsal kontrol sadece bireyin görünen ve bilinen davranışlarını etkiler; vicdanını zaptu rapt altına alamaz, kimseye görünmeden suç işleme eğilimini gemleyemez. Hem ayrıca, sadece toplumsal kontrole güvenecek olursak toplumun bizzat kendisinin kontrolden çıktığı durumları ne yapacağız? 20. yüzyılda çok sık görüldü bunun örnekleri. Toplumun manevi dayanakları yıpratılmış ise, zorbalığa ve zulme boyun eğmesi kolaylaşıyor.</p><p>SELİM: Bir inanç sistemi mutlaka lazım, o konuda haklısınız. Fakat o sistemi geçmiş çağın dinlerinde, ve sadece onlarda bulabileceğimizi size düşündüren nedir?</p><p>Objektif araştırmaların defalarca teyit ettiği basit bir olgu var. Kültür düzeyi ve inancı ne olursa olsun dünyanın her yerindeki insanlar aynı temel ahlaki yargıları paylaşıyorlar. Trobriand adası yerlileri olsun1, Japon aristokratları olsun, Alman üniversite öğrencileri olsun, hatta muhtemelen ABD’nin Bible Belt yobazları olsun, çok fark etmiyor. </p><p>Birkaç temel ahlaki ilkede tüm insanlar alemi hemfikir görünüyor. Nedir bunlar? Bir, çocuğu korumak ve ana babaya saygı göstermek. İki, zor durumda olana – eğer düşman değilse – yardım etmek. Üç, sevdikleri için fedakarlık etmek. Dört, sözleşmeye sadık olmak. Beş, komşunun malına ve kadınlarına el atmamak. Altı, ait olduğun topluluğun haklarına saldırı olursa direnmek. Kuran ya da İncil okumuş, hiçbir şey okumamış ya da okuduktan sonra “bunlar tatmin edici değil” deyip reddetmiş, fark etmiyor. Öyle anlaşılıyor ki bunlar insanın fabrika ayarlarına yazılı, evrensel davranış normları. Kültürden kültüre değişmiyor. Bu değerleri benimsemek için birilerinin kitap yazıp uyarması ya da kitap okuyup uyanması gerekmiyor. O kitaplara istinat eden bir toplumsal baskı sistemi de gerekli değil. En kitapsız ve hatta tanrısız topluluklar dahi bu değerleri kendiliğinden keşfediyor ve çocuklarına aktarıyor.</p><p>HALİM: Kuran-ı Kerim de nitekim öyle der, Allah insanı fıtratı üzerine yarattı ve o fıtrat değişmez (Rum 30).</p><p>SELİM: Lüzumsuz bir hipotez, geçiniz. Biyolojik evrim yeterince açıklayıcı.</p><p>İnsan nefsi diyorsunuz. İnsan nefsi enteresan bir yapı, domuz nefsine ya da kedi nefsine benzemiyor. İnsanı kendi haline bıraktığınızda sabahtan akşama kadar yiyip içmekle ya da birbirini boğazlamakla ya da çamurda debelenmekle vakit geçirmiyor. İnsanın genetik donanımında domuzda ve kedide olmayan bazı özellikler var. Bunlar insan soyunun yeryüzündeki olağanüstü başarısının da temel taşlarıdır. </p><p>Bir kere, tüm memeli hayvanlar arasında yavrusu en uzun süre bakıma muhtaç olan, dolayısıyla yavrusuna en uzun süre sahip çıkan mahluk insan. Sahip çıkmasa ya da domuzlar ve kediler gibi kısa bir süre emzirip sonra sokağa atsa ne olur? Hiç, milyon sene önce soyu tükenmiş olur, soracak soru kalmaz.</p><p>İkincisi, insan diğer memelilerden çok daha üstün ve karmaşık bir düzeyde ittifaklar kuran bir tür. Organize avcılıkla başlamışız, eksik olan ihtiyaç maddelerini takas etmekle devam etmişiz, bugün parçaları Malezya’da üretilen cep telefonunu Çin’de monte edip Nijerya’da satma noktasına gelmişiz. O becerimiz olmasa bugün hala Afrika’da ağaç dallarında yatıp kalkıyor ve aslanların favori çerezleri arasında yer alıyor olurduk. İttifak ise, her şeyden önce bir güven meselesidir. Müttefik diye seçtiğim kişi benim için özveride bulunmaya razı mı? Yoksa benim katkımı alıp kaçacak mı? Zor günümde yardım edecek mi? Soframa davet etsem karımı veya kızımı kapacak mı? Katil Komançiler av sahamıza tecavüz etse savaşır mı? Nasıl güvenirim? Onun bana güvenmesini nasıl sağlarım?</p><p>Demek ki “nefs” deyip aşağıladığınız temel içgüdüler arasında yavrusunu koruyup kollama, koruyup kollayıcı ebeveyni kayırma, kalıcı ittifaklar kurma, toplumsal güvenilirliği önemseme gibi davranış kalıpları da var. İçgüdülerine teslim olan insan gidip çamurda debelenmiyor. Yavrusunun hayatı söz konusu olunca kendi hayatını hiç düşünmeden tehlikeye atabiliyor. Toplumsal itibarını bazen karnını doyurmaktan daha önemli sayıyor. Onu korumak adına hiç tereddüt etmeden en büyük fedakarlıkları göze alabiliyor. Var mı böyle huyları olan başka hayvan?</p><p>HALİM: Şüphe yok ki Allah insanı eşref-i mahlukat payesiyle şereflendirirken tam da bu özelliklerini kast etmiş. Hayvanlardan farkımız burada.</p><p>SELİM: Siz sebebini bilmediğiniz şeylere “Allah” adını vermeyi seviyorsunuz. Ben olsam genetik donanım derim. Daha nötr bir tabir. Donanımın kaynağına dair lüzumsuz ve yanlış varsayımlarda bulunmuyor. Sadece olanı söylüyor.</p><p>Türün hayatta kalmasını ve çevresine egemen olmasını sağlayan davranış algoritmaları diyebiliriz. Tıpkı kedinin yavrularını yalaması, sonra beş altı aylıkken hırlayıp sokağa atması gibi; köpeğin ağaçları sidikle işaretlemesi ve geçen arabalara havlaması gibi; karıncanın yuva yapması, leyleğin göçmesi, alabalığın dere yukarı yüzmesi gibi, türe özgü bir savunma mekanizması. Bir survival kit. İnsanlar bu donanımı Newton yasaları gibi düşüne düşüne keşfetmediler; Musa ya da Zerdüşt gibi bir aracıdan da öğrenmediler. Fabrika ayarlarında var zaten.</p><p>Düşünün, tanımadığımız bir insanın yüzüne yarım saniye bakıp, güvenilir biri mi değil mi karar verme yeteneğimiz var. Cinsel partnerimize attığı yarım saniyelik bir bakış yüzünden birine hayat boyu düşman olma yeteneğimiz var. Tanımadığımız birinin öyküsündeki hayali karakter çocuğunu sevdi ya da Komançilere göğsünü siper etti diye hüngür hüngür ağlama yeteneğimiz var. Bunlar eğitimle, bilgiyle ya da dini inançla elde edilen şeyler değil. Leyleğin göçü ya da horozun ötüşü gibi, yapısal beceriler. Ahlaki yargılarımızın temeli bunlardır.</p><p><b>Töre, edep</b></p><p>HALİM: Bazı değer yargılarımızın fıtri olduğunu kabul edelim. Sizin genetik donanım ve içgüdü dediğinize ben müsaadenizle fıtrat diyeceğim, yani yaradılış. Bu yargıların vicdan dediğimiz içsel duygu ya da sizin deyiminizle “davranış algoritması” aracılığıyla tezahür ettiğini ve insanlar aleminde genel kabul gördüğünü belirttiniz; buna da itirazım yok. O halde ahlakın, en azından bir boyutuyla, fıtri bir temeli olduğuna hükmedebiliriz.</p><p>Fakat olay bundan ibaret değil ki? Mesela Hz. Musa’nın bildirdiği On Emri ele alalım. On Emrin altısı belki sizin söylediğiniz anlamda tabii ahlakın kurallarıdır – anana babana saygı göster, öldürme, çalma, zina etme, iftira etme, komşunun malına ve karısına göz dikme. Fakat diğer dört emir öyle değildir; ve dikkat buyurun, ilk başa onlar değil bunlar konulmuştur. Bir, Rabbinden başka tanrıya tapmayacaksın. İki, put yapmayacaksın. Üç, Rabbin adını boş yere anmayacaksın. Dört, Şabat yasağına riayet edeceksin.2</p><p>Kurani emirlerin pek çoğunu da, sizin içgüdüsel dediğiniz davranış kalıplarından türetemeyiz. Namazın yahut orucun fıtri donanımımızla ne ilgisi var? Hac ve zekat, gıdaya ilişkin yasaklar, nikah ve miras yasaları, takvime ve beytülmale ilişkin düzenlemeler hiç şüphesiz insanın nefsi yönelimlerinden türetilemeyecek, ilahi bir yasa koyucuyu gerektiren davranış kurallarıdır.</p><p>Sizce insanlar ilahi bir mesnede dayanmadan, bireysel ya da kolektif akıl yoluyla, meşru düzeni kurabilirler miydi?</p><p>SELİM: Önemli bir konuya parmak bastınız. Haklısınız, ahlaki yargılarımızın tümü evrensel bir temele dayanmaz. Dayandığını iddia eden Kant ve diğer liberal düşünürlerin yanıldığını kabul etmek zorundayız. . </p><p>İnsan yaşamında yer tutan ahlaki yargılara baktığımızda önemli bir bölümünün “töresel” dediğimiz davranış normları olduğunu görüyoruz. Frenkçesi moeurs, Türkçede edep diyelim isterseniz, bir devir İslam kültürünün de en önemli kavramlarından biriydi. Bu normlar insan tabiatından – ya da Kant’ın deyimiyle, kategorik bir evrenselden – türetilemezler, kültürel birtakım kodlar üzerinde mutabakata varmış bir toplumu temel alırlar. Bu normları ecdattan miras kabul ederiz. Onlar vasıtasıyla “ötekilere” karşı “biz”i tanımlarız. Evrensel değil hizbi olduklarını gayet net olarak bilir ve vurgularız. Misal: Hintliler ineğe saygı gösterir. Türkler ekmeği ayak altına almaz. Bazı Müslüman toplulukları için kadının örtünmesi ahlakın gereğidir. Zerdüşt töresinde yakın akrabalar evlenebilir. Antik Yunanlar için ailenin ve klanın tanrılarına sadakat, ihmal edildiğinde cezası ölüm olan bir ahlaki yükümlülüktür. Oysa başka topluluklar bu normları saçma, yanlış, geri, hatta ahlaksızca bulabilir.</p><p>Aydınlanma Çağı felsefesi bu gibi töresel normları yok saydı. Bir kısmını birtakım mantıki zorlamalarla akli bir temele oturtmaya çalıştı – Descartes’ın tanrıyı rasyonelleştirme çalışmasını düşünün; geri kalanını hurafe sayıp çöpe attı. 18. yüzyılın köhnemiş düzenine karşı giriştikleri isyanda belki de öyle yapmaları doğaldı. Oysa ki şurası bir gerçek, insanlar ecdada ait birtakım kültürel değerleri kutsal sayma eğilimindeler. Onları seviyorlar, benliklerinin bir parçası sayıyorlar. Onlara uymaktan onur duyuyorlar. Ahlaki yaşamın temel taşları olarak görüyorlar ve o normlara uymayan yabancıları “ahlaksız” kabul ediyorlar. Bilirsiniz: “Almanlar domuz yediği için karılarını kıskanmaz”, “Müslümanlar kadını köleleştirir”, “Aleviler mum söndürür”, “Beyaz Adam yerin ruhlarına saygısız” vb.</p><p>Bu olguları demin anlatmaya çalıştığım genetik çerçeveye sığdıramayız diyorsunuz ama aslında sığdırmak hiç zor değil. Hatırlayın, insanın organik donanımından kaynaklanan bir grup-kurma güdüsünden söz ettik. Bu güdüden türeyen normlar bir değil iki çeşittir. Bazı normlar, genel anlamda grup oluşumunu mümkün kılan yönergelerdir: misal, sözünü tut, yaşlıları say, çocuğu koru, zina yapma. Diğerleri, spesifik bir grubu tanımlayan yönergelerdir: örneğin “bizde babanın yanında sigara içilmez”, “Katolik kızları böyle davranmaz”, “Şabat yasağına riayet etmeyen kafirdir”. Ahlaki algoritmayı elbette sadece genel anlamda güveni ve işbirliğini mümkün kılan normlara indirgeyemeyiz. Kant’ın hatası buydu. Altyapıyı kurduk diyelim, e sonra ne olacak? O altyapının üzerine bina nasıl kurulacak? O binanın da kendine göre usulleri, normları, bir edep ve töresi olması lazım. Tanım gereği, bunlar evrensel olamaz. Çünkü kurduğumuz binanın işlevi “bizi” “ötekinden” ayırmak, “bize” bir kimlik ve tanım getirmek. “Biz” iyiyiz. Neden? Çünkü erkek evladımızın pipisinin ucunu keseriz, çünkü Komançiler gibi hain değiliz, çünkü kadınlarımız asla namahreme kıl göstermez, çünkü tapınaklarımızda kiraz ağaçları çiçek açar.</p><p>Bunların ahlaki normlar olmadığını söyleyemeyiz, çünkü insanlar eylem ve duygularını bu kurallar üzerine inşa eder. Bunlara gerek yok, iptal edelim de diyemeyiz, çünkü insanlar kendilerini grup aidiyetleriyle tanımlar. “Sen kimsin” diye sorduğunuzda insanlar önce mensup oldukları çeşitli grupları, yani töre birliklerini sayarlar. Bununla gurur duyarlar, bununla kendilerine değer biçerler. Bireysel kazanımlarıyla övünen insan binde birdir; daha çok modern çağın bir ürünüdür. Ortalama insana kimsin diye sorulduğunda “ben”i değil “biz”i söyler. Kimliği ve kolektif aidiyet duygusu olmayan insan yaşayamaz. Yaşasa bile, göçten geri kalmış leylek yavrusu gibi pek sefil, pek aciz bir mahluk olur.</p><p>HALİM: Tıpkı dil gibi değil mi? </p><p>SELİM: Evet dil gibi. Dil yeteneği insanlarda evrenseldir; derin yapıları, Noam Hocanın gösterdiği gibi, genetik donanımımızın parçasıdır.3 Ama diller birbirine uymaz. Hatta Babil Kulesi meselinde gördüğümüz gibi, dilin esas işlevi insan topluluklarını ayrıştırmak olabilir. “Bizden” olanla anlaşırız, “yabancıyı” dışlarız. Büluğ çağından sonra yabancı bizim dilimizi öğrenip konuşsa bile kimseyi kandıramaz. “Yabancı, güvenilmez, potansiyel düşman” damgasını her kelimesinde, her hecesinde taşır.</p><p>Toparlarsak, demek ki Bir, içerik bakımından evrensel olan normlar var: çocuğu koru, borcunu öde gibi. İki, içeriği ümmetten ümmete değişen ama yapısal özellikleri benzeşen normlar var: ecdadın tanrılarına saygı göster, cenaze törenine katıl, kırkıncı gün helva dağıt, bayramlarda önce büyüğün sonra küçüğün elini öp, mambo jambo ayini yapmadan sevgilinle sevişme, Şabat günü lamba yakma, milletin yiğitleri hangi sakalı bırakıyorsa sen de öyle yap, eşcinsel bulursan taşla gibi.</p><p>HALİM: Açık ve net söyleyin, bu saydığınız normların varlığı sizce kötü bir şey mi? Bu normlara uymalı mı uymamalı mı sizce?</p><p>SELİM: Böyle normları olmayan bir toplum görülmediğine göre kaçınılmaz bir insani gerçekten söz ediyoruz, değil mi? İnsan topluluklarını güzel ve ilginç kılan her şey bir bakıma bu normların ürünüdür. “Kültür” dediğimiz şey nihayetinde edeptir, toplumsal töre’nin bir dışavurumudur. Toplumlar eserleriyle, tavırlarıyla, yaşantı biçimleriyle, kendilerine has olan edebi ifade ederler veya etmeye çalışırlar. Böyle bir şeye “kötü” demek için aklımı yitirmiş olmam gerekir. Edepsizliği kim savunabilir?</p><p>Araplar bir toplumun töresel davranışlarının inceliklerini ele alan ilim dalına edebiyyat adını vermişler. Düşündükçe ne kadar şahane bir adlandırma olduğunu daha iyi kavrıyorum.</p><p>HALİM: Peki uymalı mı?</p><p>SELİM: Hayır. Her zaman sorgulamalı. Her zaman vicdan ve akıl miyarına vurmalı, ve ancak o terazide ağır basıyorsa benimsemeli. Akıl ve vicdanın, gelenek ve görenek havuzunda uykuya dalmasına asla izin vermemeli. Unutmamalı ki, tıpkı dil gibi, töre statik bir şey değildir. Sürekli evrilir. Hatalarından ders çıkarır, ilk bakışta doğru görünen normların uygulamada talihsiz sonuçlar doğurabildiğini görür, değişen koşullara ve yeni insani durumlara ayak uydurur. Daha önce iman konusunda söylediklerimi aynen tekrar edeceğim. Töreye teslim olmak, insanın en değerli varlığı olan vicdanını susturmak demektir. İsterse dünyanın en güzel töresi olsun, isterse alemlerin yaratıcısı tarafından bizzat dikte edilmiş olsun, fark etmez. Normları sabitlediğiniz anda ahlaki davranışın temel motoru olan vicdani sorgu mekanizmasını stop etmiş oluyorsunuz. </p><p>HALİM: Sizin gibi filozofluğa meraklı olmayan kitleler açısından öylesi de yeterli oluyor çoğu zaman.</p><p>SELİM: Tabii, motoru stop ettikten sonra araba bir süre atalet gücüyle yola devam edebilir. Sonra duvara çarpar, ya da yokuşa gelir durur. Törelerine teslim olan toplumlar ahlaki dinamizmini yitirmiş toplumlardır. “Dur bakalım ne oluyor burada” sorusunu sorma yeteneğini kaybetmişlerdir. İlk bakışta zararsız bir muhafazakarlık sanırsınız, hatta sevimli bulabilirsiniz: geleneksel toplum, ne şirin! İlk linçler geldiğinde “töre işte, ne yaparsın” deyip omuz silkebilirsiniz. Vicdani pusulasını yitirmiş olan toplum adım adım ahmaklaşmanın ve cinnetin girdabına kapıldığında fark edersiniz yaptığınız hatanın dehşetli boyutlarını.</p><p>Organize dinlere, ya da en azından bugün var olan biçimiyle klasik dinlere en temel itirazım bu sanıyorum. Bunların temel işlevi toplumsal töreyi kutsallaştırmak. Sorgulanmaz ve dokunulmaz hale getirmek. Var olan toplumsal pratiği bir teori ağıyla sarıp sarmalayıp kıpırdayamaz hale getirmek. Sorgulamaya kalkanları caydıran, caymayanı cezalandıran bir baskı mekanizması sağlamak. Bu anlamda da yine vicdanı ve onun ürünü olan ahlakı zapturapt altına almak.</p><p>Dinle mücadele etmek lazım ki edep serbestçe nefes alabilsin, bireysel vicdanla doğal alış verişini sürdürebilsin desem, bilmem meramımı iyi ifade etmiş olur muyum?</p><div><br /></div>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-2401461860610377142022-03-23T16:32:00.002+03:002022-03-23T16:32:32.362+03:00Savaşa ilişkin bütün yanlışlarınızı düzeltiyoruz<p><b>İddia 1: Rusya egemen bir ülkeye saldırmıştır. Gerekçesi ne olursa olsun suçtur ve lanetlenmelidir.</b></p><p>Cevap: Uluslararası hukukta böyle bir kural geçmişte var mıydı bilmiyorum, ancak eğer var idiyse son dönemde yürürlükten kalkmış olduğu bellidir. ABD ve müttefikleri 1999’dan bu yana Sırbistan, Irak, Afganistan, Lübnan, Somali, Libya, Suriye ve Yemen’e gerek havadan bombalama, gerek askeri işgal veya yerel saldırganları silahlandırma yoluyla saldırmış ve bundan dolayı herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. Keza Türkiye egemen devletler olan Kıbrıs ve Suriye’yi istila ve işgal etmiştir. Bazı devletlerin serbestçe ihlal edebildiği kuralların evrensel geçerliğe sahip olduğu iddia edilemez.</p><p>Mesele sadece emsaller meselesi değildir. Herhangi bir ülkenin diğerine fiilen saldırmasa dahi düşmanca eylemlere başvurması, tehdit oluşturacak şekilde silahlanması veya düşman ittifaklara katılması da devletler arasındaki dostane (kurallı) ilişkilerin ortadan kalkması anlamına gelir. Tehdide maruz kalan ülkenin böyle bir durumda iş işten geçinceye kadar pasif kalması beklenemez. Saldırı bazen savunmanın tek makul yöntemi olabilir.</p><p>Bir devletin kendi vatandaşı olan azınlık topluluklarını ezmeye, yurtlarından sürmeye veya yok etmeye yönelik eylemleri, geleneksel diplomaside çoğu zaman geçerli savaş sebebi sayılmaz. Ancak bu kuralın da son dönemde ortadan kalkmış olduğu görülüyor. Sırbistan’ın bombalanması için ileri sürülen gerekçe Kosova’daki Arnavut azınlığın ayrılma talebiydi. Kıbrıs’ta Türklere yönelik tehditler Türkiye’nin bu ülkeyi işgaline gerekçe sayılmış, Irak’ın Kürtlere, Çin’in Uygurlara, Myanmar’ın Rohingyalara yönelik uygulamaları çeşitli düşmanca girişimler için yeterli sebep kabul edilmiştir.</p><p>Demek ki “egemen bir ülkeye askeri saldırı düzenlemek yanlıştır” tezi genel bir doğru olarak ileri sürülemez.</p><p><br /></p><p><b>İddia 2: Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması için haklı bir sebep yoktu.</b></p><p>Cevap: NATO takriben 2002 yılından itibaren Rusya’yı “düşman devlet” (hostile power) ilan etmiş ve gitgide artan bir dozda savaş ihtimalini ve savaş hazırlığını ima eden eylem ve söylemleri benimsemiştir. Ukrayna’nın 2014’ten itibaren açıkça dile getirdiği NATO’ya katılma talebi, bu ülkenin Rusya’ya düşman bir askeri ittifakta yer alması anlamına gelir. Ukrayna yönetimi bununla yetinmeyip 2022 başında ülkeye nükleer silahların konuşlandırılmasını talep etmiş ve bu talep özellikle İngiltere tarafından hararetle desteklenmiştir. İlaveten ABD silahlı kuvvetlerinin ülkede biyolojik savaş amacıyla kullanılabilecek otuz kadar tesis kurduğu bilinmektedir. Bunlar savaş eylemidir ve karşı güç kullanımını meşru kılarlar. Görünürde açık bir saldırı yoktur. Ancak bir gün ansızın Ukrayna’nın NATO’ya katıldığı ve nükleer füzelerle donatıldığı ilan edildiğinde, Rusya’nın dünya savaşı çıkarmadan kendini savunma imkanı ortadan kalkmış olacaktır.</p><p>Ukrayna nüfusunun % 30 küsuru kendini Rus olarak tanımlamaktadır. Konuşulan dil itibariyle Rus olanların oranı daha da yüksektir. Buna rağmen 2014’te kanlı bir darbeyle başa geçen Ukrayna yönetimi ülkedeki Ruslara yönelik gerek resmi kurumlar gerek gayriresmi silahlı gruplar aracılığıyla ağır bir baskı politikası uygulamış, Rus yanlısı siyasi parti ve liderleri tasfiye etmiş, Rusça eğitimi sınırlamış, Rusça yayınları yasaklamıştır. Yönetimde etkili olan militan gruplar, hatta hükümet mensubu bakanlar (mesela içişleri bakanı Arsen Avakov), Rusları öldürmeyi, yok etmeyi, ülkeden sürmeyi, kadınlarının ırzına geçmeyi savunan söylemleri açıkça dile getirmiştir. Darbeden sonra bağımsızlık ilan eden iki vilayete karşı sekiz yıldan beri son derece kanlı bir savaş sürdürülmüştür. </p><p>Bu çerçevede değerlendirildiğinde Rusya’nın saldırı gerekçeleri en azından Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a saldırı gerekçeleri kadar meşrudur. Hatta daha meşrudur. Çünkü Kıbrıs’ta Türk azınlığın nüfusa oranı %30+ değil %18’di. Rum militanlarca katledilen Türk sayısı 14.000 değil onlar düzeyindeydi. Ayrıca Kıbrıs’ta Türkçe yasaklanmamıştı, devletin resmi dillerinden biriydi.</p><p><br /></p><p><b>İddia 3: Rusya iki ili savunmakla yetinebilirdi, Kiev’e saldırması için sebep yoktu.</b></p><p>Cevap: Rusya’nın Donetsk ve Lugansk’a girmesi, ABD ve müttefiklerinin Rusya’ya karşı düşmanca yaptırımları açısından bugünkünden farklı bir sonuç doğurmazdı. Artı, “saldırıya uğramış ülke” konumunu ileri süren Kiev rejiminin NATO şemsiyesi altına girmesi ve muhtemelen nükleer silahlar dahil askeri desteklerle donatılması kaçınılmaz olurdu. Rusya’nın iki cumhuriyeti ilhakı Rusya’nın askeri ve diplomatik konumunu güçlendirmez, radikal bir şekilde zayıflatır.</p><p><br /></p><p><b>İddia 4: Savaş sebebi ne olursa olsun Rusya’nın sivilleri öldürmesi, şehirleri bombalaması kabul edilemez. Rus ordusu doğum hastanesini, sinemaları, camileri, alışveriş merkezlerini top ateşine tutmuştur.</b></p><p>Cevap: Savaşlarda sivil zayiat olur. Acı bir gerçektir. Kınanmalıdır.</p><p>ABD ve müttefiklerinin Sırbistan, Irak, Afganistan, Libya ve Yemen’de askeri hedef gözetmeden şehirleri ve sivil tesisleri bombalaması bu hususta son yılların en çarpıcı insanlık suçları arasındadır. Keza Suriye, Afganistan, Somali ve diğer ülkelerde sivil militanların iç savaşı körükleyecek surette silahlandırılması, havadan bombardımana oranla daha yıkıcı sonuçları olan bir savaş suçu sayılmalıdır.</p><p>Rusya Ukrayna’da bugüne dek havadan bombardıman ve uzun menzilli füzeleri sadece askeri tesislere karşı kullanmıştır. Şehirler ve sivil yerleşimler havadan bombalanmamıştır. Şu ana kadar inandırıcı kaynaklarca teyit edilen sivil zayiat yüzler veya alçak binler düzeyindedir. Bu zayiatın ne kadarına Rus ordusunun, ne kadarına ülkenin Rus sivil halkını meşru hedef sayan Ukrayna milislerinin yol açtığı açık değildir.</p><p>Batı yanlısı medyada sansasyonel bir şekilde haberleştirilen saldırılar savaş propagandasından öte bir değer taşımıyor. Cami saldırısının yalan haber olduğu ilk günden anlaşılmış fakat bu husus Batı yanlısı medyada göz ardı edilmiştir. Mariupol’deki doğum hastanesi ile Kiev’deki alışveriş merkezinin askeri karargah veya sığınak olarak kullanıldığı bizzat Batı basını tarafından (satır arasında) teyit edilmiştir. Mariupol’de sivillerin sığındığı sinemanın Ruslar değil Ukrayna milisleri tarafından bombalandığını katliamdan kurtulan mülteciler ifade etmektedir.</p><p>Mariupol ve Harkov kentlerinin yerle bir edildiğine ilişkin sansasyonel haberler, son günlerde bu iki kentten yayınlanan drone görüntüleriyle yalanlanmıştır. Tahrip edilmiş binaları gösteren münferit görüntüler kamuoyunda duygusal tepkiler yaratabilir fakat genel durum hakkında bilgi vermez.</p><p><br /></p><p><b>İddia 5: Ruslar sivil halkın tahliyesini önlemektedir.</b></p><p>Cevap: Bu iddia askeri açıdan anlamsızdır. Rus stratejisinin, sivil halkın kaçmasını sağlayarak geride kalan askeri kuvvetleri ve silahlı milisleri yalıtmak olduğu anlaşılıyor. Nitekim Doğu Ukrayna’da sivil halkın belki yarıdan fazlasının yavaş ilerleyen Rus cephesinden kaçmaya fırsat bulmuş olduğu söylenmektedir. Mariupol kuşatmasında Rus ordusu, sivil kılığına girerek kaçmaya çalışan Ukrayna milislerini önlemeye çalıştığı için Batı yanlısı basında suçlamalara maruz kalmıştır. </p><p>Keza Gomel müzakerelerinde Rus tarafının Doğu Ukrayna’nın Rus halkını savaş süresince Rusya’ya tahliye etme önerisi Ukrayna hükümetince reddedilmiştir.</p><p><br /></p><p><b>İddia 6: Rus ordusu Ukrayna’da batağa saplanmıştır, ilerleyememektedir.</b></p><p>Cevap: Savaşın ilk günlerinde Rusya’nın yıldırım savaşı ile Kiev’i birkaç günde ele geçireceği beklentisi yaygındı. Bu beklenti gerçekleşmemiş veya gerçekleştirilememiştir. Savaşın üçüncü gününden bu yana Rus ordusu son derece temkinli bir harekatla her gün kontrolü altındaki sahayı genişletmektedir. Ukrayna hava kuvvetleri ve donanması savaşın ilk günlerinde devre dışı bırakılmıştır. Doğudaki Ukrayna kuvvetlerinin batı ile irtibatının kesilmesine ramak kalmıştır. </p><p>Rusların yavaş ilerlemesinin nedeni askeri yetersizlik olabileceği gibi, belki sivil halkın kaçışına fırsat tanımaya yönelik bilinçli bir strateji de olabilir. Bilhassa Rus hava kuvvetlerinin savaşın başından beri hemen hiç kullanılmamış olması gibi şaşırtıcı bir olgu böyle bir planlamayı akla getirir.</p><p>Her halükarda Rusların satrançta Amerikalılardan çok daha başarılı olduğu gerçeği akılda tutulmalıdır.</p><p><br /></p><p><b>İddia 7: Ukrayna halkının kahramanca direnişine saygı gösterilmelidir.</b></p><p>Cevap: Ukrayna halkının şimdilik yüzde onu (4 milyon kişi) yurt dışına kaçmıştır. Askerlik yaşındaki erkeklerin çıkışına izin verilmediği için gerçekte kaçmak isteyen ve imkan bulursa kaçacak olanların sayısının bundan çok daha yüksek olduğu varsayılabilir. Yurt içinde savaştan kaçanların sayısı on milyon kişi olarak tahmin edilmektedir.</p><p>Romanya, Bulgaristan, Moldova ve Yunanistan gibi ülkelere sığınan mültecilerle yapılan söyleşilerde kaçanların büyük kısmının – belki yüzde seksen gibi bir oranın – savaştan Zelensky hükümetini ve fanatik Ukrayna milliyetçilerini birincil sorumlu saydığı görülmektedir. Hemen oy birliğiyle dile getirilen görüş “Ukrayna ve Rus halklarının kardeş olduğu” yönündedir. (Putin’i suçlayanlar da az değildir.)</p><p>Ukrayna ordusunun düzenli birliklerine mensup askerlerin savaşmaktan kaçındığı ve ilk fırsatta teslim olduğu bilgisi Rus tarafınca ileri sürülmektedir. Bu iddianın doğruluğunu bu aşamada teyit etmek mümkün görünmüyor. Ancak Mariupol, Nikolayev ve Harkov’da etkili bir şekilde savaşan birliklerin düzenli ordu birlikleri değil NATO ülkeleri tarafından örgütlenen, eğitilen ve silahlandırılan milliyetçi milis grupları olduğu konusunda Batılı ve Rus kaynakları büyük ölçüde mutabakat içindedir.</p><p><br /></p><p><b>İddia 8: Rusya Ukrayna’yı yenmeyi başarsa da Batılı devletlerin ekonomik yaptırımlarına direnemez.</b></p><p>Cevap: Bu doğru olabilir. Ancak yaptırımların, a) Batı ittifakına ve özellikle Avrupa’ya ilişkin hangi sonuçları doğuracağı ve b) önemli bazı Asya ülkelerinin tavrını nasıl etkileyeceği henüz açık değildir. </p><p>Rusya yaptırımlara karşı şimdilik son derece yumuşak bir tepki göstermiş, Avrupa’ya gaz ve petrol sevkiyatını kesmeye niyetli olmadığını bildirmiş, Batı bankalarında bulunan 300 milyar dolar rezervine el konduğu halde vadesi gelen tahvillerini dolarla ödemeye devam etmiştir. Bu “dostane” politikanın, Avrupa ülkeleriyle el altından sürdürülen birtakım pazarlıklarla ilgili olması pekala mümkündür.</p><p>Daha önemlisi, kilit bir dizi Asya ülkesi, beklentilerin aksine, yaptırımlar konusunda şimdilik ABD’ye karşı ve Rusya’dan yana bir tavır takınmıştır. Türkiye, Suudi Arabistan ve BAE, Çin, Hindistan ve hatta İsrail bu meyanda sayılabir. Özellikle Hindistan’ın 1947’den bu yana ilk kez can düşmanı Pakistan’la uluslararası bir meselede aynı safta yer alması düşündürücüdür. </p><p>Sonuç olarak ekonomik savaşın ABD’ye mi Rusya’ya mı daha çok zarar vereceği henüz belirsizliğini korumaktadır.</p><p><br /></p><p><b>İddia 9: ABD karşıtı görüşler Rus propagandasının ürünüdür.</b></p><p>Cevap: Savaşın bu ana kadarki en çarpıcı olgularından biri, hatta başlıcası, Rus propagandasının – kamuoyunu ikna etme çabasının – olağanüstü zayıflığıdır. Dünya medyasının neredeyse tümü ABD yanlısı savaş propagandasının etkisi altındadır. Batı medyası onyıllardan beri görülmemiş bir şekilde ortak bir anlatı çevresinde coşkuyla birleşmiştir. Rusların – haklı olmasa bile en azından – makul sayılabilecek karşı tezleri hemen hiç duyulmamaktadır. İlginçtir ki Rusya dahilinde dahi savaşı önemseyen veya haklı gösteren sesler son derece cılız çıkmaktadır.</p><p>Bu koşullarda, dünya haberleriyle ilgilenen aklı başında birinin Rus propagandasından nasıl ve neden etkilenmiş olabileceğini anlamak mümkün değildir. </p><p><br /></p><p><b>İddia 10: Rusya gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış oligarkların egemen olduğu bir ülkedir.</b></p><p>Cevap: Doğrudur, öyledir. Eski Sovyet ülkelerinin hepsi öyledir. Ukrayna da öyledir. Şu farkla ki, Ukrayna’nın aksine Rusya oligarklarının kendilerine bağlı silahlı milis güçleri yoktur. Ya da varsa, iç politikada Ukrayna’dakiler kadar etkin değildir. Örneğin Ukraynalı oligark İgor Kolomoyski gibi emrindeki bir televizyon oyuncusunu cumhurbaşkanı seçtirme güçleri yoktur. Ayrıca Rus oligarşisi ülkedeki çeşitli etnik ve dini kimlikler konusunda – Ukrayna’nın ve diğer Sovyet ülkelerinin hemen hepsinin aksine – son derece kapsayıcı ve önyargısızdır. Milleti, devleti ve özellikle Rusları talan eden Ukrayna oligarklarının aksine, milleti ve devleti talan etmekle yetinirler.</p><p>Oligark tabirini “devlet organlarıyla özel ilişkileri sayesinde büyük servete kavuşan ve bu serveti siyasi ve finansal güçlerini artırmak için kullanan kişi” olarak tanımlayabiliriz. Batı ülkelerinde bu nitelikteki kişiler genellikle birey değil tüzel kişilik adıyla tanınırlar (Boeing, Exxon, BlackRock, Amazon vs.). ABD’nin tanıma uyan en zengin üç oligarkının net kişisel varlığı Rusya’nın önde gelen 113 oligarkının net varlığına eşittir. Hükmettikleri tüzel kişilikler açısından bakıldığında aradaki fark bunun on katından fazladır. </p><p><br /></p><p><b>İddia 11: Rusya diktatörlüktür. Diktatörlükle liberal demokrasilerin savaşında ikincisinden yana olmalıyız.</b></p><p>Cevap: Münferit siyasi muhaliflere uygulanan baskılar açısından ABD ile Rusya’nın uygulamaları arasında kayda değer bir fark yoktur (bkz. Assange, Snowden, Donziger, Guantanamo Bay). ABD cezaevi nüfusunun genel nüfusa oranı Rusya’nın iki katı kadardır. ABD’de her yıl polis tarafından öldürülen kişi oranı da çeşitli tahminlere göre Rusya’nın on ila yirmi katı olabilir. İdam cezası ABD’de uygulanmakta, Rusya’da 1996’dan bu yana uygulanmamaktadır.</p><p>ABD kültüründe ifade özgürlükleri geleneksel olarak geniş yer tutardı. Ancak bunlar son yıllarda a) üniversitelerde ve yayın kuruluşlarında norm dışı görüşlere yönelik gitgide sertleşen baskılar ve b) dijital medyada çığırından çıkan sansür nedeniyle radikal olarak kısıtlanmıştır. Rusya’da yayın dünyası Türkiye’yi andıran resmi ve gayriresmi baskılara maruzdur. Buna rağmen, Türkiye’deki gibi, belli çizgiler dahilinde sert muhalefet yapan yayın organlarının yaşamasına izin verilmektedir. Rusya’da gazeteci sayısı nüfusa oranla ABD’nin dört katı (102 bin vs. 54 bin), basılı gazete sirkülasyonu yine nüfusa oranla iki katıdır (günde 22 milyon vs. 24 milyon). </p><p>Rusya’da siyasi iktidar, tıpkı ABD’deki gibi, görünürde serbest çok partili seçimlerle belirlenmektedir. 2018 başkanlık seçiminde üç siyasi parti tarafından desteklenen V. Putin oyların %76’sını, çeşitli ölçülerde Putin rejimine muhalif olan yedi aday %23’ünü almışlardır. ABD’de tüm kilit konularda birbirinin eşi politikaları savunan (ve her halükarda seçim sloganları ile iktidardaki uygulamaları arasında mantıki bir bağ bulunmayan) Coca Cola ve Pepsi Cola partileri genellikle oyların %98 ila 99’unu alırlar.</p><p>Bu verilerden, iki ülkeden hangisinin daha fazla “diktatörlük” veya “liberal demokrasi” olduğuna dair net bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.</p><p><br /></p><p><b>İddia 12: Nişanyan Ermenistan yanlısı olduğundan Rusya’yı savunuyor. </b></p><p>Cevap: Ermenistan halkının genellikle Ukrayna’ya sempati duymadığı gerçektir. Buna karşılık bir iki aşırı görüşlü kişi dışında Rusya’nın müdahalesini savunan kimseye rastlamadım. Konuştuğum kişilerin büyük çoğunluğu, savaşın Ermenistan’a verebileceği zararlardan dolayı kaygı içindedir. Her halükarda bugüne dek yaşadığı ülkelerin resmi-milli görüşüne boyun eğmemeyi şiar edinmiş bir kimsenin bu yaştan sonra neden tavrını değiştirmek isteyeceğini anlamak zordur.</p><p>Vicdanını ve aklını kişisel çıkarına kurban etmeye razı olacak birinin bu savaşta takınacağı tutum bellidir. Pazar Sohbetlerimi izleyenlerin sayısı son dört haftada yüzde otuz oranında düştü. Patreon destekçilerinin sayısında da kaygı verici bir azalma var. Çıkarını gözeten biri bu durumda ne yapar? Susar. Ya da sürünün çağrısına uyup göze batmamayı seçer.</p><p>Merak etmeyin, yapmam öyle şey.</p><p> </p><p> </p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-10495947597052700682022-02-22T16:11:00.002+03:002022-02-22T16:11:47.749+03:00Ukrayna bahisleri<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgqp3FyHufE6kHOZnOaFySzV-obO44mP7yV-bhVHYGf-N9scFhc5ynqgvsYd_l83v3YVXKAFaup6AVlAEKop3_xP_nTR4wDbX4QE98eXoB2fViYpzwIs6J7BHThwEiMqYydPW4LI1lH9HZRZW9nbrm9rLIzV3rsfeQm-DJLiKy3i_Ils2laecFjsSzCAg=s1083" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1083" data-original-width="820" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/a/AVvXsEgqp3FyHufE6kHOZnOaFySzV-obO44mP7yV-bhVHYGf-N9scFhc5ynqgvsYd_l83v3YVXKAFaup6AVlAEKop3_xP_nTR4wDbX4QE98eXoB2fViYpzwIs6J7BHThwEiMqYydPW4LI1lH9HZRZW9nbrm9rLIzV3rsfeQm-DJLiKy3i_Ils2laecFjsSzCAg=s320" width="242" /></a></div><br />1. Ukrayna’da büyük çaplı bir savaş bu aşamada kaçınılmaz görünüyor. Savaşı bariz bir şekilde NATO’nun (yani ABD’nin) istediği, tasarladığı ve provoke ettiği kanısındayım. 2014 darbesiyle Ukrayna’da rejimin değiştirilmesi, 1991 mutabakatlarına aykırı olarak ülkeye NATO askeri kuvvetlerinin yığılması, Uk. yönetiminin 2015 Minsk antlaşmalarına uymamaya teşvik edilmesi, ülkedeki Rus nüfusun haklarının sistemli olarak kısılması ve nihayet son aylarda ABD güdümündeki devletlerin iç tüketime ve üçüncü ülkelere yönelik olarak sürdürdüğü çılgınca savaş propagandası başka bir yoruma imkan vermiyor.<p></p><p>Rusya son haftalara dek savaştan kaçınmaya çalıştı. İki temel talep ileri sürdü. Birincisi, NATO’nun Rusya’ya doğru genişleme politikasından vaz geçeceğine dair yazılı taahhüt. İkincisi Minsk mutabakatlarının uygulanması; yani Uk.’da halkın %30 küsurunu oluşturan Rus nüfusun haklarının korunması, iki isyancı vilayete özel statü tanınması ve Kırım’ın Rusya’ya ilhakının tanınması. Bunlar hangi açıdan bakarsanız bakın haklı taleplerdir. Unutmayın ki 1962’de Sovyetler Birliği’nin Küba’ya birkaç füze yerleştirmesini ABD yönetimi dünya savaşı çıkarmak için yeterli neden saymıştı. </p><p>2. ABD’nin iki stratejik amaç güttüğünü düşünüyorum.</p><p>Birinci amaç NATO müttefiklerini ortak bir hasma karşı birleştirmektir. Bu politikanın başlıca muhatapları son yıllarda NATO ittifakına uzun vadeli bağlılıkları kuşkulara yol açan iki ön saf ülkesi, Almanya ve Türkiye’dir. Savaşçı ve saldırgan olarak lanse edilen Rusya’ya karşı bu iki ülkenin ‘hizaya geleceği’, en azından ülke yöneticilerinin olası kaypaklıklarına karşı iki ülke kamuoyunun galeyana getirilebileceği hesaplanmıştır.</p><p>İkinci amaç, 1991 devriminden bu yana istikrar bulmamış bir devlet olduğuna inandıkları Rusya’ya hazır zayıf iken (ve Çin’le ittifakı henüz pekişmemişken) ölümcül darbeyi vurmaktır. Rusya yüzölçümü açısından dünyanın en büyük ülkesi ve doğal kaynaklar açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Bu kaynakların egemen ve dışa kapalı bir ülkenin elinde bulunması Batı (yani ABD) kapitalizmi için bir ukdedir. Yugoslavya nasıl acımasızca parçalandı ise Rusya’nın da öyle parçalanması, ya da en azından iç mücadelelerle zayıf düşerek yabancı sermayeye teslim olması umulmaktadır.</p><p>3. Ukrayna’nın askeri açıdan Rusya’ya karşı şansı yoktur. İlk kademede muhtemelen iki isyancı ilin tamamının, yani sadece sekiz yıldır isyancıların kontrolünde olan sahanın değil iki ilin tümünün işgali gündeme gelecektir. Dünkü konuşmasında P. bunu açıkça beyan etti. Fakat savaşın o noktada duracağını tahmin etmiyorum. Savaşa girmişken Kiev’i ele geçirmeden durmaları şaşırtıcı olur. Odesa’yı ele geçirip Ukrayna’nın denizle bağını kesmek de öncelikli savaş hedefleri arasında olacaktır tahminimce.</p><p>Acaba Kiev’de dururlar mı? Ruslukla bağı çok zayıf olan Batı Ukrayna’da ayrı bir rejimin yaşamasına göz yumarlar mı? Düşünmeye değer bir konu.</p><p>4. NATO (yani ABD) ilk aşamalarda savaşa müdahale etmez ve edemez. Kara kuvvetleri sevk etmeleri imkansızdır. Dolayısıyla a) teknik ve materyel desteği vererek savaşı mümkün olduğunca uzatmaya ve olabildiğince kanlı geçmesini sağlamaya, b) propaganda dozunu maksimuma çıkararak kamuoyunu ve özellikle müttefikleri galeyana getirmeye çalışacaklardır.</p><p>Önümüzdeki dönemde savaşa dair farklı görüşleri dile getirenlerin Batı dünyasında (ve ABD kontolündeki internet aleminde) çok sert yaptırımlarla karşılaşması kaçınılmaz görünüyor. Özellikle Almanya ve Türkiye bu konuda en katı tedbirlere muhatap olabilir. Ayağınızı denk alın.</p><p>5. Almanya’yı veya Polonya’yı ciddi bir müdahaleye ikna etmek zor görünüyor. Buna karşılık Odesa’nın kontrolü için uzun ve zor geçecek bir çatışmada ABD ve İngiliz donanmasının denizden bir müdahaleye karar vermesi mümkündür. Böyle bir olasılıkta Türkiye’nin savaş dışı kalması son derece zor olur. Montreux antlaşması, Türkiye’nin taraf olmadığı bir savaşta üçüncü ülkelerin Karadeniz’e muharip güç sokmasını hukuken neredeyse imkansız hale getirmektedir. Dolayısıyla Türkiye savaşa katılmak için ağır baskı altında kalabilir, hatta yönetimin direnmesi veya pazarlığı yanlış yürütmesi halinde içte umulmadık siyasi müdahalelerle karşılaşabilir.</p><p>6. Türkiye savaşa girmeye zorlanırsa karşılık olarak talep edebileceği tavizler ne olabilir? Bunları bilmemize imkan yok, ancak fikir gezdirebiliriz.</p><blockquote style="border: none; margin: 0px 0px 0px 40px; padding: 0px; text-align: left;"><p>a) Türkiye dış borçlarının kısmen veya tamamen likidasyonunu talep edebilir.</p><p>b) Suriye’de halen işgal ettiği sahanın, hatta Fırat doğusu dahil olmak üzere daha büyük bir alanın resmen ilhakını isteyebilir.</p><p>c) Ege denizinde ve Doğu Akdeniz’de birtakım haklar ileri sürebilir.</p><p>d) Ermenistan’ın Türkiye ve/veya Azerbaycan tarafından kontrolüne yönelik adımlar önerebilir.</p></blockquote><p>Diğer yandan Türkiye’nin savaşa katılmaktan vazgeçirmek amacıyla Rusya’nın sunabileceği imkanlar da yok değildir. Örneğin yukarıdaki maddelerin ikincisi ve dördüncüsü Rusya’nın da belki karşılayabileceği taleplerdir. Karşıt ihtimalde, doğalgaz ihtiyacının tamamını Rusya, İran ve müttefiklerinden karşılayan Türkiye’nin olası bir gaz ambargosuna nasıl ve ne kadar dayanabileceği meçhuldür.</p><p>7. ABD yönetiminin büyük gürültüyle ilan ettiği “cezalar” ve “yaptırımların” çok etkili olabileceğini sanmıyorum. En azından, okuma fırsatını bulduğum aklı başında Batılı kaynakların bunlara ilişkin fazla bir iyimserliği yoktur. ABD’nin uygulayabileceği her türlü finansal yöntem Rusya kadar Batı ittifakı üyelerine de zarar verir. Buna karşılık Rusya’nın Avrupa’ya uygulayabileceği doğalgaz ambargosu ittifak üyelerinin siyasi uyumunu çok kısa sürede yıpratabilir.</p><p>8. Rusya’nın Ukrayna’yı hızlıca ve fazla zorlanmadan yenmesi halinde Amerika’nın gerek kamuoyu gerek müttefik devletler nezdinde itibarı ciddi ölçüde zedelenecektir. Öyle bir fiyaskoya ABD güvenlik politikalarını yöneten kadroların duyarsız kalacağını düşünmüyorum. Aklıma gelen en kolay yöntem, bölgedeki küçük NATO ülkelerinin, mesela Polonya veya Litvanya’nın sahneleyeceği basit provokasyonlardır. Rusya bunlara cevap vermek zorunda kalırsa o zaman NATO ile Rusya bu kez doğrudan karşı karşıya gelebilirler. Kıyamet senaryosudur. Umalım ki işler o raddeye gelmesin. </p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-77125588602689110542022-02-21T14:24:00.004+03:002022-02-21T14:24:28.957+03:00Index Anatolicus’a ilişkin birkaç not<p><a href="http://www.nisanyanmap.com" target="_blank">Index Anatolicus</a> projesine 2009’da başladım. Web sitesi 2010’da açıldı. 2014-2017 döneminde mecburi mola verdikten sonra 2018’de yeniden ele aldım. O günden bu yana günde ortalama bir saatimi bu siteye ayırıyorum. İçerik konusunda benden başka çalışan yok. Teknik işleri Gökhan yapıyor.</p><p>Sitenin üç amacı var:</p><p>1. Türkiye’deki tüm yerleşim birimlerinin tarih boyunca sahip olduğu adları kaynak göstererek belgelemek. Bu amaca büyük ölçüde ulaştım sanıyorum. Eksikler ve yanlışlar var hala, ama çok açık farkla piyasada tek tabanca olduğumuzu söyleyebilirim.</p><p>2. Türkçe olan ve olmayan adların kaynağını ve/veya anlamını belirlemek. Bu konu dipsiz bir kuyudur. Halk arasında dolaşan rivayetlerin tamamına yakını asılsızdır. Doğruya ulaşmak için Türkçenin, Rumcanın, Kürtçenin, Ermenicenin, Gürcücenin, Süryanicenin yenisini, eskisini, en eskisini, yerel lehçesini tanımak, aktarımdaki bozulmaları hesaba katmak, tarihi kaynakları taramak ve her an yeni bir bilgi kırıntısı için uyanık olmak gerekir. Açıklama gerektirmeyen basit Türkçe isimler dışındakilerin yüzde ellisini çözebilsem kendimi başarılı sayacağım.</p><p>3. Yerleşim birimlerinin (eğer varsa) günümüzdeki ve geçmişteki etnik yapısını kaydetmek. Bu konuya bulaştığım için çok pişmanım. Keşke girmeseydim diye sık sık düşünüyorum. Hepsini birden silip rahat etme kararının eşiğine birçok kez geldim. Kıyamadım.</p><p>Tr’deki kırk bin köyün belki kırk tanesini şahsen tanıyorum. Diğerleri için yazılı kaynaklara ya da sizden gelecek bilgilere ihtiyacım var. Ve maalesef gerek yazılı kaynaklar, gerek kullanıcıdan gelen bilgiler çoğu zaman feci ölçüde yanlış, tek yanlı, kasten veya masumca yanıltıcı. En tipik yanıltmaca, bir yerleşim biriminde mesela üç hane Ermeni (veya Kürt, Türk, Arap, Rum, Laz vs.) varsa o yerin ‘Ermeni (Kürt…) köyü’ diye bildirilmesi. İkinci büyük yanıltmaca, etnik kökeni meçhul ya da ‘sakıncalı’ olan yerler hakkında TC resmi ideolojisine uygun olarak üretilen sahte şecereler. Üçüncü tip yanıltmaca, bir yerin sahibi ya da ağası veya patronu olan ailenin kimliğini o yerin tümüne mal etme alışkanlığı. Bunları fark ettikçe ayıklamaya çalışıyorum. Bugüne dek siteye 40 bine yakın kullanıcı yorumu gelmiş. 25 bin kadarını elemişim. Kalanını kullanıcı imzasıyla yayınlıyorum, benim fikrim değil kullanıcının fikri, bilesiniz diye. Buna rağmen yediğim hakaretin haddi hesabı yok. “Filan yer Kürt köyü değil Türkmendir, Kürtler sonradan geldi, ana avrat vs.”</p><p><b>Ek iki not</b></p><p>* ‘Türk’ ya da ‘Sünni Türk’ Türkiye’nin default kimliğidir. Aksi belirtilmedikçe varsayımdır. O yüzden, kendine ‘Türk’ diyenlerin azınlık ve istisna olduğu Urfa, Hatay, Kars gibi bölgeler dışında bu etiketi kullanmaya gerek duymadım. Bir kere Aydın’ın yahut Kütahya’nın binlerce köyünün her birini ‘Türk’ diye işaretlemek çok monoton ve lüzumsuz bir emek olacaktı. İkincisi ve daha önemlisi, birtakım yerleri ‘Türk’ ya da ‘Sünni Türk’ diye işaretlemek diğerlerinin ‘Türk’ olmadığını ima edecekti. Kavgaya davetiyedir, ne gereği var? Bu düşüncelerle, farklı ve istisnai olanı işaretlemekle yetindim. (Aynı şekilde, Şırnak ve Hakkari’nin tüm köylerini ‘Sünni Kürt’ diye işaretlemeye de gerek görmedim.)</p><p>* Tr’de özellikle ‘Türkmen’ ya da ‘Yörük’ diye tanımlanan toplulukların her birini Oğuzların 24 boyundan birine mal etme alışkanlığı vardır. Söz konusu ‘boyların’ büyük ölçüde mitolojik (efsanevi) olduklarını düşünüyorum. Yani masaldır. Ayrıca boy isimlerinin Osmanlı askeri/idari teşkilatlanması içindeki işlevinin de yanlış anlaşıldığı kanısındayım. O yüzden çeşitli köy ve sülaleleri Kayı, Bayat, Kızık vs. boylarına bağlayan yorumları hiç düşünmeden siliyorum. (Sadece 18. yy’da İran’dan göçen gerçek bir grup olan Kayseri ve çevresi Avşarlarını belirtmeye özen gösterdim.) Bu konularda daha fazla bilgi isteyenler interneti istila eden milyonlarca mitolojik tarih sayfasına danışabilirler. </p><p><b>Komşu ülkeler</b></p><p>Tr coğrafyasını az çok tatmin edici bir şekilde bitirdikten sonra, Türkiye ile yakın tarihi ve demografik bağları olan komşu ilkelerle de ilgilenme ihtiyacı duydum. 2020’de Bulgaristan ve Kuzey Yunanistan’ı, 2021’de K. Makedonya ve Ermenistan Cumhuriyeti’ni Index Anatolicus’a dahil ettim. Bu yerlerin her biri için, Türkiye’nin aksine, en azından 1920’lerden bu yana ayrıntılı resmi kayıtlar vardır. İlgili alfabeleri okumak ve dillere biraz olsun vakıf olmak şartıyla internetten kolayca ulaşılabilir. Ayrıca Balkan ülkeleri için yak. 1910 tarihli Avusturya-Macaristan askeri haritaları, Kafkas ülkeleri için Çarlık dönemi büyük ölçekli haritaları araştırmayı çok kolaylaştıran kaynaklardır. Bu nedenle dört ülkenin yer adları envanterini çıkarmak Tr ile karşılaştırılamayacak ölçüde kolay oldu.</p><p><b>Neden?</b></p><p>İnsan 13+ yıl emek vereceği bir çalışmaya neden girer?</p><p>Elbette başlangıçta duygusal nedenler baş rolü oynar. Türkiye’nin modern tarihi yalanlar üzerine kuruludur. Bu gerçeği ilk fark ettiğim yirmili yaşlarımdan beri beni öfkelendiren bir şeydi. O yüzden, 2009’da o zamanki yayınevim Everest bana bu konuda ‘ufak’ bir çalışma yapmamı önerince hiç düşünmeden kabul ettim.</p><p>Sonra işler değişir. Çalıştıkça daha önce farkında olmadığın yığınlarca bilgi edinirsin. Farklı bakış açılarıyla tanışırsın. Bazı noktalara dokununca neden insanların canhıraş duygusal tepkiler verdiğini düşünmeye başlarsın. Meselelerin bir ya da iki boyutlu değil, yetmiş iki boyutlu olduğunu idrak edersin. Her şeyden önemlisi: Başladığın işi hakkıyla bitirme kaygısı diğer her şeyin önüne geçmeye başlar. İçerik arka plana düşer, kaynak ve kanıt sorunları zihninin büyük kısmını işgal eder. Falan yer filanmış diyoruz. Ne malum? Kim söylemiş? Neden söylemiş?</p><p>13+ yıl süreceğini bilsem girişir miydim? Asla! Olta ve balık gibi biraz. Bir kez tutuldun mu kurtuluşu yok.</p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-49755132232251703852021-12-01T16:50:00.008+03:002021-12-15T21:09:06.153+03:00Aslan Türkler ve yedi düvel meselesi<p><span style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px;">Gelelim şanlı Kurtuluş Savaşınıza. Deniyor ki Cihan Harbi’nden sonra Almanya’yı, Avusturya’yı, Macaristan’ı, Bulgaristan’ı da ezdiler. Ama ezenlere direnip kazanmak sadece Türkiye’ye nasip oldu. Bundan bir milli kahramanlık payesi çıkarmak mümkün müdür? Bir yere kadar mümkündür, evet. Sonuçta bütün dünya “Helal olsun, Türkler yenildi ama direnmeyi bildi, büyük lokmayı aslanın ağzından aldı” diyerek şapka çıkardı mı? Çıkardı. Doğrudur. Haklıdırlar.</span></p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Ama ne yapıyoruz? Her şeye bir de öbür taraftan bakma alışkanlığımızı asla terk etmiyoruz. Bakalım.</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Türkiye’nin içinde bulunduğu ittifak Dünya Savaşında yenildi. Türkiye’nin kendisi de Suriye-Filistin ve Irak cephelerinde ağır hezimetlere uğradı. Savaştan ordusu sıfırlanmış, nüfusu kırılmış, ekonomisi çökmüş, morali bitmiş olarak çıktı.<br /><br />Aralık 1918’den Ağustos 1920’ye dek Paris’in çeşitli banliyölerinde toplanan konferanslarda yenilen ülkelere olağanüstü ağır barış şartları dayatıldı. Orduları tasfiye edildi. Ekonomilerine el kondu. Almanya canı ciğeri olan Alsas ve Loren’i kaybetti; yüz yıl geçse altından kalkamayacağı tazminatlara mahkum edildi. Avusturya-Macaristan imparatorluğu parça pinçik edildi. Bulgaristan’ın öz ana vatan toprağı saydığı Makedonya ile 1913’te hasbelkader kazandığı Batı Trakya elinden alındı. Türklere ise şu cezayı mı verelim, bu cezayı mı verelim diye müzakere ederlerken iş işten geçti; ülkenin neredeyse tümü direniş ordusunun eline geçtikten aylar sonra hayatta uygulama şansı olmayan saçma sapan bir antlaşma imzalatmaya çalıştılar, sonra üç sene boyunca taviz üstüne taviz vere vere sonunda Türklerin kuvvetle istediği her noktada teslim olmak zorunda kaldılar.<br /><br />Neden böyle oldu? Neden Türkler dayatmaya baş kaldırabildi de öbürleri boyun eğdi?</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Almanya'dan başlayalım. Almanya neden direnmedi? Hemen direnemezdi çünkü bizzat savaş alanında tarihinin en büyük yenilgisini almıştı. Galip devletlerle (Fransa ve İngiltere) sınırdaştı. Ordusu yoktu. Kıpırdadığı anda başının ezileceği belliydi. Alttan aldılar. Acı çektiler. Bombayı yirmi yıl sonra patlattılar. Hem öyle Musul’du, Maraş’tı, Boğazların geçiş haklarıydı, Edirne’nin tren istasyonuydu değil, üç azılı düşmanının üçünü de topyekün yok etmecesine Kurtuluş Savaşı’na giriştiler. Fazla iddialı bir başkaldırıydı. Gene yenildiler.</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Avusturya yok edildi, Avrupa’nın göbeğinde milli park boyutlarına indirgendi. Ulus devletler çağında hiç şansı yoktu. Çareyi büyük ağabeylerine sığınmakta buldular.</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Macaristan tarihi topraklarının yüzde altmış küsurunu, sanayiinin yüzde seksenini kaybetti. Horthy ve Bethlen yıllarında direnmeyi denedi ama tasfiyeden aslan payı alan üç düşman devletin – Yugoslavya, Romanya ve Çekoslovakya’nın – demir çemberi içine alınmıştı. Kazanma imkanı yoktu. O da bekledi, intikamını 1940’ta aldı.</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Bulgaristan daha 1913’te Sırp-Yunan ittifakına karşı hezimete uğramıştı. Yeniden aynı ikiliye karşı şansını denemeyi göze alamadı. İkinci Dünya Savaşında fırsat doğduğunda elinden alınan yerlerin tümünü çetin bir mücadeleyle kurtarmayı başardı. Ama bir kez daha, dört yıl sonra, Almanya yenilince onlar da yenik sayıldı.</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Türkiye’ye gelince:</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Türkiye’nin karşısında Yunanistan ile Ermenistan vardı. Yunanın nüfusu Türkiye’nin dörtte biri, ekonomik büyüklüğü üçte biri idi. Üstelik Türkiye bin yıldan beri ordu ve imparatorluk geleneklerine sahip bir ülke iken Yunan’ın milli hasleti üç kişi bir araya gelince dört siyasi hizip üreten türdendi. Savaş boyunca Türklerden çok kendi iç çatışmalarıyla ilgilendiler. Ermenistan ise devlet bile değildi. Üstelik tarihteki tek hamisi olan Rusya oralarda yoktu. Yirmi günde silindir geçmiş gibi ezildiler (Kasım 1920). Dahası, bu iki devlet Dünya Savaşı’nın galiplerinin müttefikleri bile değildi. Ne İngiltere'nin ne Fransa'nın onlara karşı hukuki veya diplomatik bir yükümlülüğü vardı. Maşa gibi kullanıp çöpe attılar. İngilizler katiyen Türk savaşına bulaşmadı; uzaktan seyredip Yunan’ı alkışlamakla yetindi. Fransızlar bir ara dener gibi oldular, iç siyasette en sağdan en sola bütün partiler “Kilikya Macerasına” karşı ayaklanınca, aman tamam deyip kaçtılar.</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Çünkü -- ve işin püf noktası bu -- Dünya Savaşı galiplerinin Türkiye’de ‘hayati çıkarları’ yoktu. Hayati çıkar derken, hani şuradan da parça alsak iyi olur durumunu kastetmiyoruz. Mesela Irak petrollerini kastediyoruz (çünkü 20. yüzyılda petrolsüz bir ülkenin ciddi bir savaşı sürdürme şansı kalmamıştı). Britanya’yı denizlerde mat edecek ya da adasını istila edebilecek bir askeri güç birikimini kastediyoruz. Çin veya Hindistan gibi dev bir pazarı tekeline almayı kastediyoruz. Süveyş Kanalı yahut Malaya Boğazı gibi dünyanın kilit noktalarını kastediyoruz (onlar gitti mi Hindistan da gider Çin de). Türkiye’de böyle bir numara yoktu. Boğazlar mühimceneydi, ama Rusya gidince onlara da pek lüzum kalmadı. Gerisi bir sürü çorak bozkır, yoksul bir ülke, kayda değer bir pazar oluşturamayacak kadar cılız bir nüfus, bir miktar kuru üzüm ile keçi. Hem üstelik Sovyet ihtilalinin olası yayılmacılığına karşı az çok sağlam bir Türkiye lazımdı. Bölünüp parçalanmış, İngiltere’yle beyhude bir kavgada helak olmuş bir Türkiye kime yarar? Türkleri Batıya temelli düşman etmenin kime ne faydası var?</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Bütün bu koşullara rağmen Türkiye yedi düveli dize getirdi, kaybettiği savaşı rövanşta geri aldı, zaferlere doymadı zannetmeyin sakın. Çok şey kaybetti. Ağır bedel ödedi.</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 19px; line-height: 1.6em; margin: 0px 0px 1em;">Arabistan’ı, Suriye’yi, Irak’ı ve Filistin’i 1916-18’de çatışa çatışa kaybetmişti. Geri almaya iştahı yoktu gerçi: Ülkeye egemen olan İttihat ve Terakki kadroları ‘milli devlet’ olmaya karar vermiş, Bakü’yü Bağdat’tan çok önemser olmuşlardı. Bıraktılar. Hayır, 1918’de değil resmen ve hukuken 1923’te Lozan antlaşması ile bıraktılar. (Not: Askeri işgal ilhak değildir. İmza atmadan defter kapanmaz. İzmir de işgal edilmişti ama çatır çatır geri alındı.)</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px;">Savaş öncesinden beri Türkiye’nin yakın tarihte kaybettiği Ege adaları (yalnız 12 Ada değil Kuzey Ege adaları da), Batı Trakya, Batum, Gümrü, Mısır, Kıbrıs üzerinde müktesep hak iddiaları vardı. Bunlar da, el mecbur, terk edildi. İyi mi edildi, kötü mü edildi demiyorum. Türkiye savaşı kaybetti ama kaybettiği her şeyi söke söke geri aldı zannetmeyesiniz diye hatırlatıyorum.</p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px;"><br /></p><p style="color: #24353d; font-family: Spectral, serif, -apple-system, system-ui, "Segoe UI", Roboto, Helvetica, Arial, sans-serif, "Apple Color Emoji", "Segoe UI Emoji", "Segoe UI Symbol"; font-size: 18px; line-height: 1.6em; margin: 0px;">Özeti. Türkleri assak mı kessek mi diye bir süre tartıştılar. Ucuz olsun, bir taşla iki kuş diyerek Yunan’ı Anadolu’ya sürdüler. Bir miktar hırpaladılar. Sonra manasız olduğunu görüp çekildiler. Hepsi bu.</p><p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-63986393487363601342021-11-30T23:21:00.002+03:002021-12-15T20:53:07.848+03:00Şehir adları nereden gelir<p>1960 sonrasında Türkiye’de Türkçe olmayan veya Türkçeye benzemeyen tüm köy adları değiştirilirken il ve ilçe adlarına genellikle dokunulmadı. Bunun başlıca nedeni, köy adları İçişleri Bakanlığı kararnamesiyle değiştirilebilirken ilçe adları için Bakanlar Kurulu kararı, il adları için ise yasa gerekmesiydi.</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;">Cumhuriyet döneminde kanunla yeni isim edinen il merkezi – şehir – adları Karaköse (Karakilise), Kırklareli (Kırkkilise) ve Tunceli’den (Kalan, Dersim) ibarettir. Yazımı düzeltilen Antep (Ayntab), Diyarbakır (Diyarbekir) ve Elazığ (Elaziz) bunlara eklenebilir. Beş yerde doğal coğrafyadan alınan idari birim adı il merkezi olan şehre aktarılmıştır: Ağrı (Karaköse), Batman (Eluh), Bingöl (Çapakçur), Hakkari (Çölemerik), Tekirdağ (Rodosto). Hatay idari birim adı olarak kalmış, il merkezi Antakya adını korumuştur.</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;">1960 öncesinde var olan ilçelerin büyük çoğunluğunun adı aynen korunmuştur. Ancak o dönemde henüz köy olup 1987 ve 1991 reformlarıyla ilçe olan yerlerin pek çoğu ad değişiminden nasiplerini almıştır.</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;">Orta ve Batı Anadolu ile Karadeniz kıyısındaki kentlerin büyük bir kısmının adı Bizans egemenliği döneminden aynen veya ufak telaffuz değişiklikleriyle Türkçeye aktarılmıştır. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Konya, Samsun, Trabzon örnek olartak sayılabilir. Rumcadan (yani Yunancadan) alınan bu isimlerin yaklaşık yarısı daha önceki kültürlerden Yunan dünyasına aktarılan adlar, yarısı Helenistik krallar veya Roma imparatorları döneminde yeni kurulmuş veya adlandırılmış yerlerdir.</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;">Doğu ve Güneydoğu bölgeleri Türk fethinden önce uzunca süre Arap/İslam egemenliği altındaydı. Bu bölgedeki kent adlarının çoğu Türkçeye Arapçadan aktarılmıştır. Ancak öz-Arapça olan Diyarbekir dışındakilerin tümü Arap-öncesi dönemde var olan isimlerdir. Güneydoğudakilerin çoğu esasen Süryani (Arami) dilindedir. Kuzeydoğuda bir iki isim Ermeniceden alınarak Arapça bileşik veya türev oluşturulmuştur. Kuzeydoğudaki diğer birkaç kent adı ya doğrudan Ermeniceden alınmış, ya da Ermeniceden hiç değişmeksizin Arapçaya aktarılmıştır.</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;">Ülkenin en kuzeydoğu köşesindeki iki kentin adı Gürcüceden, en güneydoğu köşesindeki iki kentin adı ise Kürtçeden gelir.</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;">Türkçe olan 28 il ve il merkezi adından üçü beylikler döneminden hanedan adıdır (Aydın, Karaman, Kocaeli). Birkaçı Osmanlı döneminde kurulmuş yeni kentler (Elazığ, Gümüşhane, Nevşehir, Ordu, Osmaniye) ya da önemsiz köy iken yakın dönemde irileşmiş yerlerdir (Düzce, Karabük, Kırıkkale, Mersin, Yalova). Dört yere, yukarıda belirttiğimiz gibi, Cumhuriyet döneminde idari bölgenin Türkçe adı aktarılmıştır (Batman, Bingöl, Tekirdağ, Tunceli). Türk coğrafyasında birçok yerde karşımıza çıkan Çorum ve Yozgat’ın kökeni muğlaktır, ancak cemaat veya topluluk adı oldukları düşünülebilir. Rus idaresi zamanında kurulan Iğdır kentine Ruslar tarafından bölgedeki başka bir kalenin Türkçe ismi verilmiştir.</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><b>Yunancadan alınan il ve il merkezi adları (34)</b></p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><i>Adana</i> (Adana, Yunan-öncesi bir dilden, belki Dana-o kavim adıyla ilgili), <i>Amasya</i> (Amasia, İrani bir dilde kişi adı), Ankara (Ankyra, Yunan-öncesi bir dilden), <i>Antakya</i> (Antiokhia, kral adı), <i>Antalya</i> (Attalia, kral adı), <i>Balıkesir</i> (belki Paliókastro “eski kale”), <i>Bartın</i> (Parthénios, “kız deresi”), <i>Bilecik</i> (Bielo-komi, muhtemelen Slavca), <i>Bolu</i> (Klavdiopoli, kral adı), <i>Burdur</i> (belki Pretoria, Latinceden), <i>Bursa</i> (Prusa, kral adı), <i>Çankırı</i> (Gangra, Yunan-öncesi bir dilden), <i>Edirne</i> (Adrianupoli, kral adı), <i>Giresun</i> (Kerasunda, “kirazlı”), <i>Isparta</i> (Saparda, Yunan-öncesi bir dilden), <i>İstanbul</i> (Kostantinopoli, kral adı), <i>İzmir</i> (Smirni, Yunan-öncesi bir dilden), <i>İzmit</i> (Nikomidia > İznikmid, kral adı), <i>Kastamonu</i> (belki Kastra Komnenon, kale adı), <i>Kayseri</i> (Kaisaria, “kral kenti”), <i>Konya</i> (İkonio, Yunan-öncesi bir dilden), <i>Kütahya</i> (Kotyéo, Yunan-öncesi bir tanrı adından), <i>Malatya</i> (Melitini, Yunan-öncesi bir dilden), Manisa (Magnisía, Tesalya’da bir şehir adından), <i>Muğla</i> (Mogola, kökeni belirsiz, Slavca olması mümkün), <i>Niğde</i> (Nagida veya Nagidos, Yunan-öncesi bir dilden), <i>Rize</i> (Rhizéo, belki “pirinçlik” anlamında), <i>Sakarya</i> (Sangaria, nehir adı, Yunan-öncesi bir dilden), <i>Samsun</i> (Amissos > s-Amison, Yunan-öncesi bir dilden), <i>Sinop</i> (Sinópi, Yunan-öncesi bir dilden), <i>Sivas</i> (Sevastía, “kral kenti”), <i>Tokat</i> (Evtokía veya Dokia, kökeni belirsiz), <i>Trabzon</i> (Trapezunda, “masa tepe”), <i>Zonguldak</i> (belki Sandaráki, “zırnık”, şüpheli)</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;">Adana, Kayseri, Malatya, belki Ankara ve Konya, Rumca adın Arapçada kullanılan biçiminden alınmıştır. Kilis de belki buna eklenebilir. Belki aşağıdaki Arapça listesine aktarılsa daha iyi.</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><b>Türkçeler (28)</b></p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><i>Adapazarı</i>, <i>Adıyaman</i> (“kötü namlı” anlamında, eski adı Hısnımansur Arapçadır), <i>Aksaray</i>, <i>Aydın</i> (hükümdar adı), <i>Batman</i> (esasen nehir adı, üstündeki Malabadi köprüsünün adından; il merkezi <i>Eluh</i> adlı önemsiz bir köy idi), <i>Bingöl</i> (esasen dağ adı; il merkezi <i>Çapakçur</i> Ermeniceden, <i>Çolik</i> belki Zazacadan), <i>Çanakkale</i>, <i>Çorum</i> (kökeni belirsiz, belki bir cemaat adı), <i>Denizli</i> (aslı Domuzlu), <i>Düzce</i>, <i>Elazığ</i> (Mamuretülaziz > Elaziz, Osmanlıca “Abdülaziz kenti”), <i>Eskişehir</i>, <i>Gümüşhane</i> (Rumca Argyrupoli Türkçeden çeviridir), <i>Iğdır</i> (belki bir Oğuz boyu adı, şüpheli), <i>Karabük</i>, <i>Karaman</i> (hükümdar adı; il merkezi olan <i>Larende</i> Yunancadan), <i>Kırıkkale</i>, <i>Kırklareli</i> (1928’e dek Kırkkilise), <i>Kırşehir</i>, <i>Kocaeli</i> (hükümdar adı), <i>Mersin</i> (Mersin İskelesi adından), <i>Nevşehir</i> (Osmanlıca “yenikent”), <i>Ordu</i>, <i>Osmaniye</i>, <i>Tekirdağ</i> (aslı Tekfurdağı, dağ adı; il merkezi Cumhuriyete dek Rodosto idi, Yunancadan), <i>Tunceli</i> (aslı Dersim, kökeni belirsiz), <i>Yalova</i> (Yalak-ova veya Yalı-ova adından), <i>Yozgat</i> (kökeni belirsiz, belki bir cemaat adı)</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><b>Arapçadan veya Arapça üzerinden alınanlar (10)</b></p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><i>Antep</i> (Ayntab, Süryaniceden), <i>Bitlis</i> (Bedlis, Arap-öncesi bir dilden), <i>Diyarbakır</i> (Diyar Bekr, aşiret adından; il merkezi olan <i>Amid/Amed</i> Süryanicedir), <i>Erzincan</i> (Ermeniceden), <i>Erzurum</i> (Erzen-i Rum, muhtemelen Ermenice Ardzn kasaba adından), <i>Kilis</i> (Yunanca Kirros’tan, nihai kökeni muhtemelen bir Sami dili), <i>Maraş</i> (Arap-öncesi bir dilden), <i>Mardin</i> (Süryaniceden), <i>Siirt</i> (Arap-öncesi bir dilden), <i>Urfa</i> (Süryanice Urhay “yollar” anlamında)</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><b>Ermeniceden gelenler (5)</b></p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><i>Ağrı</i> (Ağori/Akori kasaba adı Ermeni-öncesi bir dilden olmalı, Kürtçe uzak olasılık; il merkezi Karakilise > Karaköse Türkçedir), <i>Bayburt</i> (Baberd, berd “kale” anlamında, ancak bileşiğin yapısı şüpheli), <i>Kars</i> (Ermeni-öncesi bir dilden), <i>Muş</i> (muhtemelen Ermeni-öncesi bir dilden), <i>Van</i> (Urartu dilinden)</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;">Arapçaya uyarlanmış şekilde aktarılan Erzincan ve Erzurum de buraya eklenebilir.</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><b>Gürcüceden alınanlar</b>: <i>Ardahan</i>, <i>Artvin</i></p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><b>Kürtçeler</b>: <i>Hakkari</i> (beylik adı, il merkezi <i>Çölemerik</i> Kürtçe olabilir, şüpheli), <i>Şırnak</i> (“Nuh şehri”)</p><p class="western" style="margin-bottom: 0in;"><b>Bilmediklerim</b>: <i>Afyon</i> (sözcük Rumcadan Arapça yoluyla Türkçeye geçmiştir, ancak şehir adının kaynağı muğlaktır), <i>Uşak</i> (“aşıklar” veya “küçük” veya “hizmetçi” yorumları zorlamadır, kökeni bilinmiyor)</p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-88426006657042024022021-10-29T20:49:00.004+03:002021-10-29T20:49:38.802+03:00Yirmi birinci yüzyılda 'bilgi' nasıl üretilir<p>Elbette biliyorsunuz, bilim
insanlarının yüzde 97’si insan kaynaklı küresel ısınmaya (anthropogenic global
warming, AGW) inanıyor.</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">2013’ten bu yana bu bilgi
muhtemelen birkaç yüz faklı kaynaktan karşınıza çıktı. Dünya basınını
izliyorsanız hemen her gün her gazetede bu bilgiye rastladınız. Başkan Obama
bilgiyi Twitter’a taşıdı: “Ninety-seven percent of scientists agree: climate
change is real, man-made and dangerous.” Başkan Biden’ın çevre işleri
temsilcisi John Kerry ona katıldı: “97% percent of the world’s scientists tell
us [climate change] is urgent.” Dünya enformasyon sanayiinin amiral gemisi <i>New
York Times</i>, Mayıs 2013’ten Ekim 2021’e dek ortalama haftada bir kez sihirli
rakamı hatırlatmayı görev bildi: “Based on well-established evidence, about 97
percent of climate scientists have concluded that human-caused climate change
is happening,” “Currently, more than 97 percent of publishing climate
scientists agree: humans are the cause...” “Climate skeptics understand that 97
percent of scientists disagree with them”, “More than 97 percent of climate
scientists are convinced that human-caused...” “A new study of climate
scientists' opinions shows 97 percent agree that”, “More than 97 percent of all
climate scientists think that climate change is real”, “Consensus affirmed:
virtually all climate scientists agree warming ıs manmade”, “Some 97 percent of
scientists who have written in peer-reviewed journals...”<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Google’a “global warming”
ve “97 percent” diye yazınca hemen hepsi genel kabulü tekrarlayan veya varsayan
yaklaşık 625.000 sayfa bulacaksınız. Tartışacak konu kalmamış görünüyor. Geriye
kalan yüzde üç besbelli kaçık olmalı ya da müzmin muhalif. Bunca bilim
insanının kabul ettiği bir gerçeği inkâr etmek başka nasıl izah edilir?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><b>Ne malum<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal">Peki bu bilginin kaynağı
ne? Neden mesela 95 veya 99 değil de 97? Hatta tam söylemek gerekirse %97,1? Kim
saymış?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Kısa bir araştırmayla
kaynağı buluyoruz. Yüzde 97 rakamını ilk ortaya atan değil ama dünya kamuoyuna
maleden, Avustralya, ABD ve Kanadalı dokuz genç araştırmacının 15 Mayıs 2013’te
marjinal bir çevreci dergide yayınladıkları bir makale. Linki şu: <a href="https://iopscience.iop.org/article/10.1088/1748-9326/8/2/024024/pdf">https://iopscience.iop.org/article/10.1088/1748-9326/8/2/024024/pdf</a>.
Makale bir milyon 318 bin kez download edilmiş. Son yılların en başarılı
bilimsel makalesi olarak çeşitli ödüllerle taltif edilmiş. On binlerce atıf
almış.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Araştırma yöntemi şöyle anlatılıyor.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">1991-2012 arasında
yayınlanmış olup ‘global warming’ veya ‘global climate change’ aramalarına
cevap veren toplam 11.944 hakemli (peer-reviewed) makale seçilmiş. Sadece
makale özetleri (abstract) veritabanına yüklenmiş. Tümü Skeptical Science adlı
iklim militanı blogun takipçileri olan 12 kişi ve 12 yardımcı eleman, makale
özetlerini tarayıp yedi kategoriye ayırmışlar. Kategoriler şöyle:<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-left: 14.2pt;">A) İnsan kaynaklı küresel ısınmayı (AGW) rakamsal verilerle savunan, B) AGW’yi
savunan veya var sayan, C) AGW’ye ima yollu değinen, D) Tavır almayan, E) ima
yollu reddeden, F) açıkça reddeden, G) rakamsal verilerle reddeden.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İnanması gerçekten güç
ama makalenin hiçbir yerinde yedi kategorinin rakamsal sonuçları ayrı ayrı belirtilmiyor.
Onun yerine ilk üç kategori ile son üç kategori paçal edilmiş. Sonuçlar:<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; tab-stops: 42.55pt 269.35pt;">A-B-C: Kesin veya belki veya tahminen AGW savunanlar
%32,6<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; tab-stops: 42.55pt 269.35pt;">D: Savunup savunmadığı belli olmayanlar %66,4<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal" style="margin-bottom: .0001pt; margin-bottom: 0cm; tab-stops: 42.55pt 269.35pt;">E-F-G: Kesin veya ima yollu reddedenler %0,7<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"> Kararsızlar %0,3<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Demek ki 1991’den bu yana
akademik dergilere ‘küresel ısınma’ ya da ‘küresel iklim değişikliği’ konulu
yazı yazanların yüzde 32 küsuru “insanlar yüzünden iklim değişiyor” ya da “herhalde
değişiyordur” ya da “değiştiği söyleniyor”, “değişmesi mümkündür” gibi bir
görüş bildirmişler. Yüzde 66’sı, yani üçte ikisi, öyledir ya da değildir gibi
bir beyanda bulunma gereği duymamış. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Peki yüzde 97 nereden
çıktı? Şimdi sıkı durun. Araştırmacılarımız, bilim insanlarının herkesin
mutabık olduğu konular yerine henüz tartışılan ve cevaplanmamış konulara
yoğunlaşmak istemesini anlayışla karşılamışlar (sf. 5), fakat görüş
bildirmeyenleri değerlendirmeye almayı lüzumsuz bulmuşlar. Öyle ya, adamın
böyle hayati bir konuda bir görüşü yoksa fikri neden sorulsun? Sağlam (ya da
tahminen sağlamımsı) görüşü olan yüzde 32,6 artı 0,7’nin yüzde kaçı vardır
demiş? 32,6/33,3 = yüzde 97,1. Buyur!<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Tabii “küresel ısınma” ya
da “küresel iklim değişikliği” konulu makale yazanların peşinen bir yöne
meyilli olduğu, sonuçta bu işin bir meslek ve kariyer meselesi olduğu, AGW’ye
inanmayan ya da umursamayanların bu konuda makale yazma ihtimalinin düşük
olduğu gibi mevzulara hiç girmiyoruz. Onlara girsek sonuç kaç çıkar? 2013’ten
bu yana geçen dokuz yılda rakamlar ne kadar değişmiştir? Bunların hepsi muamma.
Fakat bilgimiz net. Yüzde 97,1. Nicel. Kesin. Bilimsel.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><b>Mihraklar<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal">Ele aldığımız makaleden
kısa bir süre önce bir kamuoyu araştırmaları (public opinion) dergisinde
yayınlanan makaleye göre ABD ahalisinin %39’u bilim insanlarının küresel ısınma
konusunda fikir birliği içinde olduğuna inanıyormuş; oysa görüşü sorulan bilim
insanlarının %97’si küresel ısınmanın bir gerçek olduğunu, %84’ü ise sebebin
kısmen veya tamamen insan kaynaklı olduğunu bildirmiş. (<a href="http://ijpor.oxfordjournals.org/content/early/2011/10/27/ijpor.edr033.short">http://ijpor.oxfordjournals.org/content/early/2011/10/27/ijpor.edr033.short</a>)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Yine aynı dönemde ABD
Bilimler Akademisi’nin dergisinde çıkan bir makalede, iklim konusunda yirmiden
fazla makale yazmış olan 908 bilim
insanından %97’sinin insan kaynaklı küresel ısınmaya inandığını, inanmayan
azınlığın ise – cık cık cık – çok az makale yazan grupta bulunduğu tespit
edilmiş. (<a href="http://www.pnas.org/content/107/27/12107">http://www.pnas.org/content/107/27/12107</a>)<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Dokuz yazarlı makalenin marjinal
bir akademik dergide yayınlandığı tarihte ABD kaynaklı dünya medyasının
tamamında haber konusu olmasını ve ertesi gün (16 Mayıs 2013) ABD başkanı
tarafından yüzde 97 sayısı vurgulanarak alemlere tweetlenmesini de not
ediyoruz.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Konuya ilişkin devasa bir
literatür var. Ayak üstü sekiz on makale okuyabildim. Hemen hepsinde 97 rakamının
sihirli özelliklerine dikkat çekilmiş. Yüzde seksen desen geriye yüzde yirmi
kalır, saygıdeğer bir sayıdır. Yüzde yüz desen kimse inanmaz. 97 ideal sayı,
neredeyse konsensus, arta kalanların ekzantrik ve gayrıciddi kimseler olarak
damgalamaya uygun. Tartışılan konular kutup ayıları filan değil, genellikle
kamuoyu algısı, kognitif teori, bilgi psikolojisi, ikna stratejileri gibi
şeyler. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Çağdaş ‘bilim’ böyle bir
şey.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><b>Sonuç: Isınıyor mu?<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal">Yukarıdakilerden insan
kaynaklı küresel ısınma olmadığı yahut var diyenlerin yalancı olduğu sonucu
çıkar mı? Tabii çıkmaz. Bırakın yüzde doksan yediyi, BİR tane dürüst bilim
insanı var diyor ve delil getiriyorsa ciddiye alınması gereken bir tezdir.
Sayılar arttıkça tez kuvvetlenmez, aksine zayıflar, çünkü kalabalıklar her
zaman tembelliğe ve cahilliğe meyyaldir. Galileo zamanında bilim insanlarının
yüzde kaçı dünyanın evrenin merkezi olduğuna inanıyordu? Darwin okuyan bilim
insanlarının kaçı hemen ikna oldu?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Lakin çağımız demokrasi çağı
olduğundan ahalinin de bir şekilde inanması ya da inandırılması da şart.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Mesele şu: Milyonlarca
okumuş yazmış insanın kıytırık bir makaledeki bariz şarlatanlığı algılamaktan
aciz olduğu bir dünyada, uydurma olduğu apaçık olan bir bilginin 625 bin defa
tekrarlanarak tartışılmaz veri haline gelebildiği bir çağda, dev boyutlu
ekonomik ve siyasi çıkarları ilgilendiren bir konuda, “bilgi” nasıl üretilir?
Nasıl sınanır? Nasıl güvenilir?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Kalmış mıdır ‘bilgi’ diye
bir şey?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-7543483099671986152021-10-02T15:43:00.004+03:002021-10-02T15:43:34.404+03:00Demokratik modelin iflası<p>İkinci Dünya Savaşından
sonra dünyanın büyük bir bölümünde norm olarak benimsenen çok partili demokrasi
günümüzde bir yönetim modeli olarak cazibesini kaybetmiştir. Düne dek az veya
çok başarılı demokrasi deneyleri sayılan bir dizi ülke – Rusya, Hindistan,
Türkiye, Macaristan, Venezuela – demokratik modelden hızla uzaklaşmıştır.
Dünyanın en büyük ve/veya en başarılı ülkelerinden birkaçı – Çin, Singapur,
Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri – çok partili demokrasi modelini öteden
beri ilkesel olarak reddetmektedir. Çok partili demokrasi modelinin anavatanı
sayılan Batı ülkelerinde dahi demokratik düzenin a) yetersizliğine veya b)
sahteliğine ilişkin görüşler yaygınlaşmıştır. Mounk ve Foa’nın araştırmaları,
demokratik düzenin vazgeçilmezliğine olan inancın bellibaşlı Batı ülkelerinin
tümünde yaşla orantılı olarak azaldığını ve genç kuşaklarda yüzde otuzların
altına düştüğünü göstermektedir.</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Öncelikle ‘demokratik’
sayılan rejimlerin bellibaşlı kurumsal özellikleri üzerinde duralım. Üç belirleyici
unsur sayabiliyoruz. 1. Siyasi partilerin açık rekabeti. 2. Halk oyuyla
seçilmiş meclisin nihai egemenliğe (kanun yapma yetkisine) sahip olması. 3.
Kamu yönetiminin (icranın) başının doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından
seçilmesi. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bugünün dünyasında bu ilkelerin
– veya iddiaların – fazla bir geçerliği kalmadığı açıktır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoListParagraph" style="margin-left: 14.2pt; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -14.2pt;"><!--[if !supportLists]-->1.<span style="font-size: 7pt; font-stretch: normal; font-variant-east-asian: normal; font-variant-numeric: normal; line-height: normal;">
</span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span>Toplum yönetiminin en belirleyici boyutlarından biri olan finans yönetimi (para
ve bankalar sistemi) büyük ölçüde icra ve yasama organlarının kontrolü
dışındadır. Eskiden beri belli bir özerkliği vardı, fakat 1980’lerin ‘deregülasyon’
furyasından sonra ulus devletlerin denetim imkanları neredeyse tümüyle ortadan
kalkmıştır. Dolayısıyla, kamu yönetiminin en hayati alanlarından birinde ‘demokratik’
sayılan kurumların fazlaca bir işlevi kalmamıştır. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoListParagraph" style="margin-left: 14.2pt; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -14.2pt;"><!--[if !supportLists]-->2.<span style="font-size: 7pt; font-stretch: normal; font-variant-east-asian: normal; font-variant-numeric: normal; line-height: normal;">
</span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span> Hemen her ülkede silahlı kuvvetler
ve istihbarat kurumları devasa bütçelere ve olağanüstü boyutlarda hareket
serbestliğine kavuşmuştur. Çığırından çıkarılmış bir tehdit algısı (“teröre
karşı savaş”) ve toplumsal paranoyadan beslenen ‘gizlilik’ fetişizmi bu
kurumların siyasi organlarca kontrolünü neredeyse imkansız hale getirmiştir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoListParagraph" style="margin-left: 14.2pt; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -14.2pt;"><!--[if !supportLists]-->3.<span style="font-size: 7pt; font-stretch: normal; font-variant-east-asian: normal; font-variant-numeric: normal; line-height: normal;">
</span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span> ‘Demokrasi’ teorisinin ve kuvvetler
ayrılığı ilkesinin tasarlandığı çağlarda ulusal ekonominin küçük bir payını
temsil eden merkezi devlet bürokrasisi bugün ‘gelişmiş’ ülkelerde ulusal
gelirin yüzde elli ila altmışını yutan bir ejdere dönüşmüştür. Profesyonel
kariyer memurlarından oluşan bu yapının tanım gereği amatör kişilerden oluşan bir
avuç ‘halk temsilcisi’ tarafından ciddi anlamda kontrol edilebileceğini
düşünmek hayal gücümüzü zorlar.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoListParagraph" style="margin-left: 14.2pt; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -14.2pt;"><!--[if !supportLists]-->4.<span style="font-size: 7pt; font-stretch: normal; font-variant-east-asian: normal; font-variant-numeric: normal; line-height: normal;">
</span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span>Seçilmiş organların finans sistemini, silahlı kuvvetleri ve genel olarak
devlet bürokrasisini yönetemediği bir sistemde siyasi partilerin hareket sahası
olağanüstü daralmıştır. Etkinlikleri a) gerçek dünyada karşılığı olmayan birtakım
basit, sembolik sloganlar üretmek, ve b) yandaşlarına – yasal veya yasadışı
yollarla – rant veya istihdam fırsatları yaratmakla sınırlıdır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoListParagraph" style="margin-left: 14.2pt; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -14.2pt;"><!--[if !supportLists]-->5.<span style="font-size: 7pt; font-stretch: normal; font-variant-east-asian: normal; font-variant-numeric: normal; line-height: normal;">
</span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span>Bu iki işlevle kendini sınırlamayan siyasi seçeneklerin başarı şansı sıfıra
yakındır. Çünkü a) siyaset mesleği aşırı derecede pahalılaşmıştır; b) kamuoyu
büyük maddi imkanlara ve kurumsal desteğe sahip yayın organlarınca kolayca
yönlendirilmektedir; c) egemenlerin tasarrufundaki polis yöntemleri son derece
güçlü ve çeşitlidir; varolan düzeni sarsabilecek siyasi aktörleri daha emekleme
aşamasındayken ezmek çocuk oyuncağı olmuştur.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoListParagraph" style="margin-left: 14.2pt; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -14.2pt;"><!--[if !supportLists]-->6.<span style="font-size: 7pt; font-stretch: normal; font-variant-east-asian: normal; font-variant-numeric: normal; line-height: normal;">
</span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span>Devletler arası sahada ekonomik, teknolojik ve örgütsel güç dengesizliği
aşırı boyutlara varmıştır. Bunun sonucu olarak, küçük ve orta boy ülkelerde a)
yayın organlarını, b) siyasi partileri, c) bakan ve parlamenterleri, d) gizlilik
tutkusundan yararlanarak istihbarat örgütü mensuplarını, e) fantezi silah
tutkusundan yararlanarak silahlı kuvvetler mensuplarını satın almak son derece
kolaylaşmıştır. Bu tip ülkelerde siyaset büyük devletlerin stratejik çıkarları
doğrultusunda oynanan bir maskeli oyuna kolayca dönüşebilmektedir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoListParagraph" style="margin-left: 14.2pt; mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -14.2pt;"><!--[if !supportLists]-->7.<span style="font-size: 7pt; font-stretch: normal; font-variant-east-asian: normal; font-variant-numeric: normal; line-height: normal;">
</span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span>Bütün bunların sonucunda siyasetten umudunu kesen halklar çoğu ülkede özel
dünyasına kapanmış, basit ve sembolik birtakım söylemler dışında ülke yönetimine
ilgisini kaybetmiştir. Halkın siyasetten soğuması, saydığımız altı faktörün her
birinin daha da şiddetlenmesi sonucunu doğurur. Halkın ilgi (ve bilgi) yoksunu
olduğu bir ortamda finans sistemi, ordu ve bürokrasi daha başına buyruk, siyasi
partiler daha yoz, yeni seçeneklerin belirmesi daha güç, vicdanını kesesi dolgun olana satma eğilimi
daha güçlüdür.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bu koşullarda, Batı
dünyasının 1945’ten bu yana modernliğin olmazsa olmazı ve medeni hayatın asli
unsuru olarak sunduğu demokratik modelin günümüzde cazibesini büyük ölçüde
yitirmiş olması şaşırtıcı değildir. Nitekim geldiğimiz noktada a) Latin Amerika’da,
b) İslam dünyasında, c) Çin’i olası bir model olarak gören Doğu Asya
ülkelerinde Batı tipi partili demokrasinin halk ve elitler nezdinde itibarı
tükenmeye yüz tutmuştur; d) Doğu Avrupa ve eski Sovyet ülkelerinde demokrası
dışı tercihler yükseliştedir. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Batının öncü ülkelerinde
de son yılların siyasi gelişmeleri, önümüzdeki yıllarda demokratik sistemlerin hızlı
çöküşünü düşünülemeyecek bir ihtimal olmaktan çıkarmış görünüyor.<o:p></o:p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-23876614512691447252021-09-03T18:06:00.003+03:002021-10-02T15:42:55.842+03:00Substack'a buyurun<p>Nişanyan Blog bundan böyle <a href="https://nisanyan.substack.com">Substack'ta </a>hizmetinizde.<br /><br />Eski yazıların tümü yeni adrese taşındı. Blogger'e oranla Substack daha çok okunuyor, tanıtım işlevleri daha iyi, kullanımı daha kolay. Ancak Blogger'e alışık okurlarımın ısrarı üzerine bazı yazılarımı burada da paylaşmayı sürdüreceğim.</p><p>Sevan Nişanyan</p><p><br /><br /></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-63246617829243090612021-09-01T10:15:00.002+03:002021-09-01T10:15:21.516+03:00Dünyanın başındaki bela<p> ABD üç noktada bugün
insanlığın başındaki en büyük belaya dönüşmüştür.</p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">1. Askeri haydutluk. 1
trilyon dolara yaklaşan bütçesiyle ABD güvenlik kurumları fiilen ülke
yönetimine el koymuş, her türlü olası freni bertaraf etmiş, sürekli savaşlar
üreterek gelir ve güçlerini katlama mücadelesine girişmiştir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">2. Entelektüel çürüme.
Üniversiteler ve medya insanlığın binlerce yıllık birikiminden habersiz cahil
bir kuşağın elinde zihinsel iflas halindedir. Düşünsel tükenmişliğini sansürle
örtme sevdasına düşmüştür.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">3. Delirmiş kapitalizm.
Herhangi bir kamusal sorumluluk tanımayan ve para kazanmayı hayatın yegane
meşru amacı olarak gören bir zümre aşırı derecede güçlenmiş, insanlığın ortak
kaynaklarını ve gelecek kuşakların yaşam sahasını kudurmuş bir hızla
tüketmektedir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Şu anda dünyanın en
önemli sorunlarının bunlar olduğunu düşünüyorum. Kalamar yemenin geleneksel
Hanefi fıkhındaki konumu değil.<span style="mso-spacerun: yes;"> </span><o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Son aylarda bazılarınızın
anlamakta zorluk çektiği bazı bakış açılarımın altında yatan ana fikir sanırım
bu.<o:p></o:p></span></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-78576390662628946872021-08-27T17:43:00.005+03:002021-12-15T21:38:35.622+03:00Paşanızın öyküsü<p class="MsoNormal">Aleksandros Karatheodori aslen Edirne Bosnaköy’lü bir Rum ailede doğdu. Babası <b>Stephanos K.</b> Ayvalık
Akademisi’nden sonra Pisa ve Floransa’da tıp ve felsefe okumuş, II. Mahmut’un
şahsi doktoru olmuştu. İstanbul’da kurulan Tıbbiye-i Şahane mektebinde muallimlik
(profesörlük) yaptı; Osmanlıca ve Yunanca ders kitapları yazdı. Türkçe
kaynaklarda İstefanaki Efendi adıyla anılır. Sonraki yıllarında Ortodoks
kilisesini Katoliklerle birleştirme girişimlerine karşı canhıraş bir mücadele
verdi; Katoliklerin hatalarını kanıtlayan sayısız dini ve felsefi risale kaleme
aldı.</p>
<p class="MsoNormal"><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7zzZGUUhBDqQFvGNwOi5LEPHHIpXzKTgTqbYJJjt6MVLU2Dudsri8hX9bhGeEFFvI1AiPAKDuIDJHbDcqLNlWSafJOgmgBWJUVC1Itv_5DYd28WELR9yj4KMyCahiAinJ3DrgFizjQf2f/s1152/Alexandros_Karatheodoris.jpg" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1152" data-original-width="800" height="200" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh7zzZGUUhBDqQFvGNwOi5LEPHHIpXzKTgTqbYJJjt6MVLU2Dudsri8hX9bhGeEFFvI1AiPAKDuIDJHbDcqLNlWSafJOgmgBWJUVC1Itv_5DYd28WELR9yj4KMyCahiAinJ3DrgFizjQf2f/w139-h200/Alexandros_Karatheodoris.jpg" width="139" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Karatodori Paşa</td></tr></tbody></table><b>Aleksandros K.</b> (1833-1906) Paris’te hukuk doktorası yaptı. Dönüşünde Reşit Paşa maiyetinde
ve Hariciye kaleminde görevlendirildi. 1866’da sadrazam Âli Paşanın meşhur
Girit teftişi kadrosunda yer aldı. [Beş ay adada kalan sadrazamın raporu
Osmanlı modernleşmesinin en kapsamlı, en çarpıcı belgelerinden biridir.]<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bir süre Roma büyükelçiliğinde bulundu. 1878’de İstanbul kapılarına dayanan Ruslarla Ayastefanos
Antlaşması görüşmelerini yürüttü; hemen ardından Paşa rütbesiyle Berlin
Kongresinde Osmanlı başmurahhası oldu. Bu atamalarda şüphesiz savaşta hezimete
uğrayıp yıkımın eşiğine gelen Osmanlı Devletini Hıristiyan düvel nazarında sempatik
gösterme çabası rol oynadı. Kongre dönüşü 1878 Aralık ayında kurulan Tunuslu
Hayreddin Paşa kabinesinde Hariciye Nazırı oldu. Osmanlı tarihinde devletin –
Hariciye, Dahiliye, Harbiye gibi – asli organlarından birine yönetici olan ilk gayrimüslim
kişidir. [Karatodori’den sonra sadece iki gayrimüslim, Sava Paşa ve Noradungyan
Efendi, kısa sürelerle Hariciye Nazırı olmuştur.] Yedi ay kaldığı bu görevde iflas
etmiş Osmanlı maliyesinin refinansmanı ve Ulcinj krizi gibi belalı işlerle uğraştı.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwJhY9ucUbWtmKuZg-TIGc0W4agOViTUMR436YsWDbP1f7P2NaDKeOJPA6PtywU0WZ8CG1Q6UImTutdLUGmGpflF54domQDCCCYTUSHZ51H2HhD0kVIbJTPQgtXcyTnDxYnad0wAVD0y1K/s512/samos+cig+2.jpg" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="292" data-original-width="512" height="183" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgwJhY9ucUbWtmKuZg-TIGc0W4agOViTUMR436YsWDbP1f7P2NaDKeOJPA6PtywU0WZ8CG1Q6UImTutdLUGmGpflF54domQDCCCYTUSHZ51H2HhD0kVIbJTPQgtXcyTnDxYnad0wAVD0y1K/s320/samos+cig+2.jpg" width="320" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Samos Türk sigarası</td></tr></tbody></table>1885’te o vakitler Osmanlı
egemenliği altında özerk bir beylik olan Samos Prensliğine (= Sisam Beyliğine)
atandı. On yıllık yönetimi adanın modern çağlardaki en büyük refah dönemine denk
geldi. Kendinden önce (yine İstanbullu) Pavlos Musurus’un prensliği zamanında
temelleri atılan sigara sanayii bu dönemde büyük gelişme gösterdi; Avustralya’dan
Japonya’ya dek tüm dünyada Samos Türk sigaraları tanındı. Vathi-Karlovasi
karayolu açıldı, yeni okullar kuruldu, adanın hemen her köyünde bulunan
görkemli kiliseler – bilhassa bizim köydeki – inşa edildi.<o:p></o:p><p></p>
<p class="MsoNormal">1895’te Abdülhamit
tarafından görevden alınarak Girit’e vali tayin edildi. Bu atama ada Müslümanlarının
büyük tepkisine yol açtı. Yıllardan beri süregelen Hıristiyan isyanına karşı bu
kez Girit Müslümanları ayaklandı; Hıristiyanlar kılıçtan geçirildi. Yedi ay
süren valiliğinin ardından Karatodori görevden alındı.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Son yıllarında bazı Şark
klasiklerini Arapça ve Farsçadan Yunancaya çevirmekle uğraştı. Bu eserleri
maalesef kimse okumadı. Ayrıca Nemrut Dağı üzerine bir kitap kaleme aldığı belirtilse
de bilinen kütüphanelerde bu eserin izine rastlanmadı.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İstanbul’da vefat etti. Kabri
Yeniköy'de Rum kilisesi kabristanındadır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">*<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"></p><table cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="float: left;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhaxWDjp9qVv5QmdwyeqQCncylVISUuq3mw6BVW0wfJyMkkB5GmUAeqhzT4qa3i5tXj12m7SyLd9gNTBlD-0a292eKq5gyKMBOfF7E5bZ_BqgC93nkwfUejH5PcXzrgzAntB8KIS_2go0Ro/s1089/Konstantinos_Karatheodoris.jpg" style="clear: left; margin-bottom: 1em; margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="1089" data-original-width="721" height="320" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhaxWDjp9qVv5QmdwyeqQCncylVISUuq3mw6BVW0wfJyMkkB5GmUAeqhzT4qa3i5tXj12m7SyLd9gNTBlD-0a292eKq5gyKMBOfF7E5bZ_BqgC93nkwfUejH5PcXzrgzAntB8KIS_2go0Ro/s320/Konstantinos_Karatheodoris.jpg" width="212" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Kostaki ef. Karatodori</td></tr></tbody></table>Paşanın kardeşi <b>Konstantinos
K.</b> (1841-1922) Paris Politeknik’te okudu, Turuk ve Meabir Nezaretinde köprü
mühendisi oldu. Başka birçok işinin yanısıra İstanbul surlarının ilk koruma
planını hazırladı. Ağabeysinin ayrılmasından sonra anarşi ve kaosa sürüklenen
Samos’a 1906’da prens atandı. Kısa süren beyliği esnasında adada ilerici
(anti-Abdülhamitçi, ‘İttihatçı’) partinin lideri olan Themistokles Sofulis ile
işbirliği yoluna gitti. Samos Ticaret Odasını ve Vapur Şirketini kurdu. Ancak
Samos Bankası kurma girişimi Yunan hükümetinin şiddetli tepkisiyle
karşılaşınca istifa etmek zorunda kaldı.<o:p></o:p><p></p>
<p class="MsoNormal">Kızını adamızın milli
kahramanı ve daha sonra iki kez Yunanistan başbakanı olan (ve her iki seferinde
memleketin başına olmadık belalar açan) Sofulis ile evlendirdi. Onların torunu
olan diğer Themistokles Sofulis bundan önceki dönemde Yunan meclisinde Samos
milletvekili idi.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İki kardeşin babalarının
amcaoğlu olan diğer <b>Konstantinos K.</b> – Kostaki Efendi – (1802-1879) de
doktordur. Akrabası İstefanaki Efendi ile eş zamanlı olarak Tıbbiye’de hocalık
yaptı. Bakteriyolojihane-i Şahane’nin ilk yöneticisi oldu. 1876’da şüpheli bir şekilde
ölen Sultan Abdülaziz’in otopsi heyetinde yer aldı. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bu zatın torunu olan üçüncü
<b>Konstantinos K.</b> (1873-1950) Yunanistan’ın modern çağlarda en büyük
matematikçisi sayılır. Göttingen ve Münih’te profesördü. 1920’de İzmir’e
gelerek ölü doğan İyonya Üniversitesi’nin (şimdi Alsancak’taki Namık Kemal
Lisesi) kurucu rektörlüğünü yaptı. Başka başarılarının yanısıra Leonhard Euler’in
toplu eserlerinin editörüdür.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-49002558307161540952021-08-20T17:09:00.002+03:002021-08-26T18:11:01.562+03:00İzmir-Kabil hattı<p>“Danışıklı döğüş, bunlar
Amerikan uşağı” iddialarını hiçbir şekilde inandırıcı bulmuyorum. Elbette
birtakım anlaşmalar olmuştur. “Olaysız çekilmeme izin ver, geride kalan
elemanlarıma çok zarar verme, vitrinini iyi düzenle ki ben kendi kamuoyuma
karşı zorda kalmayayım, karşılığında sana bir miktar levazımat bırakayım, belki
para da veririm, Zurnik dağında senin canını yakacak adamlarıma yardımı keserim”
denmiştir. Yenilen ordular da düşmanla görüşür, mütareke pazarlığı yapar.</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Mücahidîn hareketini ta
1979’larda Amerika’nın destekleyip silahlandırdığı bilinen bir şey. Taliban’ı
da direkt olmasa da Pakistan vasıtasıyla Amerika’nın uzun süre kollamış olduğu
söyleniyor. Mümkün. Fakat bunları Amerika kurdu demek fazlaca küstah bir
çıkarım olur. Toplumların kendi iç dinamikleri var. Afganistan gibi binlerce
yıllık mücadele tarihi olan bir ülkede, Amerika’nın bırak isyan örgütlemeyi, 42
yılın sonunda isyanın dinamiklerini hakkıyla kavrayacak üç tane uzman
yetiştirebildiği şüpheli.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Amerika bu olayda tam
manasıyla hezimete uğramıştır. Olay yeri sadece Afganistan değil; oradan ABD
askerinin kazasız belasız çıkması başarı bile sayılabilir. Yenilgi globaldir.
ABD dünya çapında yenilmiştir. Pakistan’da, Taiwan’da, Filipin'de, Ukrayna’da, Baltık ülkelerinde, Kürdistan’da
yenilmiştir. Şımarık, güvenilmez, sahtekar, yolsuzluğa batmış, askeri açıdan
beceriksiz bir güç olduğu kabak gibi ortaya çıkmıştır. Bunun sonuçları,
Afganistan’da Talebeden koparılmış olabilecek birkaç kıytırık tavizden çok daha
büyüktür.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">1919-1922 harbinde
İngiltere’nin rolünü de böyle görmek lazım. TC rejimi şüphesiz İngiltere ile
bir dizi açık ve kapalı müzakere sonucu kuruldu; İngilizlere birtakım önemli
tavizler verildi; karşılığında 1933’e dek üstü kapalı, 1933’ten sonra açık
İngiliz desteği alındı. Ama bundan TC’yi İngilizler kurdu sonucu çıkmaz.
1922-23’ün İngiliz İmparatorluğu açısından ağır bir yenilgi olduğu gerçeği de
ortadan kalkmaz.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">O imparatorluğun 1919-20’de
başlayıp 1960-64’te noktalanan epik çöküşünde, 1922 İzmir yenilgisi önemli
dönüm noktalarından biri, belki başlıcasıdır. Dileyelim ki 2021 Kabil yenilgisi
de bu sefer benzer bir dönüşün başlangıcı olsun.<o:p></o:p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com16tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-88669313519051920062021-08-19T15:23:00.006+03:002021-08-19T20:05:04.920+03:00Afganistan, Çin, Türkiye<p>15. yüzyıla dek Afganistan
dünyanın sayılı zengin ülkelerinden biriydi. Herat, Gazne, Belh kentlerinin
kalabalığı, kültürü, şaşaası İslam aleminde dillere destandı. Gazne’de dünya
edebiyatının başyapıtlarından biri olan Şahname yazıldı, hükümdar tarafından
ağırlığınca altınla ödüllendirildi. Belh’te çağın büyük bilim adamları yetişti.
Mezar-ı Şerif’teki camie bakın (1480-81), meseleyi anlarsınız.</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"></p><table align="center" cellpadding="0" cellspacing="0" class="tr-caption-container" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><tbody><tr><td style="text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhe_kIi5NL7z0WDJUiFixGf9C3QL4uHN_wC6_Ey5wW_vieFKK4iOw-6otM8A38VNsamrBM19ebdbfd_9p5TMCleS41t1BRWFKfLOjnbnlFwkD8N7ou53guzlPhXT6ETU5VGSJFxKuGTXaLh/s965/Mazar-e_sharif_-_Steve_Evans.jpg" style="margin-left: auto; margin-right: auto;"><img border="0" data-original-height="695" data-original-width="965" height="288" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhe_kIi5NL7z0WDJUiFixGf9C3QL4uHN_wC6_Ey5wW_vieFKK4iOw-6otM8A38VNsamrBM19ebdbfd_9p5TMCleS41t1BRWFKfLOjnbnlFwkD8N7ou53guzlPhXT6ETU5VGSJFxKuGTXaLh/w400-h288/Mazar-e_sharif_-_Steve_Evans.jpg" width="400" /></a></td></tr><tr><td class="tr-caption" style="text-align: center;">Mezar-ı Şerif</td></tr></tbody></table>Zenginliğin kaynağı, tabii,
doğu-batı ticaretiydi. Pekin ile İstanbul arasındaki en kısa karayolu Afganistan’dan
geçer. İlk bakışta göremeyebilirsiniz ama Pekin ile Hindistan arasındaki en
gerçekçi karayolu da buradan geçer. Çin’in ipeği ile Roma’nın altını, Hint’in bilimi ve baharatı bu yollarda buluşştu. Her durakta bir miktar haraç ödedi,
bir miktar hizmet satın aldı, buna rağmen dudak uçuklatacak kadar kâr etmeyi
başardı.<o:p></o:p><p></p>
<p class="MsoNormal">Agresif bir güç olan
Osmanlı’nın türemesi ve 1453’te İstanbul’u zaptetmesiyle doğu-batı karayolu ticareti
kesildi. Elli yıl sonra Avrupalının Hindistan deniz yolunu ve ardından Atlantik’i
keşfetmesiyle temelli öldü. Afganistan’ın yavaş çöküşü başladı. 18. yüzyılda
son bir hırsla şahlanıp önce İran’ı, peşinden Hindistan’ı fethedip
yağmaladılar. Sürdüremediler. Hindistan’da sürekli Afgan tehdidinden usanan
İngilizler, meseleyi kökünden çözmek için 1839-42’de Afganistan’ı istila edip
taş üstünde taş bırakmadılar, ekonomik altyapıyı çökerttiler, sistemli olarak
tarlaları yaktılar, şehirleri talan ettiler, ülkenin siyasi yapısını altüst
ettiler. O zamandan beri Afganistan dünya haritasında kara bir deliktir.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Şöyle düşünün: İstanbul’dan
arabaya – yahut motora – atlayıp Pekin’e seyahat etmeyi kim istemez? Ama ekstrem
maceracılar dışında kimse cesaret etmez, çünkü yol üstünde bela dağı gibi
Afganistan vardır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">*<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Çin’in bugün en büyük
hayalininn Belt and Road projesi olduğu söyleniyor. Projenin amacı Çin’i bir
yandan Myanmar ve Pakistan limanları yoluyla Hint/Arap Okyanusuna, diğer yandan
Orta Asya’yı aşan demiryolları ve otoyollarla Akdeniz’e bağlamaktır. Başarılı
olursa Eski Dünya kıtasında yüzlerce yıl sürecek bir kalkınma ve barış dönemine
yol açması umuluyor. Söylem bu, en azından.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Afganistan bu projenin
kilididir. Orası ciddi bir şekilde entegre edilmedikçe B&R cılız bir
girişim olmaktan öteye geçemez. ABD belasının bölgeden def edilmesiyle bu yönde
önemli bir adım atılmış görünüyor.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Tabii Afganistan’ın
açılması yeterli değildir. Yolun devamındaki iki ülkenin de projeye katılması
şarttır. İran’ı ikna etmek çok zor olmasa gerek. Türkiye’nin tavrını ise zaman
gösterecek.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p><br /><p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com6tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-63792117975970115912021-08-17T20:00:00.003+03:002021-08-17T20:22:38.780+03:00Afganistan, özet<p>ABD’nin Afganistan’ı
işgalinin temel nedeni sınırsız kibir ve cehalettir. Cehalet derken, insan
soyunun binlerce yıllık tecrübeden çıkardığı derslerden ve ahlaki ilkelerden
habersiz ergen psikolojisini kastediyorum. “Hey Joe” dediler, bu Efgen midir
nedir bize kafa tutuyor. Ezer miyiz? Ezeriz. Hem Rusya, jeopolitik, istikrar,
güç projeksiyonu vs. Alem görsün kim daha uzağa işer.</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Elbette ‘stratejik analiz’ler
ısmarladılar ve kullandılar. Sidik yarışına bir kez karar verince gerekçe üretmek
kolaydır. Ve unutmayın ki o analizleri üreten akademik memurların yönlendirici güdüsü
hakikat aşkı değil, üstlerinin gözüne girmektir. Yüzlercesini okudum;
biliyorum. Hemen hepsi deli saçmasıdır: afaki varsayımlar, keyfi çıkarımlar, rastgele
yorumlar, klişelerden ibaret tarih bilgisi.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Amerikan toplumu 11 Eylül
olaylarından sonra panik içindeydi. ‘Duruma hakimiz, sidiğimiz şiddetli’ mesajı
verilmezse kontrolü kaybetmekten korktular. Daha vahimi, anketlerde başkanın puanının
düşmesinden korktular. Haritada Afganistan’ın yerini bulmaktan aciz bir budala
olan küçük Bush’u ikna ettiler.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Medyadaki kiralık
kalemler vasıtasıyla muazzam bir isteri yaratıldı. Kötüler kim? Efgenler.
Cezalandıralım mı? En şedit şekilde. Kimsenin aklına gelmedi sormak, birkaç bin
kişilik bir çeteyi – eğer öyle bir çete varsa ve 11 Eylül saldırılarını
gerçekten onlar yapmışsa ve karargahlarını akşamdan sabaha Pakistan’a çekecek akılları
yoksa – cezalandırmanın tek yolu dünyanın öbür ucundaki bir ülkeyi zaptedip,
halkını esir alıp, ücra dağ köylerini bombalamak mıdır diye. Para mı dedin?
Lafı olmaz, al sana 100 milyar avans, daha lazım olursa sakın çekinme. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Ondan sonrası Yağma Hasan’ın
böreğidir. Yaratılan isteri ikliminde onlar istedikçe Kongre verdi. Bir
istediler, beş verdi. Vermekten imtina eden Kongre üyelerini rüşvetle, olmadı
şantajla ikna ettiler. Sonuç olarak trilyonlarca dolardan söz ediyoruz (kimi
kaynaklarda 1 trilyon, kimilerinde 2,4 trilyon rakamı geçiyor). Bütün Türkiye
nüfusunun bir yılda kazandığı toplam paradan fazla. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bu para vergi ve borç
olarak halktan toplandı, bir kısım kişilere ödendi. Sahada olan ve olmayan
askerlere ödendi. Yol, bina, istihkam, elektronik altyapı sunan taşeronlara
ödendi. “İşte teknolojinin son harikası, götünden ateş saçan zilli zürafa” diye
gelen şarlatanlara ödendi. “Hey mistır, bende çok acayip bilgiler var size
indirimli bir milyon” diyen yerli üçkağıtçıya ödendi. Ben Efgen yemeği yemem
diyerek isyan eden Johnny’ye Amerikadan uçakla Burger King getirtmeye ödendi. Bu
şaklabanlığı Amerika ve dünya halkına satmak için görevlendirilen binlerce
think thankçi analist ile köşe yazarına ödendi (“zavallı Efgen kadınları, bakın
Fatema nasıl ağlıyor”). Para nasılsa boldu, komisyonlar uçuktu, yarısı cebe
inse sorun edecek kimse yoktu. Komşum yerken ben neden aç kalayım? <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Afganistan’ın düne dek en
zengin kişisi mesleğe Amerikan üssünde tercüman olarak başlamış. Yeter mi bu
bilgi? <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İşgal uzadıkça milleti
kandıracak bir gerekçe lazım oldu. “Ulus inşa ediyoruz” dediler. Sokaktan topladıkları
çapulculardan ve üç beş maaşa milletini satmaktan gocunmayacaklardan 300 bin
kişilik bir silahlı kuvvet kurdular. Başkaca hiçbir şey yapmadılar. Afganistan’ın
ulusal geliri yirmi yılda dünyadaki fakir ülkelerin hemen hepsinden daha az
arttı. Buna karşılık ülkenin tamamını yirmi yıl terörize ettiler. Köyleri
yaktılar. Tarlalarda köpek gibi insan avladılar. Kuşku duyduklarını sokak
ortasında çoluk çocuğu önünde infaz ettiler. “Yanlışlıkla” düğün bombaladılar. “Yanlışlıkla”
okul bombaladılar. “Yanlışlıkla” hastane bombaladılar. Son üç yılda,
yenildikleri ve çekilecekleri belli olduğu halde, havadan 15 bin bomba attılar.
Bomba. Düşün. Köyüne, sokağına, iş yerine.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bu işin sonu olmadığını, yirmi
yılda inşa ettikleri ulusun çöpten gecekondu olduğunu bilmiyorlar mıydı? Çoğu
biliyordu yahut seziyordu sanırım. 2018’de sızdırılan Afganistan evraklarında
açıkça görülüyor, en üst düzey generaller iç yazışmalarda her şeyin farkında,
ama sıra kamuoyuna konuşmaya gelince hepsi gözünü kırpmadan yalan söylüyor.
Neden? Çünkü hepsi sonuçta memur. İstenmeyen gerçekleri dile getirmenin
sonuçlarından korkuyor. Neme lazım, bir kahraman ben miyim diye düşünüyor. Hain
ilan edilmekten, aşağılanmaktan korkuyor. Ayrıca tezgah güzel, neden bir süre
olsun istifade etmesin? Emeklilik vakti gelince düşünürüz.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Demek ki sebepler bir
değil üçmüş. Önce kibir ve cehalet. Sonra menfaat. Son olarak korku, bencillik
ve yalan. Hepsi bu kadar. Başkaca da hiçbir elle tutulur mantığı yok yirmi
yıllık savaşın. Ve Irak’ın, Suriye’nin, Yemen’in, Somali’nin ve diğerlerinin.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Umalım ki zincirleme bir çözülmenin
ilk halkası olur Afganistan hezimeti.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Taliban daha mı iyi? En
ufak bir fikrim yok. İyimser olduğumu söyleyemem. Belki tutundukları absürt
dogmalar yüzünden bir müddet hayatı Afgan halkının bir kısmına zindan ederler,
sonra hayat doğal akışına girer. Belki de girmez. Kim bilir?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Ancak bunca insanın,
sahteliği gün gibi aşikar olan propaganda formüllerine bu denli kolay kanıp,
papağan gibi o formülleri tekrarlamaya başlaması bana artık hakikaten
dayanılmaz gelmeye başladı. Onu da söylemiş olayım.<o:p></o:p></p><p class="MsoNormal">Medeniyet götürmüşlermiş. Sikimin medeniyeti.</p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdQ9i_wvlAyrH_-F-o_aQLN1aqRDClV1FvQ2tcK1DKMJEEI-RJmPjwbnLUv7oN7d-xc-NWsF-Tv0gTOCU5ouyca44XNveq0pmmdw0cZXUsD03U13IzwKO1VeKHNJQ2sUtwWWtNIqPKLIHR/s864/thumbs_b_c_cb1e29dbbe926cb556d02a8408227460+%25281%2529.jpg" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="486" data-original-width="864" height="225" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdQ9i_wvlAyrH_-F-o_aQLN1aqRDClV1FvQ2tcK1DKMJEEI-RJmPjwbnLUv7oN7d-xc-NWsF-Tv0gTOCU5ouyca44XNveq0pmmdw0cZXUsD03U13IzwKO1VeKHNJQ2sUtwWWtNIqPKLIHR/w400-h225/thumbs_b_c_cb1e29dbbe926cb556d02a8408227460+%25281%2529.jpg" width="400" /></a></div><br /><p></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>
<p class="MsoNormal"> <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"> <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"> <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com14tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-22257941690816023642021-08-16T13:26:00.001+03:002021-08-16T13:26:53.950+03:00Kırk beş yıllık tecavüzün sonu<p></p><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2kgxTAi9qCJV3ILeQfagcuzlQe4vO_NaR0kAspzBfV807Zj9-7sLKeudz2x6JY0B6La8TMa_OLDePv4chT5jpUYOe3lm4YefpDhQUqsV7tMU9v1CCCP2NUKCOrOLgDeh1PIljFDf36Vn9/s965/Taliban.JPG" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="384" data-original-width="965" height="159" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh2kgxTAi9qCJV3ILeQfagcuzlQe4vO_NaR0kAspzBfV807Zj9-7sLKeudz2x6JY0B6La8TMa_OLDePv4chT5jpUYOe3lm4YefpDhQUqsV7tMU9v1CCCP2NUKCOrOLgDeh1PIljFDf36Vn9/w400-h159/Taliban.JPG" width="400" /></a></div><br />Batı basının ‘Taliban’
adını verdiği Afganistan İslam Emirliği hakkında 25 senedir bildiğinizi
zannettiğiniz her şey, istisnasız HER ŞEY, Amerikan savaş propagandasıdır.
Savaş propagandası tanım gereği yalandır. Amacı düşmanın moralini bozmak, yanıltmak,
aklını karıştırmak, olası dostların gözünü boyamaktır. Bir şey bilmiyorsunuz.
Bilmiyoruz. Falan yerde kadınları kırbaçlamışlar mı, sebebi neymiş, yapan
kimmiş, münferit olay mıymış sistemli bir davranış mıymış, bilmiyoruz. Geçmişteki
davranışları şimdi ne yapacaklarının kanıtı mıymış, bilmiyoruz. Ben şahsen
bilmiyorum. İki üç tane simgeye bakıp hazır analiz paketlerinden birini satın
alanları acıklı buluyorum.<p></p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Net bildiğimiz bir şey
var. Dünyanın en uzak ve kapalı bölgelerinden biri olan bu zavallı ülke son 45
yılda Amerikalılar tarafından – ve çok daha düşük bir düzeyde Ruslar tarafından
– evire çevire sikildi. Muazzam bir kibir ve hoyratlıkla, evet ırkçılıkla,
insanların hayatı altüst edildi. Köyler ve kasabalar yakıldı. Kurumlar
mahvedildi. İki kuşak insan korku ve aşağılama altında yaşatıldı. Genç
insanların hayat beklentileri yok edildi. Asgari bilgi ve yetenek sahibi olanlar
yurt dışına göçe zorlandı. Doğal kaynaklar yağmalandı. Yüz binlerce sıradan insan
öldürüldü. Yüz binlercesi hapsedildi, dayak yedi, işkence gördü.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İlk fitili yakan değerli
hocam Z. Brzezinski ile çevresindeki bir gruptu. Sovyetler Birliğinin iki
yumuşak karnından birinin Orta Asya olduğuna karar verdiler. Afganistan karışırsa
Tacikistan ile Özbekistan da karışır diye hesapladılar. Karıştırdılar. Açmaz
karşısında kalan Sovyet yönetimi işgalden başka çare bulamadı. Dokuz yıl ülkede kaldılar.
Beyhude bir gayretle altyapı geliştirip, eğitim teşkilatı kurup, kızlara eğitim
ve meslek alanı açıp, sağlık hizmetleri sağlayıp memleketi adam etmeye
çalıştılar. Olmadı. Amerikalılar bu sefer Reagan’ın adamı Caspar Weinberger
marifetiyle ülkedeki İslami direnişi kışkırttılar. Suudi parası ve
eğitmenleriyle yabancı militanları devreye soktular. Pakistan’ı İslamcı Afgan direnişçilerine
üs ve lojistik destek vermeye ikna ettiler. 1989’da Sovyetler pes edip çekildi.
Ülke kaosa yuvarlandı. Eroin ticaretini kontrol eden kuzeyli (Türk) savaş
ağaları galip gelir gibi olunca güneyde Pakistan’ın desteğiyle Taliban hareketi
başlatıldı. 1997-98’de savaş ağalarını yenip ülkenin büyük bir bölümünde az çok
barışa benzer bir şeyi tesis etmeyi başardılar.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">2001’den sonrası tam bir
sahtekarlıktır. Bu seferki Amerikan işgalinin makul hiçbir stratejik amacı ve
çıkış (=galibiyet) vizyonu yoktu. 11 Eylül saldırılarını bahane edip, paniğe
kapılmış Amerikan kamuoyunu gaza getirdiler. Kendilerine yirmi sene boyunca
sınırsız fon (1 trilyon dolar deniyor), itibar ve kariyer fırsatı veren bir
oyun sahası açtılar. ‘Ülkeyi Talibancılığa karşı aşılıyoruz’ anlatısısı, en
azından bugün gündemde olan diğer aşılar kadar aldatmaca idi. Kalıcı olabilecek
hiçbir şey yapmadılar. Ülkenin şehirlerinde işgal kuvvetlerine taşeronluk,
rüşvet ve uyuşturucu ticareti üzerine kurulu bir parazit katmanı yaratmakla
yetindiler. Ayrıldıkları gün o yapının çökeceğini pekala biliyorlardı. (Son
aylarda bunun tonla belgesi, yazışması yayınlandı.) Umurlarında olmadı.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İslam Emirliğinin simge
ve sloganlarını bir de bu açıdan değerlendirin isterseniz. O kıyafetler,
sarıklar, sakallar, geçmiş tarihin çöplüğünden derlenmiş söz yığınları bir
meydan okumadır. Gücünüze meydan okuyoruz diyorlar, 45 senedir bize cehennemi
yaşatan medeniyetinize lanet olsun! Kravatlı adamları ve pantolonlu kadınları
tanımışlar çünkü. Alçaklıklarını biliyorlar.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Ha, o kıyafetler ve o
sloganlar bir derde deva mıdır, o belli değil henüz. Yaşarsak belki görürüz. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-89521711208588342502021-08-12T21:17:00.003+03:002021-08-12T21:17:54.087+03:00İklim krizine hazırlanıyoruz<p>Pandemi fırtınası dinince
bu sefer iklim krizine yüklenecekleri anlaşılıyor. Halkın sürekli panik ve
şaşkınlık içinde tutulması lazım ki otoriteden medet umsun, “birlik ve
beraberliğe her zamankinden çok muhtaç olduğumuz şu elim günlerde” soru sormaya
cüret edenlerden nefret etsin.</p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Pandemi paniğinin şimdilik
net iki sonucu oldu. 1) Devletler yetki ve müdahale alanlarını iki yıl önce
tahayyül edilemeyecek oranda artırdılar. 2) Büyük sermaye kuruluşlarına
fırsattan istifade devasa fon aktarıldı. İklim krizi bahanesiyle de belli ki
aynı operasyonu tekrarlamayı deneyecekler.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Ancak bu sefer durum biraz
farklı görünüyor.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Birincisi, ‘pandemi’
soytarılığının aksine bu sefer kriz büyük ihtimalle gerçek ve boyutları çok
vahim. Yalnız iklim değil, ekosistemin topyekün çöküşüyle karşı karşıyayız:
denizlerin ölümü, orman alanlarının tükenmesi, hayvan ve böcek türlerinin yok
olması, doğal kaynakların tükenmesi, temiz su kaynaklarının tükenmesi, tarımsal
arazinin dejenerasyonu, vb.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">İkincisi, bu krizin şayet
insan eliyle yumuşatılması veya önlenmesi sözkonusu ise, yapılabilecek
olanların devlet ve sermaye gücünü artırmayı değil, aksine azaltmayı
gerektirdiği çok açık.<o:p></o:p></span></p>
<blockquote style="border: none; margin: 0px 0px 0px 40px; padding: 0px; text-align: left;"><p class="MsoListParagraphCxSpFirst" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><span style="mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;"><span style="mso-list: Ignore;">1.<span style="font: 7.0pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span><span style="mso-ansi-language: TR;">Fosil yakıt kullanımının sıfırlanması,<o:p></o:p></span></p><p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><span style="mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;"><span style="mso-list: Ignore;">2.<span style="font: 7.0pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span><span style="mso-ansi-language: TR;">Elektrik tüketiminin radikal bir şekilde azaltılması,<o:p></o:p></span></p><p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><span style="mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;"><span style="mso-list: Ignore;">3.<span style="font: 7.0pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span><span style="mso-ansi-language: TR;">Uluslararası ticaret ve ulaşımın radikal biçimde kısıtlanması,<o:p></o:p></span></p><p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><span style="mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;"><span style="mso-list: Ignore;">4.<span style="font: 7.0pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span><span style="mso-ansi-language: TR;">En büyük kirlilik ve enerji tüketimi alanı olan askeri sektörün küçültülmesi,<o:p></o:p></span></p><p class="MsoListParagraphCxSpMiddle" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><span style="mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;"><span style="mso-list: Ignore;">5.<span style="font: 7.0pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span><span style="mso-ansi-language: TR;">Madencilik ve kimya sektörlerinin radikal biçimde küçültülmesi,<o:p></o:p></span></p><p class="MsoListParagraphCxSpLast" style="mso-list: l0 level1 lfo1; text-indent: -18.0pt;"><span style="mso-ansi-language: TR; mso-bidi-font-family: Calibri; mso-bidi-theme-font: minor-latin;"><span style="mso-list: Ignore;">6.<span style="font: 7.0pt "Times New Roman";">
</span></span></span><!--[endif]--><span dir="LTR"></span><span style="mso-ansi-language: TR;">Şehirleşmenin başlıca motoru olan bürokratik güç yığılmasının önlenmesi.<o:p></o:p></span></p></blockquote>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Devletlerin temel
içgüdüleri ile bu gerçekler karşı karşıya geldiğinde nasıl çözüm bulacaklar, </span>doğrusu merak ediyorum.</p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Devletlerin, sermayenin
ve halkların ahmaklık düzeyi göz önüne alındığında muhtemeldir ki yapılması
gerekenlerin tam tersi yapılacak ve topyekün felaketle karşılaşıncaya dek geri
adım atılmayacaktır.<o:p></o:p></span></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com9tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-9335804403850439992021-08-04T20:50:00.003+03:002021-08-04T20:50:45.167+03:00Özgür irade, hayvanlık, yapay zeka<p>Özgür irade paradoksu
Antik Çağ filozoflarından beri bilinen bir konu (belki Antik Çağ değil, Ortaçağ
skolastikleridir, şimdi bakmaya üşendim). <i>Post facto</i> düşündüğünde insan
davranışlarının her birinin yeterli sebebi vardır. Sıkıca akıl yürütürsen
aslında başka türlü davranamayacağını anlarsın. Demek ki özgürlük hayaldir. Tüm
faktörleri doğru olarak hesaplayan bir yabancı – mesela bir algoritma – senin bir
sonraki adımını kesine yakın bir şekilde tahmin edebilir. Oysa sübjektif olarak
sürecin her anında özgür iradenle karar verdiğini – yani böyle değil öbür türlü
davranma ihtimalinin aynı derecede geçerli olduğunu – bilirsin. Son derece
berrak ve kuvvetli bir duygudur. Hiçbir kuvvet bu bilinci yalanlayamaz.</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Kollektif eylemlerde de
aynı paradoks geçerlidir. İyi bir tarihçi, geçmişte olan her şeyin yeterli
sebebini teşhis edebilir. Dolayısıyla tarihçinin bakış açısından geçmiş,
kaçınılmazdır. Başka türlü olabilir miydi sorusu anlamsızdır, çünkü başka türlü
olamazdı. Oysa biliyoruz ki yaşanan tarihte aktörlerin hiç biri olacakları
önceden emin olarak kestiremez. Tarihin kendisi sınırsız bir özgürlük alanı
olarak yaşanır. Öyle olmasa hiç kimse hiçbir eylemi tartışmazdı. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">*<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Şimdi hadiseye başka bir
açıdan bakalım.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Şimdi biliyoruz ki insan
aklı bir tabula rasa değildir. Doğuştan son derece kapsamlı ve karmaşık bir
dizi bilgi ile donatılmıştır. O bilgi altyapısı olmadan, sadece tecrübi yoldan
bilgilenmek mümkün değildir. Bir dizi a priori’den yola çıkarız. Bunların bir
kısmı tüm hayvanlar aleminde ortaktır, bir kısmını sadece yüksek hayvanlarla
veya bazı memeli türleriyle paylaşırız. Bir kısmı ise – dil yeteneği (generative/recursive
grammar) gibi – türe özgüdür. [Leyleklerin göçünü, karıncaların yuvasını,
köpeklerin geçen arabalara havlamasını, bülbülün ötüşünü düşünün.]<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">A priori bilgilerimizin
en önemlilerinden biri canlı ile cansızı (daha doğrusu hayvan ile non-hayvanı)
ayırma güdüsüdür. Her insan yavrusu doğumdan birkaç hafta sonra bu bilgi ile
donanır. Çok güçlü, hemen hemen yanılmaz bir bilgidir. Görür görmez biliriz. Saniyenin
fraksiyonu içinde anlarız. En belirsiz durumlarda, mahlukun gözüne bakınca anlarız.
Bu kabiliyet olmasa türün varlığını sürdürmesi mümkün olmazdı.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Hayvan demek şu demek: Ne
yapacağını kabaca kestirebilirsin ama hiçbir zaman tam bilemezsin. Çünkü hayvan
algılar ve ne tepki vereceğine iradesiyle karar verir. Yani özgürdür. İradesi kara
bir kutudur. Yönelimleri o kutudan kaynaklanır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bunun farkına varmak
önemli. Özgür irade meselesi hep insan bağlamında tartışıldı. Oysa zoolojik bir
evrenseldir. Deniz analarından maymunlara kadar her hayvan için – gitgide genişleyen
ve karmaşıklaşan parametreler dahilinde – geçerlidir. Kaçacak mı saldıracak mı?
Sağdan mı vuracak soldan mı? Buyur, özgür irade. Prensipte insanınkinden en
ufak bir farkı yok.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Gerçekten var mı
kertenkelenin özgür iradesi? Bilmiyorum. Yalnız şunu biliyorum ki insan beyni
olarak başka türlüsünü düşünemem. Hazır donanımımız bu: fabrika ayarı. Hiçbir
kuvvet beni başka türlü düşünmeye – bunun canlı bir kertenkele değil bir tür
programlı robot olduğuna – ikna edemez.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"> *<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Yapay zekâ teorileri bu
yüzden bana pek inandırıcı gelmiyor. İnsan – ve hatta hayvan – iradesini bir
dizi algoritmaya indirgemeyi tahayyül edenler bence temel bir felsefi hatadan yola
çıkıyorlar. O yüzden kaba bilgisayar kuvvetiyle algoritmalarını sonsuza dek
rafine de etseler, ta 1950’lerde ilan ettikleri hedeflere bir adım yaklaşabilmiş değiller.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"> <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com15tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-33091082989414896612021-08-03T00:14:00.002+03:002021-08-03T00:14:58.266+03:00Bilim neden coşar, neden durur<p><i>İslam, hukuk vb. konulu </i><i>30 Temmuz günkü blogumun yorumlar kısmında bir arkadaş can alıcı soruyu
sormuş:</i></p>
<p class="MsoNormal"><i>“Avrupa hangi farka
istinaden modern anlamda bilim kurumunu ihdas edebilmiştir de İslam dünyasında
bu gerçekleşmemiştir?<o:p></o:p></i></p>
<p class="MsoNormal"><i>Orta çağda Avrupa'da kiliseden
bağımsız sivil bir okumuş sınıf mı ortaya çıktı? Böyleyse aynı şey İslam
dünyasında neden olmadı?”<o:p></o:p></i></p>
<p class="MsoNormal"><i>Şöyle cevapladım.<o:p></o:p></i></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>
<p class="MsoNormal">Temel fark, Rönesansı
izleyen devirde Avrupalı bilim insanlarının kurumsal otoriteye (özetle
kiliseye/dine, ki üniversite kurumu da onun bir parçası idi) kafa tutma hevesi
ve alışkanlığı olmalı. İslam bilimi yabana atılır bir gelenek değildir; ama bu
özelliği yoktur. Büyük ölçüde İslam dünyasından kopya olan Avrupa (Ortaçağ)
üniversitesinde de yoktur.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İsimleri hatırlıyoruz: Galileo, Bacon, Harvey, Kepler,
Descartes, Leibnitz, Newton, Boyle, Lavoisier, Darwin, Pasteur... Hepsi mevcut
entelektüel otoritenin inanç ve geleneklerine açıkça ve meydan okuyarak karşı
çıkmışlar. Kafa tutmayı bir itibar vesilesi ve ahlaki ödev saymışlar. Tesadüfen
birtakım yeni/aykırı sonuçlara varmak değil mesele: yaşamsal bir dava, bir
varoluş mücadelesi. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bu heves ve alışkanlığı
nereden edindiler? Beş faktör sayabiliyorum:<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">1. Başlıca faktör kilise/üniversitenin
kurumsal çerçevesi dışında bağımsız güç odaklarının ortaya çıkmasıdır: aristokrasi,
saray, onların desteklediği bilimsel cemiyetler. Arkanı bir yere dayamadan
otoriteye meydan okuyamazsın.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Saydığım kişilerin
yanılmıyorsam hepsi üniversite okumuş, fakat bilimsel kariyerlerinin büyük kısmını
üniversite dışında yapmışlar. Kılıç (ve para) sahiplerinden coşkulu destek bulmuşlar.
<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">2. Avrupa’nın global hegemonyasının
getirdiği ekonomik refah, maddi imkanlar. Para yoksa bilim yapamazsın; açık uçlu
bilimsel araştırmalara kaynak dökemezsin.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İslam’ın parlak çağındaki
bilimsel canlılığın temelinde de ekonomik refah vardır. Ancak 16. yy’da Asya ve
Amerika ticaretinin Avrupalıların eline geçmesiyle kaynaklar kurumuştur. İslam
dünyasının rekabet gücü kalmamıştır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">3. Avrupa’nın siyasi bölünmüşlüğü
ve buna karşılık bilim camiasının devletler-üstü entegrasyonu/dayanışması.
Kendi ülkende başın sıkıştığında Fransız Akademisinden yahut Weimar dükasından
gelecek bir davet, kitabın Paris’te sansüre uğradığında İsviçre ya da Hollanda’da
bastırma olanağı cankurtarandır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Aynı koşullar 15. yy
ortalarına dek İslam dünyasında da geçerliydi. Belh’te sıkışan soluğu Konya’da yahut
Bağdat’ta alabilir, Kurtuba’da ilgi görmeyen Kahire yahut İsfahan
medreselerinde sıcak bir yuva bulabilirdi. Osmanlı ve Safevi
merkeziyetçiliğinin egemen olmasıyla o imkan büyük ölçüde ortadan kalktı.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">4. Büyük coğrafi keşiflerin
etkisiyle geleneksel entelektüel otoritenin sarsılması. Aristo’nun haberdar
olmadığı kıtaları bulmuşsan geleneği artık kim ciddiye alır?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">5. Matbaa sayesinde yeni
fikirlerin hızla ve nispeten kontrolsüz yayılması. Matbaa olmadan Galileo’nun
yahut Newton’ın buluşları kaç kişiye ulaşırdı? “Hocam rektörümüz fikirlerini
uygun bulmuyor, yazıcılar da çekiniyor haliyle” argümanıyla kim başa çıkabilir?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">*<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bu açıdan bakıldığında,
bilimsel çalışmayı milli birlik ve beraberliğin bir cüzü, ulusal kalkınmanın destek
unsuru olarak değerlendiren ülkelerde bilimin neden yüz yılda bir arpa boyu yol
almadığı kolayca anlaşılır sanıyorum.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Batı dünyasında İkinci
Dünya Savaşından bu yana devasa bir sermaye gücünün hizmetkarına dönüşen
bilimin – askeri teknolojiler dışında – neden yönünü ve üretkenliğini
kaybettiği sorusuna da belki bu gözlemler bir nebze olsun ışık tutabilir.<o:p></o:p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com4tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-30482125065039728262021-08-01T22:58:00.004+03:002021-08-01T22:58:36.521+03:00Doktora tezi nasıl yazılır<p><span style="background-color: white; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px;"><i>Sosyalbilimler.org dergisi için yazdığım makale</i></span></p><p><span style="background-color: white; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px;">Doktora tezimi düşünmeye başladığım günlerde Türkiye’de 12 Eylül rejiminin kara perdesi aralanmaya başlamış, yeni anayasa tartışılmış, yeni siyasi partilerin kuruluşu gündeme düşmüştü. Yıl 1982-83. Kesinlikle Türkiye hakkında yazmayacağım, dedim. Daha geniş soluklu bir şey olsun istedim. Dünyada Türkiye’ninkine benzer bir berzahtan geçen ülkelerde süreç nasıl işlemiş, sonuç ne olmuş? Adı üstünde,</span><span style="background-color: white; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px;"> </span><em style="box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px;">Comparative Politics</em><span style="background-color: white; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px;">!</span></p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">Taradım. Dünyada İkinci Savaş’tan sonraki dönemde kırk küsur örnekte geçici bir askeri diktatörlüğün ardından az veya çok serbest seçimli çok partili düzene geçilmiş. İlginçtir ki neredeyse hepsinde, askeri rejimin temsil ettiği değerlere en zıt olan muhalif parti ilk seçimlerde galip gelmiş. Askeri rejim rekabetçi ortama geçtikten sonraki ilk fırsatta siyasi sahada yenilgiye uğramış. Türkiye’de de o hâlde seçime katılmasına izin verilirse Süleyman Demirel’in, yoksa ona en yakın siyasi seçeneği temsil eden Turgut Özal’ın kazanmasına banko gözüyle bakabiliriz.</p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">En uygun vaka incelemesi olarak Peru, Brezilya ve Arjantin’i seçtim. Uçağa atlayıp Peru’ya gittim. Arşivlere daldım, siyasi aktörlerle mülakatlar yaptım. Dışarıdan bir bakış açısıyla yaklaşınca konular bazen daha net, daha rasyonel bir şekilde kavranabiliyor. Dönüşte klavye adeta parmaklarım arasından aktı. “12 Yıllık Askeri Rejimin Gerileyiş ve Çöküşü” başlıklı yüz sayfalık ön araştırma raporu üç dört haftada tamamlandı. Yazması bir keyifti. Geceleri sabahın körüne dek coşkuyla, çalakalem yazı yazıldı. Sonuç da hiç fena olmadı: Şimdi kırk yıla yakın süreden sonra tekrar okuduğumda analiz gayet sağlam, tezler özgün ve ilgi çekici, argümanlar tutarlı, sunuş derli toplu geliyor bana. Öğrenci getirse hiç düşünmeden A verilecek kâğıt.</p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">Tabii doktora tezi için bir tez lazım. Sonra o tezi disiplinin teorik çerçeveleri içinde bir yere oturtmak, başlıca ekolleri tartışmak, yapay ayrım eksenleri oluşturmak, ekollerden bir iki tanesini harcamak, bir iki tanesine burun kıvırarak doğruluk payı tanımak, bir tanesini —mümkünse en az taraftarı olan ve en uçuk görüneni— beğenmek, sonra; anlatacağın hikâyeyi hiç alakası olmasa da o tezin içine yerleştirecek terminolojiyi oluşturmak lazım. Bunca pırıl pırıl genç insanın en verimli çağından ortalama beş seneyi yiyen süreç odur. Böyle buyurmuş Hazreti Popper. Önce teori.</p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">Ben bir buçuk yıl dayandım. Önce şık bir tez formüle ettim. ‘Askeri rejim’, ‘diktatörlük’, ‘serbest seçim’, ‘çok partili sistem’, ‘muhalefet’ kavramlarını literatüre zengin referanslarla tanımladım. Sonra siyasi analizde ‘tahmin’ ya da ‘öngörü’ (<em style="box-sizing: inherit;">prediction</em>) ne anlama gelir meselesine daldım. Sonsuz sayıda oyuncunun rol aldığı bir oyunda ‘sonuç’ ne anlamda tahmin edilebilir? Tahminin doğru olup olmadığı nasıl anlaşılır? <em style="box-sizing: inherit;">Scenario</em> ve model kavramlarının farkı nedir? İyi bir senaryoyu kötüsünden nasıl ayırt edersin? Sonuçta ‘bilim’ olduğu iddia edilen <em style="box-sizing: inherit;">PoliSci</em> disiplinini yepyeni temeller üzerinde yeniden inşa etmiş bulunduğuma kanaat getirdim. 1985 ilkbaharında tez önerisini komisyona sunup savundum. Tabii yaldızlı A ile geçtim. Sonra “manyak mıyım ben hayat boyu bu saçmalıkla mı uğraşacağım” deyip bıraktım.</p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">Halbuki somut vaka analiziyle yetinsem bir buçuk yılda bırak üç ülkeyi, on üç tanesinin hakkından gelemez miydim? Çok daha okunaklı, işe yarar bir tez çıkmaz mıydı? İnsanlığa fayda, hadi çok iddialı olur diyelim, tezi okuyacak üç tane profesörün bile ufukları açılmaz, kafaları yeni bilgi ve bakış açılarıyla dolmaz mıydı? Peki teori de lazım. Kabul. Ama arabayı atın önüne koşmak yerine arkaya bıraksam, sonsözde üç beş tane akıllıca gözlem ve çıkarımla işi bağlayamaz mıydım? Üç sayfa yeter mi? Fazla fazla yeter.</p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">Yirmi küsur yaşındaki talebenin teori paralamasının kime ne faydası olabilir? Onu da düşünebilecek olgunlukta değildim henüz.</p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">O günden bugüne bana ‘hocam tezimi ne üzerine yazayım’ diye gelen herkese tavsiyem aynıdır: Bilgi devşir, bilgi derle, bilgi aktar.</p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">Dünya dediğin ham bilgi dağlarıyla dolu bir yer. Uyanık bir gözle ve yeterli merakla hangisini kazsan altından maden çıkar. O cevheri toplamak, elekten geçirmek, temizlemek, tasnif etmek, paketlemek, etiketlemek çömez bir bilim insanının yapabileceği en hayırlı iştir. Teori, meta-madenciliktir. Uzun yılların tecrübelerinden —hem kendinin hem başkalarının tecrübelerinden— damıtacağın hikmet yumurtalarıdır. Emeklilik ufukta göründüğünde, anılarını yazma ihtiyacı kendini hissettirdiğinde onu da yaparsın, sabret.</p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">Bu devirde, kütüphane rafları yazılmış milyon tane doktora tezinin ağırlığıyla bel verirken özgün doktora tezi yazılabilir mi, ellenmemiş konu mu kaldı diye soran oluyor. Bilginin ne denli sonsuz bir kıta olduğunu bilmeyenlerdir onlar. Ya da tez deyince yazılmış bayat tezleri harmanlayıp yeniden sofraya sürmeyi anlayanlar. “Konu söyle” deyince ayak üstü yüz tanesi üşüşüyor aklıma. Buyur, ara dönemden demokratik rejime geçen kırk küsur ülkenin seçim dinamikleri. Henüz kimse yazmadı. Ansızın aklıma takılan konu, Hizan’ın yüz küsur köyünün fiziksel tipolojisi ve farklı köy tiplerinin 19 ve 20. yüzyıldaki toplumsal trajedilerle korelasyonu, bakir mevzu. Matbaanın ilk yüz yılında Batı’da İslam hakkındaki polemikler: Döküm çıkar, tasnif et. Anadolu evliya menkıbeleriyle Bizans aziz menkıbelerinin kıyaslamalı analizi. Döküm çıkar, listele, yan yana koy, ilk aklına gelenleri yaz. Hazine bulacağın kesin.</p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">Benim bildiğim insan ve toplum bilimlerinde durum böyle. Doğa bilimlerinin de farklı olacağını sanmıyorum.</p><p style="background-color: white; box-sizing: inherit; color: #0c0c0c; font-family: "Noto Serif"; font-size: 16px; margin: 0px 0px 24px;">Cevher yerine değersiz moloz toplama riski yok mudur? Vardır elbette. Madeni cüruftan ayırt edecek asgari donanımın yoksa boşa vakit harcayabilirsin. Fakat şundan eminim ki, malzemeyle fiilen haşır neşir olan insan, büsbütün akılsız değilse, kısa zamanda değerliyi değersizden, kaliteliyi molozdan ayırt edecek beceriyi edinir. Hocası eğer işe yarar biriyse onun da az veya çok yardım edeceğini varsaymak lazım.</p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-71624537508487180752021-07-30T13:22:00.001+03:002021-07-30T13:22:14.863+03:00Seçme saçmalar: Hukuk, İslam, Allah kelamı vs.<p><i>“Laik toplumlarda
kanunlar kutsal değildir. Zaman içinde insanların gelişen ihtiyaçlarına göre hukukta
iyileştirme yapılabilir. Laik toplumlarda insanlar kendi yasalarını yapar, tanrı
onların dünyada yaptıklarına karışmaz.”</i></p>
<p class="MsoNormal">Kanunları alelumum ‘insanlar’
yapmaz. ‘Birileri’ yapar. “Kanunlar zaman ve zemine göre değiştirilebilir”
dediğiniz zaman kimin ne zaman ve hangi koşullarda değiştirebileceğini de
belirtmeniz gerekir. Yoksa birileri çıkar “arkadaşlar yarın beni padişah ilan edeceğiz”
der, yahut gece yarısı torba yasa çıkarır, gık diyemezsin.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Karşı taraf haklı mıdır,
haksız mıdır ayrı mevzu. Ama laiklik hayranlarının yüz senedir halâ karşı
tarafın <i>gerekçesini </i>fark etmemiş görünmeleri hayreti muciptir. Karşı
taraf diyor ki, kanunlar kutsaldır. Yani kafana esti diye zırt pırt değiştiremezsin.
O yetkiyi sana verirsek sonucu kaçınılmaz bir kesinlikle zorbalıktır, hukukun
paçavra edilmesidir. Hukuku zamana uydurmak gerekiyor ise nasıl uydurulacağına
devlet sopasını elinde tutanlar değil, ak sakallı alimler karar versin.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Ayrıca, müsterih olun, tanrı
bir şeye karışmaz. Çünkü tanrı hayaldir. Sadece yasa yapmanın farklı yöntemleri
vardır. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><i>“Roma imparatorluğunda
kanunlarla toplumda kutsal olan ve olmayan net bir şekilde ayrılmıştır. Laiklik
esas alınmıştır.”<o:p></o:p></i></p>
<p class="MsoNormal">Biraz Roma tarihi bilen
bilir ki Roma hukuku ve siyasi kurumları iliğine kadar dini inanç ve törelerle yoğrulmuştur;
dinsizliğin, dine zarar vermenin cezası ölümdür. Merak ediyorsanız Mommsen yahut Fustel de
Coulanges okuyun. Eski Roma dini geniş meşrepli olduğundan insanları çok
üzmemiştir. Hıristiyanlık resmi din olduğunda ise muhtemelen insanlık tarihinin
en feci yobazlık sahneleri yaşandı. Yanlış inanç sahipleri acımasızca kovuşturuldu,
tapınakları yakıldı, dini zulümden kaçanlar yüzünden koca vilayetler ıssız
kaldı.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Kutsal olanla dünyevinin
ayrışması Batı Avrupa Ortaçağının eseridir. Roma devleti Batıda yıkılınca
kilise uzun süre tek medeni otorite mercii olarak kaldı. Sonra devletler
yeniden güçlenince gücünü onlarla paylaşmamak için çatır çatır direndi. Sonunda
otoriteyi paylaşmaktan ve birbirinin alanına fazla bulaşmamayı kabul etmekten
başka çare bulamadılar.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Doğu Roma’da devlet
çökmediği için böyle bir şey olmadı. Ne Bizans’ta, ne Rusya’da, ne Osmanlı’da o
yüzden din ve devletin ayrılması diye bir şey duyulmamıştır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><i>“Kuranın tanrıdan
geldiğine inanıldığından değiştirilemez özelliği vardır. Bu durumda Kurandaki
toplum yönetim yasalarını, hukuku değiştirebilir misiniz? Değiştiremezsiniz.”<o:p></o:p></i></p>
<p class="MsoNormal">Kuran’da birtakım şiirsel
imgeler, muğlak deklarasyonlar, ne manaya geldiği belirsiz meseller ve bolca
öfke krizi vardır. Hemen her ayetin zıddını söyleyen bir ayet illa ki bulunur.
Bu tuhaf metinden (ve onu tamamlamak için uydurulan on binlerce hadisten) bir
hukuk sistemi kendiliğinden üremedi. Üretmek için çağın en parlak alimleri canhıraş
bir gayretle 200 sene uğraştılar. Ürettikleri sistemi yorumlamak için, eskisi
kadar parlak olmayan varisleri bin küsur senedir hala uğraşıyor. Siz orada değiştirilmez
bir tanrı yasası bulduğunuzu iddia ediyorsanız yolunuz açık olsun.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İslam hukukunun iki ana
yolu ve dört tali mezhebi (ve tabii bugün terk edilmiş olan onlarca
alternatifi) Abbasi devletinin ilk yüzyıllarında oluşturuldu. Yani Kuran’ın
telifinden kaba hesap 100 ila 200 yıl
sonra. Allah’ı referans göstermeleri <i>politik</i> bir tercihti. Aşırı
güçlenen ve meşruiyet zemini sarsak olan halife devletine karşı hukuk mesleği
sırtını “Allah kelamına” dayama ihtiyacını hissetti. Buyur askeriye senin,
vergi senin, ama hukuk senin tasarrufunda değil, ilmiye sınıfının tekelidir
dediler. Senin kılıcın varsa bizim de Allahımız ve kitabımız var diye kendi kendilerini
teselli ettiler. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Son derece akıllıca bir
hamleydi. Sonuçta ilim mesleğinin yüzyıllar içinde aşırı derecede
muhafazakarlaşmasına, kılıç sahibinin tasallutuna karşı istiridye gibi içine
kapanmasına yol açtı, o ayrı mevzu.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bugün “İslam değişir mi?
Değişmez!” diyerek kendi sorup kendi cevaplayanların bu hakikatleri aklında
tutmasında yarar vardır. İslam hukuku konusunda ahkam kesmeyi toplumun en cahil
ve ezik sınıflarına terk edip sonra onların kalın kafalılığından şikayet etmek
pek de rasyonel bir tavır olmasa gerek.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com9tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-11178659818242396182021-07-28T20:27:00.006+03:002021-07-29T00:54:28.702+03:00Türkçe öğrenelim: kelepçe, kalafat, tolga<p><i>Nişanyan Sözlük’e
artık çok vakit ayırmıyorum. Gene de ara sıra girip bir şeyler eklediğim ya da
düzelttiğim oluyor. Son günlerde üst üste üç tane eksik ve yanlışımı yakaladım.
Kendi kendime kızdım.</i></p>
<p class="MsoNormal"><b>Kelepçe<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal"><b>Kelâb</b> veya <b>kelâbe</b> Farsça “iplik kangalı”.
Farsçanın klasik sözlüğü Burhan-ı Katı’ya göre “iplik ve iplik saracak çark
manasınadır ki bir nev’ine <b>kelâbçe</b> veya <b>kelâbçek</b> tabir olunur.” Meninski
sözlüğü (1680) kelâb maddesinde sözcüğün Türkçesini <i>keleve</i> diye
aktarmış, “keleve ki üstüne iplik sararlar ve ol sarılan iplik” tanımını
vermiş. Türkçe <b>kelepçe/kelebçe</b> sözcüğüne ilk kez değinen Vefik Paşa (1876),
bunu iplik kangalı anlamında keleb ile irtibatlandırmış: “bileğe takılan küçük
keleb”. Vefik Paşa’dan daha titiz bir dilci olan Şemseddin Sami (1900) o topa
girmemiş, kelepçe’yi tanımlamakla yetinmiş: “derdest edilen ashab-ı ceraimin
kaçmamak için bileklerine takılan çifte halka.” <i>Türk Dilinin Sözde Etimolojik Sözlüğü</i>
yazarı Hasan Eren (1999), Ligeti ve Räsänen’e istinaden kelepçeyi Farsça kelâbe
(“büyük iplik çilesi”) + ça küçültme ekiyle izah etmiş. Andreas Tietze (2016) Eren’in
açıklamasını aktarmış fakat bağlayıcı bir görüş belirtmemiş. TDK Türkçe Sözlük
sözcüğün ‘Farsça’ olduğunu belirtmiş, başkaca açıklamaya gerek duymamış. Nişanyan garip ne yapsın, sözlüğünün 2002,
2009, 2018 baskılarında Farsça kelâb+çe etimolojisini tekrarlamakla yetinmiş. Kalabalığa uy ki
yanılmayasın.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Geçenlerde bir şey için
Çağatayca bir metne göz atarken birden uyandım: “<b>bilekce</b>, mahpusların ve
suçluların ellerine takılan iki boyunduruk.” Buradaki bilek bildiğimiz bilek
olabilir, ama “iki şeyi bir araya getirme, birleştirme” anlamında <b>bile</b>
ile anlam bağı eski dilde daha belirgin. Kelepçe belli ki bunun deforme edilmiş
hali. Belki argo ya da bilinçli bir espri.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Kelâbçe diye Farsçadan
alıntı, hayli marjinal bir kelime de varmış belli ki. Lakin “üstüne iplik sarılan çark” ile
bildiğimiz kelepçenin makul bir anlam bağı yok ki? Ne çarka benzer meret, ne de
iplikle akrabalığı var.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><b>Kalafat<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal">Eski usul ahşap
teknelerle tanışıklığı olanlar bilir, her yaz başında tahtaların arası kazınır,
açık olan yerler üstüpü veya fitille doldurulur, sonra elde primüs ocağı zift
eritilip aralarına dökülür. Bu işlemin adı kalafatlamak. Türkçeye Rumcadan
alınma bir sözcük. Gerçi Arapçada da <b>qalfaṭ</b> var aynı anlamda, fakat
bunun hayli geç bir alıntı olduğu anlaşılıyor. Erken devir Arapçada cumhurun c’siyle
<b>calfaṭa</b> <span dir="RTL" face=""Arial","sans-serif"" lang="AR-SA" style="mso-ansi-language: TR; mso-ascii-font-family: Calibri; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-font-family: Arial; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-hansi-font-family: Calibri; mso-hansi-theme-font: minor-latin;">جلفطة</span><span dir="LTR"></span><span dir="LTR"></span><span lang="AR-SA"><span dir="LTR"></span><span dir="LTR"></span> </span>kullanılmış, bu da
yapıca yabancı olduğu bariz bir sözcük.<span dir="RTL"></span><span dir="RTL"></span><span dir="RTL" face=""Arial","sans-serif"" style="mso-ansi-language: TR; mso-ascii-font-family: Calibri; mso-ascii-theme-font: minor-latin; mso-bidi-font-family: Arial; mso-bidi-theme-font: minor-bidi; mso-hansi-font-family: Calibri; mso-hansi-theme-font: minor-latin;"><span dir="RTL"></span><span dir="RTL"></span> </span><span dir="LTR"></span><span dir="LTR"></span><span dir="LTR"></span><span dir="LTR"></span> Yunanca <b>kalafátis</b> <i>καλαφάτης</i> 7. yy’ın ilk çeyreğinde yazı yazmış
Hieron adlı birinin eserinde ilk kez karşımıza çıkıyor, gayet net bir teknik terim. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Buraya kadar sorun yok.
Sonra hangi şeytan aklımı dürtmüşse, sözlüğün ikinci baskısını hazırladığım
dönemde, 2009’dan bir süre önce (yaptığım düzeltmelere time stamp koymayı 2009’da
akıl ettim) bu kelimenin Arapça kılıf ile kökdeş olduğunu ve belki Arap-öncesi
Sami dillerinden alınmış olabileceğini belirtme gereği duymuşum. Bir daha da dönüp bakmamışım. Deli saçması
tabii. Kökeni gayet net olan bir sözcük. Ortaçağ Latincesinde <b>calefacere</b>
“ateşte ısıtmak, harlamak, alazlamak”, fiil-sıfatı <b>calefatus</b> veya <b>calafatus</b>,
İtalyancası <b>calefato/calafato</b>. Kalori ve kaloriferle aynı kökten bir
kelime. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İlginçtir ki şoför de
aynı kökten. Latince ve İtalyancada başta ka- olan ses Fransızca avam
telaffuzunda şa- olur, Lüleburgazın l’si ise önce w’ye dönüşür, sonra bitişik
ünlüyü o’ya çevirip kaybolur. Yani Latince /kal/ > Fransızca /şo/. Basit.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><b>Tolga<o:p></o:p></b></p>
<p class="MsoNormal">13. yy’da Türkçeye girmiş
silah, savaş ve ordu düzeni ile ilgili pek çok kelime gibi “miğfer” anlamında
tolganın da Moğolcadan alınma olduğu bilinen bir şey, bütün kaynaklarda yazar, <b>doğulğa</b>,
<b>davulğa</b> gibi varyantları da gösterilir.
Buraya kadar sorun yok. Nişanyan da umumi kabule uyup Moğolcadır demiş.
Daha derinine girmemiş.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Geçenlerde korsan kitap
sitelerinde gezinirken Andras Rajki’nin Moğolca Etimoloji Sözlüğü’ne denk
geldim, ona göz atarken birden hop! Moğolca <b>tolğay</b> veya <b>toluğay</b> neymiş?
Bildiğimiz “baş, kafa”, tüm düz ve mecazi anlamlarda, insan başı, tepe başı,
büyük ve küçük baş hayvan, işin başı, baş ağrısı, ayrıca serpuş, başlık, sarık
ve saire. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Dil bilmemek kötü şey.
Böyle bariz şeyler bile gözünden kaçabiliyor.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>
<p class="MsoNormal"><o:p> </o:p></p>
<p class="MsoNormal"> <o:p></o:p></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com7tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-35147531620576362512021-07-21T13:26:00.002+03:002021-07-21T13:26:18.613+03:00Fifiler hakkında<p><span lang="EL"><i>Bu yazıyı Facebook'ta paylaştığım için 30 gün yasaklandım. Korkunç bir çağda yaşıyoruz.</i><br /><br />Birincisi, ABD, AB ve WHO dahil hiçbir kuruluş
bu “fifileri” henüz onaylamış değil. </span><span lang="EN-US">Sadece 'emergency use' izni verildi. Teknik olarak şu anda yapılan şey
dev boyutlu bir deneydir. Hiç kimse test deneği olmaya mecbur edilemez.</span></p>
<p class="MsoNormal"><span lang="EN-US">İkincisi,
bilinen ve kabul edilmiş fifiler hayat boyu, veya en azından uzun süreli
bağışıklık sağlar. Bu fifilerin en fazla altı ay veya bir yıl etkili olduğu
üretici firmalarca beyan edildi. Son günlerde ortaya çıkan verilere göre belki
bu da fazla iyimser, bağışıklık süresi çoğu insanda üç ay gibi kısa bir süre
olabilir.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span lang="EN-US">Üçüncüsü, fifilerin
%94,2 gibi koruma sağladığına ilişkin bol keseden iddiaların bilimsel hiçbir
dayanağı olmadığını anlamak için minimum bilimsel akıl, hatta sadece akıl
yeterlidir. Bağımsız gözlemcilerin (yani fifi üreticileriyle çıkar ilişkisi
olmayanların) uzun vadeli araştırmaları olmadan bu tür beyanlar reklam sloganı
olmaktan öteye değer taşımaz.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span lang="EN-US">Dördüncüsü,
bu fifileri üreten ve pazarlayan firmalar yılda 1,3 trilyon dolarlık bir
kartelin üyeleridir. Üretikleri fifilerden sadece birinci yılda yaklaşık 100
milyar dolar kazanacakları öngörülmektedir. </span><span lang="EL">Bu kartelin
bilim insanlarını, akademik dergileri, araştırma kuruluşlarını, hatta
üniversite departmanlarını parayla satın alma pratiği yaygın ve yerleşiktir ve
defalarca, ayrıntılı olarak belgelenmiştir. </span><span lang="EN-US">Elbette bu verilerden, söyledikleri her sözün
yalan olduğu sonucu çıkmaz. Ancak söyledikleri her sözü prima facie şüpheyle
karşılamak için yeterli sebep vardır.<o:p></o:p></span></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com14tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-91437194875774785712021-07-20T13:34:00.005+03:002021-07-20T18:37:57.303+03:00Devlet gücü nah sınırlanır<p>Devlet gücü
sınırlandırılmalı. Evet, tabii. Doğru söze ne denir?</p><p class="MsoNormal"><o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">2. Dünya Savaşından sonra
‘Batı’ siyasi düşüncesi bu ilke üzerine inşa edildi. Aksini savunan Alman
Nazizmi yenilmişti; aksini savunan Komünist tezler 1945’ten sonra düşman ilan
edildi, marjinalleştirildi. Yeni çağın peygamberleri Karl Popper, Hannah Arendt,
Raymond Aron idi. Kamu hukuku, güçler ayrımı, siyasi ve kurumsal çoğulculuk, çok
partili parlamenter sistem, basın özgürlüğü, uluslarüstü kurumlar, ‘insan
hakları’... Hepsinin ana fikri aynıdır. Devlet gücü belli sınırlar içine hapsedilmelidir.
Bireyin özerkliği devletin suistimaline karşı korunmalıdır. Evet, ne güzel.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Derken, hiç
beklemediğimiz şeyler oldu.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">1. Akla ziyan teknolojik
gelişmeler oldu. Devlet kurumlarının eline yeryüzündeki herkesi, bilhassa güç
ve mevki sahibi olanları, an be an izleme, konuşmalarını dinleme, notlarını
okuma, boş zamanlarında yaptıklarını kayıt altına alma, ailelerinin ve sevgililerinin röntgenini çekme imkanı geçti. Arzu ettikleri
herhangi birini, yıllar önce can sıkıntısından göz attığı bir porno videosu
yahut beceriksizce yaptığı bir cinsel girişim gerekçesiyle böcek gibi ezme
yetisini kazandılar. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">İşin bir ilginç yönünü
gözden kaçırmayalım. Bu akla ziyan güçlerin kullanımı halâ kısmen yasadışıdır;
dolayısıyla o güçlerle donatılan devlet kurumları büyük ölçüde gizlidir. En
temel faaliyetleri yasadışı ve gizli olan bir devleti nasıl denetlersin, gücünü
nasıl kısıtlarsın?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">2. Polis azdı. Dünyanın
her ülkesinde polis askerleşti, askerî donanım ve eğitimle pekiştirildi. Kendi
toplumuna veya toplumun büyük kesimlerine karşı açık savaş zihniyeti ile yetiştirildi;
bunun gerektirdiği becerilerle donatıldı. Sokak gösterileriyle siyasi gücü
sarsma ihtimali çoğu ülkede ortadan kalktı. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Daha kötüsü, sokak gösterileriyle
siyasi gücün sarsılmaya yüz tutar gibi olduğu birçok ülkede o gösterilerin diğer (daha
güçlü) devletler tarafından yönlendirildiği kuşkusu belirdi.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">3. Sermaye birikimi
akıllara durgunluk veren boyutlara ulaştı. Kamu ile özel sermaye arasındaki
sınırlar belirsizleşti; devlet fonksiyonlarının pek çoğu, paydaşlarının gelirini artırmak dışında herhangi
bir kamusal sorumluluğu olmayan aktörlere devredildi. <o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Savaş ve emniyet, ceza
infazı ve kamu sağlığı gibi temel kamu işlevlerinin önemli bir bölümü, ayrıntıları
bilinmeyen sözleşmelerle özel kurumlara aktarılmışsa bunları hangi güç nasıl
denetler? Kamu meydanı – agora – bu kurumların malı ise; mal sahipleri tırnaklarının
sadakasıyla yayın organlarını, üniversiteleri, bilim kurumlarını, yasama
meclislerinin tüm üyelerini ve gerektiğinde işe yarayacak küçük devletleri
satın alacak güce sahipse, Popper’in güzellediği özgürlüklerin ne manası
kalmıştır? “Kongre ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasa yapamaz” ilkesi hangi göte
don olur?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">4. Bütün bunlardan daha
elim ve daha vahim olmak üzere, egemen düşünce iklimi değişti. Değiştirildi.
Bir önemli dönüm noktası sanırım 2001’de başlatılan ‘Teröre karşı savaş’
isterisiydi; can alıcı olan ikincisini son bir buçuk yılda sahnelenen pandemi tiyatrosunda yaşadık. Üçüncüsü ‘Küresel
ısınma’ kisvesi altında ufukta görünüyor. İnsanlığı tehdit eden bunca dehşetengiz tehlikeler
varken, ne yani, devlet eli kolu bağlı mı otursun? Bu devirde halâ devlet gücü
kısıtlansın diye tutturanlar romantik hayalperestler değil midir? Global
seferberliğe zarar veren bu gibi şaşkınların susturulması – bu devirde – şart değil midir?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bu zihniyetin nasıl
tereyağından kıl çeker gibi topluma benimsetildiğini izlemek derin bir hayal kırıklığıdır.
İletişim araçları ellerindedir. Propaganda teknikleri çok gelişmiştir.
Üniversiteler satın alınmış, ahlaki çapasını çoktan kaybetmiş, olağanüstü
bilgisiz ve bağnaz bir kuşak yetiştirilmiştir. Halk ekonomik belirsizlik içinde
ürkek, tüketimden ve hayatta kalmaktan (survival) başka hiçbir değer tanımayacak
ölçüde şaşkındır. İtiraz etmeyi aklından geçirenleri susturmak çocuk
oyuncağıdır. Ve polis acımasızdır.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Bu koşullarda “devlet
gücü sınırlansın” teorisinin fazla bir güncelliği kaldığını düşünmüyorum. Efendim
hukuk devleti, yok Avrupa insan hakları bilmemnesi, parlamenter sistem
güçlensin, basında tekelleşme önlensin, sivil toplum örgütlensin, falan filan. Kaçtı
o trenler. Ejderha kafesten çıktı.<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Çözüm önerim yok
maalesef. Bilmiyorum. En kolayı teslim olup işi oluruna bırakmak, ama ona da
gururumuz elvermez. Büyük devletler arası rekabete mi umut bağlamalı? Sistemi
sabote edecek ince planlar peşinden mi koşmalı? Bireyler ve küçük gruplar için sisteme
karşı özerklik alanları inşa etmeye mi çalışmalı?<o:p></o:p></p>
<p class="MsoNormal">Dünyada bu konulara epeyi
kafa yoranlar var. Okumak lazım. Aslında seyahat etmek ve tanışmak lazım, yüz
yüze gelmeden fikirler gelişmez. Ama o da yasak biliyorsunuz. Çünkü halkımız
pandemiden korkuyor.</p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com11tag:blogger.com,1999:blog-1302467060357060984.post-305472903815531022021-07-15T13:24:00.002+03:002021-07-15T14:23:07.253+03:00Boğaziçi Üniversitesi<p>Sonradan Boğaziçi Üniversitesi
adıyla alelade bir üçüncü dünya ülkesi okuluna dönüşecek olan Robert College,
tek başına Cyrus Hamlin’in idealizminin, yaratıcı dehasının, yirmi yıllık emeğinin
eseridir. Dünya eğitim tarihinde eşine az rastlanan bir yeri vardır.</p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Çöküşü cumhuriyetin ilk
yıllarında başlar. Maarif bürokrasisinin denetimine girer, büyümesi önlenir,
ekonomik cendereye sokulur, “öğretmen” ve “müdür yardımcısı” kılığında faşist itlerle
doldurulur. Nihayet 1969-1971’de “devrimci”-milliyetçi gençliğin azgın
tezahüratı altında kamulaştırılır. İzleyen yıllarda bütün duvarları Atatürk
ikonalarıyla kaplanır. Türkiye’nin tek iyi eğitim kütüphanesi olan
kütüphanesinin yağmalanmasına göz yumulur. Kendi öğrencisini seçmesi önlenerek ulusal
paçalın bir cüzü haline getirilir. Yan tarafına Yozgat Üniversitesi
kalıplarından çıkma Yeni Kampüs eklenir. <o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Bugün yaşanmakta olan
hadisenin geçmişini bilmeden bir halt anlayamazsınız. Yapı nasıl çürütüldü,
nasıl altı oyuldu, neden şimdi son darbeyi vurup ele geçirmeye hazırlanıyorlar,
bunlar hep havada kalır.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Her şeye rağmen Boğaziçi
bir şeylerin simgesi olarak kaldı. Hatta o şeyler ülke çapında her cephede
yenilip tek bir kaleye sığındıkça simgesel değeri arttı. Kısmen geçmişin
anılarıydı imajı ayakta tutan. Belki de artık bir avuç kalmış Tanzimat entelijensiyasının
Boğaziçi kampüsünün güzelliğine sığınma içgüdüsü, kim bilir?<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Şimdi bütün ülkeyi istila
eden dalga gelip o kalenin duvarlarına dayanmıştır. BÜ nedir ki, 200 tane Sütçü
İmam Üniversitesinin olduğu yerde kimi ırgalar demeyin sakın. Yendikleri
sınıfın ve tasfiye etmeye çalıştıkları zihniyetin son kalesidir. Sembolik
değeri büyüktür. 1453’de üç duvar arasına sıkışmış Kostantinopol’ün kime ne
zararı vardı? Ama onu ele geçirmelerini, tarihlerinin en şanlı vakası olarak
hala kutluyorlar.<o:p></o:p></span></p>
<p class="MsoNormal"><span style="mso-ansi-language: TR;">Türkiye Cumhuriyetinin
kurucu ideolojisidir yerlilik ve millilik. Şimdi bunun mantıki sonuçlarını
yaşıyoruz.</span></p>Sevan Nişanyanhttp://www.blogger.com/profile/11368801692909214434noreply@blogger.com18