Arda Viraz Nâmag (“Erdemli Viraz’ın Kitabı”) takriben M 5. yüzyılda Sasanî egemenliğindeki İran’da kaleme alınmış. Metin dili Pehlevîce, yani İslam-öncesi devir Farsçası. Kitap, dindar ve erdemli bir insan olan Viraz’ın manevi yolculuğunu anlatıyor. Tanrıya itaati temsil eden Srôş (Yeni Farsça sürûş, “itaat”) önderliğinde Viraz, ölümden sonra ruhun geçeceği aşamalara tanık olur, Zerdüşt dininin hakikatlerini öğrenir.
İngilizce çeviri şurada: http://www.avesta.org/pahlavi/viraf.html. Orijinal metnin Latin harfleriyle transkripsiyonu şurada: http://titus.uni-frankfurt.de/texte/etcs/iran/miran/mpers/arda/arda.htm. Farsça üç beş biliyorsunuz elbette. Sabırla bakarsanız bunun da bir bölümünü sökebilirsiniz.
Kitabın dördüncü babında Viraz, Çinvâd köprüsünü geçerek, ruhların ölümden sonra geldiği güzel kokulu bahçeye ulaşır. Burada kendi dindarlığı ve erdemleri, güzel-suretli bir kadın kılığında (kanīg kirb ī nēk pad dīdan ī hu-rūst) karşısına çıkar. Kadının, göz okşayan ve ruhu dinlendiren, aşağıya doğru şişkin ve ihtişamlı memeleri vardır. Viraz kadına “sen kimsin?” diye sorar. “Yaşayanlar aleminde senden daha güzel-suretli (hu-çihrtar) ve muhteşem bir kadın görmedim.” Kadın cevap verir: “Ben senin ruhunun güzelliğiyim, ey güzel-düşünceli, güzel-sözlü, güzel-edimli, güzel-dinli genç.”
Burada ilgimizi çeken sözcük hu-rūst. Sözcüğün sonundaki +st, bizim +li ekine tekabül eden bir yapım eki. Yani sözcüğün yapısı hu-rū-st. Hu “iyi, güzel” demek, Yunanca eu (eu-thanasia, eu-genics, eu-calyptus, eu-phoria, eu-angelos vb.) eşdeğeri. Farsçadan bildiğimizHurrem (güzel-barış), Husrev (güzel-namlı), huner (güzel-marifet), humâyun (güzel-kutlu) sözcüklerinde bu hu var.
Rû da tanıdık, halife-i rû-yi zemin (yer yüzünün halifesi), rû-be-rû (yüz yüze), Gülrû (gül yüzlü), Mehrû (ay yüzlü) vesaire. Kürtçe rû aynı anlamda, Rûken = “güler yüz(lü)”. Modern Farsçada “yüz” anlamı ağırlıkta, ama orijinal kapsam daha geniş: “bir şeyin dış görüntüsü, yüzey, fasad” ve aynı zamanda “ihtişam, güzellik.”
[Çihr ve çihre de aynı anlam sahalarına sahip bir sözcük: “1. çehre, surat, 2. ihtişam, güzellik.” Sanskritçesi çithra, “güzellik”.]
O halde hu-rû = “güzel-suretli”. Yukarıdakinden bin yıl daha öncesine ait Avesta dilinde hu-raodha diye geçiyor. Bartholomae, Altiranisches Wörterbuch, s. 1836-1837, Zerdüşt metinlerinden otuz kadar örnek vermiş. Beş altı tanesini çek ettim, hepsi de erdemli/dindar kişinin veya tanrının fiziksel güzelliğine dair. Benim anladığım şu: eski Zerdüşt metinlerinde sık sık geçen bir soyut tabir, orta devirde gayet sevimli bir imgeyle kişileştirilmiş, personifiye edilmiş yani.
*
İslami gelenekte hûr حور veya hûriye حورية adıyla anılan varlıklar, Kuran’da şöyle geçiyor. Duhan 54: كَذَلِكَ وَزَوَّجْنَاهُم بِحُورٍ عِينٍ “Onları hûr în ile evlendirdik.” Tûr 20: وَزَوَّجْنَاهُم بِحُورٍ عِينٍ aynı. Vakıa 22-23: وَحُورٌ عِينٌكَأَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ الْمَكْنُونِ “(amellerinin mükâfatı olarak) saklı inciler gibi hûr ˁîn verilecek”. Rahman 72: حُورٌ مَّقْصُورَاتٌ فِي الْخِيَامِ “onlar çadırlar içinde saklı hûr’dur.”
Arabî sözlüklerin hepsi hûr sözcüğünü dişi ve çoğul kabul ediyor. Tekil biçimi dişi halde hawrâ حوراء ve eril halde ahwar أحور imiş. Bu sözcük Arapçada yaygın değil, ancak HWR (“beyaz olma, beyazlık, aydınlık”) kökünden “beyaz renkli” diye yorumlanabilir. Kuran'da üç kez hûr sözcüğüne bitişen ˁîn de anlamca muğlak bir kelime. Arapça ˁayn “göz” kökünden aˁyîn “koca gözlü” sıfatının çoğulu diye yorumlanması mümkün. Nitekim gramercilerin çoğu böyle yorumlamış.
Sonuç olarak elimizde “ak renkli koca gözler” gibi bir anlam var şimdilik. Ürkütücü.
Arapça sözlüklerde gezinmeye devam ediyoruz. Tüm sözlüklerin anası olan Kamus, hûr için “ceylan ve ineklerdeki gibi, akı çok ak ve karası çok kara olan gözlere sahip” demiş, dolayısıyla “gözün görünen kısmı çok karadır” diye eklemiş. Genel kabul gören görüş bu. Bana sorarsanız ben çırpınmış derim. “Ak gözlü ne demek? Olsa olsa akıyla karası belirgin demek. Demek ki kara gözlü demek.” Yok daha neler!
Türkçe mealler çırpınmaya devam etmiş. “Ceylan gözlü huriler”, “iri gözlü huriler”, “kara gözlü huriler”, “iri kara gözlü eşler”, “güzel eşler”, “net görüşlü eşler”, “bembeyaz, şahin gözlü huriler”, “gözleri iri, elbiseleri tertemiz, renkleri beyaz cariyeler”, “güzel gözlü saf ve temiz eşler”, döktür döktürebildiğin kadar. Huri eğer “ceylan gözlü” demekse, ceylan gözlü huriler ne ola ki?
Hadislere girince daha fantastik bir aleme adım atıyoruz. Buhari’nin sahih saydığı bir hadise göre (54.476) huriler o kadar beyaz ve şeffaf tenlidir ki, ciltlerinin içinden bacak kemiklerinin iliği görünür. Buhari 55.544’e göre huriler işemez, dışkılamaz, tükürmez ve burunları akmaz. Tarakları altındandır ve terleri misk gibi kokar. Hepsi birbirinin aynıdır ve Adem babamız gibi boyları altmış arşındır. Sahih-i Muslim 40.6793’e göre hurilerin çehresi dolunay gibi beyaz ve aydınlık olacaktır. Cennette herkesin iki zevcesi olacaktır, ve vücutları bacak kemiğinin iliği görünecek şekilde şeffaf beyaz olacaktır. Bunları Hz. Muhammed Ebu-Hureyre’ye söylemiş. El Tirmizi’nin aktardığı hadise göre hurilerin bembeyaz cildi vardır ve içlerinde kemikleri inci ve yakut gibi ışıldar. Yukarıda belirtilenlere ek olarak adet halleri ve çocuk doğurma gibi mekruh özellikleri yoktur. Hepsi bakiredir; memeleri yuvarlak ve kalkık olur, sarkma yapmazlar. Bu bilgiler de yine sağlam sayılan bir aktarımla Muhammed’e dayandırılmış.
*
Şu kadarı bence net. İranî gelenekten aktarılan “güzel yüzlü” cennet kadınları, Arapça (ve Aramice) HWR köküyle birleştirilip “beyaz tenli, ak yüzlü” varlıklar olarak tahayyül edilmişler. Hadislerde aktarılanları doğru kabul edersek, Muhammed'in kendisi de kullandığı sözcüğün anlamından habersiz görünüyor. Diğer olasılık Muhammed, veya Kuran müellifi her kim ise, sözcüğü bilinçli olarak kullandı fakat İslami gelenekte bu anlam unutuldu veya yanlış yorumlandı. Bu ihtimal bana daha zayıf görünüyor.
Çözemediğim bir ufak soru: Kamus yazarı İranlıdır. Fars dilini iyi bilen biridir. Sözcüğün Farsi kökenini o nasıl atlamış olabilir acep?
*
Kaynakça da vereyim. Konuya ilk önce Jeffery, The Foreign Vocabulary of the Quran, sf. 117 v.d.’da muttali olmuştum. Ancak Jeffery’nin makalesini özensiz buldum. Daha sonra geçen Temmuzda Berlin Devlet Kütüphanesinde çalışırken Geo Widengren, Muhammad, the apostle of God, and his ascension, sf. 186’da daha esaslı malzemeye ulaştım. Zerdüşt metinlerini internetten bulup inceledim. Hadisler de internette aranınca kolayca bulunuyor. Bartholomae’nin pdf’ini Mesut Keskin göndermişti. Ona da sık sık şükretme fırsatı buluyorum.
Erkeğe huriyi, gılmanı veren islam 2. sınıf saydığı kadına kocasından başka çokta birşey vermiyor cennette. insani bir vasıf olan kıskanma duygusu ise aynı şekilde devam ediyor hurilerini dahi başka bir erkeğin görmesine izin verilmiyor.
Cennette vaad edilenler bu dünya zevklerine göre insanın isteyebileceği hayallerinden ibaret ve basit hayaller. Cennetten habersiz birçok kimsenin kafasını yastığa koyduğu zaman arzu edebileceği istekler.
Simdi Ayşe Hür'de buna göz dikti:) Yok beyaz taneli üzümmüş, yok Süryaniceymiş, yok bilmem neymiş...
Gerçi biraz adaletsizlik yapılmış, kadınlara benzer bir teklifte bulunulmamıştı ama, olacak o kadar. Kitap, biz erkekleri adam yerine
koymuş, bize hitaben yazılmamışmıydı?!!!
Sevan Bey'in etimolojik değerlendirmelerine değil ama ardından gelen kimi yorumlara bakıldığında bu akla gelebilir. Yani din ile 'dalga geçme' durumu. Düşünsel ateizmin böyle bir şey olmadığını biliyoruz. Bu daha çok duygusal bir şey, yani bir tür geyik.
Huri sozcugu, detaylari ne olursa olsun, cinsel anlamda cekiciligi cok fazla olan kadinlari anlatiyor. Muhammedin, o zamanin muminlerinin, ve bu zamanin muminlerin cogunlugunun kafasindaki tanim tartismasiz budur bence.
Bu arkadaş(Christoph Luxenberg) "huri" süryanice beyaz üzüm anlamına gelir demeden önce Rahman suresini okusaydı yazdıklarını yırtar çöpe atardı.
RAHMAN SURESİ
56. Oralarda bakışlarını sadece eşlerine çevirmiş dilberler vardır. Onlara eşlerinden önce ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur.
58. Onlar sanki yakut ve mercandır.
70. Onlarda huyları güzel, yüzleri güzel dilberler vardır.
72. Onlar, çadırlara kapanmış hurilerdir.
74. Onlara, eşlerinden önce ne bir insan ne bir cin dokunmuştur.
76. Onlar yeşil yastıklara ve güzel yaygılara yaslanırlar, (nimetlenirler).
Ne yani? Beyaz üzümler ne zamandan beri çadırlara kapanmış ve yastıklara yaslanıyorlar?
1- "Türk" bir kimliktir. Bir kimliğe vatandaş olmak mümkün müdür? Daha açık bir ifadeyle bir kimliğe mi vatandaş olunur, bir devlete mi? Yani doğru tabir "TC vatandaşı" olması gerekmez mi? Burada hatırlatmak istediğim bir örnek var. Britanya'da mesela böyle. Bütün resmi belgelerde Birleşik Krallık vatandaşları deniliyor, Britanya ya da İngiliz vatandaşı diye bir şey ben hiç duymadım.
2- Anayasa 66/I'e bakıyorum... Bakıyorum ve bu soruyu sormuyorum. Çünkü bu madde hepten uçmuş! Her nedense bu madde benim aklımda "Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı (bu arada neden vatandaşlık ilişkisi değil de BAĞı?) ile bağlı olan kimseye Türk denilir" şeklinde kalmış. Oysa madde "Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür" şeklinde. Bu maddeye dayanarak konuşmak mümkün değil. Oysa ben "Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağı ile bağlı olmak" denilirken bir hukuksal ilişkiden, bir hukuksal statüden söz ediliyor, bir kimlikten değil, diyecek ve kimlik ile hukuksal statü özdeş olmadıkları için bir kimlik olan "Türk"ün bir hukuksal statüyü ifade ettiği iddiasının ne kadar sağlıklı olduğunu soracaktım. Madde daha baştan devletin kimin devleti olduğunu ilan etmiş. Dolayısıyla bizim gibi Türk olmayanlara da b.k yemek düşüyor bu maddeye göre. Bu madde bütünüyle anayasadan çıkarılmalı yerine yeni bir şey konmaMAlı.
3- Hatırlıyorum, Irak'taki Amerikan işgal kuvvetleri yetkilileri ne zaman kendi faaliyetleri ile ilgili bir açıklama yapacak olsalar, "Birleşik Devletler ordu birliği" vesair ifadeler kullanıyorlardı, asla Amerikan ordu birliği demiyorlardı. İnternette resmi siteye bakıyorum, "Royal Navy" yani Kraliyet Donanması diyor, "English Navy" veya "British Navy" değil. Ayrıca hava kuvvetlerinin adı da "Royal Air Force" yani Kraliyet Hava Kuvvetleri, "English Air Force" veya "British Air Force" değil. "UK Armed Forces" diyor, yani Birleşik Krallık Silahlı Kuvvetleri. Resmi adlar bunlar. Türkiye'de de normalde resmi kurumların adlarında "TC" der, "Türk" demez. Peki neden silahlı kuvvetlerin adı "Türk Silahlı Kuvvetleri"dir, "Türkiye Cumhuriyeti Silahlı Kuvvetleri" olması gerekmez mi? Demek istediğim dünyada bir İngiliz Donanması yok, Birleşik Krallık (veya Kraliyet) Donanması var. Amerikan ordusu yok, Birleşik Devletler Ordusu var. İngiliz askerleri yok, Kraliçe'nin askerleri var. Çünkü bir kimliğin ordusu, askeri, istihbaratı, polisi olmaz, bir devletin bu türden şeyleri olur. Dolayısıyla Türkiye'de de TSK değil TCSK, Türk Ordusu değil TC Ordusu, Türk askeri değil TC askeri olarak adlandırılmaları gerekmez mi?
Yukardaki arkadaşın bahsettiği programı seyrettim ve size helal olsun dedim. 4 koldan kemalistlerin taaruzuyla iyi başetmişsiniz. Deveye hendek atlatılır ama bu kemalistlere argüman anlatılamaz
bir de "Çözemediğim bir ufak soru: Kamus yazarı İranlıdır. Fars dilini iyi bilen biridir. Sözcüğün Farsi kökenini o nasıl atlamış olabilir acep?" demişsiniz. bu bence aynı fonetik ve kökene sahip kelimelerin farklı dillerde farklı anlamlara bürünmesiyle alakalı. yani aslında Firuzabadi bu ayrıntıyı es geçerek bence doğru yapmış. Yoksa en basitinden "evraklar" kulanımının yapraklarlar anlamına geleceğini o dönemde türkçe sözlük oluşturanlar elbet biliyordu fakat biz o anlamda kullanmıyoruz. değil mi?