Bir
arkadaş Amerika’da neden sosyal demokrat parti yok, neden Amerikalılar
sola “liberal” diyorlar, bizim liberal dediğimiz onların libertaryeni mi
diye soruları sıralamış. Cevap yazdım.
Avrupa’da sosyal demokrasi
ve/veya sosyalizmin maddi temeli sendikal harekettir. 1870-80’lerde
doğdu, 1980’lere dek Avrupa siyasetinin en güçlü aktörlerinden biri
oldu. Sendikalar çöktüğünden bu yana sol partiler bence uzatmaları
oynuyorlar. Gerçek bir varlık nedenleri kalmadı. Bürokratik-liberal
düzenin biraz daha şehirli, biraz daha din-dışı varyantının temsilcisi
oldular.
ABD’de sendikalar hiçbir zaman siyasi düzenin belirleyici bir
parçası olmadılar. Neden? İki şey geliyor aklıma. Bir, Avrupa
proletaryasının, köklü köylülüğe dayanan bir sınıfsal kimliği/geleneği
vardı. Kendilerini ayrı bir kültür, ayrı bir zümre, ayrı bir aksan, ayrı
mahalle, ayrı aile yapısı gibi unsurlarla tanımlayabiliyorlardı. ABD’de
hiçbir zaman gerçek bir sınıf olmadılar. Olsa olsa ayrı etnik
kökenlerle tanımladılar (İrlandalılar, Yahudiler, Zenciler, Hispanikler
vb. ).
İkincisi, tabii, acımasızca uygulanan devlet şiddetidir.
1920-30’larda sendikal hareketler kanla bastırıldı. 1950’lerde sol ve
sosyalizm üzerinde muazzam bir siyasi terör yaratıldı. New York’un
Baltimore’un, Boston’un köklü sosyalist örgütlenmeleri vardı. Ama ulusal
düzeyde asla örgütlenemediler, marjinal kaldılar. Bundan dolayı ABD’de
“sol” ve sendikal hareket, 1930’lardan itibaren, ancak Demokrat Parti
yoluyla siyasi temsil imkânı bulabildi. “Liberal” kisvesi altında
siyaset yapabildi. Sonucunu görüyorsun. Avrupa’da Liberal siyaset 1918
sonrasında izi kalmamasına çöktü; oysa ABD’de hâlâ (en azından ismen)
siyasi söylemin iki ana kanadından biri olmaya devam ediyor. Keza Kanada
ve Avustralya’da.
İngiliz liberalizminin öteden beri birbiriyle
bağlantılı iki platformu vardı. Biri serbest ticaretti, yani tacir ve
yatırımcı sınıfının mümkün mertebe devlet müdahalesinden muaf olması.
Öbürü dini taassuba itirazdı, ki buna 19. yy sonlarında milli
taassuplara karşı olmak da eklendi. Seçmen nezdinde asıl ağırlığı olan
bu ikincisiydi. İnsanlar kiliseyi talep ettikleri için, “ezilen”
halklara (özellikle İrlandalılara, daha sonra tüm dünya mazlumlarına,
mesela Türk esareti altındaki Yunanlılar, Bulgarlara vb.) sempati
duydukları için Liberal partilere yandaş oldular.
(Parantez, Mario
Vargas Llosa’nın Dünyanın Son Ucundaki Savaş adlı şahane bir romanı var,
Türkçeye çevrilmedi sanırım. Orada din-karşıtı bir tipik 19. yy sonu
liberalinin, Brezilya’da ezilen halk hareketi olarak başlayan bir dini
ayaklanma karşısında büyük bir düşünsel açmaza düşmesini ve sonuçta
ayaklanmacılara katılmasını anlatır. Klasik Liberal düşüncenin temel
paradoksunu izlemek açısından öğretici bir eserdir.)
Bugünkü Amerikan
Liberalizmi bu ikinci boyutu, yani dini taassuba ve milli zorbalıklara
karşı olma tavrını ön plana çıkarmıştır; bu sayede bütün dünyada Liberal
siyasi akımlar çökerken ayakta kalmayı başarmıştır. Az önce dediğim,
sol/sosyalist hareketin Liberal/Demokrat cepheye iltihakı da bu
dönüşümde rol oynadı elbette.
Liberalizmin birinci platformunu öne
çıkarmakta ısrarcı olanlara ABD’de, senin de belirttiğin gibi,
Libertarian adı veriliyor. Marjinal bir harekettir. Dünyanın hiçbir
yerinde “piyasalar serbest olsun, devlet ticarete karışmasın” platformu
üzerinden yüzde birin üstünde oy alan siyasi hareket görülmemiştir;
bundan sonra görüleceğini de sanmıyorum.
Libertaryenizmin heyhey günleri
1980’lerdi, Reagan, Thatcher, Milton Friedman, Chicago ekolü vb.
1945’ten veya 1932’den bu yana süren sosyalizan politikaların Batı
dünyasını ekonomik ve sosyal çöküntüye sürüklediğini (haklı olarak)
gördüler ve karşı uca savruldular. Ancak vaatleri tutmadı; aksine daha
beter bir çöküşe doğru hızla yol alındığı anlaşıldı. En önemlisi,
serbest piyasa ekonomisi ile bürokratik tahakküm arasında yapısal bir
simbiyoz olduğu milletin kafasına dank etmeye başladı. Piyasa
ilişkilerini yaygınlaştırdıkça, onları regüle edecek ve polis rolü
oynayacak devasa ve gitgide kontrolden çıkan bir kamu bürokrasisi
oluşturmak gerekiyor. Ve nitekim Thatcher-Reagen reformlarının net
sonucu (keza Türkiye’de Özal çağının sonucu) daha önce eşi benzeri
görülmemiş bir bürokratik yapının kanser gibi büyümesi oldu. Korkarım ki
bu hakikat daha iyi anlaşıldıkça Libertaryen düşünce, zaten sınırlı
olan kamu desteğini büsbütün yitirmek zorunda kalacak.
Bütün dünyada
neredeyse devrim boyutları kazanan bir kolektivist, organikçi, doğacı,
anti-kapitalist hareket var ve tahmin ediyorum ki yakın gelecekte
dinecek veya sinecek bir şey değil.
Bilmem sorularına cevap verebildin
mi?
Saturday, May 27, 2017
Wednesday, May 24, 2017
Distopyalardan bir demet
Art arda üç roman okudum. Cormack McCarthy, The Road, yıl 2006. Dave Eggers, The Circle, 2014. Michel Houellebecq, Soumission, o da 2014. Üçü de dehşetli birer distopya. Bilhassa mı seçmişim diye düşündüm. Yok, son yılların iyi romanları faslından rastgele sipariş etmişim. Belli ki dünyada distopya modası var. Medeniyetin sonu geldi, battık, bittik, mahvolduk nidaları dört yandan yükseliyor.
Felaketin kimliği değişken: McCarthy’de savaş sonrası ekolojik kataklizm, Eggers’te Google ve onun temsil ettiği dijital tahakküm, Houellebecq’te İslam. Ama altta yatan tema bir: Kapitalizmin, ya da modernizmin, tükenişi diyelim. Doğal kaynaklar ve insani ilişkiler kudurgan bir hırsla paraya çevrilmiştir. İnsan yaşamına anlam ve değer veren şeyler kaybedilmiştir. İnsanlar düşman bir dünyada yalnız ve çıplak kalmıştır. Acz içinde, başlarına geleceği beklemektedirler.
Karanlık bir tablo. Belki biraz abartılı. Ama yabana atılır bir argüman olmasa gerek.
*
MacCarthy üçünün en zayıfı. Fikir 2006’da belki yeniydi, ama o günden bu yana o kadar çok post-kıyamet filmi ve dizisi izledik ki sanırım biraz sıradanlaştı. Dünyanın başına ayrıntısını bilmediğimiz bir felaket gelmiştir. Şehirler ve bitki örtüsü yanmış, hayvanların nesli tükenmiş, milyarlarca balık leşi okyanus kıyılarına vurmuştur. Yeryüzü kara bir külle kaplıdır. Hava, soluk alınamayacak kadar kirli ve kasvetlidir. Sağ kalan az sayıda insan, korku ve yalnızlık içinde, yamyamlık ve ölü soyuculukla vakit geçirmektedir. Her şeyini kaybetmiş bir baba ile oğul, açlık, sefalet ve ölüm korkusu ile dolu uzun bir yürüyüşle deniz kıyısına varmaya çalışırlar. Onları hayatta tutan şey umut ve sevgidir. Nihayet ulaştıkları deniz leş kokulu ölü bir sahil de olsa, yürüdükleri yolun kendisi yaşamlarının gerçek ve mutlak anlamıdır.
Klasik dini referanslardan arındırılmış bir tür Amerikan post-protestantizmi sanırım. Seveceksin. Affedeceksin. Umudunu yitirmeyeceksin. Sevdiğin insan için (pardon: erkek evladın için) yaşamını feda etmeye hazırsan yaşamı hak edersin.
Haklı mı? Haklı. Seveceksin. Affedeceksin. Umudunu yitirmeyeceksin. Evladın için yaşamını feda etmeye hazırsan yaşamı hak edersin.
Asıl marifet bunları klişeye düşmeden anlatabilmek. Teksaslı yazarımız orada tekliyor. Modern Amerikan yaşamının kültürel dekorundan arındırılmış bir tür yabani brutalizmi seçince belki klişeden kurtulacağını, hakikatin yalın haline ulaşacağını sanıyor. İlk başından beri Amerikan edebiyatının –- ve Hollywood sinemasının –- en bayat klişesinin tam da bu olduğu gerçeğini göz ardı ediyor.
*
Eggers’inki çağdaş bir Orwell uyarlaması. Kaliforniya’nın kör taşrasında manasız bir işte çalışan Rachel, Silicon Valley’e benzeyen bir yerde, Google veya Apple’a benzeyen bir firmada iş bulur. Oradaki yaratıcılığa, zekâya, uçarılığa, insancıllığa, özgüvene, sınırsızımsı özgürlüğe hayran olur. Üniversiteyi yeni bitirmiş yetenekli bir genç kadın için cennet burasıdır. Madalyonun öbür yüzü yavaş yavaş kendini gösterir. Özel hayat iptal edilmiştir. Networkleşen yaşamlarda birey, kitlesel akıl karşısında yalnız ve acizdir. Networkün sahipleri, kavuştukları olağanüstü gücü para ve iktidar hırsına alet etmişlerdir –- alet etmişler demeyelim, haksızlık olur, iktidarın mantığına kaçınılmaz olarak teslim olmuşlardır. Rachel bir iki direnir, beyhude olduğunu anlar, teslim olur. En yakınlarını satarak yükselir.
Zevkle okunan bir roman. Dili kıvrak ve kaslı; bazı temaları geliştiremeden bıraksa da, kurgusu sürükleyici. Entelektüel derinlik zayıf, sonuç olarak San Francisco’dayız. Kültürel referans Hollywood filmleri, bilemedin college müfredatından akılda kalan üç beş isim (Sokrates, Shakespeare, Nietzsche). Ama Eggers zeki biri, ironi duygusu gelişkin, bariz bayağılıklara düşmeyecek kadar edebiyata aşina. Muhalifliği insana iyi gelen cinsten. Okunmalı.
*
Asıl sürpriz Houellebecq. Hatırlarsınız, bu zat Charlie Hebdo’nun saldırıya uğradığı hafta kafasında bir huniyle kapaktaydı. Huniyi görünce insan ister istemez önyargılı oluyor, bir medya soytarısı bekliyor. Değilmiş. Sansasyonu araç olarak kullanan, ciddi ve derin bir roman çıktı karşıma.
Fransa’da 2022 seçimlerini sol partilerle ittifak kuran İslamcılar kazanır. Karizmatik ve iş bitirici Muhammed ben Abbes başkan seçilir. İslamcılar kilit bakanlıkların çoğunu koalisyon ortaklarına bırakmayı kabul eder, ancak eğitimde ısrarcı olurlar. Laik devlet okulları kapatılır. Körfez sermayesi kesenin ağzını açınca kısa sürede son derece başarılı İslami okullar ağı kurulur. Sorbonne Üniversitesi kapatılır ve İslami Sorbonne adıyla yeniden kurulur. Etekler uzar, başörtüsü zorunlu olmasa da norm haline gelir. Şer’i hukuk gereği Müslüman olmayanların (Katolik cemaat okulları dışında) ders vermesi yasaklanır. Fransız inteligensiyası durumu önce kibir ve küçümseme ile karşılar. Sonra yavaş yavaş çağa boyun eğer. Kelime-i şahadet getirip yüksek maaşla üniversitedeki kürsülerine dönenlerin sayısı artar. Eskiden kız öğrencileriyle kaçak aşk yaşayanlar, ikinci ve üçüncü eşlerine kavuştukça İslamiyete olan inanç ve sevgileri pekişir. Kısa bir müzakere süreci sonunda önce Tunus, ardından Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye Avrupa Birliğine katılırlar.
Romana asıl derinliğini veren boyut başka. Kahramanımız, Huysmann uzmanı bir edebiyat profesörüdür. Joris Huysmann önceleri Emile Zola’nın müridi ve liberal modernizmin önde gelen bir sözcüsüyken dönüşüm geçirmiş, dini keşfetmiş, 20. yy başlarında sağ-Katolik reaksiyonun bir çeşit Necip Fazıl’ı ya da Nurettin Topçu’su haline gelmiştir. Kahramanımız Huysmann’ın yaşamındaki belli başlı mekânları ziyaret eder. Çeşitli boyutlarıyla modern toplumun manevi tükenişini tartışır. Yahudi olan genç öğrenci sevgilisinin Fransa’da yükselen antisemitizm karşısında ailesiyle İsrail’e göçmeye karar verip orada yeni bir idealizmle tanışmasını buruk bir kıskançlıkla izler. Sonunda kaçınılmaz adımı atar, hak dinine döner.
Yani mesele İslam değildir, modern toplumdur. Fransız entelektüeli yüz yıldan beri bu probleme çarpmakta ve kaçmaktan başka çözüm bulamamaktadır.
*
Bunlarla aynı günlerde okuduğum öbür kitap bu vurguları kafamda daha şiddetlendirdi sanırım. Charles Eisenstein, Sacred Economics [teşekkürler Elif]. Yok, bu yaştan sonra dünya görüşümü baştan kuracak değilim. Ama gene de temel soruları ara sıra baştan sormakta yarar var.
Özel mülkiyet ve para ekonomisi insanları zenginleştirmedi, feci bir şekilde fakirleştirdi diyor Eisenstein. Doğal kaynakların ve kültürel varlıkların metalaşması sahip olunan şeyin artması değildir, öteki’nin dışlanmasıdır. Başkasının yararlanma haklarına set çekmektir. Özel mülkü tanımlayan işaret “Girilmez” levhasıdır. Bir toplumda para ekonomisinin yaygınlaşmasının net sonucu, gitgide artan sayıda insanın, gitgide kapsamı büyüyen alanlardan kapı dışarı edilmesidir. Ekonomik kalkınma diye tanımladıkları şey, bir fakirleşme sürecinin adıdır. İnsanların parasal geliri artmakta, buna karşılık parasız yararlanabilecekleri değerlerin (çayır, çimen, boş vakit, av, masalcı dede, çocuk bakıcısı komşu, arka bahçedeki keçi, akrabalık ve yardımlaşma ağları) kapsamı daralmakta, insanlar gitgide daha muhtaç ve çaresiz hale gelmektedir.
O çaresizlik hissi midir insanları “yandık, bittik, medeniyet batıyor, elimizden bir şey gelmez” duygusuna sevk eden, ister istemez akla gelen soru bu.
Eisenstein ayrıca faiz ekonomisinin sürdürülemez bir fasit daire olduğunu savunuyor, yüksek enflasyon ve eksi faize dayalı yeni bir para sistemi öneriyor. Fikirler ilginç, ama var olan sistemin neden yüzlerce yıldan beri insanlara bu kadar cazip geldiğini açıklamaya teşebbüs etmedikçe son tahlilde fantezi olmaktan ileri geçebilecekleri şüpheli.
Dipnot: McCarthy'nin kitabı 2011'de Türkçe'ye Yol diye, Eggers ise 2017'de Çember olarak çevrilmiş.
8 yorum:
Sunday, May 21, 2017
Üniversite nasıl doğdu
Batı'nın üniversitesini Doğunun medresesinden farklı ve üstün kılan bir şey var mı? Avrupa’nın büyük atağında üniversite belirleyici bir rol oynamış mı? Eskiden bu sorulara evet deme eğilimindeydim; simdi baktığımda pek öyle görünmüyor. İki taraf arasındaki benzerlikler, farklardan kat be kat daha güçlü.
Hastings Rashdall, The Universities of Europe in the Middle Ages. İlk basım 1895, revize edilmiş basım 1936. Üç cildin birincisi Bologna ve Paris üniversitelerinin (ve ucundan biraz Salerno Tıp Okulunun) oluşumu, 600 sayfa. İkinci cilt çeşitli Avrupa ülkelerinde 15. yy’a dek kurulan kırka yakın üniversitenin hızlı özeti, 350 sayfa. Üçüncü cilt Oxford ve Cambridge imiş, o elime geçmedi.
Anıtsal bir eser. Ortaçağ tarihçiliği 19. yy İngiliz tarih yazımının zirvesi ve göz bebeğidir, bu da o geleneğe yakışır bir çalışma. Sadece ilk ciltte 2200 kadar dipnotu, her biri ufak bir makaleye konu olacak nitelikte -– Padua Üniversitesinde öğrencilerin askeri hizmetten muaf tutulması meselesi, yatılı kolejlerin ücreti meselesi, Paris’te öğrencilerin meyhane kavgalarına ilişkin mahkeme kararları, 1245 tarihli tüzük değişikliğinin anlamına dair farklı görüşler, Salerno’da okutulan tıp kitaplarının hangileri zorunlu idi, Floransa Üniversitesinin diplomalarına şehir idaresinin mührü hangi tarihte basılmaya başlandı, kitapçılar ve yazmanlar loncasıyla üniversite arasındaki fiyat ihtilafı nasıl çözüldü, bakalorya sınavlarında yapılan yolsuzluklara dair soruşturma raporları ve saire. Mesela 1290 küsur tarihinde hukuk hocası Odofredus’un ders ücretlerini ödemeyen öğrencilere dair şikâyeti (“quia scholares non sunt boni pagatores; scire volunt omnes, mercedem soluere nemo.”) Mesela Paris üniversitesi şansölyesine karşı Papalık nezdinde açılan temyiz davasının masrafları için öğrencilerden para toplamanın yasa dışı olduğuna dair karar.
Alıntı metinlerinin tamamına yakını Latince, bir kısmı üstelik kötü imlalı Ortaçağ Latincesi. Bilmiyorsan işin zor.
*
Universitas, yani “birlik, bir-araya-geliş”; Arapçası vahdetten ittihad. Bir tür sendika da diyebiliriz. Paris’te en erken 1208 civarında, Bologna’da 1215’te yazılı kaydına rastlanıyor, ama her iki kentte bu tarihlerden bir müddet önce örgütlenmiş olduklarına dair belirtiler var. İlki muhtemelen Bologna; Paris oradan fikir çalmış. 1200 yılında Paris’te bir Alman öğrencinin hizmetçisinin meyhanede dövülmesi üzerine çıkan ve haftalar süren büyük kargaşalıkta ilk kez üniversitenin bir hukuki temsil organına ihtiyaç duyduğu anlaşılıyor. Salerno belki ikisinden de daha eski, ama “üniversite” statüsünün belgesine ilk 1231’de rastlanıyor. Bu mühim, çünkü Salerno Güney İtalya’da ve Arap kültürel etkisinin Avrupa’daki en önemli kapılarından biri. Yani Salerno eğer ilk ise, bundan çıkarılacak sonuçlar var.
Bologna ve Paris iki ayrı model. Bologna’daki universitas bir öğrenci birliği olarak başlamış, Paris’teki bir hocalar sendikası, ama zamanla ikisi aynı yöne evrilmiş.
Bologna 12. yy’ın ilk çeyreğinden itibaren Avrupa’nın en seçkin hukuk hocalarını barındırmasıyla ünlü bir kent; aynı zamanda Papalığa karşı Alman imparatoru yandaşlarının İtalya’daki en önemli dayanak noktalarından biri. Avrupa’nın dört köşesinden buraya akın eden öğrenciler, şehir ahalisine karşı haklarını korumak için önce bir, sonra iki universitas kurmuşlar. Biri Cismontane, Bologna hariç İtalyalıların, diğeri Tramontane, “dağ ötesinden” gelenlerin, yani çoğunlukla Almanların birliği. Enteresan olanı, Bologna’nın yerlisi üniversiteli olamıyor, çünkü onların hukukunu ve güvenliğini korumak için ayrıca bir yapılanmaya gerek yok, zaten şehirli oldukları için yasaların güvencesinden yararlanıyorlar. İki üniversitenin toplam üye sayısı binleri bulmuş. Kent komününe rakip birer tüzel kişiliğe dönüşmüşler.
Zamanın usulü gereği her iki cemiyet birer rector (başkan) seçip ona itaat ve sadakat yemini etmiş. Başkan prensip olarak bir öğrenci, ama rektörlük masraflı bir iş olduğundan genellikle en zenginleri seçilmiş; zamanla işi profesyonel yöneticilere yükleyip törensel pozisyona çekilmişler. Öğrencilerle ilgili her türlü hukuki ihtilafta rektöre neredeyse sınırsız yargı yetkisi tanınmış. O yetki şehir otoriteleriyle çatışma noktasına vardıkça üniversiteler şehirden taşınma (secessio) tehdidini kullanmışlar; 1215’te topluca Arezzo’ya, 1222’de Padua’ya taşınmışlar. 1245’te şehir idaresi pes edip cinayet vakaları dışında rektoryal yargıyı en geniş şekilde tanımış.
Aynı yıl hocaların da rektöre bağlılık yemini etmesi şartı getirilmiş. Hocaların salaria’sını ("tuz parası", yani harçlık) şehir ve üniversiteler ortaklaşa ödemeyi kabul etmişler. Üniversite tüzüğü derse geç gelen, belli sürede belli dersleri tamamlamayan, izinsiz şehir dışına çıkan hocalara para ve hapis cezaları öngörüyor. Üniversiteler ayrıca x tarihinde 39 üyesi olan kitapçılar ve yazmanlar loncasını ve şehir meydanında her hafta kurulan seyyar kitap pazarını regüle etmiş; öğrenci pansiyonlarını ve kira evlerini kontrol etmiş; fahiş kira alan veya öğrenciye kötü muamele eden ev sahiplerini bir yıl veya daha uzun süre ile yasaklamış; kötü ve yanlış nüsha yazan kitapçılara para cezası kesmiş.
Bu Bologna modeli. Padua, Pisa ve Güney Fransa’daki Montpellier üniversiteleri bu modeli izlemiş. Paris’te ise şartlar farklı. Bologna’nın aksine Paris bağımsız bir şehir devleti değil, bir kraliyet kenti. Papayla sürekli kavgalı olan Bologna’nın aksine Paris’te kilise krallığın iktidarına karşı bir melce, bir sığınak. Paris’teki okullar her zaman kilisenin koruması ve kontrolü altında olmuşlar; Paris Başpiskoposuna ve onun tayin ettiği şansölyeye (cancellarius, chancelier) boyun eğmişler, veya eğmemişler; onlarla kavga etmişler; onlara karşı koymak için universitas kurma gereğini duymuşlar. Nihayet 1215’te, kendisi de Paris ve Bologna üniversitelerinden doktor unvanına sahip Papa 3. Innocent’in fermanıyla rector seçme yetkisi kazanmışlar.
Paris’te ilk dönemde artes, ilahiyat, tıp ve hukuk olmak üzere dört fakülte var. Artes sözcüğünü “aşağı sanatlar” diye çevirelim. Aşağı Sanatlar mektebi öbür üçüne hazırlık okulu olarak düşünülmüş; gramer (yani Latin dili), retorik (yani düzgün yazma ve konuşma) ve diyalektik (yani doğru dürüst tartışma) sanatlarını – trivium, yani "üç yol"u – öğretmiş. Bu bölümden mezun olanlar bacalarius (“bekâr”) unvanını almışlar; yüksek fakültelerde okutman ve hoca yamağı olma yetkisini kazanmışlar. Ama üniversiteye üye olabilmek için üç yüksek fakültenin birinden magister (“usta”) ya da doctor (“hoca”) unvanı almak gerekmiş.
Magister ve doctor önceleri hocalar sendikasına kabul edilme anlamına gelen ve bununla sınırlı birer unvan. Ancak 1230’lardan itibaren sayıları artan bir dizi Papalık fermanıyla, önce Paris ve Bologna’nın, sonra diğer üniversitelerin hocalarına ius ubique docendi (“her yerde hoca olabilir”) beratı verme yolu açılmış. Böyle olunca hocalığın, ve dolayısıyla hocalık unvanı veren kurumların, bir üst resmi makam tarafından resmen ve alenen tasdik edilmesi kural olmuş. Bürokrasinin ölümcül çehresi ucundan görünür olmaya başlamış.
*
Kurumsallaşmanın öncesinde elbette bireysel öncüler var. Ortaçağın büyük eğitim devrimini başlatanlar onlar.
Magister ve doctor önceleri hocalar sendikasına kabul edilme anlamına gelen ve bununla sınırlı birer unvan. Ancak 1230’lardan itibaren sayıları artan bir dizi Papalık fermanıyla, önce Paris ve Bologna’nın, sonra diğer üniversitelerin hocalarına ius ubique docendi (“her yerde hoca olabilir”) beratı verme yolu açılmış. Böyle olunca hocalığın, ve dolayısıyla hocalık unvanı veren kurumların, bir üst resmi makam tarafından resmen ve alenen tasdik edilmesi kural olmuş. Bürokrasinin ölümcül çehresi ucundan görünür olmaya başlamış.
*
Kurumsallaşmanın öncesinde elbette bireysel öncüler var. Ortaçağın büyük eğitim devrimini başlatanlar onlar.
- Salerno’da Constantinus Africanus. Tunus doğumlu bir hekim, 1080 dolayında siyasi mülteci olarak İtalya’ya gelmiş. Arap, Yunan ve İspanyalı Yahudi hekimlerin eserlerini Latinceye çevirmiş; kısmen İspanyalı Ali b. El-Abbas’tan çevirerek Ortaçağların standart tıp ders kitabını yazmış. Tilmiz yetiştirmiş. Onun döneminde şekillenen Salerno tıp ekolü, altı yüz yıl boyunca Avrupa’da tıp eğitiminin çifte kaleleri olan Padua ve Montpellier üniversitelerinin anası sayılıyor.
- Bologna’da Irnerius, ya da Guarnerius, Yrnerius, Varnerius: aslı Werner olmalı. 1110 civarında hukuk dersleri vermeye başlamış, tam o sırada eski Roma hukukçularının içtihatlar derlemesi olan Digesta’nın tam nüshasının Amalfi’de keşfedilmesi üzerine başlayan Roma medeni hukuku uyanışına öncülük etmiş. Sivil hukukun yüzlerce yıl üniversitelerde okutulacak olan klasik ders kitabını yazmış. Skolastik hukukun iki ağır topu Dr. Bartolus ile Dr. Baldus’u yetiştirmiş. Bu iki adı Molière ve Beauharnais’in komedilerindeki ukala profesör rolünden tanırsınız.
- Bologna sivil hukukçuların, dolayısıyla emperyalistlerin (yani Almancıların) akademik odağı olunca, karşı uçtaki Papacılar da mecburen gidişe ayak uydurup, şehirde sivil hukukun yanında kanon hukuku (yani kilise hukuku) kürsüsü açılmasına önayak olmuşlar. Kanon hukukunun mecellesi olan Decretum yazarı Gratian, çeşitli yerlerde hocalık yaptıktan sonra 1150’lerde Bologna’ya yerleşmiş. Yani 1110’larda tek bir hocanın açtığı yolda kent, kırk yıla kalmadan, hukukun iki dalında Avrupa’nın akademik odağı haline gelmiş.
- Paris’te hepsinden daha ilginç bir figür, Abélard: gerçek bir anarşist, bir entelektüel maceracı, hayatı boyunca otoritenin her şubesiyle çatışmış ve bedel ödemiş biri. 1100 civarında Bretanya’nın taşrasından Paris’e öğrenci olarak gelmiş. Zamanın mühim meselesi olan realistlerle nominalistler arasındaki felsefi çatışmada yer almış. Namlı hocaları münazarada rezil etmiş. Notre Dame katedrali yönetimiyle kavga ettiği için şehir surları dışında, Seine nehrinin sol yakasında, sonradan Paris Üniversitesinin nüvesi olan Ste. Genéviève mahallesine yerleşip orada ders vermiş. Öğrencisi olan Héloise ile aşk yaşadığı için kızın ailesi tarafından yakalanıp hadım edilmiş. Bir süre taşraya sürgün edildikten sonra dönüp Paris İlahiyat Okulunun temellerini atmış. Skolastik felsefe metodunun başlangıcı sayılan Sic et Non’u yazmış. Sonunda ölünceye kadar Cluny manastırına hapsedilip yazı yazması engellenmiş. Halbuki en sadık öğrencisi olan Petrus Lombardus Katolik ilahiyatının yüzyıllarca el kitabı olan Sententiae’yi yazacak, 13. yy’ın aziz (saint) ilan edilen büyük ilahiyatçılarının hepsi Abélard’ın açtığı yolda yürüyecektir.
Sic et Non (“Evet/Hayır”), geleneksel diyalektik – yani münazara – tekniğini Batı’da felsefe ve ilahiyata uyarlayan ilk önemli eserdir. Felsefi tez bir dizi önerme halinde sunulur. Her önermeye karşı, akla gelebilecek bütün karşı-tezler sayılır, teker teker ele alınır, aklî kanıtlarla çürütülür. Tabii bu arada ortalama mümini şoke edecek karşı görüşlere de (tartışmak ve çürütmek maksadıyla da olsa) yer verilir. Misal: “Derler ki tanrı yoktur, ve bu yönde yedi adet iddia ileri sürerler… imdi, bu dedikleri doğru olamaz, çünkü…”
Bu yöntemin şahikası, 1260-70’lerde Paris Üniversitesinde hoca olan Thomas Aquinas’ın Summa’sıdır. Lisedeyken okumuştum; sonradan merak edip Abélard’a da göz gezdirdim. Akıl yürütme ve yazı yazma üslubumu epeyce etkilemişlerdir sanırım. Yanlış Cumhuriyet’te bunu net görürsünüz. Ayrıca, olur olmaz her konuda birincisi şu, ikincisi şu, üçüncüsü şu diye listeler yapma alışkanlığım da kısmen oradan geliyor olabilir.
Şimdi merak ettiğim mesele başka. Abélard ve öğrencileri bu yöntemi kendileri mi keşfettiler, yoksa tam o dönemlerde benzeri münazara yöntemlerine pek meraklı olan İslam/Arap müderrislerinden fikir mi devşirdiler? Yazarımız (Rashdall) maalesef bu konuda suskun. Daha doğrusu bir 19. yy İngiliz medievalistinden, Ortaçağ Arap skolastizmi konusunda bilgi ve fikir sahibi olmasını beklemek haksızlık olur. Ah, diyor insan, bir oryantalist (yani Şarkiyatçı) da şu konuya bir ucundan el atsaydı! Geç 19. yy’ın engin global vizyonuyla 20. yy’ın kültürel çoğulculuğunu ve 21. yy’ın detay ve bilgi hakimiyetini bir araya getiren bir eser yazsaydı, Yüksek Ortaçağda Akdeniz’in iki ucu arasındaki kurumsal ve entelektüel etkileşimleri irdeleseydi.
Heyhat, yok artık öyle tipler. Bugün çıksa çıksa, Rashdall’ın 2200 adet dipnotundan birini tutup şişirip kitap yapacak biri çıkar, “Early Responses to Gratian’s Decretum: A Semi-Structural and Post-Annalist Cross-Cultural Perspective” gibi bir isimle yayınlar. Biz de okumayız.
*
Afrikalı Konstantin, Almandan bozma İtalyan Irnerius ve Parisli Abélard: üçü de üniversite kurumunun belirmesinden iki veya üç kuşak önce. Onlar bir yol açmışlar. O yol o kadar popüler olmuş ki, bir süre sonra hukuki ve kurumsal çözümlerle desteklenmesi gerekmiş. İşin içine beratlar, unvanlar, yetkiler, Papalık mühürleri, komiteler, içtihatlar, ceza çizelgeleri, iptal davaları girmiş.
Üniversite dediğin şey o. Bilimin bürokratik kabuğu.
*
İslami paralelleri mutlaka birilerinin incelemesi gerekiyor. Monografik malzeme yok değil, özellikle İspanyollardan bu konuyu çalışanlar olmuş. Ama genel bir sentez, bildiğim ve bibliyografilerden çıkarabildiğim kadarıyla, pek yok. Belki de vardır, ben bilmiyorumdur.
Elimin altında Ortaçağ İslam eğitim kurumlarına ilişkin eşdeğer bir kaynak yok. Onun için şimdi ne desem kulaktan dolma yorum/bilgi olacak. Gene de aklımda kalanları not edeyim.
- Önce sosyal yapı. 12. yy ortalarını izleyen iki-üç yüzyıl İslam diyarında muazzam bir şehirleşme ve kozmopolitlik çağıdır. En şahane örneğini İbn Battuta seyahatnamesinde bulursunuz. Yanılmıyorsam 1320’ler olmalı, İbn Battuta Fas’ın Tanca şehrinden çıkar, namını duyduğu bir hocanın talebesi olmak için Kahire’ye gider. Orada bir süre kaldıktan sonra başka hocaların peşinden Şam’a geçer. Oradan, gene akademik referansla Konya’ya, İsfahan’a ve nihayet Hindistan’a yol alır. Her gittiği kentte kendisi gibi dünyanın dört ucundan gelmiş, aynı dili konuşan, benzer akademik konularla meşgul olan, yoğun bir tanışıklık ve dedikodu ağına sahip olan (“Hoca Falanüddin Şeyh Filanullah ile bozuşmuş, şimdi Tunus’taymış diye duydum”) alimler ve talebelerle karşılaşır; saygı ve dostluk görür. Kent yöneticileri ilim erbabına hürmet eder, sık sık sohbet ve işret için bir araya gelirler. Fakat talebelerle kent halkı arasında kavga ve gerilim eksik olmaz; suhte ayaklanmaları bazen kanlı sonuçlanır.
- İspanya ve Sicilya’daki, hatta Tunus ve Mısır’daki medreselere Hıristiyan Avrupa’dan giden talebe sayısı hakkında en ufak bir bilgimiz yok. Ama gidenler olduğunu biliyoruz. En ünlüsü 999 yılında 2. Sylvester adıyla papa olan, çağın ünlü alimlerinden Gerbert d’Aurillac. Dört yıl Barselona’da bir manastırda okuduktan sonra, ilmi menbaından tahsil etmek üzere Müslüman hakimiyetindeki Toledo ve Sevilla’ya gittiğini vakanüvis Monmouth’lu Geoffrey belirtiyor. (Mamafih bunu Gerbert’i karalamak amacıyla yazmış olması da mümkün. “Kökü dışarıda” olmak o çağda da etkili bir çamur atma yöntemi.)
- Skolastik çalışmanın üslubu, metodu ve konuları bakımından arada çarpıcı bir benzerlik var. Batının gramer, retorik, diyalektik trivium’una karşı beri tarafta eğitimin temelini Arapça sarf, nahiv ve iştikak (morfoloji, sentaks, etimoloji), i’caz (retorik) ve cedel (münazara) oluşturmuş. Aristoteles külliyatı ile birlikte geç antik Neo-Aristocular, özellikle Porphyrios’un Isagogê’si her iki tarafta mantığın ve felsefenin çerçevesini tanımlamış. Bizde 19. yy’a dek medreselerde Gelenbevî Mehmed Efendinin İsâgucî Şerhi’nin okunduğunu biliyorum; Paris’te Abélard’ın felsefeye giriş noktası da Aristo’nun Kategorileri (Arapçası: makulât) ile Porphyrios.
- Aristoteles külliyatındaki kilit eserlerin ilk kez 1200’den hemen önceki yıllarda Latinceye Arapçadan çevrildiğini, bu meyanda Liber de Causisve De Differentia Spiritus et Animae gibi Arapça telif eserlerin de yanlışlıkla Aristo’ya atfedildiğini, 13. yy’ın ilk yarısında İspanyol filozof İbn Rüşd’ün – Averroes adıyla – Paris ve Oxford’da Aristocu felsefenin ana direği sayıldığını hepimiz biliriz. Ama mesela şu (benim için) yeni: Batıda diyalektiğin temel referans kitabı sayılan Rum alimlerinden Şamlı Yohannes (John of Damascus), adı üstünde, Suriyeli imiş. 9. yy’da Abbasi egemenliği altında yaşamış ve şüphe yok ki eseri Arap cedelcilerinden çeviri ya da uyarlama.
- Keza Geç Antik çağın en orijinal düşünürlerinden olan (muhtemelen Suriyeli) Pseudo-Dionysios’un iki eseri, De Hierarchiâ Cæli (Semavi hiyerarşiye dair) ve De Nominibus Dei (Allahın adlarına dair) 12. yy’ın son çeyreğinde ilk kez eksiksiz olarak Latinceye çevrilmişler. Bunların, mesela, tastamam aynı yıllarda yazan Muhiddin el-Arabi’nin sudur (emanation) ve esmayı hüsna öğretilerinden farkını bilen varsa beri gelsin.
- 1245 yılında Bologna’da (matematiği de içeren) astroloji kürsüsünde okudukları on bir kitabın en az altısı Arapçadan çeviri görünüyor. İlki tabii Algorismi de Minutis et Integris, yani El-Hwarizmî Kitab-ı Cebr ve Mukabele. Sonra Ptolemaios’un Almagest’inin Arapça çevirisinden çevrilen Theorica Planetarum, İspanyalı Yahudi alim Mesalaha yahut Maşallah’ın Usturlap Risalesi, İbn Sina’nın Kanon’undan seçmeler, Alcabitius adlı birinin yine Arapçadan çeviri Hukuki Astrolojiye Giriş kitabı, ayrıca Kastilya kralı X. Alfonso’nun yıldız tabloları ki onlar da şüphesiz Arap nücum (yıldızbilim) erbabının zîc tablolarından aktarmadır.
- Bologna’da astroloji kürsüsü tıp okulunun şubesi olarak kurulmuş. Bu bir Arabizm, çünkü astrolojinin insan sağlığı üzerindeki etkisi meselesi Arap tıbbına has bir saplantı, eski Yunan tıbbında yok. İsteseniz “hurafe” deyip geçebiliriz. Gel gör ki mesela Copernicus öyle düşünmemiş. Polonya’dan kalkıp Bologna’ya kilise hukuku okumaya gelmişken astrolojiye de merak salmış, gezegenlerin yörüngesine ilişkin hesapları sadeleştirme fikrine ilk burada kapılmış.
- Bologna’da oluşturulan hukuk öğretisinin içeriğinin Arap kaynaklarından bağımsız olduğuna şüphe yok. Ama biçim ve prensip açısından aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Bütün hukuku bir içtihatlar ve yorumlar sistematiği olarak rasyonelleştirme çabası, 9. yy’da Bağdat’ta dört Sünni fıkıh mezhebinin oluşmasından bu yana İslam hukukunun karakteristik özelliği ve hatta İslam kültürünün belirleyici ögesi olmuş. Batı dünyası 11. yy ortalarından itibaren İspanya ve Sicilya’da, ardından Haçlı seferleri sayesinde haşır neşir olduğu Levant’ta İslam hukukuyla yakından tanışma fırsatını bulmuş. Bu hadiselerin üstünden daha birkaç yıl geçmişken birden bire eski Roma sivil hukukunun keşfi ve sistematik bir hukuk öğretisi kurma sevdasına düşülmesi, hemen peşinden bin sene keyfe keder yürüyen kilise hukukunun kanon (= kanun) adı altında kodlaştırılması, acaba “onlarda var bizde neden yok” sorunsalıyla alakalı olabilir mi?
Araştırmak lazım. Bilmemek kötü. Çok şey var öğrenecek, insan bazen ümitsizliğe kapılıyor.
*
Her iki skolastiğin püf noktası nedir diye sorarsanız, benim bile hiç beklemediğim bir cevap verir, sizi şaşırtırım.
Text kavramıdır. Daha doğrusu text ve context; Arapçası metn ve şimdi bir türlü dilimin ucuna gelmeyen öbür terim.
Text mesela Kutsal kitap ayeti, yahut Aristo metni, yahut ferman veya yasa maddesi. Context onun altına veya üstüne veya sayfa marjına çoğu zaman başka mürekkeple veya başka yazı tipiyle yazılan şerh, tefsir, tercüme, zeyl ve kenar notudur. “Hoca burada demek istemiş ki,” “Filan mahkeme şu tarihte yasayı şöyle yorumlamış ise de,” “Bazı yazmalarda bu ifade şöyle kayıtlı olup,” ve saire. İnsanoğlunun düşünsel evriminde yeni bir aşamadır. Antik çağ bunu bilmez. Rönesansın büyük editörlerini, tarih ilminde 17. yy’da başlayan büyük devrimi mümkün kılan düşünsel temel budur.
Şöyle diyelim: Bugün Türkiye’de halâ, misal, Hüseyin Rahmi’nin aslıyla uyarlamasını ayrıt edebilecek yayınevi sayısı bir elin parmaklarından az ise, skolastiğin bin sene önce ulaştığı düşünsel mertebeye henüz bizim buralar erişmemiş olduğundandır.
*
Batının üniversitesini Doğunun medresesinden farklı ve üstün kılan bir şey var mı? Avrupa’nın (1500’den sonra başlayacak) büyük atağında üniversite belirleyici bir rol oynamış mı?
Eskiden bu sorulara evet deme eğilimindeydim; hatta Kelimebaz’da çıkmış bir iki yazıda o yönde fikir beyan etmişliğim vardır. Şimdi baktığımda pek öyle görünmüyor. İki taraf arasındaki benzerlikler, farklardan kat be kat daha güçlü. Avrupa’daki üniversite özerkliğinin İslam alemindeki karşılığı var mıdır ve nedir, bir fikrim yok. Her halükârda entelektüel üretimin niteliği açısından iki taraf arasında 1400’lerin sonuna dek ciddi bir fark tespit etmek zor.
Aslına bakarsanız Batı’da üniversite kurumunun kendisi 1600’lere, hatta belki 1700’lere dek Ortaçağ skolastiğinin pek ötesine geçmiş görünmüyor. Luther ve Erasmus gibi istisnaları var elbette, ama Rönesansın ve Reformasyonun büyük düşünsel devrimleri, Galileo ve Newton’ın bilimsel keşifleri, Descartes ve Leibniz’in felsefi atılımları üniversite dışında, üniversiteden bağımsız ve hatta üniversiteye düşman mahfillerde gerçekleştiler.
Nasıl oldu, neden oldu? Üniversite ortaçağda takılı kalsa da, üniversite eğitiminin 15. yy’da kazandığı büyük yaygınlığın toplumun genel kültürü üzerinde olumlu etkisi var mıydı? Bir ara o soruların da cevabını arayalım isterseniz.
Etiketler: Abelard, Aristoteles, Avrupa, Bologna, bürokrasi, medrese, ortaçağ, Paris, Rashdall, skolastik,üniversite
17 yorum:
- Adsız21 Mayıs 2017 21:54Şimdi size bu konuda yazılmış sağlam kaynaklardan birini sunmak isterim.Yanıtla
Modern Bilimin Doğuşu ve Yükselişi
Toby E. Huff
Ortaçağ İslâm Dünyası ve Çin, bilimsel açıdan daha ileri olmalarına rağmen, modern bilim niçin bu uygarlık çevrelerinde değil, Batı'da doğdu? Batı'nın bilimsel atılımını önceleyen ve bu atılıma büyük malzeme ve arka plan sağlayan İslâm dünyası ve Çin, niçin bu noktada tıkanıp bu atılımı kendileri yapamadı? Toby E. Huff, her üç uygarlık çevresinin birincil kaynaklarına dayanan kapsamlı incelemesinde çoktandır gündemde olan bu sorunun yanıtını arıyor.
İslâm dünyasında, Çin'de ve Batı'da bilimin uygulandığı kültürel - dinî, hukukî, felsefî ve kurumsal - şartları ve bunların yer aldığı toplumsal ortamı titizlikle inceleyen yazar, modern bilimin atılımına izin veren bilimsel ethosun niçin sadece Batı'da doğduğuna dair önemli ipuçlarını, hukuk tarihinde ve on ikinci ve on üçüncü yüzyıllardaki Avrupa kültür devriminde buluyor. Bu araştırma çizgisi, bilimin gelişmesi için hayatî önem taşıyan Batı'ya özgü tarafsız alan ve özgür araştırma kavramlarını doğuran hukuktaki tüzelkişilik (lonca) kavramının merkezî önemine ilişkin yeni fikirler getiriyor.
Kitabın tanıtımı böyle. Üniversitas'ın Tüzel kişilik oluştururken Medrese'nin hiç bir zaman tüzel kişilik oluşturamadığına, hükümdarın iki dudağı altında kalmaya devam ettiğine dikkat çekiyor. Kitabın temel argümanı bu. Kurumsallaşmanın tek başına yeterli olmadığını da söylüyor. Kurumsallaşmayla birlikte hükümdardan da bağımsız hale gelmenin önemini anlatıyor. Bunun da Çin üzerinden giderek örnekliyor. Kitaptaki ilginç bilgilerden biri de Meraga rasathanesine öğrenim görmek için gelen Çinli öğrenciler. O zamanlar Çin'de devlet memurları sınavla seçiliyor, aileler çocukları devlet memuru olabilsin diye Meraga'ya öğrenim görmeye gönderiyorlar! Çinlilerin ayrıca tek tanrı inancının olmayışının bilimsel ilerlemelerinin engeli olarak anlatıyor. İlk başta çelişkili gibi gözükse de şöyle açıklanmış: Tek tanrı inancı olmayan Çinlilerde evren olduğu gibi kabul edilen bir varlık, nasıl "yaratıldığını" anlamaya çalışmak gibi bir dert olmaz (oldukta kısaltarak aktardım, uzun uzadıya merak edenler okuyabilir)
Nihayetinde Meraga Rasathanesinin Halife'nin emri ile yıkılması, İslam Dünyasındaki bilimsel gelişmenin gerilemeye başladığı an olarak belirtir. Bunun gerisindeki düşünceyi ise Gazali'ye dayandırır.
Yanıtlar
- Şundan bahsediyor olabilir misin acaba?⤵️
《...Burada, Ahîliğin, lonca teşkilatı ve dayanışmasının insanların örgütlenerek korunma ihtiyacının karşılanmasında ne denli önem taşıdıkları gene ortaya çıkıyor. Gibb ve Bowen'in yazdıkları gibi, "İslam toplumunun yapısındaki çimento dinse, tuğlalar lonca teşkilatlarıdır."(90)
Osmanlıların Anadolu'ya egemen olmalarından önce de var olan bu Ahî örgütlerinin niteliği, Osmanlı yönetimi altında değişmişti. Osmanlı öncesinin Anadolu'sunda, zanaatkar Ahîler belirli özerklikleri olan, şehirlerde yöneticilik görevlerinde bulunan, hatta bir ara Ankara'da bir çeşit cumhuriyet denemesine girişen kuruluşlardı.
Ahîlerin bu ayrıcalıkları ve gücü, Osmanlı yönetimi tarafından kısa sürede yok edilmiştir. Loncaları Osmanlı mekanizmasının itaatkâr dişlileri durumuna indirgeyen yeni yönetim, böylece, kendine rakip olabilecek bir sistemi de siyasal planda yok ediyordu: Loncalar kısa sürede merkeze bağlandı. XIV. yüzyıldan sonra herhangi bir siyasal etkileri kalmadığı gibi, ilerde kendi yöneticilerinin seçimi bile Kadı aracılığıyla ve Padişahın onayıyla yapılmaya başlandı.
Şehirli zanaatkar topluluğunun siyasal gücünü ve ayrıcalıklarını kaybetmesi, belki de, Avrupa burjuvazisini yaratan gelişmelere benzer zaman kesitinde Osmanlılarda rastlanmayışının önemli nedenlerindendir...》
Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi İsmail Cem 1970
- Bu tartismaya Timur Kuran'dan bir katki yapayim. Kuran, universitelerin gelisimindeki (kurulusu degil) farki ticari ve sivil iliskileri duzenlerken Roma hukukunun onerdigi iki secenek olan vakif yahut sirket seceneginin hangisinin---politik ve askeri gucun merkezilesmesi de goz onune alinarak---agir bastigina dayandirir:Yanıtla
https://sites.duke.edu/timurkuran/files/2016/10/kuran-se-association-lecture-2011.original.pdf
"For a millennium the waqf served as the delivery vehicle for functions that Western
societies generally met through corporations. Whereas in the West universities were structured
as corporations, their Middle Eastern counterparts, madrasas, were established as waqfs, which
were not self-governing. In the West, urban services were provided largely by local governments
or municipalities chartered as corporations; in the Middle East, by contrast, practically all
urban services were provided by waqfs.
Given that waqfs came to control vast resources securely, they might have become
powerful political players capable of constraining the state by resisting actions harmful to their
constituencies. The resulting decentralization of power might have placed the Middle East
on the road to democratization. In Western Europe, cities, guilds, and universities organized as
corporations served exactly that political function. In constraining the powers of central
governments, they served as agents of democratization.
However, for all their wealth, waqfs remained politically powerless for lack of key
characteristics of corporations. The waqf is established to deliver specified services according to
fixed instructions. Its resources cannot be managed flexibly. Also, unlike a corporation, a waqf
has no standing in court as an organization. Most important, its capability to use resources for
political ends differs. Whereas an incorporated European city or church was free to participate
in politics, a waqf was not. Thus, in the pre-modern Middle East the suppliers of social services
did not constrain sultans, nor did they foster political movements or ideologies. Unlike the
politically vocal churches, universities, professional associations, and municipalities of Western
Europe, they did not provide counterweights to the powers of monarchs." - Sayın Nişanyan nisanyansozluğe erisimdeki mevcut problem gecici midir?Yanıtla
- Adsız24 Mayıs 2017 19:48"Avrupa’nın (1500’den sonra başlayacak) büyük atağında üniversite belirleyici bir rol oynamış mı?"Yanıtla
Guns, Germs and Steel isimli popüler bilim kitabını burada zikretmek belki safça ancak Jared Diamond'un kitaptaki temel tezi meselenin coğrafyayla alakalı olduğu.
Bu kitap Türkiye'de oldukça popüler oldu, pek çok genç dimağı etkiledi. Okuduysanız, kitap hakkında görüşleriniz bu genç dimağlar için verimli ufuklar açabilir. Henüz okumadıysanız, insan topluluklarının yeryüzündeki dağılımı konusunda sanıyorum hoşunuza gidecek - belki indirgenmiş bulacağınız - pek çok dilbilimsel ayrıntı mevcut.
Yanıtlar
- Benim hatırladığım kadarıyla Sevan hoca, Jared Diamond'ın o kitabını okuduğunu söylemişti. Coğrafyanın medeniyetleri belirlediğini iddia eden, Ibn-i Haldun'dan, hatta belki Aristo'dan itibaren pek çok entelektüel var. Mesela, Dünya Sistemleri Teorisi mucidi meşhur sosyolog-tarihçi Immanuel Wallerstein, medeniyetlerin gelişimi ve yayılımı üzerinde coğrafyanın mühim tesiri olduğunu ortaya koyuyor. Belki Sevan hoca da bunun hakkında biraz yazar.
- "Öğrenecek çok şey var. İnsan umutsuzluğa kapılıyor" diyor bir de. Biz gidip intihar edelim, zaten varlığımız hata eğer sen de umutsuzluğa kapılıyorsan.Yanıtla
- Sevan hocam, Context için diğer aklına gelmeyen terim şunlardan biri olabilir mi? =>Yanıtla
[ENG content subject theme topic narrative setting backdrop milieu], [TR bağlam], [ARBسياق الكلام(Siyak-ül kelam)] - İlber 0rtaylı diyor ki(özet geçiyorum), "0smanlı tıbbî ilimlerde(ecza, cerrahi, baytarlık vs...) 17. asrın neredeyse sonlarına değin Batı'dan ileride, mesela 3O Yıl Savaşları'nda Avrupa tıpta, 0smanlıyla mukayese kabul edilmeyecek kadar geri, mühendislikte de yeni yeni 0smanlı'yı aşmaya başlamışlar. Modern üniversite esasen 17. asır sonu ve 18. asır Avrupasının bir mamulüdür ki ben ona Barok Dönem diyorum. 0smanlı'nın Batı tarzı modernleşmeden anladığı umumiyetle mühendislik ve tıp gibi pratik bilimlerde terakki etmekti. Diğer bütün bilim dalları bu yüzden Tanzimat Türkiye'sinde geri kalmıştır, ve o anlamda da işte Türkiye'de bizim bildiğimiz Batı tipi bir üniversitenin teşekkülü devam edememiştir ta 193O'a dek. Çünkü İstanbul Darülfünun(ki 19OO'de kuruldu) dikkat edin bakın yapısına, içinde gene o bildiğiniz tıp vs var, fakat bir içtimaiyat, bir edebiyat, bir metin tedkikleri, bir arkeoloji falan ı-ıh... Mesela arkeoloji diye birşey artık var ama üniversitede değil, 0sman Hamdi Bey'in Müze-i Hümayun'un da var, dolayısıyla kurumsallaşamadı, çünkü bizdeki 0smanlı modernleşmesi tamamen askeri modernleşmeye yönelik."Yanıtla
Bu bakımdan İlber 0rtaylı'nın söyledikleri, benim "0smanlı 167Olerin ortasından itibaren Avrupa'dan (artık teknik bakımdan da olmak üzere) tamamen geri kalmaya başladı" tezimle de örtüşüyor.
Yanıtlar
- Düzeltme: Tekrar dinledim, İlber Ortaylı Dönem değil Devrim tabirini kullanmış. "Barok Devrim" demiş.
- George Makdisi'nin eseri ortaçağ İslam eğitim kurumlarına dair bilgi verebilir.Yanıtla
- Adsız29 Mayıs 2017 14:02"[context] İnsanoğlunun düşünsel evriminde yeni bir aşamadır. Antik çağ bunu bilmez. Rönesansın büyük editörlerini, tarih ilminde 17. yy’da başlayan büyük devrimi mümkün kılan düşünsel temel budur."Yanıtla
John Berger de Görme Biçimleri'nin henüz başlarında benzer bir tespit yapar "context" hakkında. İmgenin, yani görünenin yorumunun tarihsel ve bireysel olduğu fikri Rönesans ile keşfedilmiştir, der.
Dolyısıyla sistem içinde kalmayı ve dışına çıkmayı bir tercih meselesi gibi sunmak, meseleyi acayip ölçüde karikatürleştirmek, belli bir ısrar eşiğinden sonra da kötü niyetli. "Ya sev ya terket" ne kadar bayağı bir slogansa bu da öyle.