Sunday, December 25, 2016

Karamsar bir yazı


Bir arkadaşım yazmış, Oxford Üniversitesi öğrencileri bundan böyle ‘he’ ve ‘she’ yerine ‘ze’ zamirini kullanacaklarmış. Seksist olmamak, trans bireyleri kırmamak adına. Cevap yazdım.

He, she yerine alternatif arayışı birkaç yıldır var. Oxford Union’ın o otobüsün önlerinde yer kapmaya çalışması şaşırtıcı değil. Bana sorarsan liberal cinnetin çığırdan çıkma belirtilerindendir. Avangart olma iddiasındaki bir zümre tek ayak üzerinde bu kadar uzağa giderse kaybolur, dönüş yolunu bulamaz. Dikkat et, fırtına bulutları ufku aniden kapladı, büyük bir toplumsal tepki patlaması geliyor. Brexit, Trump bunun öncü işaretleridir. Daha büyüğü de gelecek muhtemelen. Umalım ki üniversiteyi de, manevi meşinini üniversiteden alan azınlığı da yerle bir etmesin.

1970’lerden sonra üniversite - ya da üniversiteyi rehin alan “liberal” etiketli bir kesim - topluma meydan okuyan bir tür iman hareketine dönüştü. Öncülük iyidir, eğer kütle peşinden geliyorsa ya da gelme ihtimali varsa. Üniversite o ihtimali 1980’lerden sonra kaybetti gibi geliyor bana. Azınlık haklarına aşırı derecede saplandı. Sonuçta o mantığın vardığı yer trans tuvaletleri oldu. Toplumun geniş kesimleri ile manevi bağlar koparıldı. [Hayır, trans tuvaletlerine karşı değilim. Ama bunun siyasi ve ahlaki ajandasının önüne koyan bir hareket yenilgiye mahkûmdur.]

Şimdi iki büyük ordu savaşa hazırlanıyor. Kahverengi azınlıklar, muhacirler, Müslümanlar işlerine geldiği sürece multi-kulti, “liberal” azınlık hakları söylemini kullandılar. Sıra kavgaya geldiğinde gözlerini kırpmadan satacaklardır. Büyük beyaz kitle (bizde bir ara adları 2orta direk” idi) öfkeden kudurmuş halde. İkisi önce birleşip üniversiteyi ezse hiç şaşmam. Sonra birbirlerini boğazlayacaklardır.

Saturday, December 24, 2016

İlahi deve, ilahi düve


Allah teorisinin çöktüğü noktalardan biridir Salih Peygamber öyküsü. Kuranı Kerim'in anlatmaktan bıkmadığı öyküye göre Allah’ın dişi devesini kesip yedikleri için Semud kavmi kahredilmiş (A’raf 13-19, Hud 63-68 vb.). Oysa Musa efsanesinde Yahudiler Allah’ın buzağısına ─ ya da danasına─ taptığı için lanetlenmiştir (A’raf 148-153 vb.). Hangisi doğru?

Can alıcı soru şu: Tanrı maddi alemde tezahür eder mi? Soyut ve sonsuz olduğu iddia edilen bir varlık bazı somut kişi veya nesnelerde – mesela Oğlu, ikonu, devesi, evi, tapınağı, elçisi – yoğunlaşmış mıdır? Cevap evet ise zuhurata – puta – saygı göstermek gerekir. Hayır ise, tanrı hakkında hiçbir şey bilinemez; maddi alemle hiçbir bağı yoktur.

Dolayısıyla gerçek dünyada işlerliği olan her din, ister istemez putperest olmak zorundadır. Soyut bir felsefi ya da ahlaki ideal olarak dinin bir işlevi, içeriği yoktur. İçerik vermeye kalksan kaçınılmaz olarak puta, törene, töreye, taassuba, yasa ve cezaya teslim olursun. “Putlara hayır” diye başlayan bir din, bir buçuk milyar kişinin Mekke’deki bir taş parçasına taptığı bir kolektif akıl dışılığa dönüşür. 

Friday, December 23, 2016

Varoluşçular Kahvesi

Susan Bakewell, At The Existentialist Café, iyi bir kitap, yeni çıktı, dil bilenlere tavsiye ederim. Kadın 16 yaşındayken gönlünü ve aklını varoluşçulara kaptırmış, tıpkı benim gibi. Sonra otuz sene o kitaplar tozlu raflarda unutulmuş. Şimdi 21. yy’ın perspektifiyle o yazarlara dönüp, neydi bizi cezbeden, ne kadarı halâ değerli, şimdi bize gülünç gelenler neden gülünç diye bir hesaplaşmaya girmiş. Son derece dürüst, sempatik ve akıllı bir şey. Tez patlatmamış, sohbet etmiş.

20. yy’ın ikinci yarısının fikir dünyasını ne kadar derinden etkilemiş Sartre – Beauvoir – Heidegger – Merleau-Ponty ve şürekâsı diye farkına varıyorsun. Ayrıca o çağın dünyasından nasıl fersahlarca uzaklaştık diye hayret ediyorsun. Bugün Sartre çıksa millet bir tarafıyla güler herhalde. Ama 1950’lerde, 60’larda ne büyük bir fikir devrimine önderlik etmişti.

Yıllardır unutmuşum, aklımdan çıkmış. Ama benim de kafamın oluşmasında ne büyük rol oynamış, fark ediyorum düşününce. 
 
At the Existentialist Cafe ile ilgili görsel sonucu

Thursday, December 22, 2016

Cezayir-i Bahri Sefid*

“Entrika batağında kaybolmak istemiyorsan, vatanın gerçek çıkarını gözeten kitapları yurt dışında yazmak lazım” demiş Jan Jak Ruso, İtiraflar’ın Penguin baskısının 378. Sayfasında. Kendisi önce Cenevre Cumhuriyeti’ni denemiş, oradan dışlanınca Holanda’da bastırmış kitaplarını.

O kitap demiş, sen üniversite anla. Bu ülkede “üniversite” fikri bir daha canlanır mı? Önümüzdeki otuz yılda zor görünüyor. Bugünkü fırtına geçse dahi verdiği zarar kolay kolay düzelmeyecektir. Farelerin sesi, görünür gelecekte, aslanlardan çok çıkacaktır.

E, Ege adaları ne güne duruyor? Burnumuzun dibinde Avrupa Birliği toprağı. Hazır ülkenin başında yeni fikirlere açık bir başbakan var. Üstelik adalar işsizlikten kıvranıyor, güzel bir kampusa hayır diyeceklerini sanmam. Ne güne duruyoruz?

Gerçi adalar ne kadar güvenlidir onu da bilmiyorum. Yüz bine yakın Suriyeli var diyorlar. Adaların kış nüfusu bunun yarısı bile yoktur tahminimce. Eninde sonunda birinin aklına gelecektir, çökelim şuraya, başımızın çaresine bakalım diye.

Adalar İslam Cumhuriyeti? Aman, aman!.

* Başlık “Ak Deniz Adaları” demek. 1912’ye dek Adalar sancağının resmi adıydı.

Sunday, December 18, 2016

Kontratak

Darwin, Türlerin Kökeni (1859). O da herkesin okuması gereken eserlerden. Berrak bir aklın, mütevazı bir bilgi aşığının, çok malumat biriktirmiş bir bilim işçisinin şaheseri. Her şeyden önce, büyük zevkle okunan bir kitap. Keşif heyecanını, hakikat aşkını elle tutulur bir şekilde hissediyorsun; kuşkularını, çıkmazlarını paylaşıyorsun.

Oradaki o alçak gönüllü ve pırıltılı bilgi arayışı, “kutsal” adı verilen masal derlemelerinden daha kutsal, daha yüce − ve yüceltic i− bir şey bence. Biyolojide değil Din ve Ahlak dersinde okutulmalı Darwin. Doğru ve ahlaklı insan nasıl olunur sorusuna verdiği cevap, bitki ve hayvan türleri nasıl oluştu sorusuna verdiği cevaptan daha derin ve daha önemli.

Hakikate ancak çok çalışarak, çok okuyarak, çok soru sorarak, bilmediklerini bildiklerinden daha fazla önemseyerek yaklaşılır. Cehaletlerini otoritenin, masalın, safsatanın perdesiyle örtmeye çalışan sahte peygamberlerin yanına bile yanaşamadıkları şey işte bu.

Biri aziz, öbürü aciz. Net.

5 yorum:

  1. Bu mütevazilik konusu sanırım öğrendikçe ne kadar az bildiğinin farkına varmakla alakalı olmalı (tersi için bkz. Dunning–Kruger etkisi) Belki o öbür yanağını dönme davranışı da aynı paketle geliyor. Ancak son derece bilge insanlar o kadar pespaye şekillerde hacanıyorlar ki, keşke biraz daha agresif ve defansif olsalar.
    Yanıtla
  2. Peki ya gerçek peygamberlerin?..
    Yanıtla
  3. Haydi peygamberleri gecelim; yazarlar, sairler, ressamlar, muzisyenler hakikate yaklasamamislar midir, ya da cok okuyarak mi yaklasmislardir?
    Yanıtla
  4. BENDE SIĞAR İKİ CİHAN

    Kimse gümân ü zann ile olmadı Hakk ile biliş
    Hakkı bilen bilir ki ben zann ü gümâna sığmazam
    Yanıtla

Tuesday, December 13, 2016

Neden hapisteyim?




Biri mektup yazmış, sormuş. Cevap yazdım. Sizinle de paylaşayım.

Neden hapisteyim? Cevabı çift dikişli. Bir, Şirince’de yirmi yıldan beri sürdürdüğüm sivil itaatsizlik eylemini en ağır şekilde cezalandırmaya karar verdiler. İki, bu verdikleri karar, benim yükselen İslamcı saldırıya karşı tavır almaya karar vermemle tesadüf olamayacak kadar yakın bir şekilde çakıştı. Yıllardır Yargıtay’da prosedürel bir batakta bekleyen dosyalarım, “halkın dini duygularını aşağılama” suçundan hüküm giydiğim tarihten birkaç hafta sonra aniden ve mucizevi bir şekilde karara bağlandı. Buna karşılık dini duygular davası tam dört yıldan beri mahkeme mahkeme geziyor, duruşmadan duruşmaya altı ay ara veriliyor. İsterlerse yıllarca öyle sürüklenir gider.

Kabul etmek gerekir ki oyunu ustaca oynuyorlar. Bir Ermeni’ye, üstelik az çok tanınan bir entelektüele, İslam’ı eleştirdi diye ceza vermek sıkıntılı olabilirdi. O yüzden cezayı başka yerden çaktılar. Belki de Şirince davalarında beni arka planda koruyup kollayan birileri, din meselesi çıkınca korumaktan vazgeçti. Kararı veren kimdi? Akla gelen ilk isim belli bence. Ama bu ülkede devlet kimdir, kaç tanedir, artık belli olmadığı için kesin bir kanıya varmak kolay değil.

4 yorum:

  1. Bu yazida söylenemeyen, yazilamayan hersey umarim birgün yazilir.
    Yanıtla
  2. Belki seni korumak isteyenler vardi ne demek ya. Yazsana acikca cumhuriyet dusmanliginda ortaktik, o sebeple dokunmadilar bana diye
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Cumhuriyete değil cumhuriyeti kendine mal eden mahut çeteye karşıydık. O yüzden korudularsa eğer iyi yapmışlar.

Wednesday, December 7, 2016

Meleklerin Cinsiyeti


İstanbul fethedilirken Bizanslı papazlar meleklerin cinsiyetini tartışıyormuş. Yalan tabii, rivayetin rivayetinin rivayeti. Ama tut ki doğru olsun; daha onurlu bir duruş düşünebiliyor musun? Hangisi daha önemli? Falan çapulcu filan zorbanın şehrini zapt etmiş, o mu? Yoksa temel ve değişmez hakikatlere ulaşma çabası mı? Yarın ölebilirmişsin, sırası mıymış? Herkes ölecek, ha yarın, ha öbürsü gün. Yaşadığın son ana kadar bilgiyi aramaktır görevin.

O devirde bilgi meleklerin cinsiyetiymiş. (Ki değil, Gemistos Plethon’u, Kardinal Bessarion’u düşün, gayet klas adamlar da var o devirde.) Bugün olsa başka şey tartışırlardı, belki yapay zekâ ya da asal sayılar teorisi, belki de astrofizik. Asıl kahramanlık buymuş gibi geliyor bana. Bir güruhun gazına gelip elde pala düz duvara tırmanmak değil; cahillerin beyhude kavgasına kulağını tıkayıp hakikatin tefekkürüne yoğunlaşabilmek.

Benim kişisel tarihimde de melekolojinin yeri var. On yedi yaşındaydım, Aquinas’ın Summa’sında “iki melek aynı anda aynı yerde bulunabilir mi” sorusuna denk geldim. Hayır, melek diye bir şey yok, o zaman da biliyordum bunu. Ama soru o değil. Maddi olmayan bir varlık ne demektir? İki şeyin aynı yerde olması ne demektir? ‘Şurada bir canlı var’ ve ‘şurada bir kedi var’ derken aynı şeyden mi söz ediyoruz? O ufacık kapıdan bakarsan önünde dev bir felsefe uçurumunun açıldığını görürsün. Thomas Aquinas tarihin en parlak spekülatif kafalarından biridir; iki sayfada öyle bir analiz getirir ki apışıp kalırsın; o gün benim yaptığım gibi, felsefe okumaya karar verirsin.

Şimdi evimde olsam kaçıncı bölüm, kaçıncı soru, hemen bakar bilgi verirdim size. Sağdaki dolabın en üst rafında, sekiz ciltlik eski bir Latince baskı. 28 Şubat’ın meşhur şeyhi vardı, Ali Kalkancı mıydı, onun abisi olan bir sahaf dostumdan ucuza almıştım, 2009 ya da 2010 olmalı.

1 yorum:

  1. Farklı katagorilerde kahraman olmak güzel. Yaşam bir bütün, var olmadan varlığı sorgulayamayız. Sorgularsak kakafoni olur.
    Yanıtla

Monday, December 5, 2016

Mahkemeden

Bizim meşhur "dinî değerleri aşağılama" davasında gene duruşma vardı, Ekim 2012’den bu yana kaçıncı duruşmadır hatırlamıyorum. Hakim koltuğundaki bayan “sen şöyle, sen böyle” diye konuşmaya başladı. “Siz” diye hitap etmesi için uyardık. Kulak asmadı. Sıkıldım, “bu hitap biçimine cevap vermeyi uygun görmüyorum” dedim, savunma filan yapmadım.

Oysa güzel bir metin hazırlamıştım. Okusaydım bayanın tepkisi ne olurdu merak etmedim değil.


Önemli bir karar vereceksiniz. Bu ülkenin geleceğine dair bir karar vereceksiniz.

Bu ülke, din kisvesi altında terör estiren çapulculara mı teslim olacak, yoksa özgür ve medeni bir ülke olmaya mı çalışacak? Davamızın konusu budur.

İnsanlığın çocukluk çağından kalma birtakım hurafelere mecburen boyun mu eğeceğiz, yoksa insana, dünyaya, ülkeye ve inanca dair her şeyi, aklımızın ve vicdanımızın rehberliğinde korkusuzca konuşabilecek miyiz? Bu sorunun cevabını talep ediyor savcılık makamı sizden. Umarım vicdanınızın gösterdiği yolda doğru cevabı vermeyi başarırsınız. Umarım, yarın öbür gün bu toplum, vicdanını korkuya ve zorbalığa teslim eden talihsizler kervanında sizin adınıza da yer vermez.

Davanın hukuki yönü hakkında söz söylemeye gerek yok. Hukukla alakası olmayan bir davadır. Siyasete ve dünya görüşüne ilişkin bir davadır.

Mesele hukuk olsa, elbette siz de biliyorsunuz ki TCK 216. madde, dinî değerleri aşağılama suçunu, kamu güvenliğini tehlikeye düşürme şartına bağlar. Oysa bu davada kamu güvenliğine ilişkin ne bir iddia dile getirilmiş, ne bir delil ikame edilmiştir.

Elbette siz de biliyorsunuz ki getirilen iddia, TC hukuku açısından anayasa hükmü statüsünde olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, inanç özgürlüğünü koruyan 9. maddesiyle alay eder niteliktedir. AİHM içtihatlarına göre bu özgürlüğün neleri kapsadığını, hangi istisnaları tanıdığını, daha önce bir ifademde ayrıntılı olarak belirtmiştim. Sizi o ayrıntılarla yormayacağım. Davanın özü yeterince nettir. Zorbalara boyun mu eğeceğiz, yoksa vicdanın ve hakkın sesini mi dinleyeceğiz?

Karar sizin.

Thursday, December 1, 2016

Dünyadan Haberler



[Yazıdaki bazı sayılar anlaşılmayan bir şekilde uçmuş. Aslını bulunca düzelteceğim - SN]

economist pocket world in figures 2017 ile ilgili görsel sonucuThe Economist’in her yıl çıkardığı Pocket World in Figures’ün 2017’si çıkmış. Arkadaşlar sağolsun göndermişler, iki üç gün dünyanın karnesini incelemekle geçti. Sizin de ilginizi çeker mi? Kestiremedim. Ama gözüme çarpanları paylaşayım dedim, belki istifade eden olur.

Nüfus
En büyükler 1,4 milyarla Çin, 1,26 milyarla Hindistan. Ama 2025’ten önce Hindistan’ın öne geçmesi bekleniyor. ABD 322 milyon nüfusla üçüncü. Türkiye onsekizinci, 2025’te de onsekizinci kalıyor, tabii ufalacağı tutmazsa.

Nüfusu en hızlı artan 45 ülkenin tam 38’i Sahra-altı Afrika’da. Rekor yıllık %4 artışla Nijer’in. Nijer’in başka başarıları da var. 20 yaş altı Nijer’li her 1000 kadından 208’i son beş yılda doğurmuş. Kadın başına doğurganlık oranı 7,5 ki inanılır gibi bir sayı değil. Nüfusun yarısı 14,8 yaşın altında.
Kişi başı yıllık gelir 432 dolarla sondan beşinci.

Nüfusu bilfiil azalan ülkelerin başında Bulgaristan, Romanya, Litvanya, Letonya ve Ukrayna geliyor. Öbür Doğu Avrupa ülkelerinin hemen hepsini önümüzdeki beş yılda nüfus kaybı bekliyor. Batı Avrupa ortalaması yüzde sıfır. Nüfus kaybeden diğer ülkeler arasında Bermuda, Martinik, Barbados, Jamaika gibi ada ülkeleri göze çarpıyor.

Teenage doğumlarında Hindistan gelecek beş yılda 8,7 milyon doğumla başta. Nüfusa oranlandığında ise başta gelen 23 ülkenin 23’ü de Afrika’da.

En büyük kent 38 milyon nüfusla Tokyo. Ardından Delhi, Şanghay, Beijing ve eskiden Bombay dediğimiz Mumbai geliyor, sırasıyla 29, 27, 24, ve 22 milyon. İstanbul onsekizinci. Dünyadaki en büyük 48 kentin onda biri Çin’de imiş.

Net Nüfus kaybı yaşayan 18 kentin tümü Rusya, Ukrayna ve Letonya’da.

Dünyanın en yaşanılası şehri Avustralya’da Melbourne imiş, 100 üstünden 97 puan almış. Onu izleyen yedi kentin üçü Kanada’da, üçü Avustralya’da. En berbat şehir tabii ki şimdilik Şam görünüyor. Nijerya’daki Lagos ile Bangladeş’teki Dhaka sanki o listede daha kalıcı olabilir.

En yüksek bina Dubai’deki Burc el-Halife, 800 küsur metre. Top yirminin 11’i Doğu Asya’da, 5’i körfezin Arap emirliklerinde. ABD dört bina ile hayli gerilere düşmüş.

En çok göçmen barındıran ülke 46 milyonla ABD. Onu 12 milyonla Almanya izliyor. Türkiye 19.uncu. Nüfusa oranlarsan listenin ilk üçü Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Kuveyt.

Mülteci sayısında Türkiye ve Pakistan birinciliğe oynuyor. En çok mülteci başvurusu alan ülkeler açık ara Almanya ve ABD.   

Gelir
Toplam milli gelirde ABD 17 trilyon dolarla açık ara önde. Çin ikinci, Türkiye onsekizinci. Ama purchasing power parity dedikleri satın alma paritesini hesaba katarsan ABD ile Çin başa baş, Türkiye bir basamak atlayıp onyedinci geliyor.

Kişi başı gelirde ilk üç sıra mini devletlerden, Monako, Liechtenstein ve Lüksemburg’un. Monako’da kişi başı yıllık gelir 187 bin dolarmış - Allah artırsın diyoruz. Bunları saymazsak, normal ülkeler arasında birinci 96 bin dolarla Norveç, 85 bin dolarla İsviçre. ABD kişi başı 54 bin dolarla ondördüncü geliyor. Türkiye ilk altmışta yok. Sanırım yüzle yüz yirminci arası bir yerde.

En gariban 32 ülkenin 27’si Kara Afrika’da. Öbürleri Afganistan, Kuzey Kore, Haiti ve Tacikistan. En fakiri yılda adam başı 268 dolarla Burundi.

Gelire eğitim, sağlık gibi faktörleri ekleyip İnsani Gelişmişlik Endeksi diye bir şey hesaplamışlar. Liste başı yüz üstünden 94 puanla Norveç. Sonra Avustralya, İsviçre, Danimarka geliyor. Türkiye ilk 62’de yok; son 22’de de yok.

En berbat zengin-fakir uçurumu Güney Afrika Cumhuriyeti’nde. En dengeli dağılım, fakirlik eşitleyen Ukrayna’da.

2004-2014 arası en hızlı zenginleşen ülkeler Katar, Azerbeycan ve Türkmenistan. Türkiye ilk elliye girememiş. En kötü kırka da girmemiş.

Ticaret
Dünyanın en büyük ihracatçısı 18 üyeli Euro bölgesi. Onu ABD ve Çin izlemiş. Türkiye otuzüçüncü sırada. Euro bölgesinin yirmide biri kadar mal ve hizmet ihraç etmiş. Sıra elle tutulan ürünler ihracına gelince Çin birinci sıraya geçiyor, ABD ikinciliği koruyor. Başta gelen on ülke dünya sanayi ürünleri ihracatının yarısından fazlasını gerçekleştiriyor.

Almanya’nın 280 milyar, Çin’in 219 milyar dolar dış ticaret fazlası var. Buna karşılık ABD’nin dış ticaret açığı 389 milyar dolar. Türkiye 2014’te 43 milyar dolarla en çok dış ticaret açığı olan beşinci ülke olmuş. Buna karşılık ulusal gelirine oranla en çok dış ticaret açığı olan 46 sefil ülke arasında Türkiye yok.  Kısmi rezervler, yani kasadaki nakit açısından dünya birincisi 3,4 trilyon dolarla Çin. Japonya 1,2 trilyonla ikinci, Türkiye 111 milyarla yirmi birinci.

Enflasyon oranında Türkiye ne ilk 22’ye ne son 21’e giriyor. En kötüsü 2015’te 0 enflasyonla Venezuela.

2015’te dünya piyasalarında fiyatı en çok artan ürünler I’la çay ve ’la yün. Son beş yılda sığır eti ve yün fiyatları artmış, diğer tüm hammaddelerin fiyatı dolar bazında fena halde düşmüş. Petrol, şeker, bakır, mısır, kahve, pirinç, altın, kereste fiyatlarında ’yi aşan düşüşler var. Hammadde üreticisi ülkelerin durumu yaş.

2015’te konut fiyatları artışında Türkiye  ’le dünya birincisi. Son beş yıllık artışta Brezilya birinci Türkiye ikinci. Yani Türkiye’de yatırım yapacaksan konuta yapacaksın.  

Toplam dış borçta Çin 959 milyarla dünya birincisi, Türkiye 408 milyarla yedinci. Dış borcu toplam mal ve hizmet ihracatına oranlayınca Türkiye onikinci sıraya düşüyor. Ama dikkat: ihracatına oranla en çok borcu olan ülkeler sıralamasında Sudan, Moğolistan, Laos gibi tüy sıklet ülkeleri çıkarırsan, Türkiye Brezilya’nın ardından ikinci sırada.

En çok dış yardım alan ülkeler sıralamasında Türkiye üç küsur milyar dolarla yedinci. Sanırım mülteciler için AB’den aldığımız para bunun sorumlusu. En çok dış yardım alan ülkeler dörder küsur milyarla Afganistan ve Vietnam.

Üretim
Sanayi üretiminde Çin 4 trilyon, ABD 3 trilyon dolarla açık ara önde. Onları Japonya ve Almanya izliyor. Türkiye ondokuzuncu sırada. Hizmet sektöründe ABD 12 trilyon dolar üretimle rakip tanımıyor. Çin 4, Japonya 3 trilyonlarda. Türkiye ilk 52’de yok.

Toplam tarımsal üretimde Türkiye 57 milyar dolarla onuncu. Fransa’nın önüne geçmiş olmamız ilginç. Liste başı 950 milyarla Çin, ikinci 336 milyarla Hindistan.

Türkiye dünyanın onuncu en büyük meyva üreticisi, onuncu buğday üreticisi, dördüncü sebzecisi. Tüm tarımsal ürünlerde Çin açık ara birinci. Tahıl ve ette ABD ikinci.

Çayda Türkiye dünyanın yedinci en büyük üreticisi, üçüncü en büyük tüketicisi. Hem üretimde hem tüketimde Çin birinci, Hindistan ikinci.

Yeraltı kaynakları üretiminde Türkiye hiçbir kalemde ilk ona girememiş. Buna karşılık bakır tüketiminde sekizinciymişiz.

Dünyanın en büyük petrol üreticileri günde 12şer milyon varille ABD ve Suudi Arabistan. Rusya yaklaşık 11 milyon varille üçüncü. Üretimi ile tüketimi arasında net 8 milyon varil açık olan Çin, petrol alanında dünyanın en aç ülkesi görünümünde.

Venezuella , Suudi Arabistan ile dünyanın işlenmemiş petrol rezervlerinin en büyük kısmına sahip. Onları Kanada, İran, Irak, Kuveyt ve Rusya izliyor. Türkiye’nin o taraklarda bezi yok.

Çalışma Hayatı 
Kadınların ekonomik hayata en az katıldığı 16 ülkenin 15’i İslam ülkeleri, öbürü Hindistan. Lübnan’ı İslam ülkesi sayacak mıyız bilemedim.

İşsizlik oranında başı Afrika ülkeleri, Bosna-Hersek, ve Mauritius ve Guadelup gibi bazı ada ülkeleri çekiyor. İlk 44’te yokuz.

Ofis kiralarının en yüksek olduğu kentler Londra ve Hong Kong. New York, Beijing, Tokyo ve Şanghay başa oynayanlar arasında.

Brain drain dedikleri beyin göçünden en çok etkilenen ülkelerin başında Sırbistan, Moldova, Bulgaristan, Hırvatistan, Romanya gibi Doğu Avrupa ülkeleri geliyor.. Sanırım Batı Avrupa’ya bu ülkelerden göçün kolaylığı bu sonucu etkileyen bir faktör. Beyin göçünden istifade eden ülkeler tabii İsviçre, ABD, AB ülkeleri. Ama liste başında Katar ve BAE de var.

Araştırma ve geliştirme yatırımında ABD 457 milyar dolarla birinci. Çin (211 milyar) ikinci, Japonya ve Almanya onun peşinde. A&G harcamalarını ulusal gelire oranlayınca Güney Kore birinci, İsrail ikinci, ABD on birinci sıraya düşüyor.    

Borsa
Dünyanın hem sermaye büyüklüğü hem kâr açısından en büyük şirketi Apple. Sermayesi 600 milyar dolar kadar; yani İsveç’in ulusal gelirinden biraz fazla.

Onu Google, Microsoft, Amazon ve Facebook izliyor. Sermaye büyüklüğüne göre ilk yirmide iki petrol şirketi, fakat beş ilaç şirketi var.

En büyük dokuz bankanın dördü ABD’de, dördü Çin’de. Ama dünyadaki en büyük yüzer-gezer paranın en önemli kaynaklarından biri olan yatırım fonlarına bakarsan, ilk sırada 848 milyar dolarla Norveç Devlet Emeklilik Fonu, ikinci sırada Abu Dhabi Yatırım İdaresi geliyor. Katar, Suudi, Çin, Hong Kong ve Singapur başa oynayanlar arasında.

Alım satım hacmi açısından Nasdaq 2015’te 32 trilyon dolarla birinci, Şanghay borsası 21 trilyonla ikinci, New York 19 trilyonla üçüncü gelmiş. Borsa İstanbul 375 milyar dolarlık alım satımla yirmiüçüncü.

Yaşam Kalitesi 
Demokrasi endeksinde Norveç yüz üstünden 88’le birinci ilan edilmiş. İsviçre, İsveç, Finlandiya onu izliyor. En dipteki yirmi ülkeden onu islam ülkeleri. Çin’le Rusya’yı da en kötülere katmışlar. Türkiye 2015 itibariyle listelere girememiş.

Üniversitelileşme liglerinde Yunanistan başta görünüyor. Sanırım oradaki ekonomik krizin bir sonucudur, işsiz kalanlar bari okuyalım diyordur. İkinci ’le Güney Kore. Türkiye onsekizinci sırada.
Okuryazar oranı en düşük olan kırk ülkeden yirmi kadarı (Afrika’dakiler dahil, 27’si Afrika’da olmak üzere) İslam ülkesi.

Eğitim bütçesinin ulusal gelire oranı bakımından Litvanya ve Küba zirvede, Afrika ülkeleri dipte. Monako’nun en diplerde olması ilk başta şaşırtıyor. Ama Monako nüfusunun büyük bir kısmının milyarder emeklilerden oluştuğu düşünülünce normal olmalı.

En yüksek boşanma oranları Rusya, Belarus, Ukrayna, Letonya gibi eski Sovyet ülkelerinde. Onları İskandinavlar ABD ve diğer Batı Avrupa ülkeleri izliyor. En düşük boşanma oranına sahip ülkeler başında Şili, Guatemala, Peru, İrlanda gibi Katolikler var.

Kadınlarda ortalama ilk evlilik yaşı, Sahra’nın kıyısına sıkışmış bir Afrika ülkesi olan Nijerya’da 15, onun komşusu olan Çad’da 16. Afrika’nın dokuz ülkesinde ilk evlilik yaşı ortalaması 18’in altında. Buna karşılık İsveç’te kadınlar ilk evliliklerine ortalama 33 yaşında karar veriyorlar. İlk evlilik yaşı ile ülkenin kalkınma düzeyi arasında şaşılacak kadar net bir korelasyon var.  

Afrika’daki Gine, Angola ve Senegal’de ortalama hane halkı büyüklüğü - çoluk çombakla beraber- 9. Almanya’da 2. İki aşırı uçtan da kaçınmak en doğrusu herhalde.

Kişi başı hayır kuruluşlarına ve yabancı kişilere en çok bağışta bulunanların başında Myanmar ve Yeni Zelanda geliyormuş. En çok bağış veren 28 ülke arasında İslam ülkelerinden sadece Bahreyn, BAE ve Kırgızistan var.

Ulaşım
ABD’de 6,6 milyon kilometre, onsekizinci sıradaki Türkiye’de ise 391 bin kilometre karayolu varmış. Yol başına en çok vasıta düşen ülke Kilometrede 628 vasıta gibi kabus bir rakamla Japonya. Almanya kilometre başına 74 vasıtayla yirmiyedinci, Yunanistan kırkdördüncü Türkiye trafik sıkışıklığında ilk elliye girmiyor. Tabii bu rakama Kars’ın Tunceli’nin yolları da dahil; İstanbul’u ayrıca hesaplamamışlar.  Ölümlü trafik kazalarında dünya rekoru,  yıllık 100.000 nüfusta 73 ölümle Libya'nın. En berbat 46 ülkenin 35'i Kara Afrika'da. Asya'da rekor, yüz binde 32 ölümle İran'ın.

İzlanda'da bin kişiye 720 otomobil,  Etiyopya'da 1 otomobil düşüyor.  ABD 375 otomobille 36. sırada imiş. Türkiye ilk ellide ve son ellide yok.

Yıllık otomobil üretiminde Çin birinci,  Türkiye  ondokuzuncu.  Otomobil satışlarında da sıralama aynı.  Buna karşılık yıllık toplam uçak yolculuğu adedinde  Türkiye 2014'de 92 milyon yolcuyla dokuzuncu sıraya yükselmiş.  Rusya'nın,  Fransa'nın,  İtalya'nın önünde.

Demiryolu ağında ABD 228 bin km. ile birinci sırada.  Türkiye yurdu demirağlarla sara sara 10 bin km.'yi bulmuş.  yirmibirinci sırada.  Buna karşılık demiryolu kullanımında ilk 24 arasına girmiyor.
Atatürk Havalimanı yıllık 61 milyon yolcuyla dünya havaalanları arasında on birinci, iniş kalkış sayısı açısından on dördüncü.  Her iki kalemin lideri, ABD'de bölgesel hub olan Atlanta.

Dünyanın en işlek 14 limanının yedisi Çin'de, beşi Singapur, Taiwan, Hong Kong gibi diğer Güneydoğu Asya  kıyılarında.

Suç ve ceza
Cinayet oranında dünya birincisi, yüz binde 84 cinayetle Honduras.  İlk beş ülkenin hepsi Orta Amerika ve Karayiplerde bulunuyor.  Silahlı soygunda da 20 rekortmenin 15'i Latin Amerika ve Karayip  ülkeleri. Latinler ateşli, anlaşıldı.

ABD yüz bin nüfusta 698 hükümlü ve tutukluyla,  dünyanın açık ara en büyük hapishane nüfusuna sahip.  Türkiye 2016 başı itibariyle 179 bin hükümlü ve tutukluyla dokuzuncu  sırada görünüyor;  ancak şimdi İran'ı geçip sekizinciliğe yükselmiş olmalı. Nüfusa oranla hükümlü- tutuklu sayısında mamafih henüz ABD'nin çok gerisindeyiz. Aradaki farkı kapatmak için daha yaklaşık 350 bin kişiyi hapsetmemiz gerekiyor.

Savaş
Savunma harcamalarında 2014 yılında Afganistan ve Oman ulusal gelirlerinin % 16,4'ü ile başa oynamışlar.  Onları Suudi Arabistan ve Irak izlemiş. ABD %3,3 ile yirminci sırada.  Mutlak sayılara bakınca sıralama radikal olarak değişiyor. ABD 597 milyar dolarla birinci,  Çin 145 milyarla ikinci,  Suudi Arabistan üçüncü, Rusya mütevazi bir 51 milyarla beşinci. Lakin Rusya'nın gerçek rakamları hakkında tereddüt var sanırım, anlaşılmaz bir dip not koymuşlar.

Çin silah altında 2,25 milyon askerle dünyanın en kalabalık ordusuna sahip.  ABD 1,4 milyon askerle ikinci, Türkiye dokuzuncu sırada görünüyor. ABD yıllık 10 milyar dolarlık silah ihracatıyla dünyanın bir numaralı askeri donatıcısı. İkinci konumdaki Rusya 5 milyarda kalmış.

İç ve dış güvenlik açısından dünyanın en sakin ülkesi İzlanda imiş. Onu Danimarka, Avusturya, Yeni Zelanda ve Portekiz izliyor. Türkiye toplam 163 ülke arasında sondan onsekizinci olarak gösterilmiş. Son bir kaç ayda o sıralama değişmiş olabilir sanıyorum.

Çevre
Dünyanın en büyük karbondioksit salıcısı 8 milyar tonla Çin, ikincisi ABD, Türkiye yirmi birinci.
Hava kirliliğinde lider kent açık farkla Delhi.  Katar başkenti Doha, Bangladeş'te Dhaka, Afganistan'da Kabil, Mısır'da Kahire havası en berbat şehirler arasında yer alıyor. Ankara o sıralamada on beşinci. İstanbul dereceye girememiş.

Dünyanın en büyük ormanları Rusya'da. Onu Brezilya, Kanada ve ABD izliyor. Afrika ülkesi Togo son 25 yılda ormanlarının % 67'sini,  Nijerya % 54'ünü, Uganda % 50'sini yok etmiş.

Sağlık
Ortalama yaşam beklentisi, emekli milyoner cenneti Monako'da  89,5 yıl. Orası sayılmaz diyorsanız Japonya 84,1 , İtalya 83,8 yıl. En düşük yaşam beklentisi olan 24 ülkenin tümü Kara Afrika'da. 24 ülkenin ortalaması 56 yıl civarı, ki bundan iki üç kuşak öncesinin dünya ortalamalarına bakarsanız gene iyi sayılır. Türkiye ilk elliye ve son elliye girmiyor.

Bebek ölümlerinde Angola binde 88'le feci durumda. En kötü 43 ülkenin 34'ü Afrika'da.  Öbürleri malum Afganistan, Pakistan, Yemen, Türkmenistan vb.

Diyabette Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan, Bahreyn başa oynuyor. Kalp krizinde Türkmenistan ile Kazakistan, kanserde Macaristan ile Ermenistan, Moğolistan lidermiş.

ABD ulusal gelirinin 'sini sağlığa harcıyor, savunmaya ayırdığı payın beş katından fazla. Kişi başına en çok doktor Katar ve Monako'daymış. Küba üçüncü.

Obezite liglerinde Katar birinci, Kuveyt ikinci, BAE üçüncü. Türkiye nüfusa oranla onaltıncı sırada.

Teknoloji, kültür
Cep telefonu kullanımında lider, Makao ve Hong Kong gibi Çin'e bağlı şehir devletleri ile Bahreyn ve BAE gibi Körfez emirlikleri. Makao'da kişi başına 3,2 cep hattı düşüyormuş, bebekler ve yatalak dedeler dahil. İnternet kullanımında İzlanda, Norveç, Danimarka başı çekiyorlar. Türkiye ilk ellide yok.

Her milyon kişiye yılda 3470 yeni kitapla İngiltere kitap yayıncılığında tartışmasız bir numara. Bunda şüphesiz ana faktör, İngiltere'nin kendi nüfusundan çok daha büyük bir İngilizce konuşan dünyaya hitap edebilmesi. İngiliz kitaplarını sırf İngilizler alsa işler o kadar açılmazdı. İkinci sırada milyon kişiye 2482 kitapla Brezilya var, hayret. Türkiye'yi milyon nüfusa 670 kitapla  20. sıraya koymuşlar. Yani Türkiye'de  50 bin yeni kitap çıkıyormuş, bu doğru mu?

Yılda 2 milyar 117 milyon seyirciyle Hindistan dünyanın en büyük sinema seyircisi kitlesine sahip. Türkiye 60 milyonla 16. sırada. Yani Bollywood,  Yeşilçam'dan tam 35 kat büyük bir piyasaya hitap ediyor.  Kişi başına sinemaya gitme oranında ise Güney Kore başta.

Kişi başına gazete satış sayısında Lüksemburg, Hong Kong gibi şehir devletleri doğal olarak en üstte. Ama onları Ecuador'un izlemesi ilginç. Japonya 358 gazete ile beşinci sıraya düşmüş.

Basın özgürlüğünde ilk beşi İskandinav ülkeleri ile Hollanda paylaşıyor. İlk otuzda Namibya, Kıbrıs ve Estonya var, ama ABD yok. Türkiye haydi haydi yok.

ABD kimya dalında verilen Nobel ödüllerinin &'sını, fizikte @'ını, tıpta 5'ini, ekonomide e'ini almış. Bu rakamlar durumun vahametini tam yansıtmıyor, çünkü 1901'den saymaya başlamışlar. Son kırk yılı ele alırsak sanırım bu dört alandaki ödüllerin 'den fazlası ABD'ye gitti. Ve daha ilginci ödül alanların önemli bir çoğunluğu ABD dışında doğmuş bilim insanları idi. Beyin göçü mü dediniz?

ABD'li olmayanların rekabet şansına sahip oldukları tek alan Nobel Edebiyat ödülü görünüyor.
Bira tüketiminde kişi başı yılda 147 litre ile Çekya açık ara birinci. Hakkıdır, çok iyi biraları var çünkü.  Almanya ve Avusturya epey geriden onu izliyor. İrlanda onuncu, İngiltere yirmi ikinci sıradaymış, tuhaf.

Sigara tüketiminde Belarus birinci, Rusya üçüncü. Türkiye dereceye girmemiş. Kumarda ABD'yi Çin ve Japonya izliyor.

Turizm'de Fransa bütün nobranlığına  rağmen yılda 83 milyon ziyaretçi ile birinciliği korumuş. ABD turist sayısında ikinci, fakat turist gelirinde birinci. Türkiye 2014 itibarıyla 40 milyon ziyaretçi ile altıncı olma başarısını göstermiş. 2016'da sanırım ciddi bir kayıpla  onunculuk dolayında bir yere düşmüş olmalı.

Turizm harcamalarında 164 milyar dolarla Çinliler birinci. Amerikalılar 145 milyarla ikinci, Almanlar 106 milyarla üçüncü. Turizm yatırımı planlarken bu rakamları akılda tutmalı.


Tuesday, November 22, 2016

Bu esnada, çiftlikte …

Türkiye’de yayınevlerinin toy yazarlara yaklaşımı Afrika savanlarında aslanların ceylanlara yaklaşımıyla şaşırtıcı bir benzerlik arz ediyor. Kitabını yayınlatmayı düşünen genç ceylan arkadaşlara birkaç küçük tavsiye:

1- Pazarlık gücü kısıtlı olan tanınmamış yazarlarda standart telif payı %10 civarındadır. Bu rakamın çok altına razı olmayın.

2- Kitap satışı arttıkça yayınevinin birim maliyeti düşer. On bin satıştan sonra %15, kırk bin satıştan sonra %20 gibi kademeli bir telif ücretinde ısrarcı olun. Yüz bini aşacak olursanız timsahla yer değiştirmeyi deneyebilirsiniz.

3- Telifin satış üzerinden hesaplanmasına asla razı olmayın; beş kuruş alamazsınız. Daima net basım adedi üzerinden anlaşma yapın.

4- Yayınevi net basım adedinin bir oranının telif harici tutulmasını talep ederse %1’den fazlasını kabul etmeyin.

5- Makul olan ödeme biçimi basım tarihinden itibaren üç ayın sonunda banka havalesidir. Asla çek kabul etmeyin ve bu hususu sözleşmeye yazdırın. Gecikme halinde faiz şartı koyun.

6- Basım adedi, fiyat ve kapak konularına fazla karışmayın. Yayınevi bunları daha iyi bilir.

7- E-kitap hakları konusunda ısrarcı olun. Yayınevi derhal makul nitelikte e-kitap çıkarmıyorsa e-kitap haklarını saklı tutun.

8- Çeviri, film, Tv dizisi haklarını asla koşulsuz devretmeyin. “Eser Sahibinin rızası” şartını sözleşmeye yazdırın. O rıza ileride, şansınız varsa, milyonlar şeklinde size dönebilir.

9- Sözleşmeyi 3. kişilere devretme hakkı asla tanımayın. Ne idüğü belirsiz bir naylon firma ile baş başa kalabilirsiniz.

10- Kitabın belli sürede, mesela bir yılda, basılıp piyasaya sunulmaması halinde iptal şartı koydurun. Yoksa kitabınız sonsuza dek sürünebilir.

11- Kitabın tükenmesi halinde belli sürede yeni basım şartı koydurun, aksi halde kitabın hakları size rücu etsin. “Tükenme” şartı mümkünse yayınevi stoklarını baz almasın, ya da 200 veya 500 gibi yüksek bir asgari stok belirlensin. Yoksa yayınevi stokta on tane kitap tutup eserinizi ebediyete kadar gömebilir.

12- Talep üzerine noter huzurunda stok sayımı şartında ısrarcı olun. Yoksa kaç kitap basıldığını, kaçının satıldığını asla bilemezsiniz.

13- Kitapta resim, harita, grafik gibi size ait olmayan telif unsurları varsa ya bunların, ya da size ait olan net telifin sözleşmede açıkça belirtilmesine dikkat edin. Yoksa “ ay pardon bütün telif ücretini karikatürcü aldı” olur.

14- “Tüm eserler” sözleşmesi yaparsanız gelecekteki eserlerin makul sürede kabulü şartı getirin. İleride yazacağınız bir eseri yayınevi mesela üç ay içinde kabul etmez ya da razı olmadığınız değişiklikler yapmakta ısrarcı olursa başka yayınevine gitme imkanınız olsun.

15- Ücretsiz nüshalar konusunda inatçı olmayın. Depo memuru ile dost olmak gibi pratik yöntemlere yoğunlaşın.

16- Sözleşmeyi yayınevi adına imzalayan kişinin yetki belgesi ve imza sirkülerini görmeyi talep edin. Yoksa işin cırt noktasına gelindiğinde elinizde değersiz bir kağıt parçası ile kalabilirsiniz.

17- Hukuki sonuç doğuran tüm görüşmeleri yazılı olarak yapın ve mutlaka dosyalayın. Yarın o sempatik patron gider, hiç bir şey bilmeyen biri ile baş başa kalabilirsiniz.

18- Mümkünse avans istemeyin ve almayın. O sistem medeni ülkelerde yürür, burada yürümez.

19- İhtilaf durumunda nere mahkemelerinin yetkili olacağına dikkat edin. Kastamonu’da tanıdığınız kimse olmayabilir.

20- Her zaman güler yüzlü olun ve saf görünün. Avukatınızı yanınızda götürmeyin.

21- Her sözleşmenin bir savaş olduğunu – peki, satranç olsun – unutmayın.

Bir Dost.

Sunday, September 25, 2016

Yazılmayan romanlar

Menemen Kapalı Cezaevinden kızım Anahit'e yazdığım bir mektup.
Bebişkom, bir iki aydan beri kafamda bir roman fikri dolanıyor. Bir değil aslında iki tane, birbiriyle alakasız iki hikaye.
Birincisi eskilerin pikaresk dediği cinsten, bir seyahat romanı. Biraz sana anlattığım gezi hikayeleri gibi olsun, ama az da olsa bir olay örgüsü ve anlatı yapısı olsun istiyorum. Günümüzde değil geçmiş bir çağda geçecek, ya da belki çağlar arasında zıp zıp zıplayabilir. Tadında biraz Don Kişot, biraz Dekameron olsun istiyorum, ama en çok da Voltaire’in Candide’i. (Okudun mu bunları? Henüz okumadıysan mutlaka liseyi bitirmeden önce oku üçünü de. Dünyaya espri ve bilgelikle bakmana yardımcı olacak kitaplardır. Anlatı sanatının başyapıtlarıdır. Aklındaki – ve eğer kullanıyorsan – kalemindeki izleri hayat boyu silinmez.)
Kahramanımız dünyanın merkezi olan İstanbul’dan yola çıkar. Belki Chaucer’ın Canterbury Hikayeleri’nin kahramanları gibi İspanya’daki Santiago de Compostela’ya hacca gidecektir. Yolda başına bin bir türlü absürt olaylar gelir. Rastladığı kişiler ve ülkeler hakkında gözlemler yapar; epigramlar yumurtlar; o ülkelerin gelecekteki evrimi hakkında kehanetlerde bulunur. Her gittiği yerde kadınlarla karma karışık gönül maceralarına girer. Sevilla’ya uğramışken Don Juan’ın, şimdi yaşlı kadınlar olan eski sevgilileri Donna Elvira ve Donna Anna ile tanışır. Cezayir korsanlarına esir düşer. Onlardan kurtulup bir süre Marakeş’in büyük meydanında dilencilik yapar. Orada tanıştığı insanlarla beraber Sahra çölünü geçip Mali sultanlığına ulaşır. Sultanla dostluk kurar. Esir tüccarı olur. Servet kazanır, kaybeder. Başına felaketler gelir. Dahomey kralının zindanlarına düşer. Tam idam edilecekken eski sevgilisi ile Fransız konsolosu olan bir tanıdığının yardımlarıyla canını kurtarır. Bir gemiyle Amerika’ya kaçar. Amazon ormanlarında altın madencilerine katılır. Kazandığı serveti Santiago de Compostela’ya adamak için tam yola çıkacakken başına başka şeyler gelir. Ölür.
Felsefi bir roman olsun istiyorum. İçinde insan yaşamına, kadın erkek ilişkilerine, topluma ve dünyaya ilişkin komple bir felsefe olsun, ama katiyen uzun paragraflar ve teorik laflar olmasın. Hantallık olmasın, her cümlenin ve her kelimenin altından kıvrak bir espri göz kırpsın. Cümleler kısa, anlatı somut ve berrak olsun; on üç yaşında bir genç kolayca anlasın ve sevsin. Tarih ve coğrafya bilgileri manik bir titizlikle doğrulanmış olsun. Mesela Marakeş meydanındaki dükkanların sayısı ve detayları doğru bilinsin, Dahomey kralının unvanları tarihi kaynaklara uygun olsun, Donna Anna’nın babası olan kumandanın rütbesi ve maaşı Kastilya kraliyet arşivindeki bilgilerle uygunluk arz etsin. Tıkandığım nokta da orası zaten. Her şeyi gerçeğe uygun yapmaya kalkarsan hayal gücüne yer kalmıyor. Hiper-realist bir dünyanın içine masalı yerleştiremiyorsun. Çiğ kalıyor, sırıtıyor.
Yalanı sevmiyorum, ya da beceremiyorum. Oysa roman demek uzun ve tutarlı bir yalan anlatmak demek.
Bu birinci roman. Öbürü son bir haftadır aniden kafamı meşgul etmeye başladı. Türk kamuoyunu bu günlerde ilgilendiren Rıza Zarrab adlı İranlı bir iş adamı var. Görüntüsü şımarık bir diskotek çocuğu, birtakım karanlık işlerle akıllara durgunluk veren bir servete kavuştu, ünlü bir şarkıcıyla evlendi, Boğaziçi’nde bir değil iki yalı sahibi oldu. Sonra iskambil kağıtlarından inşa ettiği o şato yıkıldı, Rıza Amerika’da hapse atıldı, bir daha çıkıp çıkamayacağı belli değil. Şarkıcı olan eşi bu olaylar olurken aniden yüz seksen derece dönüş yaptı, boşanma davası açtı, kocasının servetinden arta kalanları ele geçirme çabasına girişti.
Bir roman yazsam ve tam o ihanet anını anlamaya çalışsam nasıl olur diye geçiyor aklımdan. İsim tabii ki vermeyeceğim, biyografilerle serbestçe oynayacağım. Kadın kahramanımız mesela sefil bir çocukluktan ve pavyon şarkıcılığından gelmiş olsun. İlk gençliğinde Bollywood filmlerine layık bir aşk ve ihanet öyküsü yaşamış olsun, hatta öyle birkaç öykü olsun. Yeni koğuşumda Yılmaz adlı bir hükümlü var, akıllı ve duyarlı bir adam. Urfa ve Diyarbakır batakhanelerinde yıllarca fedailik, garsonluk, şarkıcılık yapmış. Oturup konuşturuyorum, akıllara durgunluk veren tutku, şiddet ve felaket öyküleri anlatıyor. Onları derlesem, bizim şarkıcının hayat hikayesiyle harmanlasam, birinci sınıf bir roman, o olmadı film senaryosu çıkar ortaya.
Bunun da ilham kaynağı Mario Vargas Llosa’nın Conversación en la Catedral’indeki Hortensia karakteri olabilir belki. Müthiş bir romandır. Hortensia ününün zirvesindeyken düşer, ucuz pavyonlarda şarkıcı olur, sonunda öldürülür. Gazeteci kahramanım Santiago’nun o cinayeti çözmesi ve gerçek anlamını adım adım kavraması, herhalde Sofokles’in Kral Oidipus’undan bu yana anlatılmış olan en tüyler ürpertici keşif hikâyesi olmalı. Ben o kadarını yapabilir miyim? Sanmıyorum. O kadar uzun boylu değil yeteneklerim. Ama belki oradan ilham alabilirim, en azından bakış açımı biraz oradan alacağım esinle besleyebilirim.
İşte Bebişkom, babacığın birkaç haftadır bu gibi mevzulara daldı, bu yüzden sana yazacağı mektupları ihmal etti. Umarım beni affedersin.

Thursday, September 15, 2016

Feminizmin cinnetine dair


Genel affın gerekliliğine ve suç türlerine göre ayrım yapmanın abesliğine dair yazdığım yazıda tecavüzcülere değindiğim kısacık bir paragraf "feminist" etiketli kesimlerde absürtlüğün sınırlarına varan, hatta onları aşan bir infial fırtınası uyandırdı.  Sevgili dostum Metin Solmaz, sanırım o fırtınanın heyecanıyla, bana söylemediğim sözleri atfedip, hazır şablonlar kutusundan seçilmiş olmadık eleştiriler yöneltti.
“Nişanyan […] akıl almaz bir şekilde o paçoz cümleyi kurup tecavüzcülerin çoğunun büluğ çağında romantikler olduğunu söyledi...” demiş Metin Solmaz.
“Romantik” ne demek emin değilim. Ama ben öyle dememişim, “büluğ çağının fırtınaları arasında yolunu kaybetmiş âşıklar” demişim. Aynı şey değil sanki.
Belki pembe dizi kültürüm yetersiz. “Aşk” deyince benim aklıma mesela mum ışığında bir restoran yahut pembe balonlar filan gelmiyor. Romeo ve Jülyet geliyor, Medea geliyor, Othello ile Desdemona geliyor, Anna Karenina geliyor, Emma Bovary geliyor. Genç Werther’in acıları geliyor. Hepsinde kan, acı, gözyaşı, cinnet, cinayet, intihar vardır. Eski Yunan’da Aphrodite yalnızca aşk tanrıçası değildir, yıkım ve felaket tanrıçasıdır aynı zamanda. Boşuna mı?
Şimdi diyeceksin ki, küçük burjuva ahlakının sığ sularına kendini hapsetmiş, pembe balonların ve “ayıp sözlerden” arındırılmış küçük hayatların ötesinde bir dünya olabileceğini çoktan unutmuş insanlara bunları anlatmaya çalışmanın manası ne? Haklısın belki. Bilemedim. Belki anlamsız bir çaba.
Yazının devamında Metin Solmaz tecavüzü “korkunç bir erkek suçu” olarak tanımlıyor. “Tecavüz kötü değildir, çok kötüdür. Rezildir. Başka suçlara benzemez. Cinayet gibi değildir. Haklı cinayet olabilir. Haklı tecavüz olamaz.”
Korkarım ki Metin konu hakkında yeterli bilgiye sahip değil. Önemli bir ayrımı göz ardı ediyor. Belki de Batı toplumları için üretilmiş literatürden hareketle bu kanılara varmış. Tecavüzü eğer “kadının isteği ve iradesi dışında girilmiş cinsel ilişki” olarak tanımlarsak söyledikleri haklı veya haklıya yakın olabilir, peki. Lakin Türkiye’de, uygulamada, tecavüzün tanımı bu değildir. Tecavüz, “ailenin ve toplumun iradesi dışında girilmiş cinsel ilişki”dir. Nitekim kadının cinselliğini kontrol altında tutmayı ailenin ve toplumun varoluş davası olarak gören bir kültürde başka türlü olması düşünülemezdi.
Birkaç örnek vereyim.
Benim tanıdığım ilk tecavüzcü, 2001-2002’de Selçuk Kapalı’da koğuş ortağımdı. Kendi yirmilerindeyken on beş yaşında bir kızı “kaçırmış”. Üç yıl beraber oturmuşlar; bir çocukları olmuş. Ancak kızın ailesi bir türlü yatışmamış. Başlık parası talep etmişler; sonunda bir şekilde kızı bunaltıp geri almışlar. Bizimki, kendi ifadesine göre çalışıp başlık parası biriktirmek için Almanya’ya gitmiş. Orada fikrini bozmuş, başkası ile nişanlanmış, buradakini unutmuş. Ama kayınların hıncı dinmemiş. Kızın yaşını mahkeme kararı ile küçültüp, ilişkinin başladığı tarihte 15 yaş altı görünmesini sağlamışlar. Bizimki memlekete döndüğü gün yakalatmışlar. Tanıştığımda yedi yıldan beri yatıyordu. Benden sonra çıktı. Bremen’de lokanta açmış diye duydum.
Şirince’ye ilk geldiğimde, cahil bir şehirli olarak beni en çok şaşırtan şeylerden biri kız “kaçırma” vakalarının sıklığı idi. Köydeki evliliklerin galiba yarıdan fazlası, belki üçte ikisi “kaçırma” yoluyla gerçekleşiyordu. Bir iki olaya ister istemez biz de bulaştık. (“Sevan Abi sizin bahçedeki kulübe var ya, bir arkadaşım geceleyin şey…”) Zamanla olayın sosyal ve ekonomik nedenlerini daha iyi anlama fırsatı bulduk.
Sosyolojiyle sizi şimdi sıkmayayım. Burada sadece işin risk boyutunu düşünmenizi istiyorum. Her şey yolunda giderse sorun yok; aile ikna edilir, düğün yapılır. Ya gitmezse? Ya sinyal hatası varsa, yahut kız yarı yolda fikir değiştirirse, ne bileyim, “pöh, babacığımla bozuşmaya değmezmiş bu lavuk” sonucuna varırsa? Tecavüzün cezası TCK 102/2’de on iki yıldan az olmamak üzere hapis, kız on sekizden küçükse dört yıl daha eklenir. Ayrıcı kişiyi hürriyetinden yoksun kılma cezası 109/5’te on buçuk yıla kadar hapis. Ayrıca tehdit varsa ya da yanına bir arkadaşını almışsan 106/2’den iki ila beş yıl daha ekle. Kaydı mı hayatın? Hem öyle bir kaydı ki kış olimpiyatlarına girsen madalya alırsın.
Son dönemde tanıştığım tecavüzcülerden ikisi aklımda kalmış, onları da anlatayım. Biri bir Kürt, İzmirli, hayata beş sıfır mağlup başlayanlardan, ama vahşi bir tür cinsel cazibesi olduğu inkar edilemez. Yemin billah ediyor, “karı” aylarca sinyal vermiş, göz süzmüş, manalı laflar etmiş. Kendi “manitası” varmış, o yüzden önce yüz vermemiş. Sonra “şeytana uymuş”, “extasy ayağına gelmişler.” Birkaç gün sonra polis kapısına dayanmış, tecavüzden on beş küsur yıl almış. İşin gerçeği nedir, bilemem. Belli bir inandırıcılıkla bana anlatılanı aktarıyorum. Cezaevinde ayrıca kimsenin hikâyesini çok fazla kurcalamaya gelmez.
Öbürü de bir Kürt, 27-28 yaşlarında, tecritte yatıyor, günlerini yüksek sesle Kuran okuyarak geçiriyor. Kendisi bir şey anlatmıyor. Ama başkalarının naklettiğine göre oğlancıymış. İş üstünde polis baskınına uğramış, öteki çocuk paniğe kapılmış, “beni buraya zorla getirdi” diye ifade vermiş. Sonuç: otuz sene mi, kırk sene mi ne hapis.
Sonra, gebe olduğu anlaşılınca paniğe kapılıp, “kola bayii oğlan gazozuma hap atıp her gece bana tecavüz ediyormuş” diye adamcağızı yakan Diyarbakırlı dinibütün dul hanımın vakası var, adeta çağdaş bir Endymion ve Selene hikayesi.
Duyduğum hikayelerin hemen hepsinde üç tema öne çıkıyor.
1- Sinyal hatası. Kadının sinyali ile erkeğin algısı birbirini tutmayınca, en hafifinden rezalet, en ağırından cinayet oluyor. Belki de cinsler arası ilişkilerin patolojik bir ölçüde çarpıklaştığı, insanların küçük yaştan itibaren karşı cinsle sağlıklı bir iletişim kuramadan yetiştiği bir toplumda kaçınılmaz bir şey.
2- Keçi kayınpeder sendromu ve başlık parası. Yanılmıyorsam, kız çocuğunu bir takas metal olarak gören geleneksel kültürle, bireysel heves ve tercihi ön plana çıkaran modern hayatın çatışması bu problemi besleyen bir faktör. Belki bu yüzden, özellikle Batıya göçmüş Kürt ailelerde çok sık görülüyor.
3- Kimyasal ürünler. Kokain, extasy ve benzerleri bazı toplum kesimlerinde tahmin edemeyeceğiniz kadar yaygın ve hapı yuttuktan sonra, kızlı erkekli ortamda ne olup biteceğini, ertesi gün hasar tespitinin nasıl gelişeceğini kimse kestiremez.
Ha peki, Metin Solmaz kardeşimizin sözünü ettiği gerçek sapıklar, “büyük bir samimiyetle yedi yaşındaki çocuğa penetre edenler,” “tükürükler saçarak tecavüz anıları anlatanlar” yok mudur? Eminim vardır. Tabii ki ben de onları iğrenç buluyorum. Burada sosyopatın envai çeşidi ile tanıştıktan sonra dahi o tür safkan sapıklar bana tahammül ötesi geliyor. Ama kaç kişidirler bilmiyorum. Belki çoktur, cezaevlerinde tecrit edildikleri için yeterince fark edememişimdir. Belki de yazımda “tecavüzcülerin çoğu şöyledir” diye genellerken yanılmışımdır. Elimde istatistikler yok. Tek bildiğim şu: tanıma fırsatı bulduğum sekiz on tecavüzcü arasında Metin Solmaz’ın verdiği tipolojiye uyan kimse görmedim. Benim eksikliğim belki. Belki de değil.
• Deniz Karabacak “Nişanyan pek çok erkek entelektüel hayvanı gibi kadınlar konusunda hödük, seksist ve düşüncesiz” diyerek zarif bir dille önyargılarını ifade etmiş.

Kadınlar konusunda “hödük ve seksist” olduğumu sanmıyorum. Düşüncesiz belki. Genelde aptallığa ve riyaya fazla tahammülüm olmadığı için insanları kırdığım olmuştur; ama özellikle kadınlarla ilgili bir şey olduğunu sanmam.
Geldiğim aile çevresi açısından böyle bir şeyin pek mümkün olduğunu da düşünmüyorum. Ermeni ailelerinde kadınlar saltanatı kuvvetlidir. Türklerin sosyal alışkanlıklarını bugüne dek etkileyen bazı tarihî yaralar (çok eşlilik, cariyelik, erkeğin karısını kolayca boşayabilmesi, tesettür...) bizde olmadığından, sanırım cinsler arasındaki denge farklı kurulmuş. Çocukluğumu en çok etkilemiş ortam olan anneannemlerin ailesinde, aklın, itidalin ve dolaylı da olsa iktidarın temsilcisi hiç şüphesiz anneannemdi; annemle teyzemler de bayrağı ondan almışlardır. Kendi çekirdek ailemizde, kültürlü ve artiküle bir insan olan babam bir nebze daha baskındı. Bende de belirgin olan bir entelektüel üstencilliği ondan almış olabilirim belki. Ama karımın dekoltesine yahut kızımın sevgilisine karışmak, ya da sırf kadın olduğu için birinin mesleğine yahut eğitimine burnumu sokmak gibi saçmalıklardan çok şükür hep uzak oldum, başkalarında da böyle şeyleri feci derecede avam bulurum. İğrenirim hatta.
Hayatımın çok büyük bir bölümünde akıllı, başarılı, cerbezeli kadınların çekim alanında yaşadım. İlk aşkım Robert Kolej’de sınıf birincisi idi. İlk karım parlak bir akademisyenin kızıydı. Kendisi de parlak bir akademisyen olabilecekken kariyer değiştirdi, Uluslararası Af Örgütü’nün Çin masasını yönetti. Sonra üç yıl birlikte yaşadığım sevgilim, Alman devlet televizyonunun Türkiye şefiydi. Müjde’yi hiç anlatmayayım, “gel seninle padişahlık kuralım” diye önerince “sen çekil ben kurarım” diyenlerdendir. Ne seksizmi yahu, bu kadar uzatılacak bir kavram mı seksizm?
Son devirde cabbar ve muktedir kadınlardan biraz sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Allah onları sahiplerine bağışlasın, yollarını açık etsin. Bana daha genç, daha kırılgan, daha iddiasız kadınlar sanki daha iyi geliyor artık. Latan patriarkalizmin dışa kusması mıdır? Yorgunluk ve yaşlılık mıdır? Onu da bırak Deniz Hanım değerlendirsin.
• Dostça ve sağduyulu bir not yazan Hasan Demiroğlu “kadın konusunda biraz özensiz” olduğuma hükmetmiş, bunun sebepleri üzerinde durmuş.
“Kadın” yerine “feministler” ya da “feminist söylem” deseydi sanırım daha yerinde olurdu. Türk ve Türkçü, islam ve islamcı, sübyan ve sübyancı gibi aradaki ayrım. –ci’lere itiraz edince alttaki toplumsal gruba hakaret etmişsin gibi yaygara koparırlar, klasik bir üçkâğıt yöntemidir, uyanık olmazsan yanılırsın.
1970’lerde, 1968’in özgürlük mücadeleleri içinden modern feminist hareketin doğduğu yıllarda, o doğumun tam göbeğinde, ABD’de üniversitedeydim. Tabii ki coşkuyla karşıladık; “biz”e ait saydık; özgürlük davamızın doğal bir parçası olarak gördük. Gloria Steinem’i 1975’te Yale Politika Derneğinde alkışlayanlar arasında ben de vardım.
Görebildiğim kadarıyla o dönemde hareketin iki platformu vardı. Birincisi, kadınların cinsel özgürlüğü davası. O davayı tüm benliğimle, kayıtsız ve şartsız destekledim. Yeryüzünün en önemli meselelerinden biri saydım. Halâ da o pozisyondan bir milim geri adım atmış değilim. Uğruna mücadele etmeye değecek tek dava özgürlüktür. Kendi bedenine ve yaşam tarzına hâkim olamıyorsan kaç para eder o özgürlük?
İkinci platform, ekonomik fırsatlar ve özellikle istihdam alanında eşitlik talebi idi. O konuda daha az heyecan duydum. Prensip olarak elbette doğru bir talepti. Kadının çalışmamasını ya da eksik maaş almasını, eşek değilsen, yahut vicdanını çeşitli dinlerin afyonuna teslim etmemişsen nasıl savunabilirsin? Yine de, modern tüketim toplumu içinde eşit yer kapma talebi yüreğimde fazla yer etmedi. Özgür bir yaşam kurma ve türün biyolojik varlığını sürdürme meselelerini bireysel ekonomik refahın önüne koyan yaklaşımlar bana daha cazip geldi.
Bugün durum farklıdır. Bugünün Türkiyesinde -- ve daha sınırlı oranda Batı dünyasında -- “feminizm” bayrağını taşıyanların cinsel özgürlük ve ekonomik eşitlik davalarıyla fazla bir alakası kaldığını sanmıyorum. Sosyal mevzilenmeye bakın, yeter. Üniversite seminerlerinden Cihangir kahvelerine, oradan Hürriyet gazetesinin magazin eklerine kadar “feminizm” hakkında sesi en çok çıkanlar, bu memlekette cinsel özgürlük konusunda olsun, gelir ve kariyer fırsatlarına erişim konusunda olsun, en az sıkıntısı olan kesimlerdir. Cinsel kölelik ve ekonomik çaresizliğin gerçek mağdurları olan tarafta o söyleme zerrece ilgi yoktur; istihza ve kuşku egemendir. Size bu durum tuhaf gelmiyor mu? Bu paradoksu çözmeden sizce bu mevzuda anlamı olan bir laf edilebilir mi?
Kusura bakmayın, şimdi burada uzun boylu analize girmeyeceğim. Başımda yeterince dert var, bir de buna batmayayım. Özetleyeyim yeter.
Birincisi, bugünkü “feminizm”de cinsel özgürlük davası gözden kaybolmuştur; onun yerini yasaklayıcı ve norm koyucu bir yaklaşım almıştır. Öyle konuşmak yasak! Kadına höt demek yasak! Teenager yasak! Tarihi öyle değil böyle okumak yasak! Othello? Allah belasını versin seksist Arabın!
İkincisi, hayrettir ki konulan normlar, ufak tefek birtakım güncellemelerle, bin seneden beri bildiğimiz küçük burjuva ikiyüzlülüğünün kokmuş normlarının ta kendisidir. Ufak tefek yenilikler var dedik. Mesela LGBTİ eskiden yasaktı, şimdi neredeyse kutsal bir auraya bürünmüştür. Eskiden evlilik esastı, şimdi piyasası düşmüştür. Ama bu bir-iki madde dışında modern feminizmin yasaklarla çerçevelenmiş “kadın” imajını al, Victoria devri romancılarının onca acımasızlıkla alay ettikleri evde kalmış hala ahlakıyla kıyasla, fark bulursan alkışlar benden.
Üçüncüsü, her türlü dar ahlakçılık gibi, modern feminizm bir düşmanlık ve nefret ideolojisine evrilmiştir. Özellikle kalbindeki nefreti kusmak için fırsat kollayan kalabalıkların kol gezdiği diyarlarda bu eğilimin vahim boyutlara ulaştığını görüyoruz. Dil ve üslup, bin yıldan beri alışık olduklarımızdır. Gâvura merhamet mi gösterdi? Urun kahpeye! Komünisti mi savundu? Urun kahpeye! Vatan hainleriyle aynı kaptan mı yedi, teröristleri mi savundu? Urun kahpeye! Kadınlara saygısızlık mı etti – pardon “özensiz” mi davrandı? Urun kahpeye!
Bu zihniyetin adı, kelimenin en klasik ve en su katılmamış anlamıyla, faşizmdir. Bunun egemen olduğu yerde adalet duygusu yaşayamaz. Vicdan yaşayamaz. Akıl dumura uğrar ve çürür.
O yüzden, sonu –ci ile biten diğer nefret ideolojileri gibi, modern kafe-ve-kampus feminizmiyle de mücadele etmek gerektiğine inanıyorum. Vicdan körelmesiyle savaş bir bütündür. “Şuna dokunmayalım şimdi, bulaşır”, “şuna dokunmayalım bizdendir” hesabı yapmaya başlarsan kısa zamanda bataklığa saplanır kalırsın. “Bizim darbemiz iyidir” diyenlerle aynı çıkmazı paylaşırsın.
• Aykırı Zeynep adıyla iştihar ettiği halde bu topraklara özgü hayli düz bir yobazlıktan mustarip olduğu (“imanım mevzubahis ise gerisi teferruattır”) anlaşılan biri de “homofobik” olduğuma kanaat getirmiş.
Hegemoniği anlarım, itiraz etmem. Ama homofobiğe aklım ermedi. Son üç yıldır en yakınımda olan iki insandan biri kadın öbürü gaydir. Ona sordum, ben homofobik miyim diye. “Tutuksun o konuda” dedi. “Yüzleşmekten kaçınıyorsun.” “Hayatta kendime iyi kötü bir yol tutturmuşum,” diye kaçış yolu aradım. “Erkekleri döv, kadınları sev. Ona uymadığı için belki.”
Bu konuşmanın etkisiyle olacak akşam dilim çözüldü, koğuştakilere İrlanda’da eşcinsel evlilik meselesinin nasıl şahane bir demokratik süreçte çözüldüğünü anlattım. İrkildiler. “Nasıl yani abi, şimdi ibnelerin evlenmesini mi savunuyorsun” diye sordular. Gece yatakta biraz tedirgin yattılar gibi geldi bana.

• Kirli Beyaz adını kullanan biri başkanlık sistemi hakkında yazdığım yazı gibi bu yazıyı da “sipariş” olarak görmüş. İçinde bulunduğum bataktan kendimi kurtarmaya çalıştığımı düşünerek üstü kapalı sitem etmiş.

Bakın. Af (yahut ceza indirimi, yahut infaz yasası reformu, neyse), siz farkında olsanız da olmasanız da, hoşunuza gitsin veya gitmesin, bu ülkede güncel ve yakıcı bir konudur. Bunun birkaç sebebi vardır. Bir, 2005’teki ceza kanunu reformundan bu yana cezaevi nüfusu kontrolsüz bir şekilde artmaktadır. On yılda üç katına çıkmış, genel nüfusun binde birinden binde üçüne yükselmiştir. Böyle devam etmesi fizikman imkânsız olduğu için, öyle ya da böyle birkaç yılda bir fazlalığın salınması gerekir, kaçınılmazdır. İki, memleketteki hakim ve savcıların dörtte biri geçtiğimiz ay “terörist” ilan edilip sokağa veya kodese atılmıştır. Bunların vermiş olduğu kararların meşruiyetinin sorgulanması kaçınılmazdır. Üç, farkındasınız veya değilsiniz, bir iki yıldan beri Türk yargı sisteminde kapsamlı bir yeniden yapılandırma süreci başlatılmıştır. Eldeki dosyaları temize çekmeden o süreç sağlıklı bir sonuca ulaştırılamaz.
Ayrıca, bütün bunlardan bağımsız olarak, Kürt meselesinin kapsamlı bir genel af olmadan çözülmeyeceğini aklı olan herkes görmektedir. Hatta Kürt meselesindeki tıkanma yüzünden normal adli süreçte kaçınılmaz hale gelmiş olan bazı iyileştirmelerin de bekletildiği kanısı, bazı çevrelerde yaygındır.
İmdi, kamuoyunun sesi cırtlak çıkan bir kısmında affa karşı bir yaklaşımın pompalandığını görüyoruz. Sözde ahlaki argümanların arkasına saklanan bu görüşün, gerçek bir vicdan muhasebesine, üzerinde düşünülmüş bir akıl yürütmeye dayandığını sanmıyorum. Olay kısmen küçük burjuva ahlakının mutat ikiyüzlülüğü, kısmen de son yıllarda ülkeyi teslim alan gözü dönmüş nefretin bir dışavurumudur. Kimi “teröristler gebersin” diye kendini yırtar, kimi “hazretlerimize laf edenlerin kafası kesilsin” diye tepinir, kimi de “genç kızlara lolipop yalatanlar insan değildir, hadım edilsin, bin sene yatsın” diye sinir krizi geçirir. Aynı şey. Aynı vicdan kararması.
İşte bu kesime bir laf anlatabilirim diye oturdum bir yazı yazdım. Başaramadım tabii. Her seferinde aynı tuzağa düşüyorum. İrrasyonellikle nasıl başa çıkılır bilmiyorum. Altmış sene oldu, öğrenemedim. Bundan sonra da öğrenmem zor herhalde.

9 yorum:

  1. Yazı cinayet işlemiş tebrikler...
    Yanıtla
  2. Helal olsun! umarim yakinda hapisten kurtulursunuz.
    Saygilarla
    Yanıtla
  3. Bir psikoterapist olarak cinsel taciz ve tecavüzün abartılmış bir travma olduğunu söyleyebilirim. Tecavüzü travmatik yapan şey eylemin kendisinden ziyade toplumun bu duruma verdiği aşırı tepkidir. Yani tecavüze kıyamet muamelesi yapan komşular, panik geçiren akrabalar tecavüzcüden belki daha çok mağduru yaralar.

    İkinci mesele yeni icat edilmiş olan yaş sınırı ile cinsel ilişkinin 18 yaş altına yasak olması durumudur. Bunun nedenini anlamıyorum. Doğa insanların daha erken yaşlarda çiftleşmesini isterken bunu engellemek akıl karı değil. Sonra konsantrasyon eksikliği diye çocuklarını psikolog psikolog gezdirmeyin. Onların konsantrasyonu hormonları yüzden belirli bir alana odaklanmış durumda.

    Post modern dekonstruksüyon ile doğanın inkarı ve bunun yarı cahiller arasındaki populist yansıması sizin irrasyonel olarak gördüğünüz durum sanırım. Irrasyoneller neden irrasyonel? Çünkü tercihlerini emosyonel arızalarına göre yapıyorlar. O zaman onlara dert anlatmanın yolu rasyonel tartışmalar değil emosyonel süreçlerdir.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Çok cesur görüşler bunlar Fatih. Ben söylesem çiğ çiğ yerler beni.
    2. Doğa ve akıl birbirinin karşıtı zaten her tuvaletimiz geldiğinde yapmıyoruz değil mi? Taciz ve tecavüze 'Abartılmış bir travma' demek için ancak mesleğiniz gereği yüzeysel analizlere alışkınlıklar sebep herhalde!!!
  4. Hocam bu yorumu okuyacak misiniz bilmiyorum ama ben yine de yazayim, belki bir sekilde elinize ulasir.

    Birkac elestirim olacak.

    (1) Aydinlama felsefesinin safsatalarindan sizin de nasibinizi almaya devam ettiginizi goruyourm. Bu safsatalarin en onde geleni 'tabula rasa'dir. Bunun modern varyasyonu kadin ve erkegi akli olarak birbirinin ayni gorme eyilimidir. E.O Wilson'in onculugunu ettigi, gunumuzde evrimsel psikolojiye donusmus sosyobiyolojinin en onemli bulgularindan biri, evrimsel stratejilerinin temelden farkli olmasindan oturu, kadin ve erkek zihinsel karakteristiklerinin olculebilir sekilde farkli oldugudur.

    (1-a) Kadin-erkek farkliliklarindan toplumsal acidan en carpici olani sosyo-seksualite farkliliklaridir. Robert Briffault memeli (ve dolayisla insan) sosyo-seksualitesini soyle ozetliyor:

    “The female, not the male, determines all the conditions of the animal family. Where the female can derive no benefit from association with the male, no such association takes place.”

    Bu yasanin uc sonucu:

    “Past benefit provided by the male does not provide for continued or future association.”

    “Any agreement where the male provides a current benefit in return for a promise of future association is null and void as soon as the male has provided the benefit.”

    “A promise of future benefit has limited influence on current/future association, with the influence inversely proportionate to the length of time until the benefit will be given and directly proportionate to the degree to which the female trusts the male.”

    Briffault yasasinin yaninda, kadin “hypergamous” icgudusunu anlamak lazim (maymun gruplarinin birincil seleksiyon mekanizmasini teskil eder).

    Kadinin evrimsel imperativi olarak kendi sosyo-seksuel pazar degerine esit veya ustun es aramasi, ‘hypergamous instinct’ olarak tanimlanir. Erkeklerde durum farklidir, zira ciflesmenin acil masrafini erkek degil, kadin ustlenir (hamilelik ve takip eden acziyet).

    Kisa kesmek gerekirse, maymun gruplarinda, kadin kendisinin sosyo-seksuel pazar degerine ustun olarak algiladigi erkeklerin ilgisini cekmeye calisir. Bunu ‘plausibly deniable’ sinyaller gondererek yapar.

    Insanin atasal cevresine bakarsak, tecavuzun erkek icin basarili bir evrimsel strateji oldugu gercegiyle karsilasiyoruz. Atasal cevrede kabilenin baska bir kabile tarafindan bozguna ugratilmasi, kabilenin erkekleri acisindan evrimsel felaket, kadinlari acisindan ise tam tersine muzzam evrimsel basari manasina geliyordu (zira galip kabilenin erkekleri malup kabilenin erkeklerinden evrimsel olarak daha zinde olduklarini performatif olarak kanitlamis oluyorlar).

    Netice olarak insan kadininin (ve diger ‘sexually dimorphic’ memelilerin) kendini her manada domine eden erkekleri cazip buldugu gercegiyle karsilasiyoruz. Daha kaba tabiriyle, kadinlar kendilerine tecavuz etmeye curet edebilecek kadar tasakli erkekleri cinsel olarak cazib buluyor. Bu savin empirik destegini populer kulturun her tarafinda gormek mumkun. En basit ornek, kadin erotik medyasinin yarisindan cogunun dominasyon/tecavuz pornosu olmasi (Fifty Shades of Grey 50 milyondan fazla kopya satti).

    Kadin hypergamous icgudusu ve bilincalti tecavuz/dominasyon arzusu, gundelik hayatta kadinlarin yuksek sosyo-ekonomik duzeydeki agresif erkekleri tercih etmesi olarak zuhur etmekte. Kabaca, sokaktaki siradan insaat iscisi, plaza ablamiza sarktigi zaman, ablamizda igrenme tepkisi yaratirken, giyiminden ve ‘conspicous consumption’ sinyallerinden is adami oldugu belli olan abimizin asiri agresif haraketleri ablamiza olagan-ustu cekici gelecektir.
    Yanıtla
  5. Kadin-erkek iliskilerini kisir ve safsatalarla dolu modernist mercekten incelerseniz modernizmin imkansizliklarindan kendinizi kurtaramazsiniz. Batinin felaket derecede dusuk dogurganlik oranlari (<< 2), bosanma oranlari (> %50), modernist kadin-erkek iliskilerinin katastrofik cehaletini performatif olarak ortaya seriyor. Belki de binlerce yildir apayri medeni atlyapilardan gelmelerinie ragmen, en azindan tas ustune tas koyabilicek kadar ehil butun geleneklerin kadin-erkek iliskileri uzerinde yakinsamasinin bir sebebi vardir, ne dersiniz? (ipucu: patriarkal gelenek bu konuda az-cok halki. Schopenhauer’in kadin uzerine yazdigi muhtesem denemeyi tavsiye ederim). Hans-Hermann Hoppe son kitabinda ‘cocuk yetistirme’ gorevinin tek-esli aile muesesesi araciligiyla ozellestirilmesinin (yani masraflarinin baba tarafindan karsilanmasinin) medeniyeti mumkun kilan enstrumental sosyal teknoloji oldugunu gosteriyor. Sizin cok sevdiginiz Gibbon bile Roma’nin cokusunu birincil olarak aile kurumunun cokmesine baglamamis miydi? Kadinin cinsel ozgurlesmesi neden her tarihsel zuhur edisinde ailenin ve medeniyetin cokusunun habercisi oldu diye dusundunuz mu hic? Neden Avrupa milyonlarca 80 IQ’lu okuma yazma bilmeyen Kuzey Afrikali muslumani yuksek guvenli (Fukuyama’nin “high trust” dedigi) toplumlarina davet ederek intihar etmeye calisiyor diye dusundunuz mu? Tren istasyonlarinda soz konusu askerlik caigindaki erkek “multecileri” “refugees wecome <3 <3” pankartlariyla karsilayanlar kimler baktiniz mi hic? Patriarkal hıristiyanligi reddeden bati, neden hiper-patriarkal islamin kucaginda buluyor kendini diye dusundunuz mu? Progresif feministlerin vahabi islamcilarla isbirligi yapmasi size de garip gelmiyor mu? ‘Islamofobi’ sacmaliginin ‘homofobi’, ‘misogynist’ deyimlerini ureten sidik havuzundan geldigini farkettiniz mi?

    (1-b) Elestirdiginiz gunumuz feminizmi (3. dalga feminizm ve intersectional feminizm), sosyolojik olarak atalarindan cok da farkli degil. Kokeni suffragistlere (ve Ingiltere ozelinde suffragette) dayanan feminist hareket, her daim ust sinifin ortasi, ekonomik olarak derdi olmayan kadinlardan olustu.

    Feminist hareketin modus operandisi de her daim ayni gozukuyor: kendi sinif cikarlarini ilerletmeye calisan kucuk-burujuva alt-aristokrat kadinlarin duygusal ajitasyonu.

    Eskiden sadece mulk sahibi erkeklere, askeri miliste gorev yapma kaidesiyle verilen oy kullanma hakkini, duygu somurusyle kadinlara kazandiran suffragistler, ruhani torunlari feministler gibi talep ettikleri haklara mutekabil sorumluluklari reddettiler.

    2. Dalga feministler, yani sizin desteklediginiz grup, “no-fault divorce” yani kusur olmadigi halde yasallastirilan bosanma ile, evlilik kurumunu oksimoron kildilar. Omur boyu nafaka, cocuk yardimi ve daha nice erkeklere munhasir sorumluluga karsilik, kendilerine yalnizca hak talep ettiler. “Esit is icin esit ucret” gibi, yalan oldugu defalarca kez kanitlanmis safsatalarla, kucuk-burjuva hanimlari kendi cikarlari icin derin toplumsal bozukluklar olusturmaktan geri durmadilar.

    Diger butun toplumsal ajitasyonlarda oldugu gibi, 2. dalga feminislteri temelde gercek iktidarin maşasıydilar. De Jouvenel’in “high-low against the middle” mekanizmasindaki ‘high’ in kullandigi ‘low’ oldular. Adini andiginiz Gloria Steinem’in (farkinda olmadan) CIA asset’i oldugunu biliyor muydunuz (lutfen bu cumleden oturu beni komplo teorisyeni zannetmeyiniz, CIA’in Gloria Stein’i asset olarak kullandigi yakinlarda gizliligi kaldirilan ic yazismalar araciligiyla ortaya cikti)?

    Ozet olarak, feminizm vucut buldugu her formda, iktidarin ic catismasinda yer alan mezheplerin kadin ‘in-group preference’indan faydalanarak kucuk burjuva hanimlarini silahlastirmasi olarak ozetlenebilir. Tarihsel muadillerini Roma’da, daha da geriye gidersek Bronz Cagi tapinak fahise kultlerinde bulabilirsiniz.
    Yanıtla
  6. [Onceki Yorumlardan Devam /Son]

    (2) Toplumsal siniflarin az-cok IQ siniflari oldugundan haberdar misiniz bilmiyorum ama IQ gercekliginden haberdar degilmis gibi davraniyorsunuz. Kisaca, insanlar kendi IQ seviyesinin 1 standart sapma alti ve 1 standart sapma ustu ile efektif iletisim kurabiliyorlar. Mesela sizin IQnuz 135 ise (yani ortalama IQ’su 90 olan Turkiye’de 3. standart sapmanin icindeyseniz, yani en akilli %0.3’luk kesimin icinde iseniz) 120-150 IQ araligi ile iletisim kurabiliyorsunuz. 120’nin alti sizi Dunning-Kruger etkisinden oturu aptal zannediyor, siz ise onlara laf anlatamadiginiz icin kafanizi duvarlara vuruyorsunuz. Bu gercekligin farkina varirsaniz icine dustugunuz husrandan kurtulacaginizi dusunuyorum.

    Aydinlama safsatasi olan tabula rasaci mantaliteyle yalkasip, IQ’nun egitim ile degistirilebilir bir sey oldugu itirazinda bulunabilirsiniz belki. 100 yillik celik gibi saglam psikometrik veri, IQ’nun %50 ila %80 kalitsal oldugunu gosteriyor. Dahasi, yas ilerledikce, cevresel etki minimuma dusuyor.

    IQ gercekligini anlamaniz hayati onem tasiyor bana gore. Size ulasabilicegim bir adres verirseniz, Charles Murray’in Bell Curve’unu gondermek isterim. Yaninda Greg Cochran’in 10 000 Year Explosion’ini da okumaniz lazim yakin donem (neolitik) insan evriminin neden 100 kat hizlandigini anlamak istiyorsaniz. Richard Lewontin, Jared Diamond, Stephen Jay Gould gibi yalancilarin akliniz uzerindeki tekelini Greg Cochran, Charles Murray ve hatta devletin resmi kilisesinden (Harvard) gelmesine ragmen gorece az yalan soyleyen Steven Pinker okuyarak kirabilirsiniz.

    ‘Gerici’ diye burun kivirdiginiz patriarkal gelenekleri naturalist ve materyalist Darwinci bakis acisiyla savunan argumanlara bakmalisiniz. Belki takip etmeye firsat bulamamis olabilirsiniz ama son 10 yilda populasyon genetiginde, evrimsel psikolojide, psikometride, progresif dogmayi temelden sarsan gelismeler yasandi. Donald Trump, Putin, Rodrigo Duterte, Victor Orban gibi anti-demokratik sagci populist liderler progresivizmin tanrisi ‘Demokrasi’nin, ve progresivizmin diger dogmalarinin olmekte oldugunu gosteriyor. Matbaa 16. ve 17. yuzyilda Katolik kilisenin catirdamasina yol acti. 30 yil savaslari ve Westphalia antlasmasi ile gunumuz Harvard merkezli ateist-humanist-progresiv-puritan kilisesinin temelleri atildi. Halihazirda desantralize internet, 16. yuzyil matbaasinin Katolik kilisesine yaptigi seyi Harvard merkezli yeni kilisye yapiyor. Arzu ederseniz Anglo-blog kulturunde donen neo-reaksiyoner anti-progresiv politik-felsefi yazilaridan derlemeler gonderebilirim.
    Yanıtla