Sunday, April 28, 2019

Nasıl tarih öğrendim

(1964-1971)
İlkokul ikiyi bitirdiğim yaz Baruyr Eniştem Hayat Tarih Gazetesi’nin ciltlenmiş koleksiyonunu hediye etti. Günlük gazete şeklinde hazırlanmış dünya tarihi, 52 sayı, Yılmaz Öztuna yazarı yahut derleyicisi. İçine düştüm, aylarca çıkamadım. Manşetlerini ezberledim: Sezar’a Senato’da Suikast! Fransa’da İhtilal Ateşi Sönmüyor! Bir tarih ansiklopedisi yazmaya karar verdim.
Sanırım bir kişilik özelliği, obsesyon da denebilir, datamania mı desek acaba? Şimdi neysem sekiz yaşımda o. Büyük çaplı data toplayıp sistemleştirmeyi seviyorum. Eksik kalmasına tahammül edemiyorum, kalırsa sinirleniyorum, uykularım kaçıyor. Saatlerce, günlerce, aylarca o işe konsantre olabiliyorum.
Osmanlı padişahlarını, Selçuklu sultanlarını listelemekle başladım. Peşinden Asur kralları, Roma imparatorları, ABD başkanları, tarihleri ve lakaplarıyla. Tarihin sonsuz karmaşıklığı, yavaş yavaş, girdap gibi içine çekti. Ünlü besteciler. Ünlü savaşlar. Keşifler ve icatlar. Tarihte Türk devletleri. İlkokul bitinceye dek kareli, büyük boy beş altı defter doldurmuş olmalıyım. Sonra o defterler kim bilir ne oldu.
Üçe gittiğim sene Milliyet gazetesi Hammer’in Osmanlı Tarihi’ni vermeye başladı, anıtsal bir eser, her hafta bir fasikül. Babamın “Şuna bir bak, senin ansiklopediye yarayabilir” dediğini hatırlıyorum. Sonrası, televizyonun henüz Türkiye’ye gelmemiş olduğu bir çağda, dizi bekler gibi tefrika bekleme, Hammer günü koşa koşa okuldan eve gitme, sadrazam isimlerini tarayıp deftere ekleme, kapdan-ı deryaları kargacık burgacık kutulara sığdırma. Sadrazamlara ayırdığım sayfa dolup taşınca defteri temize çekme. Kemankeş Mustafa Paşa, Hezarpare Ahmet Paşa...
Beşi bitirdiğim yıl yine Baruyr Dayday’ın hediyesi, Petit Larousse Illustré, 1968 basımı. Kompakt boy bin altı yüz sayfa, ansiklopedinin hası. Fransızca bilmiyordum, ama teyzemlerin evinde çocuklarla Fransızca konuşulduğu için epey kulak dolgunluğum vardı. Elinin altında onca hazine varken insan çözmez mi? Çözdüm. Ansiklopedim çığırından çıkmaya başladı. Fransa başbakanları listesi: hazır listeden kopya değil, teker teker aramaca, arada boşluk kalınca karalar bağlamaca. Tüm papalar, adı soyadıyla beraber. Venedik dukaları. Toulouse kontları. Bohemya kralları...
Orta ikide Işık Lisesi’nin kütüphanesini keşfettim. Önce Vefik Paşa çevirisinden Molière külliyatı, peşinden Voltaire’in üç ciltik On Dördüncü Louis Asrı, MEB yayını, Nahid Sırrı Örik çevirisi. Bunu daha önce anlattım galiba. Asıl amaç ansiklopedime malzeme bulmaktı; ama keskin bir zekânın siyaset analizi ile ilk kez tanışmak da etkileyiciydi elbet. Ertesi yıl Albert Soboul’un yedi yüz sayfalık Fransız İhtilali Tarihi. Marksist perspektifini fark ettim mi, hatırlamıyorum. Tarihçi Sunay Hanım’a dönem ödevi olarak Fransız Devriminin kronolojisini yazdım, daktiloyla, aralıksız, marjsız, arkalı önlü 20 küsur sayfa, Necker’in azlinden Napoleon’un taç giymesine kadar, gün be gün. Devrim yıllarında Hıristiyan takvimi yerine benimsedikleri Cumhuriyet Takvimi vardır, bilir misiniz? Milat yerine 23 Eylül 1793’te cumhuriyetin ilanı Yıl I başlangıcı sayılır, doğa olaylarına göre adlandrılmış otuzar günlük 12 aya beş gün Cumhuriyet Bayramı eklenir. Kronolojiyi o takvime göre yazdım, Devrim Takvimi’nin resmen lağvedildiği 10 Nivôse Yıl XIV’e kadar getirdim.
Yine aynı yıl Azra Erhat ile A. Kadir çevirisinden Homeros’un iki destanı, Sander Yayınları. Rahmetli Necdet Sander dedemin ve galiba babamın tanıdığıydı, o önerdi ya da hediye etti diye kalmış aklımda. İlk kez hakiki edebiyatla tanıştığımı hissettim. Çocukluktan gençliğe geçiş anım belki de oydu. Ansiklopediyi bir süredir ihmal etmiştim, en son İlyada’daki kahramanların kataloğu için bir sayfa açtım. Telamon oğlu Aias ile Oileus oğlu Aias, Neleus oğlu Nestor...
(1971-1974)
Lisede daha çok edebiyat ve felsefeye yoğunlaştım. Sartre’ın L’être et le néant’ını Türkçeye çevirmeye çalışmak gibi absürt bir işe kalktım, bütün bir yazımı (1972) ona harcadım. Kutsal Kitap’ı King James çevirisinden okuduktan sonra, 17. yüzyıl İngilizcesi ile bir şeyler yazma sevdasına düştüm. 1974 baharında, Tom Davis’in Dünya Edebiyatı dersi için, James Joyce’un estetik anlayışı üzerine 110 sayfalık bir risale döktürdüm. Joyce yüzünden Katolik ilahiyatına, oradan skolastik felsefeye açıldım. 13. yüzyıl okulcularının sistemleştirici, sınıflandırıcı, ansiklopedik tarzını kendi eğilimlerime yakın buldum. Üniversitede felsefe okumaya karar verdim.
O yılların datamania zirvesi müzik defterimdi. Orta sondayken başladım sanırım, dört yıl kadar sürdürdüm. TRT-FM’in atası olan İTÜ radyosunda, ya da o yıllarda sıkı klasik çalan Romanya radyosu ikinci programında dinlediğim klasik müzik parçalarını, dakikasıyla beraber deftere yazdım. Tuhaf bir olgu, bir şeyi yazınca insanın aklından bir daha çıkmıyor. Yıllar sonra o defterlere baktığımda neyi nasıl ve nerede dinlediğimi hatırladım, melodiyi olmasa bile verdiği duyguyu aklımda canlandırabildim. Belki otuz yıldır duymamış olduğum bir parçanın iki üç mezürü kulağıma çalındığında, “hah, defterimin şu sayfası, sağda aşağıda, Hindemith, Mathis der Maler” diye hatırlayıp çevremdekileri hayret ve dehşete düşürdüğüm vakidir.
(1974-1979)
Yale’de o kadar odaklı çalışamadım. Çeşit çok fazlaydı, ilgi alanlarım dağınıktı. Daha doğrusu, Amerika’nın geleneksel college eğitimi sanırım öğrenciyi bir konuya yoğunlaşmaktansa saha genişletmeye, argüman geliştirip sunum yapmaya teşvik ediyor. Tasnif ve kataloglamayı tümden hor görüyor; olmadı, bilgisayara terk edebileceğine inanıyor. Oysa Ortaçağdan gelen eski Aristocu üniversite geleneğinin can damarıdır kategorileştirme, bir sahadaki tüm bilgileri mantıklı bir sistem içinde bir compendium’a ya da summa’ya toplama. 19. yy’da zirve yapan (ve 20. yy’da çöken) eski Alman akademik geleneğinin asıl gücü de oradadır. O yıllarda artan oranda Alman akademizmine yönelen merakım bundandı sanırım: yarım kalmış ansiklopedimi sürdürme özlemi.
Üniversitede ilk öğrendiğimiz, asli kaynaklara inmekti. Daha ilk hafta felsefe hocamız Ed Casey geldi, Efesli Heraklitos’tan günümüze ulaşan toplam iki buçuk sayfa metin kırıntısını derlemiş. Soru: Bu adamın felsefesi hakkında ne biliyoruz? Herhangi bir şey biliyor muyuz? O sorunun cevabını ikincil, üçüncül kaynaklarda bulamazsın. Ya hepsi karanlıkta ıslık çalıyorsa? Anlam olmayan yerde anlam bulmaya çalışıyorsa?
Victor Bers adlı şahane bir hocadan Classics gördük. Eski Atina ile Roma’yı avucunun içi gibi bilmeden Batı tarihçiliğinin anlaşılamayacağı kanısına orada vardım. Nefes aldırmadan paper yazdırdı. Misal: MÖ 5. yy sonlarında yazılmış “Atina Anayasası” adı verilen isimsiz broşürü al. Bunu kim yazmış olabilir? Siyasi duruşu ve amacı nedir? Misal: Bilinen Yunan trajedilerinin en eskisi olan Persler, MÖ 480’deki Pers Savaşını Pers şahının anası ile karısının son derece insani korkuları ve üzüntüleri üzerinden anlatır. Atina’nın zaferinden on on beş sene sonra resmi ve dini bir törende, kamu bütçesinden sergilenen böyle bir oynu Aiskhylos neden yazdı? Ne demek istiyor? Misal: Cicero sizce ilkesiz puşt avukatın teki midir? Sen Antonius olsan idam ettirir miydin? Bu sonuncusu beni epey etkilemiştir. Ölüm kalım mücadelesinin olduğu yerde ellerini temiz tutabilir misin – tutmalı mısın – sorusudur altta yatan.
İkinci sene Fred Donner’dan hem Arapça hem İslam Tarihi aldım. Rodinson’un Muhammed biyografisini, Hatti’nin Arap Tarihi’ni, Watt’ın Muhammed’iyle İslam Siyasi Düşüncesi’ni, von Grunebaum’un Medieval İslam’ını okuduk. Kuran’ı da Arberry’nin çevirisinden ilk o zaman okudum. Keşke felsefeyi filan bırakıp Şarkiyat okusam fikri kafamda filizlendi. O günden bu güne ara ara canlanan ama bir türlü boy atamayan bir filiz olarak kaldı. Bir iki sene sonra çevrenin zoruyla okuduğum Edward Said’in Orientalism’inden o yüzden nefret ettim. Şarkiyat literatürünü biraz olsun tanıyan biri o denli tribün goygoyculuğuna nasıl tahammül edebilir?
Profesör Deno Geannakoplos’la Ortodoks Kilisesi Tarihi gördüm. Hocanın uzmanlık alanı olduğundan dönemin yarısı Lyon ve Floransa Konsillerinde Katoliklerle Ortodoksları uzlaştırma müzakereleri ile geçti. Şarkiyatçılarla (Antik ve Hıristiyan) Batı tarihçileri arasındaki su geçirmez, kuş uçurmaz duvarın ilk o zaman farkına vardım. “Hocam Lyon Konsilinden beş sene sonra Batı Anadolu’da mantar gibi Türk beylikleri bitmesi tesadüf müdür?” diye sorduğumda boş boş yüzüme bakışını hatırlıyorum. Dönem ödevini Monofizit mezhebin doğuşu üzerine yazdım. Şimdi, tam kırk üç yıl sonra, oğlum Arsen Oxford’da aynı konunun ileri düzey detayları üzerinde çalışıyormuş. Hoşuma gitti.
Üçüncü sene uzunca bir süre Türkiye’de kaldım. Bütün Kemal Tahir’leri, Şevket Süreyya’ları, Doğan Avcıoğlu’ları, Yüzbaşı Selahattin’in Romanını, Nazım Hikmet’leri, o yıllar pek moda olan İsmail Cem’in Geri Kalmışlık Tarihi’ni baştan sona okudum. Anlattıkları öykü ilk bakışta makul görünür. Zamanla fark edersin ki orta yerinde görmek istemedikleri ya da göremedikleri dev bir kara delik vardır. Okula döndükten sonra o kara deliğin üstüne gittim. Ermeni soykırımına ilişkin literatürü devirdim. Yetinmeyip eski gazete arşivlerine daldım, 1910’ların başı ile 1930’lar arasında Batı basınında Türkiye ile ilgili çıkan ne varsa okudum. “Milli Mücadele” adı verilen hadisenin alelade türünden bir yağma kavgası olduğu kanısına vardım. O günden beri de o kanıyı değiştirmemi gerektirecek bir şey çıkmadı önüme.
Sonra Marx’ın Grundrisse’sini Türkçeye çevirme hırsına kapıldım. Aralıklarla üç senem o deli postekisini ayıklamakla geçti. O vesileyle epey ekonomi politik okudum, 1850’lerin güncel tarihi ile de tanışma gereği duydum. Crédit Mobilier skandalını bilmeden Marx’ın meşgul olduğu konuyu tam anlayamazsın, III. Napoleon devri siyasetini biraz bilmeden de Crédit Mobilier olayını kavrayamazsın. Aynı seneydi sanırım, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarından biri iken pişman olup anti-komünizmin baş gurularından biri haline gelen Wolfgang Leonhard, Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarihi üstüne son derece popüler bir ders veriyordu. Ona dinleyici olarak girdim. Ufak ekibimizle birkaç kere yuh çekip ıslık da çaldık, ama sanırım kafamdaki bürokratik diktatörlük modeli onun anlattıklarından epey etkilenmiştir.
Asıl konum felsefeydi gerçi, ama tarih ve dil derslerinin yanında felsefe çoğu zaman ikinci planda kaldı. Aristoteles ile başladım, Descartes, Hume ve Kant ile devam ettim, Hegel’de karar kıldım.
Bizim kolejden Şeyla Benhabib’le Phänomenologie des Geistes üzerine (“Ruhun Görüntülerinin Bilimi” mi desek?) iki döneme yayılan sıkı bir seminer yaptık. Hegel kucaklayıcıdır, güneşin altındaki her şeyi kapsar. Felsefe tarihinde söylenmiş her söz Hegel’in sisteminde yer bulur. Falan doğru. Zıddı da doğru. Şimdi bunların ikisini de barındıracak sistemi bulalım! Bir bakıma felsefe tarihinin ansiklopedisidir; kendi deyimiyle “görünür gerçeklerin” bilimidir. Eklektizm değil, eklektos’u tutarlı kılacak bir mimarinin arayışı. Tam bana göre.
O zaman fark etmiş miydim bilmem, ama şimdi düşündüğümde beni Hegel’e cezbeden şey bu kapsayıcılığı olmalı. Kararsızlık? Maymun iştahlılık? Belki. Daha çok, her şeyi aynı anda ve bir arada kavrama hırsı.
(1979-1981)
Kafamdan sosyalizm hülyasını silmem 1979 sonu ile 1980 yazı arasıdır. ABD’deki başkanlık seçimleri hakkıda Birikim dergisine dehşetli uzun bir analiz yazdım. (Mayıs 80’de dergi temelli kapatıldığından yayımlanmadı, kaldı). O yazıyı yazarken aydım ki – ya da zaten bildiğimi kendime itiraf ettim ki – Marksist teorinin şablonlarıyla düşündüğün zaman gerçek dünyanın kavgalarından herhangi bir şey anlaman mümkün değildir. Sakallının evrensel modeli değil, siyasi ve toplumsal aktörlerin kendi kavramlarıdır esas olan. Kimin neyi neden yaptığını ancak öyle anlayabilirsin. Peki böyle yapınca eleştiriye pay kalır mı? Kalır. Aktörlerin söylemini onlardan daha iyi analiz edebilirsin. İç dinamiklerini, zayıf noktalarını, tutarsızlıklarını deşebilirsin. İnsan söyleminin vazgeçilmez unsurları olan yalanı ve riyayı teşhis edebilirsin.
İnsanın gözünden perdenin düştüğü anlar vardır. Öyle bir andı. ABD siyasetini anlamaya başladığımı hissettim. Yazdıkça açıldım, elli altmış sayfa yazdım galiba. Dergideki arkadaşlar tereddüde düştüler, “hani nerede sınıflar, nerede üretim ilişkileri” diye soran oldu. Dergi kapanmasaydı yazıyı basarlar mıydı? Emin değilim.
O dönemde kafamda netleşen fikir toplumsal yarılmalar fikriydi, o yılların moda tabiriyle cleavages. Bir toplumun nereden yarılacağı belli olmaz. Ekonomik sınıf elbette etkili olabilir, ama olmayabilir de. Bizansta Maviler ve Yeşiller, Floransa’da Guelflerle Ghibellinler, Uruguay’da Blancolarla Coloradolar bölünür, birbirlerini boğazlar, kırk sene uğraşsan Marksist teoriye ya da herhangi bir sosyolojik modele oturtamazsın. İki üç sene sonra doktora tezimi yazarken bu fikri teorileştirme hırsına kapıldım. Siyasi analizde sosyolojinin payını küçülten, buna karşılık toplumsal mitleri ve tarihi rastlantıları ön plana çıkaran bir bakış açısı tanımlamaya çalıştım. Sanırım gene benim ansiklopedinin devamıydı: tarihte insanlar neden birbiriyle kavga etmiş, hepsini say!
Yüzlerce sayfa teori kastım, kimseye derdimi anlatamadım. Sonunda sıkılıp vazgeçtim.

Yale ile Columbia arasında avare dolaştığım günlerde Gibbon’ı keşfettim. Kasvetli bir Brooklyn günü Decline and Fall’un ortalarından bir sayfayı aylakça açmamla çarpılmam bir oldu. Ne muhteşem bir ses, ne ezici bir akıl! 2700 sayfa bir nefeste okundu. Yetmedi bir daha okundu. Dersler çıkarıldı: Tarih somut insanların hırslarının, hatalarının, ahlaki ikilemlerinin öyküsüdür. Kavga etmeyi bilmiyorsan okumaya değer tarih yazamazsın. Kaynakların izin verdiği kadarını bilebilirsin, fazlasını bilemezsin.
Gibbon’ın indeksinde bin kadar insan adı geçiyor. Tarih bilgilerimin çuvalına, kartal gözlü bir derleyicinin süzgecinden geçmiş bin tane insan öyküsü eklendi.
Sonraki yıllarda okuduklarım arasında Gibbon’la kıyaslanabilecek çap ve derinlikte tek tarihçi İbnülemin Mahmud Kemal oldu. Son Sadrazamlar’ı da sanırım dört beş defa baştan sona okuyup hatmettim. Bambaşka bir kültürün ve başka bir kişilik yapısının ürünüdür, ama sergilediği insani hırs, hata ve ikilemlerin panoraması Gibbon’ınkinden aşağı kalmaz. “İki kitap okuyayım, tarih hakkında bilinmesi gereken her şeyi bileyim” diyen olursa aklıma gelecek ilk iki isim bunlardır.
(1981-1985)
Columbia’da tez alanım karşılaştırmalı siyasetti. Giovanni Sartori ile siyasi partiler teorisi okudum, siyasi partileri bir sosyolojik veri değil, çok oyunculu bir rekabet sistemi olarak okumayı öğrendim. Sam Finer’la modern darbeler ve askeri rejimler tipolojisi çalıştım. Amerikan dünya politikasının esaslarını, dört sene o gemiye kaptanlık etmiş olan Zbig Brzezinski’den dinledim; büyük kararların nasıl ve neden verildiğine dair biraz fikir edindim.
Dev bir sanayi olan comparative’in yanında siyaset teorisi bölümü, departmanın kenarında fakir ama gururlu bir prenslikti. Onların yanında da epey vakit geçirdim. Üç dört ay Quentin Skinner’ın The Foundations of Modern Political Thought’unu okuduk: 13. yy sivil hukukçularından başlayıp 16./17. yy’da Bodin ve Grotius ile taçlanan modern Devlet teorisinin müthiş detaylı bir panoraması. Sonra Christoph Besold adında, bir Allahın kulunun hatırlamadığı bir Tübingen profesörünün 1629 basımı Opus Politicum’u üstüne okkalı bir monografi yazdım. Alman İmparatorluğunun yamalı bohça yapısını modern egemenlik teorisiyle bağdaştırmak için debelenen, Ortaçağ üniversite geleneğinden bağını koparmamış irili ufaklı bir sürü Barok devir Alman risalecisiyle tanıştım. Yıllar sonra, 1990-92’lerde Almanya ile Orta Avrupa ülkeleri arasında mekik dokurken onları özlemle andım, mekânlarını arayıp ziyaret ettim. Pufendorf ile Carpzow’u çok sevdiğimden mi? Yok, reel dünyanın sıradanlığına battığım günlerde kütüphanelerde geçen eski günlerimi özlediğimden.
1981 yazını o zamanki eşimle beraber Kolombiya, Ekvador ve Peru’da geçirmiştik. Oradayken yerel gazeteleri gün gün okuyup siyasi olayları anlamaya çalıştım; yetmedi birkaç kitap okudum. Hiç tanımadığım bir sahada siyasi simgelerin nasıl anlamlandırıldığını, önemsiz görünen jestlerin iktidar dengelerine nasıl tercüme edildiğini izlemek bana müthiş haz verdi. Doktora tezimi Latin Amerika üzerine yazmaya karar verdim. Askeri dikta dönemlerinden çok partili düzene geçen ülkelerde partilerin rekabet stratejileri nasıl oluşur? Nasıl pozisyon alırlar? Neden alırlar?
Türkiye’de 12 Eylül sonrasının siyasi dengeleri o günlerde oluşmaktaydı. Türkiye’ye hiç değinmeden, Peru, Arjantin ve Brezilya’yı kıyaslamayı düşündüm. Yeniden Peru’ya gittim, bakanlar ve parti liderleri ile görüştüm; gazete arşivlerini taradım. Radikal “sol” iddialarla başlayan 1968-80 askeri rejiminin adım adım tıkanıp siyasi iflasla sonlanmasını anlamaya çalıştım. Bir bakıma Türk solu ile de hesaplaşma denemesiydi. Siyasi “realite” ne demektir? Hayaller realite kayasına çarpınca ne olur?
Yıllar sonra Şirince’deki otelimize Meksikalı ünlüce bir film yönetmeni geldi. Aslen Peruluymuş, Meksika’ya siyasi sürgün gitmiş. Hangi fraksiyon diye sordum. Bilmezsin dedi, PSR, Devrimci Sosyalist Parti. “Motosikletle saray basan General Leonidas vardı, onun takımı değil mi” diye sordum. Ağzı açık kalıverdi. O işi yapanlardan biri yakın arkadaşıymış, sonra çatışmada öldürülmüş. “Elin Türkiye’sinin dağ köyünde bununla karşılaşmayı beklemezdim” diye hayretini dile getirdi.
(1985-1994)
Tezi bitirmeden Türkiye’ye döndüm. Uzunca bir süre yazıya el değdirmedim. Okumaya devam ettim gerçi, ama detayını hatırlamıyorum. Elde somut bir proje olmayınca ne okudum, ne düşündüm, hatırlamak zor.
1988’de kendimi aniden gezi yazarı buluverdim. Bir arkadaşımın Amerikalı arkadaşı İstanbul hakkında derleme bir kitap işi almıştı; yardım etmek bana düştü. Başlangıçta planımız işi paylaşmaktı. İlber Ortaylı’sından Alev Alatlı’sına, Engin Ardıç’ına dek 80’lerde yıldızı parlayan bir düzine yazara yazı ısmarladık: ücret dolgun, takvim rahat. Sonuç tam fiyaskoydu. Parasını ödeyip aldığımız on iki yazının yarısı doğru çöpe gitti, öbürlerini oturup yeni baştan yazmak zorunda kaldık. Öbür tarafta belli bir akademik disipline alışmışım. Buranın standartları ise çok farklı: bilgi kulaktan dolma, bilmediğini arayıp öğrenme disiplini sıfır, muhatabın bakış açısını görme kabiliyeti sıfır, düzgün paragraf kurma becerisi ilkokuldan hallice, sözünü tutma ya da tutamayınca özür dileme gibi alışkanlıklar daha duyulmamış.
Türkiye’nin “entel” zümresi hakkında öteden beri çok iyimser değildim. Insight Guide deneyimi, kalan saygı kırıntısının sonu oldu. Benliğimi esir alan aşağılama duygusunu bastırmayı – ya da gizlemeyi – bir daha hiç başaramadım. Sonraki kariyerimin şekillenmesinde bu olayın etkisi büyüktür. Memleketin ağır toplarını hor görürsen, hitap etmek isteyeceğin kitlenin niteliği değişir; memleketin kültür elitine değil, belki onların kötü alışkanlıklarına henüz bulaşmamış olduklarını umduğun gençlere konuşmayı hayal edersin. Memleketin egemen kültürüne dair söyleyeceğin sözün üslubu değişir. Memleketin egemen kültürünün sana karşı tavrı da, elbette, değişir.
Bir süre sadece yabancı yayınevlerine yazdım. Türkiye’ye ilişkin üç kitap ve birkaç ekip çalışması ardından, Kafkasya hakkında bir gezi rehberi yazma projesi peşinde bir yıla yakın koşuştum. 1990’da Atina, 1991’de Viyana ve Budapeşte, 92’de Prag rehberlerim çıktı. İki senem Habsburg monarşisinin hafif küf kokulu nostalji dünyasını tanımak ve yazmakla geçti.
İzmir’de aşırı sosyalleşmekle geçen bir kışın ardından, 1994 baharında Atatürk ve Cumhuriyetle ilgili bir fikir netleştirme egzersizine girmeye kendimi mecbur hissettim. Sonradan 'Yanlış Cumhuriyet' adını alan kitabım, Müjde ve bir bebekle beş parasız sefilleri oynadığımız 1994-95 senesinde şekil aldı.
*
Devamını bir ara yazarım. Belki de yazmam.


Saturday, April 27, 2019

Şaman

Modern dillerde şaman sözcüğüne ilk kez Rus çarının elçisi Everard Isbrand’ın 1693-95’teki Çin seferi vesilesiyle rastlıyoruz. Yolculuğa katılan Alman araştırmacı Adam Brand’ın anlatısına göre elçilik heyeti Sibirya’da Yenisey nehrini geçtikten sonra savaşçı bir kavim olan Tunguzlarla tanışır. Tunguz kabilelerinde şaman adı verilen bir “büyücü yahut rahip” bulunur, demirden hayvan figürleriyle süslenmiş bir kıyafet giyer, davulla ağır bir hava vurmaya başladığında hazır bulunanlar dehşetli ağıt ve çığlıklarla ona eşlik ederler. 1698 basımı İngilizce çevirinin (A Journal of an Embassy from Muscovy to China by Land) sf. 50 ve devamını okuyalım:

Elçinin kendi notları yirmi yıl sonra Hollandalı Cornelius van Brujn’ün Asya seyahatnamesinin ekinde yayınlanacaktır (Voyage de Corneille le Brun par la Muscovie, en Perse, et aux Indes Orientales, Paris 1718). Brujn belli ki Isbrand’dan öğrendiği ‘şaman’ sözcüğünü benimsemiştir. Ural Dağlarının kuzeyinde yaşayan Samoyed’lerin rahiplerini ‘şaman’ olarak adlandırır, törenlerini tarif eder. Samoyed dilinde bu sözcük var mıdır? Yazar bu konuda bilgi vermez, ben de bulamadım. Görünen o ki, Tunguzcadan devşirilen kelime joker niteliği kazanmıştır.
Kavram ilgi çeker, çünkü Avrupa, yüzyıllardan sonra ilk kez, Avrasya kıtasında, beyaz veya beyazımsı ırklar arasında, “pagan” dini pratiklerle karşılaşmaktadır. Amerika, Afrika ve Okyanusya’nın “ilkelleri” tanıdıktır. Ama burada, Avrupa’nın yanında? Kolomb’dan bu yana iki yüz yılda oluşturulmuş ırk teorilerini baştan düşündürecek bir keşif!
J. Eberhard Fischer’in Sibirya Tarihi (Sibirische Geschichte von der Entdekkung Sibiriens bis auf die Eroberung dieses Lands durch die russische Waffen, St. Petersburg 1768) konuya geniş yer verir. Şaman töresi Sibirya ve çevresinde yaygındır, Budist olan Moğolların ve ata dinini sürdüren akrabaları Kalmukların da şamanları vardır. İngiliz William Tooke, 1780 basımı üç ciltlik View of the Russian Empire’ında ‘şamanizm’ terimini ortaya atar. 1804’te Benjamin Constant, genel anlamda “ilkel” kabile dinlerini tanımlamak için bu terimi kullanır. Constant'ın çabası sanırım Hıristiyan dogmasına istinat etmeyen 'nötr' bir terim seçmektir. Fakat ‘şamanizm’ esas olarak Rus imparatorluğunun önceleri ‘Tatar’, sonra ‘Turani’ adı verilen kavimlerine özgü bir kategori olarak kalır.
Avrupalılar için düne dek Kara Afrika kadar yabancı ve esrarlı olan o kıta, adım adım aydınlanır. 1850’de Finlandiyalı Alexander Castren ‘Altay Dilleri’ kavramını piyasaya sürer (De affixis personalibus linguarum altaicarum Dissertatio, Helsingfors 1850). Dört yıl sonra Oxford hocalarından Max Müller ‘Turan Dilleri’ deyimini tercih ederek modern Türkolojinin temellerini atar (The classification of the Turanian languages, London 1854). Turani kavimlerin kültürel karakteristikleri arasında ‘şamanizm’ vardır. Modern ırkçı teorinin kuluçkalandığı odaklardan Anthropological Review’nun 1865 sayılarında, ‘Tatar’ ırklarının kendi öz töreleri olan şamanizmi bırakıp komşu kültürlerin dinini nasıl benimsediği tartışılır.
Kavram kıta sınırlarını aşar. 1870’te çıkan Alaska and its Resources adlı kitabında William Dall, Eskimolar ve diğer Alaska yerlilerinin dini pratiklerini ‘şamanizm’ olarak tanımlar. O tarihte Alaska henüz Sibirya'nın parçası sayıldığı için bunda yadırganacak bir şey yoktur. Ancak kısa zamanda tüm Kuzey Amerika yerlilerinin Alaskalılara benzer dini gelenekleri olduğu fark edilir. Amerikan yerlileri acaba ‘Turani’ bir ırk mıdır?
1875’te Archibald Sayce antik Akad’ların dininin “tıpkı bugünkü Samoyedler ve Sibirya kavimleri gibi” şamanizm olduğuna karar verir. Aynı Sayce 50 küsur yıl sonra I. Türk Tarih Kongresinde Hititlerin ‘Turani bir kavim’ olduğu tezini ortaya atarak vatanperver Türk tarihçilerinin takdirini kazanacaktır.
*
Şaman kavramının gerçek kaynaklarına ilk işaret eden büyük şarkiyatçı Friedrich Neumann olabilir mi? Çinceden çevirdiği Budist keşişlerin ilmihalini Neumann 1831'de Cathechism of the Shamans adıyla yayınlar. En geç 1848’de, Amerikalı misyoner ve tarihçi Samuel W. Williams sözcüğün kaynağını tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıklar. Williams’ın The Middle Kingdom’u (New York 1848) Çin tarihine ve kültürüne ilişkin Batıda o güne dek yayınlanmış en kapsamlı eserdir. Şaman sözcüğü Moğolcadır, Çincede de kullanılır. Moğolların – ve onlardan öğrenen Tibetlilerin – benimsediği Budizm ekolünde manastır keşişlerine şaman adı verilir. Dalay Lama’nın yolundan giden Budistler şamandır. Sözcüğün aslı Eski Hintçe śramaná श्रमण, “zahit, dünya nimetlerini terkeden kişi” demektir; Budist ve Jainist dervişlerin unvanıdır. Bir Hint dini olan Budizm Moğollara (ve onlardan önce Uygur Türklerine) Orta Asyalı Soğdlar vasıtasıyla ulaşmış, Budizmin muazzam dini literatürü Soğdca üzerinden bu dillere tercüme edilmiştir. Nitekim Soğdca şaman “Budist keşişi” demektir. Onlarca Soğdca dini metinde Hintçe śramaná karşılığı olarak kullanılır.
Bediüzzaman Ğarib’in Soğdca sözlüğüne bakıp teyit ediyoruz:
Demek ki şamanlık geleneği olmasa da şaman adı, kabile kültürünün değil, zengin bir yazı geleneğine sahip bir üst kültür dininin ürünüdür. Tunguzlar ismi Moğollardan öğrenmiştir. Her yerde ve her çağda olduğu gibi, dini kavramlar “üstün” sayılan bir yabancı kültürden ithal edilmiştir.
*
Soğdlarla Moğollar arasında bir yerde, Moğollardan önce Budist olan Uygur Türkleri şaman sözcüğünü kullanmış olabilirler mi? Kuvvetle olası görünüyor. Ancak eldeki Eski Uygurca metinlerin hiç birinde şaman bulamadım. Karahanlı ve Çağatay metinlerinde yok, Eski Kıpçakçada da yok, demek ki Türkçede böyle bir kelime yok. En erken Antuan Tıngır ve Krikor Sinapyan’ın 1892 tarihli Fransızca-Türkçe Istılahat Lugati’nde Fransızcadan çeviri olarak bulabildim.
“Chamanisme: Mezheb-i şamaniye, akvam-ı şamaniyenin mezhebi.”
Şemseddin Sami Bey’in 1905 tarihli Resimli Lugat-i Fransevi’sinde keza:

Tahmin ediyorum 1892’den hemen önceki yıllarda gündeme gelmiş olacak. Belki Necip Asım Bey’in Harbiye Mektebinde heyecan doğuran konferanslarında duyulmuştur. Ondan önce, Mustafa Celaleddin Paşa’nın 1869’da İstanbul’da Fransızca yayımladığı Les Turcs anciens et modernes’inde şamanizm geçer mi? Arayıp teyit etmek zor olmasa gerek; ne yazık ki kitabın online kopyasını bulamadım.
Türkiye’de Orta Asya Türklüğüne yönelik ilginin dönüm noktası, Fransız kültür tarihçisi Léon Cahun’ün 1896’da çıkan Introduction Générale à l'Histoire de l'Asie kitabıdır. Necip Asım’ın 1899’da çıkan çevirisi bir kuşağı derinden etkilemiş, Ziya Gökalp eski Türk tarihine ilişkin fikirlerini buradan devşirmiş, Atatürk kitabı okuyup notlar almıştır. Şamanizm konusunda ne demiş diye merak edip indirdim. Ummadığım kadar makul, dengeli, zihin açıcı bir eserle karşılaştım. Şaman sözcüğünü bir kez, o da başkasına atfen kullanmış; eski Türk dini kültürüne ilişkin akıllı şeyler söylemiş. Buyurun burada: https://archive.org/details/introductionlhi01cahugoog/
Cahun okumaya dalınca bu makale de böyle yarım kaldı. Kıssadan hisse? Bu seferlik olmasın.
    *
Daha sonra eklenen
Peki kıssadan hisse ekleyelim.
1. “İlkel”i yakalamak zannettiğinden zordur. En “ilkel” görünen toplumun dahi senin ve benim kadar tarihi vardır. Amazon'un cangılındaki çıplak kabilenin konuştuğu dil Portekizli Cizvitlerden öğrendikleri dil çıkarsa sakın şaşırma.
2. Orta Asya Türklüğüne dair bildiğin ve bildiğini zannettiğin her şey – şaman, Altay, Hun, Turan, ırk, Orhun, kızılderililer – Avrupalıların eseridir. Avrupa kültürünün kendine has perspektifi, ihtiyaçları, önyargıları ile renklenmiştir. Hiçbir bilgi, bilginin oluşma sürecinden bağımsız düşünülemez.
3. Bilgi, kozmopolit iklimlerde ürer. Danimarkalı adam Rus çarının elçisi olmuş. Hollandalı adam Fransızca yazmış. Alman adam Petersburg’da Rus tarihi yayınlamış. Finli adam Altay dillerini keşfetmiş. Alman adam Oxford’da hoca olmuş. Amerikalı misyoner Çin tarihini dünyaya öğretmiş. İki Ermeni Türkçenin terimler sözcüğünü yazmış. Polonyalı Borzecki Mustafa Celaleddin olup Fransızca kitap yazmış, Türklere Türkçülük öğretmiş. Fransalı Yahudi Ziya Gökalp’le Atatük’e Türk tarihi öğretmiş.
"Yerli ve milli"den bir halt olmaz.

Sunday, April 14, 2019

A Note on the Armenian Genocide

I published this article in Turkish at the 100th anniversary of the Armenian Genocide in 2015. Please note that it was intended for a Turkish audience, and contains details that are more immediately relevant to the Turkish debate. I translate it into English  to convey an idea of what we have been talking about in Turkey -- or had, until the country slid into utter madness in the past few years.
1.
The idea of ​​ethnic cleansing, and a faction advocating it, appear to have carried off the Ottoman state apparatus from the 1880s or ‘90s on. The Armenian massacres of 1895 cannot be put to the personal whim of Sultan Abdülhamid II.[1] The Adana massacres of 1909 were clearly organized from the center and controlled by the provincial government and security apparatus.
The idea gained ground among the “Young Turk” cadres of the Committee of Union and Progress[2] from 1909 on; it became dominant toward 1913. The decision to join the war in 1914 seems in part motivated by the idea that the war would be a good opportunity to carry out this great “national project”.
The logic is clear and intelligible. The Ottoman state was collapsing. Greece, Serbia, Bulgaria and Albania had been detached from the empire on ethnic excuse. The creation of an Armenia was proposed on the same grounds. [The Armenian population of the six “Armenian” provinces was hardly 25%; but it would be a relatively simple matter to boost that density or shift it to engineer a majority.]
The ethnic cleansing of European Turks in the Balkan War of 1912-13 transformed the thinking of the UP leadership. The possibility of a similar purge in Anatolia gripped Turkish minds. If Salonica could be lost, why not Izmir or even Istanbul?[3]
Ethnic cleansing came to be regarded as the only effective means to eliminate that risk.
2.
The method of the purge was ambiguous until about mid-1915. Possibly it was not thought through, or perhaps there was no agreement.
Pogrom was the classic method in Turkey and elsewhere. The community to be purged is intimidated with state terror, driven into panic with selective massacres, and forced to emigrate. The residue is assimilated as far as possible. This method was applied successfully by Russia against the Caucasian Muslims in the 1860s and by the Balkan nations against the Turks in 1913.[4] In the Ottoman Empire the pogroms of 1895 caused Armenians to emigrate to the Balkan countries, Russia, Iran and the United States in large numbers, suggesting the same recipe could work again. In 1913 and 1914, hundreds of thousands of Greeks were forced to migrate to Greece from western Anatolia in pretty much the same way.
The World War eliminated this option. Pushing the Armenians out to Russia would only result in creating an enemy concentration on the border. As in fact the 1828 pogroms of the northeastern provinces of Kars, Bayezid and Erzurum had led to the emergence of a troublesome Armenian neighbor in Yerevan.
The idea of letting the Armenians migrate en masse to the US was seriously discussed in the summer of 1915. The US ambassador Morgenthau, who devotes some space to this issue in his diaries,[5] reports that Enver Pasha[6] was positive about the idea but would not yield on two points: that whole families should be accepted as immigrants, and migrants should relinquish their Ottoman passports. Clearly, the concern was that they should not come back after the war.
Another option was to spread Armenians within the Ottoman territory to cut down their concentration. This was probably the dominant line of thought in the first half of 1915. However, if the war ended in defeat, internal exiles would certainly try to return to their homes and there would arise an intractable problem of indemnities.
The decision to drive the Armenians to the Syrian desert seems to have turned into a definitive policy in August 1915. It was the result of an impasse. It was undoubtedly foreseen that most of the displaced would die. It was also known that Syria might be lost at the end of the war. Therefore the main concern would be to prevent the emergence of a strong (and naturally hostile) Armenian concentration on the southern border. [The 1918-1921 Cilician crisis is best viewed in this context.[7] It is not so much the French occupation that was painful to the Turks, but the French policy of resettling Armenian refugees in the provinces of Adana, Antep and Maraş.]
I believe it would be accurate to pinpoint the transition from ethnic cleansing into genocide on around August 30th, 1915, rather than April 24th.
3.
The presence of the Armenian revolutionary movement played an important role in this process. There were more than one secret and armed revolutionary organizations. [The Socialist Khinchag Party was more active at first; after about 1905, the Armenian Revolutionary Federation came to the forefront.] Both Abdülhamid and the UP governments display an almost paranoid fear of these organizations.
Morgenthau's diaries are enlightening. On the evening of April 24, Talat Pasha, the interior minister and a member of the all-powerful UP triumvirate, tells the ambassador about his serious fear of an Armenian coup. When Morgenthau demurs, he replies that they (the UP Committee) overthrew Abdülhamid with only 50 people, the Armenians are more numerous and better organized. The mass arrests of March-April, which marked the first stage of the deportations, aimed to crush the revolutionary organization. All suspected members and sympathizers of the organization, i.e. nearly all leaders of the Armenian community, were arrested, and many were murdered without further ado. [The number arrested seems to be about 250 in Istanbul and 50 in Erzurum, so the total should be somewhat over 500.]
Let us admit that revolution is risky business in a country that is struggling for survival. Revolutionary romanticism and ignorance of the realities of power undoubtedly paved the way for the Armenians’ disaster. In fairness, though, one should recognize that armed conspiracy was essentially a defensive reflex. Did Armenians have a choice in a country which had witnessed the events of 1895 and 1909? Where the state embarks on ethnic purge and massacre, how should its victims behave?
4.
The theory of “mutual massacres”[8] is dishonest. There are only two significant documented cases where the Armenians actually massacred Muslim civilians; they are the Bitlis-Hizan massacres under the Russian occupation in 1916, and the terrible bloodshed along the Erzurum-Sarıkamış-Kağızman route during the retreat of the forces of the Temporary Government of Western Armenia in January-March 1918. These must be seen as chaotic acts of retribution against the earlier devastation of the civilian Armenian population.
I am not aware of any substantiated case of Armenians having either carried out or planned a massacre of the Muslim population prior to 1915. It would defy logic. One side had an army, the police, the law and the state at its disposal; numerically it was overwhelmingly superior; it was heir to a thousand-year tradition of arms and war. The other side was nowhere more populous than 25%; its arms were smuggled, its organization illegal; in case of retaliation it was incapable of defending its shop or house. Who would start a massacre against such odds?
This said, one must also concede that, if the Armenians did not massacre in the past, it does not follow that they would not do so if the conditions were ripe after the war. The Greeks did it. Bulgarians did it. Why not the Armenians? If the Armenians stayed and Turks lost the war, how many Turks would remain today in the cities of Erzurum or Van? How many Turks remain now in Yerevan, once a city of 70-percent Turkish (Azeri) population?[9]
5.
A large-scale social movement activates dynamics that already exist in society and adapts to them. You can make your own rules if you work with fifty people. With fifty thousand, you must submit to the will of majority.
Islamic culture has a strong vein that holds lawful to assault the life, property and sexual integrity of the Infidel. That vein swells especially in times of war and confusion. This factor came to the fore after April-May 1915. No matter what the original intentions of the government, a spirit of gaza – religious war – and conquest seems to have taken over the country from this date onwards. It is very unlikely that the train of events could be stopped should the government want to give up for whatever reason after the mid-summer of 1915.
6.
The economic dimension of the genocide cannot be ignored.
In the second year of the war, the Ottoman state and the UP regime were effectively bankrupt. The total budgeted revenue of the state had been 33 million pounds sterling in 1913 and 36 million in 1914. No reliable figures are available for 1915 and after, but it can be assumed that public revenues fell to zero. There was no possibility of borrowing in the open market, although Germany lent 110 million pounds in war loans. Just to compare, Britain had a defense budget of £2.4 billion and Germany one of £1.6 billion in the last year of the war.[10]
Between 1913 and 1923, about a quarter of the Turkey's population was deported or destroyed. Being the more economically active segment of the society, we can assume that they owned more than a quarter of the national wealth. This means that rather more than a quarter, perhaps a third of the national wealth changed hands in the process. Even assuming some of the abandoned assets went to waste, that would still be a gigantic transfer of wealth.
The question of Armenian properties dominates administrative correspondence after May 1915. Most of the immovable property was taken over by UP party organs or parceled out to loyalists; local entrepreneurs who took more or less active part in the deportations plundered the rest. The latter can be seen as a sort of hush-payment. It helped quell any social discontent that could arise from war conditions, and it created large body of war profiteers connected to the UP regime (and its successor) with ties of profit and complicity. [Let us note that the economic hardships the Second World War were nothing compared to the First, yet they caused far greater resentment against the government. Why? Why did the Turkish people who turned against the regime in the second war, fail to show the same spirit of rebellion in the first?]
7.
Nothing can be understood of the events of 1915-1923 without taking into account the issues of retribution and indemnity. In case the war ended in defeat, the surviving Armenians (and possibly the fugitive Greeks) would come back to demand their lost homes, daughters, lands and bank accounts. Even if the war ended in victory, a reckoning might be inevitable. For this reason, it was not enough to deport. It was necessary to destroy the deported and to annihilate the records.
The transformation of the “Secret Organization” (Teşkilat-ı Mahsusa) of the UP into the National Defense Forces (Kuva-i Milliye)[11] in 1919-1920 was a direct response to the expectation that the victors of the World War would impose a peace treaty stipulating the return, or at least the compensation, of the deported Greeks and Armenians. This was a deadly threat to those who held de facto power in the countryside after the war. This topic dominated the national congresses of Erzurum and Sivas.[12] The pressing issue was not some puny British police force holding the harbor of Samsun or a French garrison of 200 occupying the city of Urfa. Nor was it the penniless Republic of Armenia squeezed between Russia and Turkey with a ragtag army. The issue was the Armenians and Greeks deported from Anatolia. The so-called War of National Independence was waged against them.
8.
Almost all the founding fathers of the Turkish Republic were people who profited from the deportations. The overwhelming majority of the members of the first five National Assemblies,[13] all the fabled businessmen of Republican Turkey who landed sudden wealth at the time, all except one or two ministers of Atatürk’s cabinets, and the founder of the Republic himself belong to that class. They acquired house, mansion, farm, hotel, trading house, factory, servant, concubine and “adopted child” during or immediately after the war.
The defensive attitude of the Turkish Republic toward an atrocity that technically occurred before its time cannot be understood independently of this fact. The class of people who held political, administrative and economic power in Turkey in the period from 1920 to at least 1980 owed its position to this event. Confessing the genocide is tantamount to the self-denial of the Turkish elite.
9.
The genocide controversy is not a matter of history in the abstract. Bloody and reprehensible episodes are found in the history of every nation. And the pain of people who were killed a hundred years ago cannot by itself fire the conscience of the living, no matter how hard you push.
The real issue, unconfessed, lies elsewhere. We all know that the deniers of genocide are not engaged in a debate of facts, but one of rights and ethics. What they are in effect saying is that they were right to do what they did, and as a consequence, they would be right to do the same again if the circumstances permit. This is what galls people of conscience around the world.
Open defenders of slaughter are rarely heard these days, except for a radical minority. However, the idea that non-Muslim minorities represent a threat to the “Turkish” state, and therefore that ethnic cleansing was necessary and right, is a view that Turkish national and official discourse takes as axiomatic. It is the unchanging foundation of the national doctrine of the Republic of Turkey. We have seen how the logic of ethnic cleansing escalated step by step toward genocide. There is no reason to hope that the logic of 1915 would not function in the same way today if similar conditions occur.
Genocide is an inescapable corollary of the Turkish national doctrine.
10.
Others, too, have been guilty of pogrom and genocide. Remember the American natives. Remember Cromwell’s Irish massacres. Remember Algeria. What is the difference?
There is one big difference. Except for marginal minorities, no one defends those other ones today. They are seen as tragic and horrible events, either to denounce, to analyze or to forget. There is hardly an example in the civilized world today of Turkey’s continuing passionate defense of genocide under the guise of denial.
This is what horrifies people of conscience and intellectual integrity around the world.
It is not a matter of what happened a hundred years ago. It is what might happen today, and what it says about a people that find it in their conscience to make it happen.





[1] Abdülhamid ruled 1876 to 1909. He is said to have ordered the widespread masscre and looting of Armenians in 1895.
[2] The revolutionary committee that ruled Turkey from 1909 to 1918. The genocide of 1915 was perpetrated by its leadership.
[3] Salonica, now Thessaloniki, was the second largest city of the empire, and a predominantly Muslim town. İstanbul and İzmir were first and third.
[4] As many as 1,5 million Muslim refugees came to Turkey in consequence of these two purges. They were instrumental in carrying out the genocide of 1915.
[5] United States Diplomacy On The Bosphorus: The Diaries Of Ambassador Morgenthau 1913-1916, ed. Ara Sarafian (Taderon P. 2004).
[6] Enver and Talat were the leading figures of the UP regime. Discredited after the Republic, they are considered national heroes today.
[7] France occupied the region of Cilicia, in southern Turkey, near Syria, and proceeded to settle Armenian refugees there between 1919 and 1921.
[8] A very common argument among Turkish genocide-deniers.
[9] Zero, replaced by descendants of Armenian immigrants from Turkey and Iran.
[10] All figures from the Statesman’s Handbook, a UK semi-official publication, for the years 1914 and 1919.
[11] The former was an operational unit of the UP, the latter a nucleus of the national resistance. The former is now viewed with distaste while the latter is a part of the national saga, amd pointing out to the continuity is shocking to Turkish national sensibilities.
[12] Held in 1920, the two congresses were the founding steps of the Turkish Republic.
[13] Of 1920, 1923, 1927, 1931 and 1935.

Friday, April 12, 2019

Yanlış Cumhuriyet'e dair eski bir mektup

Eski dosyaları karıştırırken karşıma çıkan bir mektup. 
1999 yılında yazmışım. Genellikle sol kitaplar basan bir yayınevi, sonradan Yanlış Cumhuriyet adını alan kitabımla ilgilenmiş. Ben başıma gelecekleri bildiğim için, "bakın bu kitap sizin fikriyatınıza pek uymaz, peşin söyleyim, vakit kaybetmeyelim" diye anlatmışım. Nitekim aynen öyle oldu, bir süre kıvrandıktan sonra basmaktan vazgeçtiler. Ben de pek hevesli değildim bastırmaya. Kitap ancak 2008'de gün yüzü gördü.
*
Sevgili ...,
Atatürk kitabı 4 yıl önce kaldığı yerde duruyor. O günden bu yana hemen hemen hiç el değmedi. Bir bakıma daha iyi oldu. Kendimi turistik kitaplara verdim. Hapis hapis gezeceğime, otel otel dolaşıyorum.
Mektubun üzerine, üç-dört yıl aradan sonra ilk kez kitabı çıkarıp baştan okudum. Şu kanıya — bir kez daha — vardım ki, eğer yayınlanırsa ve eğer sessizlik denizine düşmeyip ilk baştan biraz sesi duyulabilirse, Türkiye'de son on yılın en önemli kitabı olmaya adaydır. Konuların hepsi güncelliğini korumaktadır. Memlekette düşünen hemen herkesin el yordamıyla çözmeye çalıştığı konulara, incelemeye dayalı, kendi içinde tutarlı, taze ve provokatif cevaplar vermektedir. Lanetleyeni seveninden çok olacaktır. Ama görüşlerine değer verdiğim insanlar kitabı beğenecektir.
Üstelik — yanılmıyorsam — okuması keyifli bir kitap. Akıcılığı iyi; fazla akademik değil; arada iyi espriler var.
Yayına hazır hale gelmesi için sanıyorum bir-bir buçuk aylık işi var. Ekleyecek, çıkaracak fazla şey yok. Ancak,
1. Önsöz veya sonsözü bir kez daha toparlayıp, muhtemel eleştirilere karşı biraz daha net tavır almak gerekecek.
2. Bazı alıntı ve polemikler güncelleştirilecek.
3. Yer yer biraz ifade yumuşatılacak.
 4. Dipnotları daha sistemli elden geçirilecek.
Kitabı tekrar okuyup değerlendirecek olursanız, eleştiri/düzeltilerin bu noktalara yönlendirilmesinin daha yararlı olacağına inanıyorum. İçeriğe ilişkin itirazlarla gereksiz zaman kaybetmemek için şu noktaların peşinen altını çizeyim:
1. Sosyalizm
Bu kitap sosyalizme yandaş olmayan bir bakış açısından yazılmıştır. İlk sayfadan başlayarak, Lenin-Hitler-MK arasındaki özdeşlikler vurgulanmıştır. "Üretici güçler", "işçı sınıfı" vb kavramlarına rağbet edilmemiştir. Siyasi olaylarla ekonomik sistem arasında kayda değer bir yapısal ilişki bulunmadığı fikri birkaç yerde ifade edilmiştir. Kollektivist ve devletçi düşünce tarzları çeşitli vesilelerle yerilmiştir.
2. Emperyalizm
"Emperyalizm" kelimesi kitapta, birtakım Avrupa ülkelerinin 19. yüzyılda uyguladığı yayılma politikasının adı olarak serbestçe — herhangi bir değer yargısı içermeksizin — kullanılmıştır. Emperyalizm lehine veya aleyhine, ima yollu dahi olsa, görüş bildirilmemiştir.
Ancak,
1. Ülkelerin illa o ülke soyundan olan kişilerce yönetilmesi gerektiği fikri sorgulanmış,
2. Batılı devletlerin Osmanlı'ya bakışının öncelikle ekonomik sömürüye yönelik olmadığı rakamlarla gösterilmiş,
3. "Sömürgeci batı", "tek dişi kalmış canavar" vb söyleminin cumhuriyet düşüncesinde hangi amaçlara hizmet ettiği üzerinde durulmuş,
4. Kapitülasyon adı verilen imtiyazların, zamanla dejenere olsa da, esas itibariyle bireyi devlete karşı koruyan düzenlemeler olduğu savunulmuş,
5. Düyun-u Umumiye idaresinin ve NATO üyeliğinin Türkiye için bazı açılardan hayırlı olduğu ifade edilmiştir.
3. Saltanat ve hilafet
Kitapta saltanat ve hilafet savunulmamıştır.
Ancak,
1. Saltanat ve hilafet ile modern, özgürlükçü hukuk rejimi arasında zorunlu bir karşıtlık olmadığı gösterilmiş,
2. Türkiye'e saltanat ve hilafetin kaldırılmasının demokrat-özgürlükçü bir görüşten kaynaklanmadığı, aksine kişisel diktatörlük hırsının bir adımı olarak değerlendirilmesi gerektiği savunulmuştur.
4. Sèvres
Kitapta Sèvres antlaşması savunulmamıştır.
Sadece,
1. Sèvres antlaşmasının uygulanma şansının zaten olmadığı ve imzacı devletlerin de bunu bildiği belirtilmiş;
2. Sèvres antlaşmasını hazırlayan düşünce ve etkenler daha objektif bir biçimde analiz edilmeye çalışılmıştır.

Türkiye'de Kemalizm adı verilen siyasi tavır, ulusçuluktan, "anti-emperyalizm" adı altında Batı karşıtlığından, devletçilikten, anti-monarşizm anlamında cumhuriyetçilikten, dine antipati anlamında "laiklikten" ayrı düşünülemez. Sosyalizm fikrine angaje birinin bu kavramların tümünü ciddi bir şekilde sorgulayabilmesine ihtimal vermiyorum. Bu anlamda, sosyalistler Kemalizmi kolay kolay eleştiremezler dedim. Ve diyorum.
Ya da sosyalizm kavramı ben duymayalı o kadar esnedi ki haberim yok...
*
Kitabın rejim/devlet/demokrasi konularına ilişkin teorik yaklaşımını özetleyen bölüm, 18 ve 19. sorulardır. Özellikle 18'in yabana atılacak bir makale olduğunu sanmıyorum. Oradaki temalara kitabın çeşitli yerlerinde tekrar tekrar yer verilmiştir. Örneğin  3. soru, 18'in başka telden tekrarıdır.
*
Kemalizm meselesini "modernite" bağlamında tartışmayı önermişsin. Yeterince tartıştığımı sanıyorum, daha fazlası gereksiz bence. Askeriyenin ve devlet teşkilatının reorganize edilmesi anlamında "modernleşme" Türkiye'ye uluslararası durumun empoze ettiği bir mecburiyettir; fazlaca bir seçme şansı olmadan gereği yapılmıştır. Osmanlı'nın son devri ile cumhuriyetin ilk dönemi arasında bu konuda sorunların niteliği ve çözümlerin çerçevesi açısından büyük bir fark yok.
Türkiye'de asıl sorun Batılılaşmadır. Bu da, tıpkı Türklerin bir vakitler İslam uygarlığını asimile etmesi yahut Cermenlerin Hıristiyan-Roma uygarlığını kabul etmesi gibi bir kültürler çatışması olayıdır. Amerika'ya, Fransa'ya özgü kavramlarla bu meselenin anlaşılabileceğini sanmıyorum. Konuya ilişkin ilginç fikirler belki Japonya'da veya Hindistan'da çıkmıştır. Onlardan da benim haberim yok. 

Wednesday, April 10, 2019

100 numara

Yüz (100) sayı adı bazı Hintavrupa dillerinde şöyle:
Eski İrlandaca kêt, Galce ve Bretonca kant, Cornwall dilinde kans
Latince kentum, İtalyanca çento, İspanyolca sien, Portekizce sem, Fransızca saŋ
Eski Gotça hund, Eski Yüksek Almanca hundrat, İngilizce hundred
Yunanca hekaton
Litvanca şimtas, Letonca simts
Eski Slavca sıto, Rusça sto, Sırpça sto
Sanskrit śatam, Avesta satım, Farsça sad
Toharca känt
Bu sözcüklerin hepsinin aynı kökenden evrildiğini biliyoruz. Ortak Hintavrupa kaynağı *kmtom şeklinde kurgulanıyor. Daha kökünün *dkmtom olduğu ve *dekm (“on”) sayı sıfatından kurallı türeyişle “onuncu şey” anlamına geldiği açık.
Her bir dildeki evrim rotası net olarak izlenebiliyor. Ses değişim kuralları ayrıntılı olarak tanımlı ve yüzlerce örnekte yeknesak olarak karşımıza çıkıyor.
Misal. Latince ince sesliden önce gelen /k/ sesi İtalyancada DAİMA /ç/, İspanyolca, Portekizce ve Fransızcada DAİMA /s/ halini alır. Latince +um nötr eki İtalyancada /o/ halini alır, diğerlerinde yutulur. Fransızca sonseste /t/ yutulur. Fransızca sonseste /n/ art-damaksıl /ŋ/ değerini kazanır ve bitişik /e/ sesinin arka ünlüye dönüşmesine yol açar. İspanyolca sonseste /n/ Portekizcede daima /m/ olur.
Hintavrupa ortak dilinde önsesteki /k/ Germencede önce /x/, sonra /h/ sesine evrilir. Hintavrupa ortak dilinde ünlü değerine sahip /m̥/ çoğu dilde /e/ fakat Germen dillerinde /u/ olur. Sonsesteki ötümsüz ünsüz (/t/) Germen dillerinde ötümlüleşir (/d/ olur). Almanca rat “saymak” demektir, hundrat “yüz-sayım” anlamına gelir.
Hintavrupa ortak dilindeki /k/ Hint dillerinde /s/ ile /ş/ arası bir ses olan /ś/, İran dillerinde ise /s/ değerini kazanır. Hintavrupa /e/ sesi Hint-İran anadilinde /a/ sesine dönüşmür. Eski İranca yapım ve çekim eklerinin çoğu modern Farsçada düşer, sonsesteki ötümsüz ünlüler ötümlüleşir.
Bu kurallar matematiksel kesinliktedir. İki dilde "aynı" görünen kelimeler eğer ses dönüşüm kurallarına aykırı ise, o kelimelerin ortak kökenli OLMADIĞINA hükmedilir. Mesela Galce kant ile Fransızca veya Farsça kant varsa, eşkökenli OLAMAZLAR.  
Bu kurallar kafadan atılmış şeyler değildir. Bunlar ve benzerleri, binlerce araştırmacının, iki yüz yıl boyunca geceli gündüzlü eşekler gibi çalışarak, tartışarak, birbirlerinin hatasını bularak oluşturdukları bilgilerdir. Emek ürünüdür.
Emek faslını es geçerek “Türkçe aga Sümerce gugu’ya benziyor, gaa” yöntemiyle etimoloji yapılacağını sananlar hezeyan içindedir.
Daha beteri, emeğe saygıları yoktur. Biraz da olsa ahlaki bir sorundur.
   

Tuesday, April 9, 2019

İstanbul-toto

Politik tahminlerin tutup tutmamasından ziyade akılcı, tutarlı, berrak ve özgün bir akılyürütmeye dayanmasıdır bana ilginç gelen. Söylenen şeyde mantık var mı? Alışılmadık faktörleri, ilginç emsalleri hesaba katıyor mu? Sonunda tutar veya tutmaz. Tutsa daha iyi tabii. Ama tutmasa da değerlidir, bakış açılarını zenginleştirir, üzerinde durulmamış potansiyellere ışık tutar, farklı çıkış yolları düşündürür. Siyasete yaramasa da aklı geliştirir. Bugün olmasa yarın belki işe yarayabilir.
Eğer siyasi eylemin içindeysen daha temkinli olman gerekir. Uçuk ihtimallerle vakit kaybedemezsin. Yanılırsan yenileceğini bilirsin. Bütün senaryoları düşünmek yerine en güncel ve en risksiz olana yoğunlaşırsın. Öyle bir derdin yoksa daha cesur olma lüksüne sahipsin. Milletin hesaba katmadığı faktörleri düşünmek sana daha ilginç gelir. Avamın göz ardı ettiği ihtimalleri hesaplamaktan zevk alırsın. Tahminlerin tutmasa ne gam? Üç beş kişi “ben söylemiştim” deyip sevinir, o kadar. Sevinsin garipler.
Vasatın tahminleri genellikle daha doğru çıkar. Çünkü eylemi yapanlar onlardır. Dünyayı akıl yönetmez, temelsiz varsayımlar ve sorgulanmamış duygular yönetir. Sokaktaki bin kişiye sorsan yarını daha doğru kestirirsin. Ama sokaktaki bin kişinin fikirlerini allayıp pullayıp tekrarlamanın ne tadı var ki? Her gün kabak yiyeceğine ara sıra havyar dene. Belki sayende üç beş kişinin ufku genişler, yeni tadlara özlem duymayı öğrenirler.
*
Haziran 2013’te “Her başbakan istifayı tadacaktır” yazısını yazdım. Alışılmış demokratik teamüller çerçevesinde bence doğru bir analizdi. Siyasi parti mantığının işlediği sistemlerde her lider on yılda yıpranır. O denli yalnızlaşan, tüm önemli politikaları başarısızlığa uğrayan, Gezi krizini o denli kötü yöneten bir lider, kendi partisinin bekası ve siyasi sistemin sağlığı için feda edilir. Gerekçe ve yöntem, istenirse beş dakikada bulunur. “Seçimle gelen ancak seçimle gider” diye bir kural da dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Nixon seçimle mi gitti? Thatcher seçimle mi gitti? De Gaulle seçimle mi gitti?
Ocak-Mart 2014’ün kasetler savaşında Erdoğan’ın gidici olduğundan emindim. Demokratik rejimleri bırak bir kenara, az çok kurumsal düzeni olan herhangi bir rejimde o denli kahredici darbeler yiyen bir lider ayakta kalamaz. Basireti varsa kendi çekilir; yoksa yoldaşları ve yandaşları çekilmesine yardımcı olurlar.
Torbalı Cezaevinde çok kişiyle bahse girdim. Şükür paldır küldür Şakran’a gönderdiler de ekonomik yıkımdan kaçabildim.
*
Tahminim tutmadı. Neden?
Çünkü “alışılmış demokratik teamüller” varsayımı yanlıştı. Çünkü “siyasi parti mantığı” işlemedi. En önemlisi, ortada bir ölüm kalım meselesi vardı ve ölüm kalım kavgasında Erdoğan’ın gözünü bu denli karartacağını, gerekirse şeytanla uzlaşmaktan, kan dökmekten, ülkeyi ve partisini yıkıma sürüklemekten çekinmeyeceğini kestiremedim.
Dönüm noktası sanırım 26 Aralık 2013’tür.[1] O gün – veya hemen öncesinde – köprüler atılmış, dönüşü olmayan yola girilmiştir. Rübikon aşılmıştır.[2] Ya herru ya merru!
O yola girmiş birinin, senin benim gibi insanların mantığıyla çıkar ve akıl hesabı yapacağını düşünmek yanlış olur. O yolun sonu ölümdür. Ölmeden kaç düşmanımı safdışı ederim hesabı yapabilirsin ancak.
Yalnız bir adam tüm dünyaya meydan okuyarak o adımı nasıl atabildi? Yarının tarihçilerini – ve belki dram yazarlarını – ilgilendirecek konu budur.
Benim aklıma ancak iki, ya da iki buçuk cevap geliyor.
Birinci cevap, siyasi dehadır. “Deha” tam da bu demektir: Makul insanların başka çıkış yolu yok dediği yerde çıkış yolu görebilme yeteneği. Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi dehasının farkına ben 2014 başlarında vardım. Gözüm korktu. Ve itiraf edeyim, hayran oldum.
İkinci cevap hesapta olmayan güçlerdir. Tek başına Erdoğan’ın dehasının 2013-14 krizini atlatmaya yeteceğine ihtimal vermiyorum. Devletin silahlı güçlerini kontrol edenler o tarihte yenilginin eşiğine gelmiş (veya getirilmiş) olan Erdoğan’ın arkasında durmaya karar verdiler. Kim olduklarını anlamak için 28 Aralık 2013 tarihli gazetelerin manşetlerine göz atmanız yeter.
Üçüncü bir faktör de rol oynamış olabilir.  AKP kadroları yolsuzluğa o derece batmıştır ki, 2013 krizinde bir siyasi parti gibi değil bir suç ve çıkar örgütü mantığıyla davranmışlardır; Erdoğan giderse kendi paçalarını kurtaramayacaklarından korkmuşlardır. AKP “ağır toplarının” mücadeleye devam yerine 2014’ten itibaren usulca sahneden çekilip Erdoğan’ı tek başına bırakmaları bunu düşündürür.
Bu da bir faktördür, evet. “Reis sen eskidin, git biraz dinlen” diyecek yerde uzamaları Erdoğan’ın elini güçlendirmiştir. Ancak deha ve devlet desteği olmadan işe yarar mıydı, hiç sanmam. Türk devleti hanım hanımcık bir devlet değil; 1960’ta Demokrat Parti’ye yaptıklarını 2014’te AKP kadrolarına yapmaktan kaçınacaklarını düşünmek için bir sebep yok. Yüz milletvekili asıp beş yüz parti kodamanını zindana atmak Türk Devleti için ne ki? Bilemedin yarım günlük operasyon.
*
Usta senin tahminin tutmuyor diyorlar. 2013’te Erdoğan gidici demiştin gitmedi, şimdi İstanbul’u vermez diyorsun gene bilemedin.
Mümkündür. Geleceği okuma şansım  yok. Neden fikrimi değiştirdiğimi anlatmaya çalışıyorum, hepsi bu. Sadece “gözüm korktu” desem belki o da yeterli olur. Köprüleri bu denli yakmış biri geri adım atamaz, hep ileri gitmeye mecburdur. Siyasi dehasında bir eksilme belirtisi yok. Arkasındaki Devlet desteğinin çekildiğine ya da yakında çekileceğine dair bir belirti de yok. Maça girse maçı alır. Ve maça girmeye eli mecbur.
İstanbul’u vermeyecek. Ceketime bahse girerim.





[1] 25 Aralık’ta polis Erdoğan’ın en yakınlarını ve nihai olarak kendisini hedef alan geniş çaplı bir yolsuzluk operasyonu başlattı. İstifa eden bakan Bayraktar, yolsuzluk tezgahının başında Erdoğan’ın olduğunu beyan etti. 26 Aralık’ta soruşturmayı yürüten savcılar ve emniyet amirleri, yasanın açık hükümlerine aykırı olarak görevden alındı. 27 Aralıkta Ergenekon ve Balyoz davalarında kesinleşmiş mahkeme kararlarının yeniden ele alınacağı ilan edildi.
[2] Rahmetli Sezar MÖ 49’da Rubicon ırmağını ordularıyla aşarak Roma Cumhuriyetine savaş ilan etti. O günden sonra ancak ölebilir, ya da ölünceye dek diktatör olabilirdi.

Thursday, April 4, 2019

Evliya Çelebi'nin Türkleri

1.
Evliya Çelebi’nin ceddi Türk’tür. Bundan gurur duyar ve her vesileyle vurgulamaktan yorulmaz. “Türk-i Türkân, pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi Hazretleri” soyundan geldiğini sadece birinci ciltte yaklaşık otuz beş defa anımsatır. Yesevî’nin doksan bin ereni “tac ve hırka ve kılıc kuşanıp” Horasan’dan Rûm diyarını fethe gelmişlerdir.
2.
Konuştuğu ve yazdığı dil Türkçedir. Evliya “Türkçe” ve “lisan-ı Türkî” deyimlerini eşit sıklıkta kullanır, sadece bir veya iki yerde “Türkîce” der. Osmanlı’nın dili Türkçedir. Fasih ve beliğ “Türkçe” bilenler övülür, kefere diyarında “Türkçe” bilen tercüman bulunur, “Türkçe bilmez” Abaza ve Gürcü Osmanlı paşaları inceden tiye alınır, Tokat Ermenilerinin “Türkçe” lehçesi taklit edilir.
Lisan-i Türkî esasen “Lisan-ı Tatar’dır”. Fakat Kırım ve Besarabya Tatarlarının tuhaf lehçesi Evliya’yı eğlendirir. Onlarla temaslarını anlatırken muzipçe onların dilini ve deyimlerini taklit eder.
Kelâm-ı ekâbirde “el-Arabî fesâhatün ve'l-Acemî zarâfetün ve't-Türkî kabâhatün ve sâ’irü'l-lisân galîzatün [Arapça açık ve kusursuz, Farsça zarif, Türkçe çirkin, diğer diller ilkel] ” demişlerdir. Evliya bu vecizeyi onay makamında sık sık anar, ama hemen ardından Türkçeyi de fasih ve zarif söyleyenler olduğunu belirtmeyi ihmal etmez. Hatta “turrehât-ı kalenderi ile mülemma bir lisân-ı mühmelât” olan lisân-ı Ekrâd'da dahi “fesâhat ü belâğat üzre tekellüm eder” kimesneler bulunur.
3.
Türk, her şeyden önce bir devlettir. Osmanlı devleti Türk’tür. Osmanlı padişahı, ordusu, paşaları, elçileri, hisarı, kalyonu “Türk” olarak nitelendirilirler. Kostantiniyye Türk’ün eline geçmiştir. Rus Kazakları Türk’ü kırar. Macar kralı Türk’ten kurtulmayı umar. Cümle melainler müttefik ve müttehid olup Türk’e karşu sefer ederler. Enteresan olan şu ki, bu anlamda “Türk” özellikle Evliya’nın Rumeli yolculuklarında yoğunluk kazanır. Kabaca taradığım iki yüzü aşkın örneğin tamamına yakını Evliya’nın Rumeli ve Girit serhadlerini anlattığı beş ila onuncu kitaplarda (ve İstanbul tarihine değindiği birinci kitapta) yer alır. Hemen her örnekte kâfir düşmanla çatışma veya açık/kapalı bir polemik sözkonusudur.
Tebriz veya Kahire’de adı “Rum” olan devlet, Budin ya da Kandiya tarafından bakıldığında “Türk” adını almaktadır.
4.
Türk, ayrıca, belli dil özellikleri ve davranış kalıpları gösteren bir toplumsal zümredir. Genel kabule göre düşük itibarlı bir toplum tabakası oluşturur, ancak Evliya onlara (mesela Sadullah Efendi veya Gelibolulu Mustafa Ali gibi klasik Osmanlı tarihçilerinin aksine) belli bir sempatiyle bakar; olumsuz genel hükümleri mutlaka olumlu ifadelerle dengeler.
Anadolu’da Türklerin yoğun olduğu yerler daima “Türkistan”dır. Misal:
Tosya: Gerçi Türkistan şehirlerindendir amma a’yan u uleması çokdur ... Gerçi halkı Türkdür amma gayetül gaye garib-dostlardır [yabancıyı son derece gözetirler].
Kemah: Gerçi Erzene'r-rûm hâkinde Türkistân şehridir, ammâ garîb-dost, sulehâ-yı ümmetden halûk ve selim âdemleri vardır.
Dörtdivan ve Yığılca: Gerçi Türkistandır amma a’yan ü eşrafı ve tüccarı çokdur.
Ladik: Gerçi Türkistân şehirlerindendir ammâ fârisü'l-hayl sipâhîleri ve erbâb-ı ma'ârif yârânlan çokdur.
Tokat: Gerçi Türkistan şehirlerindendir ammâ yine erbâb-ı ma‘ârifi ve nükte-şinâs çelebileri ve ulemâ ve sulehâ ye meşâyihi ve kuzâtı ve yârândan ehl-i dil, garîbü'd-diyâr âdemleri ve salâh-ı hâl ile ma‘rûf mü’min ve muvahhid kimesneleri vardır.
Beypazarı: Etrâk şehirlerinden olmağıla ekseriyyâ halkı Oğuz tâ’ifesidir. Ya’nî Türk kavmi demenin hüsn-i ta’bîridir.
Kütahya: Gerçi Anatolı'da Türkistân vilâyetdir, ammâ ulemâsı ve fuzalâsı ve şu'arâsı gâyet çokdur.
Tavas: Gerçi Türkistan şehridir ammâ hayli zarif ü pür-ma‘rifet fasihü'l-lisân ve beligu'l-beyân sözün dinler me’âl ve hâl anlar çelebileri vardır.
Manisa: Gerçi Etrâk diyârıdır ammâ taht-ı kadîm ve şehr-i azîm olmağile halkı gâyet söz anlar mîr-i kelâm erbâb-ı ma'ârif şu'arâlan çokdur.
Niksar: Reng-i rûyları humret üzre olup [yüz renkleri kızılca olan] zinde Türk âdemleri olur. Garîbü'd-diyâra gâyet ri'âyet eder halûk âdemleri vardır.
Türklerin ve özellikle genç Türk erkeklerinin fiziksel nitelikleri, mahbubperestliğini her vesileyle vurgulayan (buna karşılık kadınlardan istisnasız her zaman istihzayla söz eden) yazarın ilgisini çeker. Çankırı halkı “gâyet zinde ve mücessem ve şecî‘ Türk tâ’ifesidir.” Datça Türkleri “Gerçi mel’ûn kavimdir, ammâ gâyet bahâdır ve pehlivân ve tüvânâ kavimdir.”
Türkistan yerlerde seyahat Evliya’yı ürkütür; kazasız belasız geçiş için dua eder, kasabaya varınca Allah’a şükreder. Mesela İnegöl yöresi “Türkistân olmağile refikler alup ... mütevekkilen alellâh deyüp sarp çengelistân ve hıyâbân” yollara düşer. Ancak “refik olan Etrâkler ... yol emînlikdir, varın sıhhat ile” deyüp sıvışırlar. Bir süre sonra eşkiya basar, canını zor kurtarır.
Uludağ civarında “cümle Etrâk kavmi sâkinlerdir. Gâfil gitmemek gerek, zîrâ eşkıyâsı bir şikâr alup” vs.
Elmalu’da “Türkmân yatağı mahûf [korkulu] yollar” güzer edilir. Erdemli tarafı “cümle harâmî” Türkmân köyleridir. İnsanlar “Türkmân aşkıyâsı havfinden [korkusundan] metin hânlar” inşa etmiştir. Payas yöresi “cümle râyihası hûn-ı insân şemm olunur [insan kanı kokusu duyulur] bir vatan-ı aşkıyâ-yı Türkrnân-ı bî-îmândır”.
Seyahatnamenin sonraki bölümlerinde Etrake ve Türkmâna yönelik olumsuz ifadelerin dozu gitgide artar. Evliya Çelebi anlaşılan yaşlandıkça Türklere olan sempatisi yıpranmıştır.
Afyon Sinanpaşa yöresine Sıçanlu ovası denir, “Zîrâ halkı sıçan gibi muzır kavm-i Etrâk'dir.”
Afyonkarahisar’da “lisân-ı Etrâk-i nâ-kabil-i nâ-pâk [yetersiz ve kirli Türklerin dili]” konuşulur. Yolcular Yonmataş demekle ma’rûf bir yalçın kaya dibinde yetmiş seksen evli bir Etrâk-i bî-idrâk [kavrayışsız Türk] köyünde müsâfir” olur.
Benzer ifadeler tarihi olayların anlatımına da yansır. Mesela I. Selim’in karındaşı Korkud “korkusundan Etrâk-ı haşerâtdan niçe bin aşkıyâyı başına cem’ eyleyüp” isyan eder. Sultân Murâd-ı Sâni Manisa’yı Sarhanoğulları elinden “niçe bin renc ü anâ ile Türk eşirrâlarını kıra kıra feth etmişdir.” Yıldırım Bayezid Han “yetmiş sancak yeri Türk aşkıyasından ve kefere a’dasından feth” eder.
Seyahatname’nin ilk bölümlerinde şecaat ve bahadırlıkları yere göğe sığmayan Türklerin kredisi ilerleyen bölümlerde gitgide düşmüş görünür.
Sonunda Evliya 60 yaşında Hac farizasını ifa ettikten sonra Rum diyarına dönmeyip Mısır’a yerleşmeye karar verir. Mısır’a ilişkin 500 küsur sayfalık Onuncu Kitap’ta “Türk” ve “Etrak” adları hemen hiç geçmez. Ancak yer yer “fasih ve beliğ” Türkçe bilen kişilere rastladığında yazarımız sevindiğini belli eder.
*
Bu tavırlarda çelişki yoktur diyemeyiz. Ancak, modern milliyetçiliğin dar ufkuna sığdırmaya çalışmadıkça anlaşılamayacak bir şey göremiyorum.
İnsanoğlu böyle bir mahluk. Bazen sever bazen sevmez. İşine gelirse sever gelmezse sevmez. Ali'yle konuşurken sever, Veli'yle konuşurken sevmez. Sevmez ama sever görünür. Sever ama söylemez. Sabah sever akşam sevmez. Sevmez ama takdir eder. Başkası sevdiği için hak verir. Başkası sevdiği için gıcık kapıp nefret eder.
İnsanoğlunu tek boyutlu karikatür tiplemesine indirgeyen milliyetçi ahmaklığın kurbanları dışında, dünyanın böyle olduğunu bilmeyen mi var?

Aloe, sarı sabır

Aloe vera (“hakiki aloe”) yakın devirde Batı dillerinden Türkçe kullanıma giren bir bitki adı. Yapraklarından çıkan acı öz kozmetikte ve geleneksel tıpta kullanılan bir kaktüstür. Türkçe eski adı sarı sabır.
Aloe adı Eski Yunan tıbbından Latinceye ve oradan belli başlı Batı dillerine aktarılmış. Yunanca aloê ἀλόη iki ayrı anlamda geçiyor. İlki bildiğimiz aloe, tıbbi farmakolojinin babası sayılan Adana Anavarza’lı Dioskorides De Materia Medica 3.22’de tanımlamış, fasih şekli aloam’dır fakat “barbarlar” aloe der diye belirtmiş, ayrıca τραγόκερως “keçiboynuzu” adı da verilir demiş, ki yapraklarının şekline bakınca mantıklı. Plutarkhos Evliliğe Dair Öğütler’de evlilikte kavga gürültünün aloe gibi acı değil şarap gibi tatlı olması gerektiğini belirtmiş.
İkinci anlamı, güzel kokulu tahtası eski çağlardan beri parfümeride kullanılan bir ağaç. Bu anlamda ksylaloê (“ağaç aloe”) de denirmiş. İngilizcesi aloe wood, yani aquilaria. Tevrat’ın MÖ 2. yy’da yapılan Yunanca çevirisinde ve İncil’de birkaç kez geçiyor. Mesela Yuhanna 19.39’a göre İsa’nın cesedi 35 kilo myrrh (Türkçesi mürr-i safi) ve aloe ile belenerek gömülmüş. Bu anlamda sözcük İbranice ve Aramice çoğulu ahaloth veya aloth tekil hali ahala olan ağacın karşılığı. Nitekim Mikah 4.15’te Yunanca metin İbranice çoğul aloth ἀλώθ biçimini kullanmış. Arapçası al-ûd الود . Türkçede Arapçadan alınmış öd ağacı kullanılır. Safra anlamında Türkçe ödle ilgisi yok, ayrı kelime.
Sarı sabır’daki sabır Arapça kalın s ile sabr صبر, aloe vera’nın Arapçası. “Zorluklara göğüs germek” anlamındaki sabr ile eş sesli, ama anlam ve köken bağı var mı emin değilim. Zaman makinesinde geri gidersek Süryanice ṣabrāܨܒܪܐ aynı şey, eski Asur dilinde ṣibāru “1. sivri bir alet, 2. ilaç olarak kullanılan bir bitki”. Altı noktalı yazdığım s bizim bildiğimiz ş değil, kalın s anlamında.
Modern İsrail İbranicesinde ṣabra “kaktüs” anlamında kullanılıyor. İsrail’in bağımsızlığından önce orada doğan İsraillilere de “kaktüs” anlamında ṣabra deniyor.