Wednesday, December 30, 2020

Turgay kim?

Turgay

Turgay Timurlenk’in babasının adı. Türkiye’de duyulmamış bir isim iken 1933’te ‘Yeni Türk adları’ seferberliğinde önerilmiş, 1935’ten itibaren doğanlarda kişi adı olarak kullanılmış, 1960’larda Galatasaray’ın efsanevi oyuncusu Turgay Şeren sayesinde yaygınlık kazanmış.

Bütün kaynaklarda (Türk Dil Kurumu, Gençosman, Dilçin ve yüz bin milyon internet sitesi) “toygar kuşu, çayır kuşu” olarak açıklanıyor. Türklerde kuşlu kişi adları yaygın, evet (Tuğrul, Doğan, Şahin, Laçin, Çavlı/Çağrı, Turaç, Tuygun, Balaban, Kartal...). Ama toygar (İngilizce bustard, Latincesi otis) saçma bir kuş. İrice bir tavuk gibi, hantallığı meşhur. Koskoca Timur’un babası tavuk? Olmaz!

Nitekim uyanıyoruz. Timur’un babasının dili olan Çağataycada turmak “durmak” demek, +gay da gelecek zaman ya da dilek kipi takısı. Yani “duracak, dura, dursun”. Türkçe kişi adlarının en tipik kalıplarından birine uyar: Dursun, Durmuş, Duran, Durali, Durdu, Durak, Durcan, Durkız, Durhanım, Durbey, Durası, Durgül, Dura, Duray, Dursen... Hepsinin özü aynı dilek: “sakın ölme, hayatta kal”.

Turceyin

Turceyin Muğla bölgesine özgü bir kadın adı. Turcen, Turcain, Turcein, Turceyn, Turcayin, Türceyin, Türceun vs. yazımlarıyla toplam nüfusu 1991 öncesinde doğanlarda 1102 kişi, yabana atılır bir sayı değil. Nüfus kayıtları ezici çoğunlukla Milas, Yatağan, Bodrum. Artı komşu Denizli ilinde Tavas, Kale, Çameli, Acıpayam. Gayet spesifik bir bölge. Yörükistan.

Standart kişi adı sözlüklerinde bu isim yok. İnternet çöplüğünde ise oy birliğiyle Yasin suresi 22’de geçen Arapça turceˁûn(e) تُرْجَعُون kaynak gösterilmiş. Yani “(Allah’a) döndürüleceksiniz”. Nitekim halk arasında da bu yorum kabul görmüş olmalı ki, özellikle daha yakın yıllarda doğanlarda sık sık Turceun/Türceun yazımı tercih ediliyor.

Oysa bölge lehçesinden az da olsa haberi olan biri için ismin kaynağı açık, değil mi? Duracaksın’ın Bodrum-Milasçası. Benim kulağıma daha çok durceyin gibi geliyor, ama daha arkaik biçimi elbette turceyin olmalı.

Eğer çift anlamlılık bilinçli ise işler büsbütün ilginçleşiyor. Hem “yaşarsın” hem aynı zamanda “ölüm Allahın emri”? Adeta felsefe. Yahut eskiden “yaşarsın” anlamında olan adın bugünün neo-İslamist dalgasında “hepiniz öleceksiniz” anlamını kazanması? Daha bilem felsefi. Hatta psiko-sosyolojik.

Friday, December 11, 2020

Develi yazı

Türkiye siyasetini düzenli olarak izlemeye 1960’ların ortalarında başladım. 1964 olmalı, başbakan İnönü’nün istifa edip yine başbakan olması ne demektir diye babama sorduğumu hatırlıyorum. 1967-68’de ilkokul beşteyken Süleyman Demirel hükümetinin bütün bakanlarını ezbere sayabiliyordum. Ailede hakim olan görüş, İnönü’ye asla güvenilmez, Demirel gene şerrin ehvenidir minvalindeydi.

Net olarak sola yönelmem 12 Mart 1971 darbesinin hemen ertesi olmalı, belki de Nisan ayındaki Balyoz Operasyonu günleridir. Memduh Tağmaç, Faik Türün gibi askerlerin, Nihat Erim’in, Sadi Koçaş’ın, onları iki yüzlüce destekleyen Demirel ekibinin iğrenç, riyakar, faşist söylemi midemi bulandırmıştı; onlara karşı silahlı veya laflı mücadele veren gençleri en azından dürüst ve idealist buldum. Bu inancı 1979 veya 80’e dek korudum. 1973 ve 1977’de “yetmez ama evet” mantığıyla Bülent Ecevit’i savundum. 77’den sonra herkes gibi hayal kırıklığına uğradım. Silahlı ‘devrim’den başka çıkış yolu olmadığına kanaat getirdim. Fakat Türk solunun kadrolarını yakından tanıdıkça o yolun da taşra yobazlığı ve geleneksel Türk faşizminden başka yere çıkmayacağını fark ettim.

1980-83’te bir süre Türkiye’ye ilgimi arka plana attım. Siyaset bilimi okudum; demokrasinin kurumsal altyapısını daha yakından etüt ettim. Demokrasiyi bir ideal değil bir prosedür sorunu olarak gören Schumpeter’den ve hocam Giovanni Sartori’den etkilendim sanırım. 1983’ten sonra Türkiye’de siyasi gücün bölünmesini, devletin küçülmesini, ülkenin Batı dünyası ile entegre olmasını savunan eğilimlere yakınlık duydum. Bu yöndeki en büyük engelin ülkede ‘ilerici’ diye bilinen kesimler ve bilhassa Kemal Atatürk kültü olduğunun farkına çoktan varmıştım. Buna karşılık o güne dek öcü bellediğimiz İslami taban hareketinin belki bir alternatif olabileceği fikri 1990-93 civarında filizlendi. 1997’de Refah Partisi’nin kapatılmasını 12 Mart ve 12 Eylül’ün faşist diktatörlük günlerine dönüş olarak gördüm. 2002’de iktidara gelen AKP’yi, en azından 2010’a dek, ülkenin AB ile entegrasyonu yönünde – zayıf da olsa – tek umut olarak değerlendirdim.

TC adı verilen kara bataklığın o umudu da yutmasını 2010’dan itibaren adım adım izledim. Gitgide küçülen bir umut kırıntısı belki 2013’e dek vardı. Sonra ülke, 1960’ta, 1971’de, 1980’de kazdıkları lağım çukuruna bir defa daha yuvarlandı. Bu günlere geldik.

Şimdi artık ne olacağı pek umurumda değil. Sorarlarsa “develer siksin” deyip geçiyorum. 

Wednesday, December 9, 2020

Kelimebaz iş başında - 2

Veysi/Veysel

Veysi’ler (26.000 kişi) hemen hemen istisnasız Kürt, buna karşılık Veyis (7.700 kişi) Kürtlerde hiç görülmüyor. Veysel (86.000 kişi) tek tük Kürt olsa da büyük çoğunlukla Türk. Üveys Urfa’da özellikle Bozova, Hilvan, Suruç ilçelerinde görülüyor. Arap olabilirler mi diye aklımdan geçti ama sanırım onlar da Kürt olmalı.

Hepsinin aslı tabii Hz. Üveys el-Karani. Peygamber asrında Yemen'de yaşamış, aziz naşı biz ölümlülerin aklının ermeyeceği usullerle Siirt'in Baykan ilçesine intikal etmiş. Halen Güneydoğu'nun en işlek iç turizm destinasyonlarından biridir, kebapçının, misafirhanenin bini bir para.

Canbeg

Canbeg aşireti 17. veya 18. yy’da Elazığ-Baskil tarafından kalkıp Sivas, Yozgat, Çorum ve Konya Cihanbeyli’ye göçmüş. Vaktiyle Kürtçe konuşurlarmış. Resmi İslamın gereklerine kulak asmadıkları için Alevi sayılırlarmış. Şimdi öyle anlaşılıyor ki bir kısmı (çoğu?) zemine intibak edip Kürtçeyi unutmuş; dini itikatlarını da düzeltmişler. Sorarsan ısrarla Türkmen olduklarını söylüyorlar. Aksini söyleyeni yalancılık, art niyetlilik, vatan hainliği, afedersin Ermenilik vs. ile suçluyorlar. Haklılar mı? Elbette haklılar. O zahmetli diyarda ‘Kürt’ diye damgalanmanın kime ne yararı var? Evladını yarın bu yüzden polis okuluna yazdıramazsan hesabını kim verecek?

Tersi de var. Rişvan aşiretinin Rumiyan kolu Gaziantep’te Nizip ile Yavuzeli ilçelerinde oturuyor. Adı üstünde Rumi, yani Türk yahut Türkten dönme. Ta 16.-17. yy olaylarında Kürtlerin egemenliğindeki Rişvan konfederasyonunun kanadı altına girmişler. Halen Kürtçe konuşuyorlar. Lakin ‘bunlar Kürt’ desen dayak yiyorsun. ‘Bunlar Kürt değil’ desen öbür taraftan dayak yiyorsun.

Yer Adları sitesini halkın katkılarına açmanın cezası bunlar. On senedir, aralıksız, birileri Nizip’in falanca köyü Kürttür diye yazar, ertesi gün biri kudurur ‘Türkmen onlar şerefsiz’ diye saldırır, silersin niye sildin derler, belli değil yazarsın vay utanmaz orası özbeöz Kürttür diye üstüne tükürürler, ikisi birden kullanıcı notu olarak kalsın dersin o yalancılara neden prim verdin diye küserler. Zor iş.

Tuesday, December 8, 2020

Kelimebaz iş başında

Buğurcu

Çankırı’da Buğurviran, Bartın-Ulus’ta Buğurlar köyleri var. Osmanlı kayıtlarında bu yörelerde Urbân-ı Buğurciyân taifesinden söz edilmiş. Urban “göçebe Arap, bedevi” demek. Buğur “deve”, buğurciyan da “deveciler”. Yani bunlar deve yetiştirip satan seyyar Arap grupları olacak. Halep vilayetinden çıktıkları söyleniyor. Güncel literatürde ‘Türkmen’ oldukları da iddia ediliyor, ama artık Türkmenliği iddia edilmeyen kimse kalmadığına göre bu tezi iskontoyla satın alıyoruz.

Derken öğreniyoruz ki Bulgaristan’da Varna civarında yaşayan Roman vatandaşların adı Bugurdži (Buğurci) imiş. Kosova’nın Priştine şehrinde ve Makedonya’da Tetovo ve Kumanovo civarlarında da Buğurci aileleri varmış. Demircilik ve kalaycılık yaparlarmış. Hatta Berlin Özgür Üniversitesi’nden bir arkadaş 1993’te Buğurcilerin dili hakkında koskoca doktora tezi yazmış, basılmış da (https://books.google.gr/books?id=Rc3JFd9hWjUC). Dil Romani dilinin Güney Balkan lehçelerinden biri, bildiğiniz Çingenece. Şu sayfada epeyce bir Bugurci dili sözlüğü de bulabiliyorsunuz: http://romani.uni-graz.at/romlex/lex.cgi

Araplıkla ilgileri nedir? Halep’ten geldikleri için mi öyle etiketlenmişler, yoksa “esmer” anlamında mı öyle denmiş? İki ayrı Buğurcu milleti mi var? Kim bilir?

Ziver/Züfer

Ziver adını taşıyan erkeklerin %60 kadarı Kürt, net %49’u Mardin ve Batman illerinden. Bu Ziver ile eski Osmanlı zurefa sınıfında rastladığımız Ziver aynı isim mi? Sahiden “süs, ziynet” anlamına gelen Farsça zîver’den geliyor olabilir mi? Mardin’de kaç baba erkek evladına Süs adını verir?

Sanmıyorum. İlki Arapça Züfer’in yerel bir varyantı olmalı. Yani “çağlayan, gürleyen” yahut “çağlar, gürler”. Aslan anlamında da geçiyor, normal, o da gürler. Lider de demekmiş, sanırım “gümbür gümbür konuşan” anlamında. Ü = İ eşdeğerliği Kürtçede standarttır, F’nin V’ye dönüşmesi de özellikle Mardin lehçelerinde tipik.

Züfer olarak yazılan Züfer 868 kişi, çoğu Erzurum’un kuzey ilçeleriyle Şebinkarahisar taraflarından, hemen hepsi 1975’ten önce doğmuş.

Sunday, December 6, 2020

Balkanlarda neler yaptık

Üç aylık sıkı bir çalışmadan sonra Kuzey Yunanistan, Bulgaristan ve K. Makedonya’daki tüm yer adları Nişanyan Yeradları (www.nisanyanmap.com) sitesine işlendi. Toplam 10.000 adet yerleşim birimi oldu. Tümünün 20. yy başındaki isimleri eklendi. Üç Makedonya’daki tüm yerleşimlerin 20. yy. başındaki etnik durumu kaydedildi. Ayrıca K. Makedonya’nın 2002 nüfus sayımı sonuçlarında açıklanan etnik yapısı da belirtildi. Bulgaristan’ın eski ve yeni etnik yapısına ilişkin henüz yeterli kaynak bulamadım, bulabilirsem o da işlenecek.

Neden diye soracak olursanız, bu yerler 1878 veya 1913 yılına dek Türkiye’ye ait olan, %30-40 oranında Türk nüfus barındıran yerlerdi. Eski yer adlarının büyükçe bir bölümü Türkçe idi. Türkiye’nin yer adları konusunda ciddi bir çalışmanın bunlarsız eksik kalacağını düşündüm. Bu ülkelerden Türkiye’ye 1878’de başlayıp 1980’lere dek devam eden kitlesel bir göç yaşandı. Türkiye’de gerek yerleşim birimlerinin, gerek kişi adlarının etnografisiyle ilgilenen birinin göçe kaynak olan coğrafyayı tanımak istemesi de bence doğaldır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi sahasında uyguladığı kültür katliamının emsalleriyle tanışmak da büsbütün faydasız bir hobi sayılmaz.

Bugün birkaç gözlemimi paylaşayım. Bölgenin tarihini tanıyanlar için eminim bunlar yüzeysel bilgilerdir. Ancak konuya yeni adım atan biri olarak bana ilginç geldiler. Okurlarımın çoğu için de yeni malumat olacağını tahmin ediyorum.

İşlenen bölge (Makedonya koyu renk)

Değiştirilen adlar

Yunanistan

Güney Makedonya (Yunan Makedonyası)[1] 1912-13’te, Batı Trakya 1919’da Yunan egemenliğine girdi. İzleyen yıllarda bölgedeki kasaba, köy, mahalle ve mezra adlarının yüzde doksan kadarı değiştirildi. 1927’de aşırı sağcı askeri hükümetin çıkardığı bir yasayla bu süreç resmileştirildi. Böylece yapay bir ‘Yunan millî coğrafyası’ yaratıldı.

Değişimden önceki yer adları Makedonya’da %50 küsur oranında Slavca (Bulgarca = Makedonca), %30’u aşkın oranda Türkçe idi. Batı Trakya yer adlarının %87 kadarı Türkçe idi. Yunanca yer adları her iki bölgede %10’dan biraz fazladır. Balkan Savaşı’ndan önceki nüfus kompozisyonu da kabaca bu rakamlara uygun görünüyor. (Ancak adı Slavca olan Türk yerleşimleri ile adı Türkçe olan Slav yerleşimleri hayli fazladır.) Birkaç bölgede inceleyebildiğim 16. yy tahrirleri, aynı isim dağılımının en az 400 yıldan beri değişmeden kaldığını düşündürür.

Türkiye’deki uygulamanın aksine, Yunancalaştırmada mümkün mertebe eski adın çevirisi kullanıldı, ancak Yunanca uygun karşılığı bulunamayan isimler tamamen değiştirildi. Slav ve Türk egemenliğinin öncesine ait antik Yunanca isimler ancak arkeolojik sit niteliğindeki yarım düzine kadar yerde canlandırıldı (Pelli, Arnaía, Orestiada). Diğer isimlerin hepsi modern çağın milli ve ideolojik kaygılarının ürünüdür.

17 Eylül 1926 tarihli kararname uyarınca “yabancı ve uygunsuz” yer adlarının değiştirilmesi görevi İçişleri Bakanlığı’na verildi, 12 Aralık 1927 tarihli yönetmelikle eski adların resmi işlemlerde ve resmi işleme esas teşkil edebilecek yazılı belgelerde kullanılması suç haline getirildi. Kısmen bu yasa nedeniyle Yunanistan’da yer adı değiştirme operasyonunun tavizsiz bir ısrarla yürütüldüğü anlaşılıyor. Yabancı kökenli olduğu sonradan tespit edilen yer adları 1960’lere dek birer birer ayıklanmaya devam etti. Nüfusu halen büyük çoğunlukla Türk olan ve Türkçe konuşan Batı Trakya’nın Komotini/Gümülcine ve Ksanthi/İskeçe vilayetlerinde, köy ve kasabaların yanısıra dağlarda bir iki hane nüfusu olan mahalle ve çiftliklerin, hayvan barınaklarının, hatta terk edilmiş köy harabelerinin isimleri değiştirildi. Halk arasında kullanılan Türkçe adları topluca bir yayında bulmak bugün halâ imkansıza yakındır. (Sadece dere ve dağ adlarında gerekli özen gösterilmediği için halâ Türkçe ve Slavca isim kalıntıları yüksek ölçekli haritalarda görülebiliyor.)

Bulgaristan

Bulgaristan’da 20. yy başında kullanılan yer adlarının yaklaşık yarısı Türkçe, yarısı Slavcadır. Türkçe ad yoğunluğu ülkenin doğu yarısında %80’leri bulur, batı yarısında ise %10-20’ler seviyesinde kalır. Ova köylerinin ezici çoğunluğunun adı Türkçe, dağ köylerinin ise – özellikle ulaşımı güç bölgelerde – Slavcadır. Bizans çağından kalan veya daha sonradan edinilmiş Rumca yer adları, Karadeniz kıyısında bir avuç liman köyünden ibarettir. Antik-öncesi çağlara giden birkaç yer adı dışında başka bir dilin izini tespit edemedim.

1520/30’lara ait Osmanlı tahrirlerinde izini sürebildiğim yer adları hemen hiç değişmeden kalmış. Dolayısıyla Bulgaristan coğrafyasındaki Türkçe yer adlarının hemen hepsinin 1530 yılı öncesine dayandığını varsayabiliyoruz. Aynısı Bulgarca adlarda da büyükçe bir ölçüde geçerlidir. Ancak ülkenin kuzey kesiminde 1877-78’deki büyük nüfus hareketleri sonucunda boşalan ve tahrip edilen Müslüman köylerinin yerine veya yakınına kurulan Bulgarca isimli yeni Bulgar yerleşimleri bu kurala istisna oluşturur. Genel kural olarak ülkenin kuzey ve doğu kesimlerinde ovalık ve verimli yerlerde bulunan ve 1906 yılından önce Bulgarca isim taşıyan köylerin 1877-sonrası yeni yerleşimler olduğunu anlıyoruz.

Bulgaristan’da Türkçe (ve Yunanca) yer adlarının Bulgarlaştırılması 1906 ve 1934 yıllarında iki dalgada gerçekleşti. Asıl değişime yol açan ikinci hamle, aynı yıl bir darbeyle iktidarı ile geçiren General Georgiev önderliğindeki Faşist rejimin eseridir. 1945’ten sonra kurulan komünist rejim yeradı millileştirmesiyle pek uğraşmadı, monarşi dönemini hatırlatan birkaç simgesel yere (Ferdinandovo, Batenbergovo, Tsarevits vb.) sosyalist ‘halk kahramanlarının’ adını vermekle yetindi.

Yunanistan’ın aksine Bulgaristan’da Türkçe kökenli birkaç yer adının – bilemediğimiz sebeplerle – fazla değişmeden bırakılması dikkati çeker (Batak, Karabunar, Meriçleri, Arpacik, Halvaciysko, Hacievo...). Bir başka küçük gözlem: Yunan resmi kaynaklarında değiştirilen eski isim çoğu zaman anlaşılamayacak ölçüde deforme edilmiş ve üstünkörü yazılmış iken, Bulgar resmi kaynaklarında eski adların yazımı oldukça özenlidir. Bu olgu belki Bulgaristan’da Türk azınlığın halâ nispeten sayıca daha çok ve toplumsal rollerde daha etkin olmasıyla açıklanabilir.

K. Makedonya

Kuzey Makedonya’da yer adları değiştirilmemiş. Bunun başlıca sebebi sanırım 20. yy başında %7 oranında (2063 yer adında 141 adet) Türkçe isim dışında tüm yer adlarının zaten Slavca olması. Diğer sebep belki Makedon milli hareketinin – önceki iki ülkenin aksine – hezimetle sonuçlanması ve ülkenin ancak 1991’de bağımsız bir milli kimliğe kavuşması olabilir. Sonuç olarak K. Makedonya eski yer adlarını işlemek iki günümü ancak aldı. Hiç değişmeyen yerleri belirtmeye gerek görmedim. Türkçe kaynaklı isimlerde ise Makedon diline uyarlamadan doğan deformasyonları kaydetmekle yetindim (Acimatovo = Hacı Ahmatlı, Başibos = Bahçe veya Bahşi Obası, Gyopçeli = Gökçeli, Katlanska Banya = Kaplan Hamamı).

Makedonya’yı diğer ikisinden ayıran bir başka özellik, Makedon nüfus sayımlarında etnik durum belirtilmesi ve sonuçların kolay ulaşılır bir şekilde yayımlanması. (Yunanistan’ın etnik istatistikleri TC’ninki gibi devlet sırrıdır; Bulgaristan’da derli toplu bir yayın varsa henüz bulamadım).

Sonuçların güvenilirliğine dair ihtilaf var gerçi: resmi kayıtlarda %25 görünen Arnavut azınlığın gerçekte belki %34 dolayında olabileceği doğum istatistiklerinden anlaşılıyor. Fakat 2002 sayım sonuçlarının, en azından köy ve kasabalar düzeyinde, bize yetecek kadar sağlıklı olduğunu varsayabiliriz sanıyorum. Belli başlı şehirlerde Arnavut nüfus sistemli olarak azaltılmış olabilir; emin değilim.

Türk nüfus 20. yy başında %20’ye yaklaşan bir seviyeden 2002’de %3.8’e düşmüş. Eski Türk köylerinin büyük bir kısmı boşalıp terk edilmiş, ya da yüzde doksanlar oranında nüfus kaybına uğramış, üç beş hanenin yaşadığı hayalet köylere dönüşmüş. Ancak diğer iki ülkenin aksine hemen hiçbiri yeniden iskan edilmemiş.

Makedon sayım istatistiklerinde hemen fark edilen bir çarpıklık Müslüman Makedonlar, yani “Torbeş” meselesi. 20. yy başı kayıtlarında ülke nüfusunun %4-5 kadarını oluşturan Bulgar dilli Müslüman halk görünüyor. Özellikle ülkenin batı kısmında, Debar ve Kiçevo çevresi ile Üsküp yakınındaki Studenitsa ilçesinde yoğunmuşlar. Modern Makedon milliyetçiliğinde “Müslüman Makedon” fikri tabu olduğundan bu vatandaşlar sayımda isteğe göre “Makedon” ya da “Türk” olarak kaydedilmişler. Zaten pek çoğu Türkçe bildiği ve sosyal açıdan Türklere yakın olduğu için sanırım pek de fazla zorlanmamışlar. Sonuç olarak Makedonya’da bir köy veya kasabanın Türk nüfusunda 20. yy başı ile sonu arasında çarpıcı bir artış görünüyorsa o yerin halkının harbi Türk değil Türkleşmiş Torbeş olduğunu kolayca anlıyoruz.

Kaynaklar

Yunanistan’da 20. yy başından bu yana adı ve idari statüsü değiştirilen tüm yerlerin resmi listesine (Resmi Gazete kayıtlarıyla birlikte) www.eetaa.gr/ sitesinden ulaşılıyor. Bulgaristan’daki tüm yerleşimlerin 1878’den bu yana vukuatlı sicili www.nsi.bg/nrnm/ sitesinde mevcut. Her iki listeyi Google haritası üstüne elle işledim; iki aya yakın vakit kaybettim. Makedonya’da nihayet akıllandım, tüm yerleşimlerin koordinatlarını Amerikan askeriyesinin www.geonames.nga.mil/namesgaz veritabanından topluca indirdim.

Eski isimler için en önemli kaynak Avusturya-Macaristan askeri harita dairesinin 1889 ile 1910 yılları arasında yayımladığı 1:200.000 ölçekli Balkan paftaları: http://lazarus.elte.hu/hun/digkonyv/topo/3felmeres.htm. Belki bilirsiniz, Avusturya-Macaristan 1880’lerden itibaren Balkan bölgesine göz dikmiş, 1903’te Mürzsteg protokolüyle Osmanlı Makedonyasının iç güvenliği Avusturya jandarmasına teslim edilmişti. İyi iş çıkarmışlar, o dönemin şartlarına göre şahane sayılacak bir harita dizisi hazırlamışlar. Buna karşılık İngiliz askeriyesinin Avusturyalılardan kopya ettiği 1910 tarihli Rumeli haritaları dizisi hem yer adı yazımlarında hem topografide affedilmez hatalarla dolu.

Daha eski tarihli bulabildiğim tek işe yarar harita 1863 tarihli Mehmet Nusret Paşa haritasından Kiepert’in Almancaya tercüme ettiği Filibe Sancağı haritası: www.europeana.eu/en/item/80/EN_Pages_NBIVCartographicPublicationsView_aspx_i_16_f_http___digital_plovdiv_bg_EN_NBIV_Fund6 . 1860’larda Mithat Paşa zamanında yapılmış bir Tuna Vilayeti (= Kuzey Bulgaristan) haritası bulabilirsem çok sevineceğim, ama henüz bir ipucuna rastlayamadım.

Terk edilmiş ve izi bile kalmamış eski köylerin yerini bulmakta bir başka paha biçilmez yardımcı Bulgar askeriyesinin 1:25.000 ölçekli topografik haritaları. http://web.uni-plovdiv.bg/vedrin/index_en.html Bunların çoğu 1970’lerde hazırlanmış, fakat kırık bir iki temel izinden ibaret kalmış yerleri dahi (eski isimleriyle) göstermeleri büyük bir nimet.

Vasil Kınçov’un 1900 yılında Sofya’da yayımlanan dev eseri Makedonya’nın Etnografisi ve İstatistiği (http://macedonia.kroraina.com/vk/index.html) Kuzey ve Güney Makedonya’da 5000 civarında köyün nüfus yapıları hakkında bilgi veren en güvenilir kaynak sayılıyor. T. Hristov Simovski’nin 1998 Üsküp basımı iki ciltlik Naselenite Mesta vo Egeyska Makedoniya (Ege Makedonyasının Meskûn Yerleri) adlı eseri bir bakıma Kınçov’un devamı; üç bin civarında köy, mahalle ve mezranın her birinin Balkan Harbi öncesi ve sonrasındaki idari ve insani tarihi hakkında ayrıntılı bilgi veren muazzam bir çalışma. Ekli haritalarını sıkça kullandım; Makedoncamı biraz ilerletirsem içeriğinden de daha fazla faydalanabilmeyi umuyorum.

Türkiye için de elimin altında bu kalibrede kaynaklar olsa ne güzel olurdu!



[1] Makedonya: Osmanlı’nın Selanik vilayeti. Bugünkü Yunanistan’ın Arnavutluk sınırından Tasos adasına kadar olan kısmı ile K. Makedonya cumhuriyeti ve Bulgaristan’ın güneydoğu köşesi. 1912-13’te Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan arasında paylaşıldı.

Tuesday, November 24, 2020

Şecaat arzederken merd-i Kıpti çapul hayalini söyler

1945’ten sonra kurulan dünya düzeninin temel ilkesi ülkelerin var olan sınırlarıyla yetinmesidir. Hitler’i Yahudileri kesti diye tepelemediler; Avusturya’ya, Çekoslovakya’ya, Polonya’ya tecavüz ettiği için tepelediler. Aynı şey bir daha olmasın diye Birleşmiş Milletler’e katılan bütün ülkelere yemin ettirdiler ki komşumun toprağıma, malına, ırzına billahi tecavüz etmeyeceğim; az olsun benim olsun, komşum da benim yerime sulanmasın. Türkiye de, eli mahkum, kabul etti öyle bir şey.

Bu yüzden, nispeten haklı sayılabilecek küçük ilhaklar bile uluslararası sistemce şiddetle kınandı ve asla meşrulaştırılmadı. Bkz. Kuzey Kıbrıs, Dağlık Karabağ, vs. Meşru sayılan sınır değişimlerinin tümü ayrılma/bölünme yoluyla oldu, fetih ve gasp değil. Bkz. Yugoslavya, Sovyetler, Çekoslovakya, Sudan, vs.

ABD sistemin polis gücü olarak tayin edildi, yahut kendine o rolü biçti. Tecavüze kalkışan karşısında Sam Amca’yı bulur dendi. Amerika’nın 2001 yılına kadarki askeri girişimlerinin tümü, en azından hukuki düzeyde, başka bir ülkenin saha büyütme girişimini önlemeye yöneliktir. Kore öyledir, Vietnam da, birinci Irak savaşı da. ABD’nin bir uluslararası saldırıyı önleme bahanesi olmadan, “iç yönetimi hoşuma gitmiyor” deyip ona buna çökmeye başlaması 2001’den sonradır. Hatta o zaman bile gözlerine kestirdikleri ülkeye “terörizm saçıyor, nükleer silah yapacak saldıracak” gibi kılıflar giydirmeye özen gösterdiler, meşru düzenin muhafızı görüntüsünü korumaya önem verdiler. Ama sonuç olarak ABD’nin Afganistan, Irak ve Libya müdahaleleri uluslararası sistemin çivisini çıkaran dönüm noktalarıdır.

Rusya’yı başka zaman konuşuruz. Çin’in Taiwan ve Hong Kong maceralarını da şimdilik bir yana bırakalım isterseniz. Halihazırda ABD örneğinden cesaret alarak bin yıllık fetih ve çapul geleneğine canla başla geri dönmüş bir tek ülke var dünyada. İpucu vereyim: “108 yıl önce terk ettiğimiz, 1945’te antlaşmayla her türlü hakkımızdan feragat ettiğimiz adalar bizimdir.” “Atalarımız Balkanlarda at oynatmıştı, bizim de hakkımız vardır.” “Irak’ta teröristler üs kurmuş, demek ki işgal edebiliriz.” “Suriye’nin ırzına geçeriz, olmadı kenarından değdiririz.” “Libya’nın tümü olmasa yarısı bizimdir, adamımızı koyarız.” “Erivan’ı 48 saatte alırız.” “Türki cumhuriyetler tek millettir, tek devlet olması en büyük arzumuz.”

Yeni Şafak gazetesinde yazan bir tane fanatik manyakla başladı bu lağım taşması. Onun etrafında biriken beş on tane dünyadan habersiz, Battal Gazi masallarıyla yetişmiş kara cahil taşra hocasıyla büyüdü, ülkeyi sardı, önüne geçilmesi zor bir afete dönüştü. Bugün Türkiye, etrafındaki ülkelerin her biri için hayati tehlikedir. Yalnız onlar için değil, dünya barışı için – ABD ve Çin’in ardından – en büyük tehdittir. ABD ile Çin bir şekilde mantıklı bir dehşet dengesi kurabilirler belki. Türkiye gibi cahil manyakların ele geçirdiği had tanımaz bir ülkenin neler yapabileceğini ise kimse kestiremez. Engellenmesi sanırım şu aşamada uluslararası toplumun en acil görevidir.

*

Komşulara tecavüzün ulusal bir ideal olarak yüceltilmesi Türk devletinin öteden beri genlerine işlemiş bir hastalıktı. 1683’te nüksetti; ezdiler. 1774’te nüksetti; ezdiler. 20. yy başında nüksetti; ezdiler.  Şimdi, yüz yıllık bir durgunluk döneminin ardından yine nüksetmiş görünüyor.

19. yy sonları ile 20. yy başında saldırganlığın yönü değişmiş, Bakü petrolleri üzerinden Orta Asya’ya göz dikilmişti. Rusya çökertilecek, sancağımız Çin Seddine dikilecek! Rusya buna elbette tepkisiz kalamazdı. Turan yolu üzerindeki başlıca darboğazı elinden geldiğince tahkim etti. 1908’de ve tekrar 1946’da İran çözülmeye yüz tuttuğunda Kuzey İran’ı olası bir Türk girişimine karşı pekiştirdi. Daha önemlisi, Osmanlı ile Bakü petrolleri arasındaki yolun en dağlık düğümünde bir Ermeni devleti yarattı. O devletçik orada olduğu sürece Turan, hayaldir.

Yarattı diyorum, evet. Ermenistan Cumhuriyeti bir Rus eseridir. Asıl Ermenistan, biliyorsunuz, orası değildir; Erzurum ve Van’dır.  Bin sene önce tarihe karışmış bir ülkedir. 1800’lerin sonuna gelindiğinde Ermeniler Fırat’tan Bakü’ye kadar olan her yere %20 ila %30 oranında dağılmış bir azınlıktı. O azınlığın bir kısmını bir yere toplayıp çoğunluk yaratma işini Ruslar tasarladılar ve uyguladılar. Ermenilere de sanırım bir tek şart koştular: Türklerle yatağa girmeyeceksiniz, gerisi çok mühim değil.

Ermeniler için hayırlı bir şeydi. Çakallarla dolu bir dünyada insanın küçük de olsa, pek çok şeyi işlemez de olsa, “benim” diyebileceği bir yurdunun olması güzel. Bunun için Ermeniler Rusya’ya minnettardır. Ama daha önemlisi insanlık minnettardır, ya da öyle olması gerekir. Türk yayılmacılığının önüne çekilmiş bir settir. Türkiye’nin oradan bir açık kapı bulup Azerbaycan’a ve Asya’ya sarkması tüm dünya için tehlikedir. 20. yy başında öyleydi. 1945’ten sonra büsbütün öyleydi. Bugün de öyledir. Önlenmesi, tüm dünya için bir nimettir. İran için öyledir, Rusya için öyledir. Dolaylı olarak Ortadoğu için, Avrupa için öyledir. Aslına bakarsan Türkiye halkı için de nimettir. Selam olsun tecavüzcünün yoluna taş koyanlara.

*

‘Bak işte, Ermeni de itiraf etti’ diye ağzı kulaklarına varan çakalların bilmeden itiraf ettiği şey, ruhlarına çökmüş olan tecavüz hırsıdır. Marifet söylerken hırsızlığını itiraf eden merd-i Kıpti gibi, milli hayallerini açık ediyorlar: Fetih, istila, sınır tecavüzü! Şanlı ataları gibi, elde pala, ülkeler zaptetme! Ermeni itiraf etmiş. Neyi etmiş? Bunu önlemek için devlet kurmuşlar!

Kavramıyorlar ve kavrayamazlar ki, hayalini kurdukları şey insanlığa karşı suçtur. Şerefsizliktir. Onların sapık emellerine set çekmek için “Ermeni yazarın da itiraf ettiği üzere” yol üstüne karakol kuranlar ise, utanacak ve ‘itiraf edecek’ değil, tüm insanlık adına onur duyacak bir iş yapmaktadır.

Ha, deseniz ki Yeni Akit kim, onur kim... ne anlar eşek hoşaftan... Tabii, haklısınız. Adres yanlış.


Tecavüzcü Coşkun konuşuyor:
"Komşunun kızına gidiyordum, kapıma karakol kurmuşlar"



Sunday, November 22, 2020

Osmanlı tarihi, özet

Osmanlı feodal miydi?

Feodal demek “bir üste itaat şartıyla bir hanedana yerel yönetim yetkisi vermek” demektir. Açın sözlüğü bakın. Temel özelliği güçlü yetkilerle donatılmış, zırt pırt görevden alamayacağın yerel bey, ağa, şef, uçbeyi, derebeyi, dük ve kontların bolluğudur. Osmanlı, en azından güçlü olduğu devirlerde, bu sistemin tam zıddıydı. Osmanlı sisteminin anafikri feodalizme fırsat vermemek, görüldüğü yerde başını ezmekti. Osmanlıdan önceki devirde Anadolu ve Rumeli’de bir çeşit feodalizm vardı. Osmanlı devleti 18. yy’da yatalak olduğunda da, hukuki bir zemine bir türlü oturamasa da, Osmanlı topraklarında şiddetli feodalizm eğilimleri belirdi. Fazla güçlenemeden hakkından geldiler.

Anadolu ve Ortadoğu’da yerel bey, ağa, şef, emir ve uçbeylerinin cirit attığı 13.-15. yy aralığı muazzam bir kalkınma ve kültürel çiçeklenme çağıdır. Yüzlerce kasaba ve şehir o dönemde kurulmuş ve bugüne dek ayakta duran umran ve sanat eserleriyle donatılmıştır. Beylerin gene palazlandığı 18. yy gerçi ekonomik açıdan bir çöküş çağıdır, ama taşra halkının özgürlüğü ve mutluluğu açısından, Osmanlı’nın şaşaa döneminden daha mı iyidir, daha mı kötüdür, araştırmak lazım.

Osmanlı ümmet toplumu muydu?

Ümmet ne demektir bilen var mı? “Dini yasaklara uymayanlara değnek vururlardı” dışında bir anlamını söyleyebilene rastladınız mı? Ben rastlamadım.

Arapça sözcük umm (“ana”) kökünden gelir, “ortak kökten gelenler” anlamında frenkçe nation kelimesinin bire bir karşılığıdır. Lakin İslam kültüründe ‘islam ümmeti’ kavramı ek bir anlam kazanmış, Yunanca oikoumênê eşdeğeri olarak kullanılmıştır. Yani “ortak ve evrensel medeniyet normlarına uyan alemin tümü, medeni dünya”. Batıdaki eşdeğeri önceleri Christendom (“Hıristiyan alemi”) idi, 18. yy’dan itibaren civilisation (“medenî dünya”) oldu, daha sonra ‘Batı dünyası’ diye adlandırıldı. Şimdi artık bir adı yok, söylemesi dahi ayıp sayılıyor.

Osmanlı ‘ümmet toplumu’ olmaktan çıkıp millet toplumu olunca ne oldu? Bir kere – köhnemiş ve çağa ayak uyduramayarak yenilmiş de olsa – bir medeniyet vizyonu vardı, o kalktı. Yerine ‘Ortaasya’dan at sırtında gelen biz’ ve ‘düşmanlar’ geldi. O medeniyet vizyonu altında iyi kötü bir arada yaşamayı başaran milletler vardı. ‘Olur mu böyle rezalet, her milletin kendi devleti olacak’ dendi, erken kalkıp komşusunu doğrayan kazandı. Çağdaşlaşılmış oldu.

Osmanlı’da gayrimüslimler paşa olur muydu?

Osmanlı’nın düşkünlük çağından söz etmiyorsak eğer, elbette olamazdı. 1299-1856 arasında bir tane bile gayrimüslim paşa, vezir, komutan, kapudan-ı derya, beylerbeyi, sancakbeyi vs. yoktur. Aksi düşünülemez, çünkü İslam hukukunda gayrimüslim biri müslime emredemez, kılıç taşıyamaz, ata binemez (ancak hasta ve yaşlıysa bacaklarını birleştirerek yanlamasına binebilir), egemenlik simgeleri ibraz edemez. Yasaya aykırıdır. Yani padişah ‘ben yaptım oldu’ dese dahi kanundışı olur, uygulanamaz.

Normal miydi bu durum? Batı Avrupa ile kıyaslarsan normaldi. Avrupa’da da 19. yy ortalarına veya sonlarına dek Hıristiyan olmayan ve – birkaç istisnayla – devletin mezhebine ait olmayan biri paşa, vezir, vali vs. olamazdı. Problem yok görünüyor.

Daha doğrusu bir mühim farkı gözden kaçırırırsan öyle sanılabilir. Avrupa’da nüfusun yüzde 99 küsuru Hıristiyandı; aman bizi vezir yapmıyorlar diye gocunacak bir unsur yoktu. Osmanlı’nın şaşaalı çağında ise ülke nüfusunun yarıdan epey fazlası gayrimüslimdi. ‘Size devlette yer yok’ deyince ülkenin yarıdan fazlasını dışlamış oluyordun. Demin “köhnemiş ve çağa ayak uyduramamış” dediğimiz hadise de işte buydu. Yani İslam yükselişteyken halkın %60’ını susturdun diyelim. Fransız ihtilalini millet işittikten sonra nasıl susturacaksın?

Kıyas gerekiyorsa belki Avrupa ile değil Hindistan’la kıyaslamak lazım. Hindistan’da da İslam iktidardaydı. Nüfusun yarıdan epey fazlası orada da gayrimüslimdi. Osmanlı’dan farklı olarak, (1530’lardan sonra) Hindular, hatta Hıristiyanlar, hatta Hıristiyan Avrupalılar en üst egemenlik makamı dışında her türlü mevkiye gelebildiler, mihrace, başvezir, vali ve ordu komutanı olabildiler. Ne zaman ki 1700’lerin başında Delhi sultanı Evrengzib “olmaz böyle, Müslümanlığa aykırıdır” deyip hakiki şeriatı uygulamaya yeltendi o zaman sistem patladı. Yerlilerin çoğu (Müslümanlar dahil olmak üzere) beyaz adam şerrin ehvenidir deyip İngilizlerden medet ummaya başladı.

Tanzimattan sonra gayrimüslimler paşa oldu mu?

Memleket her yanından yamalı bohça gibi çözülmeye başlayınca, üstüne Avrupalılar ‘borç para veririz ama önce kendine çeki düzen ver’ diye dayatınca Osmanlı devleti 1856’da Islahat Fermanı yayınlayıp, teorik olarak, gayrimüslimlere devlet kapılarını açtı. İzleyen yıllarda yüzlerce Hıristiyan Rum, Ermeni, Bulgar, Frenk paşa ilan edildi. Kimi mızıka-yı hümayun paşası oldu, kimi baytar mektebi paşası, posta ve telgraf paşası, darphane paşası, hazine-i hassa paşası, ziraat mektebi paşası. 1867’den itibaren bakan da oldular. Bir ara saymıştım, şimdi bulamadım, 1867-1922 arası toplam yirmi civarında gayrimüslim kişi bakanlık yaptı.

Aleksandros Karatodori Paşa

Fors majör altında girişilmiş göz boyamacaydı. Müslime emir verebilecekleri pozisyonlardan özenle uzak tutuldular. Böylece İslam hukuku kağıt üstünde yürürlükten kalksa da uygulamada sürdürüldü. Devletin hayati organlarında bakan edilen sadece üç kişidir: hariciye nazırları Karatodori Paşa, Sava Paşa ve Noradungyan Efendi. Toplam bakanlık süreleri iki yıldır. Üçü de kestaneleri ateşten çekmek için maşa olarak kullanılmış, sonra harcanmıştır.

1923’te ülke fabrika ayarlarına geri dönmüş, bu kez ümmet-i İslamiye adına değil ‘Türk milleti’ kisvesi altında, gayrimüslimin paşa olması devletin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek yasakları arasına katılmıştır.

Thursday, November 19, 2020

Habeşistan haberleri

Etiyopyada anayasaya göre resmen tanınan millet sayısı galiba 36, dillere göre sayınca 77 ya da başka sayıma göre 86. Birkaçını tanıyalım.

Etiyopya etnik haritası

Amharalar

Beş yüzyıl boyunca Habeşistan’ın egemen halkı. Amharice bir Sami dili, yani Arapça, İbranice ve Süryanice ile akraba; 25 milyon civarında nüfusla dünyada Arapçadan sonra en çok konuşulan Sami dili. Halen yönetici elitin ortak dili. Ülkede basılan gazete ve kitapların ezici çokluğu bu dilde. Amharalar siyasi iktidarı kaybedeli neredeyse otuz yıl olduğu halde okuryazar bürokraside hala onların açık ara çoğunlukta olduğu söyleniyor.

Etiyopya monarşisi büyük toprak sahibi Amhara sülalelerine dayanan feodal bir yapıydı. 1974’te devrildi; yerine ordu ve emniyet güçleri içinde örgütlenen “ilerici”, Marksist ‘Genç Etiyopya’ kadroları başa geçti, yine Amhara. Feci derecede kanlı bir diktatörlük kurdular. 1991’de ihtilalle devrildiler.

Amharaların büyük çoğunluğu Kadim Habeş Hıristiyan mezhebine bağlı; ismi Tewahedo yani Tevhit Kilisesi. Ama kayda değer bir Müslüman azınlık da var. Müslümanlar özellikle taşrada toplumun “modern” kesimini temsil ediyor. Geleneksel kıyafet yerine ceket pantolon tercih ediyorlar; sinekkaydı tıraş oluyorlar; örgütlenmeye ve dayanışmaya yatkınlar; eğitime önem veriyorlar. Taşra kentlerinde esnafın çoğu Müslüman.

Etiyopya dinler haritası

Tigray

Amharistan çok yüksek, bol yağışlı, serin, yeşil bir ülke. Tigray daha sıcak ve kurak, Akdenizimsi. Amharaların evleri saz ve kilden; Tigraydekiler toprak harçlı taş. Tigrinya dili gene bir Sami dili, ama Amhariceden tamamen farklı. Müzikleri farklı, biraz Kürt havalarını andırıyor. Siyasi kültür de bana fena halde Kürdistan’ı anımsattı. Tozlu bakkalların, kahvehanelerin duvarında siyah-beyaz şehit gerilla fotoğrafları. Her sohbetin ikinci cümleden sonrası devletten gördükleri bitmez tükenmez zulümlerin öyküsü.

Dinleri aynı. Ama Tewahedo kilisesinin öz be öz Tigray’e ait olduğuna, Amharaların sahte Tevhitçi olup dini onlardan çaldığına inanıyorlar. Üstelik galiba haklılar, ama bunu bir Amhara’ya söylesen dayak yemediğin kalır.

1990’ların başında Tigray Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF) merkezi hükümete karşı gerilla savaşı açtı. Bildiğiniz PKK sahneleri yaşandı. Sonra fantastik olaylar oldu. Marksist bir örgüt olan TPLF’nin iki kurucu liderinden İsaiah Afwerki, ağırlıkla Tigrayli diyarı olan Eritre’de bağımsızlık ilan etti. Öteki lider Meles Zenawi, Oromo Devrimci Hareketini (bkz. birazdan) yanına alıp başkenti ele geçirdi. İki eski kader arkadaşı 1998’de iki devlet olarak feci kanlı bir savaş yürüttüler. Halen de TPLF ile Eritre arasında Etiyopya siyasetini zehirleyen dinmez bir kan davası hüküm sürüyor.

Oromo

Sayıca en büyük grup. Eski adları Galla, ama şimdi bu isim ağza alınmayacak kadar aşağılayıcı sayılıyor. Dilleri bir Hami dili, yani antik Mısırca ve modern Berbericeyle akraba.

Amharalarla ilişkileri iki cümleyle özetlenebilecek cinsten değil. Amhara egemen sınıfına boyun eğmişler; fakat Amhara egemenliğinin altyapısını ve askeri gücünü oluşturmuşlar. Amharalar padişahlık oynarken Oromolar vezir ve vekilharç olmuş. İleri gelen Amhara sülalelerinin hangisini fazlaca deşsen dibinden mutlaka Oromo çıkıyor. 19. yy’da monarşiyi yeniden kuran Menelik’i (Haile Selassie’nin dedesini), başkentini Oromo diyarının göbeğindeki Finfinne’ye (Amhari adı: Addis Ababa) taşımaya razı etmişler.

Benzersiz bir sosyal yapıları var. Tüm toplum yedişer yıllık yaş gruplarına bölünüyor. Her yaş grubunun kendi meclisi, kanunları, başkanı, güvenlik güçleri var. Yani Oromoluk hem bir kavim hem aynı zamanda bir örgüt. Amhari feodallerini de ‘fahri üye’ ya da ‘kan kardeşi’ gibi sıfatlarla bu sisteme dahil etmişler. [“Oğuzların 24 boyu”, Moğolların Kurultayı gibi konuları anlamakta acaba bir anahtar olabilir mi?]

Meles Zenawi döneminde TPLF iktidarının politikası, Amhara egemenliği kırmak için Oromoların elini güçlendirmekti. Bunda başarılı oldular görünüyor. Otuz yılda gözle görünür bir Oromo rönesansı yaşandı. Kamu fonları Oromo illerine aktı, Oromo dili için Latin alfabesi kabul edildi, Oromoca ve İngilizce eğitim veren Oromo Üniversitesi kuruldu. Oromoların üçte iki kadarı geleneksel dinlerini bırakıp Müslüman oldular. Geri kalanı ise büyük bir şevkle Amerika’dan gelen evanjelik Protestan mezheplerine bağlandılar.

2018’de iktidara gelen Abiy Ahmed bir Oromo. Babası dört eşli bir Müslüman ağaymış. Annesi Tewahedo Hıristiyanı; aslen Amhara olduğu fısıldansa da bu çirkin iddia nefretle kınanıyor. Kendisi ise genç yaştan beri aktif bir Protestan.

Diğerleri

Afarlar dünyanın en korkunç çölü olan Büyük Yarık’ta (Great Rift Valley) yaşayan konargöçer bir Müslüman kavim. Tuz ticaretiyle uğraşıyorlar. Hayatta tanık olduğum en çarpıcı sahnelerden biri, 2008’de Mekelle ile Maychew arasındaki karayolunda denk geldiğim Afar tuz kervanı idi: sonsuz bir dizi deve; beline peştemal sarmış, başı sarıklı yalınayak adamlar, bir kısmının elinde kılıç veya kalaşnikof; memeleri yarı açık bebekli kadınlar: 3-4 kilometre, aralıksız.

Somaliler ülkenin doğu kısmını kaplayan çorak arazide Bedevi yaşantısı sürdüren bir halk; Müslüman. Ezelden beri devlete isyankar (ya da devlerin bakış açısından, eşkiya) olmuşlar; ez ez bitmemişler. Her gelen reformcu/ilerici Ethiopya hükümeti Somali sorununu çözmeyi, insan haklarını vs. tanımayı vaadediyor; bir iki sene sonra vazgeçiyor.

‘Güney Halkları’ diye topluca anılan grubun en önemli bileşeni Sidamolar. Ayrıca yedi (veya on iki) ayrı dil konuşan ve ülkede nakliyat işlerini tekellerinde bulunduran Gurageler. Türk asıllı olmakla övünen Hararlılar. Ve saire.

Şimdi ne oluyor

Başını TPLF’nin çektiği EPRDF (Etiyopya Halkının Devrimci Demokratik Cephesi) 1991’den beri iktidardaydı. Derler ki ordu ve emniyet güçlerinde Tigrayliler bu sayede mafya gibi örgütlendiler; ballı devlet ihaleleri onların oldu. Geleneksel Amhara elitinin direnişini kırmak için ülkede gitgide şiddetlenen bir baskı rejimi kuruldu. Çoğu Amhara ve sol eğilimli olan üniversiteli aydın kesime göz açtırılmadı.

EPRDF’nin ikinci güçlü bileşeni olan ODP (Oromo Demokratik Partisi) Oromo halkının hızla yükselen konumuna paralel olarak 2010’lu yıllarda öne çıktı. Parti lideri ve Oromo eyalet başkanı olan Abiy Ahmed 2018’de beklenmedik bir şekilde EPRDF lideri seçildi. İki ay sonra başbakan oldu. İlk iş olarak Eritrea ile 25 senedir süren savaşı sonlandırdı. Bunun sonucu olarak Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. İçeride demokratik açılım politikası başlattı. Siyasi mahkumlar affedildi, basın üzerindeki baskılar hafifledi. Bu sayede Amhara aydınlarıyla hükümetin ilişkileri düzelme yoluna girdi. TPLF iktidarında yolsuzluk ve zorbalıkla itham edilenler devlet kadrolarından ayıklanmaya başladı; ordu ve istihbarat servisinde padişahlık kurmuş olan eski TPLF gerilla şefleri görevden alındı.

Nihai darbe Kasım 2019’da vuruldu. Refah Partisi (Prosperity Party) adıyla yeni bir iktidar partisi kuruldu. Biri hariç EPDRF’nin bileşenleri yeni partide yerlerini aldılar: ODP, ADP (Amhara Demokratik Partisi), SEPDM (Güney Ethiopya Halkları Demokratik Hareketi), Harari Ulusal Birliği, Somali Halkları Demokratik Partisi, Afar Ulusal Demokratik Partisi ve hatta Beni Şengül ve Gumuz Halkları Demokratik Partisi Abiy’e biat etmekte gecikmediler. Sadece TPLF, lanet üstüne lanet okuyarak, 28 yıllık iktidarı terk edip gitti.

Savaş kaçınılmazdı. Bir yıl gecikmeyle 2020 Kasımında patlak verdi. Bu sene Eylülde seçim yapılması gerekiyordu; covid bahanesiyle belirsiz bir geleceğe ertelendi. Bunun üzerine Tigray eyaleti Abiy hükümetini gayrimeşru ilan etti. Hükümetin gönderdiği ordu komutanlarını gözaltına alıp geri yolladı. Geçen hafta ordu Tigray’i istila etti; şiddetli direnişle karşılaştı. Tigray halkına, kuşaklar boyunca anlatacak yeni zulum öyküleri üretme kapısı açıldı.

 





Sunday, November 15, 2020

Tuhaf milletler dizisi no: 128

Patriyot adı verilen milleti üstünkörü duymuştum ama pek bir şey bilmiyordum. Yer Adları projesi için geçen gün Nasliç köylerini çalışırken fark ettim, biraz dersimi çalıştım.

Nasliç Yunan Makedonya’sının en Batı ucunda dağlık, kapalı bir memleket. Elencesi Anasélitsa veya Voíou: hepsi 70-80 köy, iki üç kasaba. Halkı öteden beri Elence konuşurmuş, ama tuhaftır ki yer adlarının neredeyse tamamı Bulgarca; Osmanlı öncesinden beri de öyle olduğu anlaşılıyor. 17. yüzyıl sonu gibi hayli geç bir tarihte bilinmeyen bir sebeple yerli halkın bir bölümü Müslüman olmaya karar vermiş. Yerel anlatıya göre yeniçeri olan iki muhterem kişi memlekete yerleşip halka İslam’ı öğretmişler. Hemen aynı yıllarda Müslüman olan Rum dilli Trabzon-Of’lularda da tıpkı buna benzeyen bir Maraşlı Hocalar öyküsü anlatılır.  Girit halkının büyükçe bir kısmının Müslümanlaşması da yaklaşık aynı tarihe denk geliyor. Keşke biri bu olayın sosyal altyapısını incelese.

Bektaşiliğe gönül vermişler. Çoğu köyde minareli cami yok, ancak hepsinde mescit olarak da kullanılan Bektaşi tekkesi var. Türkçe veya Arapça bilmedikleri için ezanı Rumca okumaları yaygın bir istihza konusu imiş. Yunancada aşağılayıcı bir deyim olan Vallahades (“vallahçılar”) adı kullanılıyor. Türkiye’ye göçten sonra birbirlerine ‘patriyot’ (“memleketli”) diye hitap ettikleri için bu isim yapışmış.

Vasil Kınçov’un oldukça güvenilir nitelikte olan sayımına göre 1900 yılında 20 köy Müslüman, diğer 12 köyde Müslümanlar azınlıkta. Nüfus yapısına bakınca, henüz Osmanlı idaresinde oldukları o tarihte dahi Müslüman nüfusun erimekte olduğu anlaşılıyor. 1912’de Yunan idaresine girdikten sonra 11 yıl boyunca şiddetli asimilasyon baskısına maruz kalmışlar. Dönen dönmüş, dönmeyen 1923-24’te vapurlara doldurulup Türkiye’ye sürülmüş. Hemen hepsi Silivri ve Çatalca tarafında Rumlardan boşaltılan köylere yerleştirilmişler. Türkçeden başka dil bilmeyen Çatalca Rumlarının gönderilip, yerine Türkçe bilmeyen Nasliç Müslümanlarının yerleştirilmesi o yörede hala hayretle kafa sallayarak anlatılan bir olgu. Haklı nedenlerle, çocuklarına Rumca öğretmemişler. Türkiye’de doğan kuşaklarda geçmişe dair net bir bilgisi olan hemen hiç kimse yok. Bektaşilik de unutulmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini olan Sünni İslam benimsenmiş.

Meşhurlarından biri M. Abdülhalik Renda (1881-1957). İttihat ve Terakki rejiminin 1910’da Arnavut isyanını kan ve ateşle bastıran kadrosundandır. Daha sonra Ermeni pogromlarında başroller oynar; 1919’daki savaş suçları mahkemelerinde idamla yargılanır. Atatürk döneminin değişmez Maliye Bakanı olur; 1935’ten sonra on yıl TBMM başkanlığı yapar. Literatürde genellikle ‘Arnavut’ diye geçiyor ama değil. Renda köyü Nasliç’te, yeni adı Dihímarro (Διχείμαρρο) olan, 20. yy başında 250 nüfuslu Müslüman Rum köyü. Kökü oralıymış, il merkezi olan Yanya’da Arnavut ortamında yetişmiş.  

Sunday, November 1, 2020

ABD'de kimi tutalım?

Donald Trump yalancı, ahlaksız, cahil ve göründüğü kadarıyla oldukça aptal biri. Evet. Obama’nın parlak bir zekası ve etkileyici karizması vardı, hep doğru sözleri söyledi. Ayrıca azınlıklardan gelen biri olarak başkan seçilmesi iyiydi. Kabul.

Fakat.

Trump, ABD’nin Afgan halkına karşı 18 yıl sürdürdüğü anlamsız ve ahlaksız savaşı (Demokratların şiddetli itirazına rağmen) sona erdirdi. Irak’ta Bush’un, Suriye’de Obama’nın başlattığı amaçsız ve ahlaksız savaşları frenledi. Obama yönetiminin Rusya’ya karşı başlattığı akıl dışı saldırı politikasını yumuşattı. Yetmiş yıl kavgadan sonra İsrail ile Suudi Arabistan (ve dolayısıyla tüm Arap-İslam alemi) arasında kalıcı barışın temellerini attı.

Obama’nın boş vaad üzerine aldığı Nobel Barış Ödülü’nün birkaç katını hak etmedi mi sizce?

Obama’nın niyetinin halis olduğuna inandık. Elinden gelmiyor diye üzüldük. Şimdi dönüp düşünüyoruz. Öyle miydi? Irak ve Afganistan’daki insanlık ayıbı savaşlara son vermeyi vaad etmişti; daha tırmandırdı. Sekiz yıl boyunca küçük kara adamları delik deşik eden ve binalarını patlatan Amerikan askerinin “kahramanlığını” yücelten filmler izledik. Yasadışı Guantanamo üssünü kapatma sözü vermişti; kapatmadı. Assange ve Snowden vakalarında hukuka ve ifade özgürlüğüne ölümcül darbelerin vurulmasına göz yumdu. ABD’nin kara nüfusunun çok büyük bölümününün yaşamlarını hapiste ya da hapis tehdidi altında geçirmelerini sağlayan akıl ve vicdan dışı ceza politikasını değiştirmeye yönelik hiçbir adım atmadı. İktidarının özellikle son yılında, Rusya’ya karşı Eisenhower ve Kennedy yıllarına rahmet okutan bir soğuk savaş politikası benimsedi.

Yetersizlik miydi sebep? Yoksa hepimiz bile bile kandırıldık mı?

Trump’a karşı çıkardıkları ceset, 35 yıllık siyasi kariyerinde küçük çaplı menfaat alışverişleri dışında kayda değer bir başarısı görülmemiş, herhangi bir ilkenin ardında dik durmamış bir hiç. Akılda kalan tek etkinliği, ABD’nin dünya cezaevi nüfusunun yüzde 25’ine sahip olmasına yol açan ceza kanunu reformuna öncülük etmesi. Bir de oğlunun şaibeli işleri için Ukrayna cumhurbaşkanına şantaj yapması. Sağlığı kötüleşirse yerine geçecek kadın daha da tehlikeli. Polis devletinin gönüllü bir neferi, ihtirası uğruna babasını satmaktan çekinmeyecek bir kariyerist.

O yüzden korkarım ki ABD’de olsam, iğrenerek, oyumu turuncu saçlıya verirdim.

Sunday, October 18, 2020

Etnik temizliklere dair birkaç düşünce

“Falan milletin ezeli ve ebedi yurdu” türünden söylemler boş hamasettir. Hiçbir yerin tapusu hiçbir millete verilmemiş. Toplumlar gelip gitmiş. Bir süredir Rumeli’nin köy ve kasabalarına bakıyorum. Bazı yerler var ki takip edersen başın döner: Rum gitmiş Çerkes muhacir iskan etmişler, onlar tehcir edilmiş Bulgar yerleşmiş, komünist rejim boşaltmış bu sefer Türkler dolmuş. 100 değil 110 yıl önce Drama ilinin yarısı Müslüman ve Hıristiyan Bulgar, diğer yarısı Türkmüş; Rum yok gibi bir şey. Şimdi tamamı Karadeniz muhaciri Rum. Gidenin gelenden daha mı fazla “hakkı” var? Yeniler eskilerden daha mı kötü insan? Gelmeyip ne yapacaklardı? Denize mi dökülseler, evsiz mı kalsalar? Başka yer: Bir zamanlar deden Nablus’a birkaç zeytin ağacı dikti diye orası ebediyen senin mi oluyor?

Kültürel miras belki bir çeşit manevi hak yaratır. Adam yaşamakla kalmamış, eser vermiş, köy ve kasaba yapmış, yaşam gustosunu dillendirmiş. Onların öksüz kalması acı, evet. Ecdadın orada inşa ettiği cami ile medresenin bilmeyen ellerde heder olması, mezarlarına otopark açılması, hatıralarının hoyratça çiğnenmesi insan olanın kalbini burkan şeyler. Ama yazık ki hayat işte böyle. Dededen kalma konak mirasçılara dert olur; sonunda yıkılır. Aynı milletin evlatlarının elinde kalsa sonuç çok mu farklı olacaktı? Anadolu’da kaç tane tarihi çarşı kalmış ki Rumeli’dekilerin tahribi o denli isyan ettirsin?

*

Asıl trajedi bir toplumun silah zoruyla yerinden sökülmesidir. 20. yüzyıl bunun yakıcı örnekleriyle dolu, 1945’te Doğu Avrupa Almanlarının sürgününden tut, 1947’de Hindistan’da Müslümanlarla Hinduların karşılıklı göçüne dek. Hemen hepsinde hesapsız kan akmış; aileler dağılmış, mal mülk perişan olmuş, anılar parçalanmış, yeni bir ülkede sıfırdan hayat kurmanın acıları bir kuşak, bazen iki kuşak boyunca aşılamamış. Yakından tanıdığım şeyler bunlar benim. Yalnız Amerika’ya, Fransa’ya göçmeye zorlanmış Ermeni akraba ve tanıdıkları değil, Selanik mübadili olan Şirince köylülerini de bilirim. Ana babası Sudetenland sürgünlerinden olan Alman sevgilimi de başka yerde anlatmıştım. (Hindistan göçünü merak ederseniz William Dalrymple, City of Jinns’i okumanızı öneririm.)

İnsan olmanın oldukça basit bir gereği bence. İstila ve etnik temizlik kötü bir şey. Geçmişte kalmışsa ayıplanmalı, halen ihtimal sahasındaysa karşı çıkılmalı ve önlenmesine gayret edilmeli. Dağlık Karabağ ezkaza Azerilerin eline düşecek olursa katliam güçlü olasılıktır; bir şekilde o önlense dahi oradaki Ermenilerin kitlesel sürgünü veya firarı kaçınılmazdır. O halde önlenmeli. İsrail kazara gardını düşürür ve Arap ordularının istilasına uğrarsa olacak olanlar bellidir; o halde tedbiri alınmalı ve Kudüs’ü fethetmekten dem vuran sorumsuz demagoglar lanetlenmeli. 1922’de İzmir’de olan, özetle, bir milyonu aşkın Anadolu Rumunun yurdundan sökülüp atılmasıdır. Bayram diye kutlayanlara iyi gözle bakılmamalı.

Oldukça basit, değil mi?

İlk başta söylediklerimle çelişiyor mu? Sanmam. İki ayrı perspektif, iki ayrı hakikat düzlemi. Biri diyor – misal – insanlar ölümlü; öbürü diyor insan öldürmek kötü. İlki diyor ki, kardeşim sürüldüysen sürüldün, geçmişe mazi, bir zamanlar deden orada otururdu diye bir hak iddia edemezsin. İkincisi diyor ki insanları yurdundan sürmek kötü bir şey, yapanlar ve niyet edenler kınanmalı. Var mı bir çelişki?

*

Toplumsal yapı az çok sağlamsa, yeni ülkeye intibak süreci on ila yirmi yıl, bilemedin bir kuşak sürer, yani otuz yıl. Yeni hayat kurulur, dil öğrenilir, iş yaratılır, oranın yerlisi olan yeni bir kuşak yetişir. Bazı yaralar hiç iyileşmez belki, bazı anılar ölünceye dek insanın peşini bırakmaz. Ama hayat dediğin şeyin acısız olduğu nerede görülmüş? Olsa zaten pek yavan olurdu. Kaldı ki eskileri kovup yurdunu sahiplenenlerin de geldikleri yerde oluşan bir hayatı var. Yirmi veya otuz yıl sonra yetişen yeni kuşakları var. Babalarının zaptettiği yerlerde doğup büyüyenler neden doğup büyüdükleri yerin yerlisi sayılmasın?

Sanırım yirmi veya otuz yıl limit olmalı. Zorla zaptedilen yerleri o süre içinde sahiplerine iade edebiliyorsan ne ala, elinden geleni ardına koma. Ama otuz yıl sonra konu kapanmıştır. Gidenler yeni hayatlarına ayak uydurmuş, oranın yerlisi olan bir kuşak yetişmiştir. Gelenler yerlileşmiş, babalarının günahına ortak edilemeyecek bir nesil doğmuştur. El sıkışırsın. Eskilerin hatırasına belki bir iki heykel meykel koyarsın. Çözülmemiş mal mülk vakıf davaları varsa parasal bir hal çaresi ararsın. Meşruiyet kuşkusu ve kaybetme kaygısı ortadan kalkarsa belki galipler de eskilere karşı daha komplekssiz olma imkanı bulur; onların anılarını ve eserlerini varoluşsal bir tehdit değil, kültürel bir miras gibi algılamayı öğrenir.

Filistin davası en geç otuz yıl içinde halledilmeliydi. Yenildin, rövanşı birkaç kez denedin, yapamadın. Bitti: Yeni hayatını kurmaya odaklan. Arap devletlerinin ve Avrupa riyakarlığının kurbanı olan Birleşmiş Milletler, bu hakikatle yüzleşemediği için bence çok büyük hata yapmıştır. Realiteyle bağı kalmamış bir ilkede ısrar etmek meseleyi kanserleştirmiş, barışa değil sürekli gerilime ve savaş tehdidine zemin hazırlamıştır. BM’in inandırıcılığına vurulan ilk ve en büyük darbe Filistin meselesindeki tavrıdır.

Daha sonra aynı aptalca hata Kıbrıs’ta tekrarlandı. Olmuş bitmiş ve düzeltilmesi açıkça imkansız görünen bir durumu normalize etmek yerine, Güney ve Kuzey Kıbrıslıların sükunet içinde yaralarını sarıp yaşamlarını yeniden inşa etmelerine yardım etmek yerine, Kuzey Kıbrıs yok sayıldı. Galip tarafın kendiliğinden boyun eğmesi beklendi. Şimdilik 46 yıl oldu bekliyorlar.

Gerçeklerle dinamik bir şekilde yüzleşmek yerine eski günlerin miadı dolmuş takıntılarına saplanıp kalmak geriyatrik bir belirtidir: kurumsal demans diyelim. Birleşmiş Milletler’in demansı 1990’lardan sonra büsbütün belirginleşti. Dağlık Karabağ bariz vakalardan biridir: Yurtlarından sökülüp atılmamak için altı yıl dehşetli bir mücadele verip galip gelen Ermeniler resmen yok sayıldı ve otuz yıl boyunca barışı sağlamak için hiçbir şey yapılmadı. Aynı şey Bosna’da, Moldova’da, Keşmir’de tekrarlandı; şimdi Kırım’da, Somali’de, Mali’de tekrarlanıyor. Gerçek dünya ile BM’in eski günlerden hatırladığı dünya haritası arasındaki makas gitgide açıldı. Açıldığı için, BM’in gerçek dünyadaki problemlere müdahale etme ve çözüme yardımcı olma imkanları ortadan kalktı.

Bunak amcalar olur, bilirsiniz, dertlere pratik çözüm bulmak yerine aynı bayat mavalları hikmet yumurtası yumurtlar gibi yüzüncü defa anlatmayı sever. Öyle bir şey.

(Arada parantez açıp belirteyim. Bu dediklerim Dağlık Karabağ’ın kendisi için. Otuz yıldan beri boş ve harap duran etrafındaki Azerbaycan toprakları buradaki tanımların hiç birine uymaz.)

*

Bir şey daha ekleyeyim mi, bilemedim. Bilimsel kanıt beklemeyin benden, bu söyleyeceğim sadece bir his. Ama elli seneden beri, çorap koklar gibi bir alışkanlıkla, yenilmiş, zaptedilmiş, marjinalleşmiş dağ ülkelerini gezip tanımayı seven bir adamın hissiyatı.

Ova ülkeleriyle dağ ülkeleri farklıdır. Düz ovaların kendine has bir karakteri yoktur. Kavimler gelir, kavimler gider, pek bir şey değişmez. Aynı ürünler yetiştirilir. Aynı köyler iskan edilir, ya da onlar terk edilip yanı başına tıpkı onlara benzeyen yeni köyler inşa edilir. Aynı kasabalarda aynı pazarlar kurulur, aynı tezgahtarlarla aynı muhabbetler sürer.

Sarp dağ ülkeleri başka. Oralarda yaşamı sürdürmek, bir kuşağın ömrüyle sınırlanamayacak bilgi birikimi gerektirir. Her vadinin, her kayanın adı vardır; her birinin huyu ayrıdır. Bir yerden bir yere ulaşmak için düz bir rota çizmek yetmez. Hangi kayanın ardından hangi tehlikenin çıkacağını bilmek için, kuşaktan kuşağa aktarılan anıları hatırlaman gerekir. Bunlardan habersiz olanlar dağda bir sene bile dayanamaz, yenilirler.

Sanırım bu gerçekleri bildiklerinden olacak eski devletler dağlık bölgeleri az çok kendi hallerine bırakmışlar, halkını boşaltıp kendilerine daha sadık olanlarla değiş tokuş etmeye çaba göstermemişler. Buyurun Dersim, Hakkari, Hizan, Sason, Zeytun, Hemşin. Yahut Girit, Mani, Suli, Rodoplar, Koca Balkan dağı, Arnavut dağları. Beri tarafta Svaneti, Çerkesler, Çeçenler, Dağıstan. Dağlık Karabağ’da durum sanırım aynı. Elli tane Ermeni köyünü yerle bir etmek İran devleti ya da onun yerini alan Rus devleti için çok büyük problem olmasa gerek. Ama etti diyelim; yerine koyduğu köylülerin oradaki çalıları, kayaları, dereleri, vadileri, pınarları ve onlarda yaşayan cinleri öğrenmesi kaç kuşak sürecek?

Kaç kuşak süreceğini görmek için bugün Kürdistan adını alan bölgenin dağlarını dolaşın derim; ufuk açar. Bomboş kalmış Dersim dağlarından başlayın, sefalet ve cehalet içinde boğulan Hizan veya Sason’u, iki bin yıllık bir kültürün yerle bir edildiği dağlarda Kızılay konteynerlerinde Afrika’nın açları gibi sürünen Şırnak köylerini dolaşın. Rodop’ların kuzey yamacında Bulgarlar yerli Pomakları susturup gözden uzak tutmakla yetinmişler. Güney yamacında eski nüfus boşaltılmış, yerine Pontus muhacirleri yerleştirilmiş. Bugün güney yamaçtaki yüzlerce eski Pomak ve Türk köyünün hepsi boş. Çoğunu orman yutmuş. Bir iki hanenin hala direndiği bir köyde köyün tek bakkalı, canından bezmiş, ‘Pontos Genocide’ posterinin altında sinek avlıyor.

Onun için, affınıza sığınarak ve gayri-bilimselliği peşinen göze alarak diyorum ki, düz yerleri fethedip halkını sürmek insanlık ayıbı ve suçsa, dağlık yerlerde iki misli suç sayılmalı.

 

  

 

 

 

 

Sunday, October 11, 2020

Yalnız ve hüzünlü ülkemin işi bu sefer zor

İsrail-Suud-BAE-Mısır ittifakı yüz yıldan beri Türkiye’nin başına gelen en büyük badiredir. İsrail gerçi her zamanki gibi kartlarını kapalı oynuyor. Diğer üçünün köpürttüğü Tr düşmanlığı, savaştan başka çıkış yolu bulamayacak gibi görünüyor.

ABD’nin Yakındoğu’dan arazi olmasının sebebi uzun vadeli stratejik bir karar mıdır? Yoksa kopması mukadder olan arbedeye (en azından ilk aşamalarda) bulaşmama kaygısı mıdır? Bölgedeki en yakın müttefikleri ile bir NATO üyesi arasındaki kavgada ABD alenen taraf tutmaya zorlanmak istemez.

İttifak Tr’yi Sudan’dan temizledi. Sırada muhtemelen Somali, Libya ve Katar vardır. Asıl darbeyi vuracakları yer olan Suriye’de Rusya’nın onayına ihtiyaçları var. O adımı atabilirler mi? Son günlerde Mısır’ın Suriye rejimini Arap Birliği’ne davet etme hamlesi o yönde bir girişim olabilir.

Denizlerde ittifak zayıftır. O yüzden Yunanistan, Fransa ve İtalya’yı ittifaka dahil etmeye çalışıyorlar. Ancak Akdeniz’de de yanlarına almaları gereken kilit oyuncu bunlar değildir. Rusya’dır. Rusya’yı kazandıkları gün Tr’nin işi biter.

Ermeni-Azeri savaşında İran müdahalenin eşiğine gelmiştir. Tek başına Azerbaycan’ın İran’a karşı şansı yoktur. O yüzden İran’ın müdahalesi kaçınılmaz olarak Türkiye’yi savaşa sürükler. Türkiye girerse Rusya’nın da İran yanında müdahalesi güçlü olasılıktır. Ancak İran’ın savaşta yer alması, İsrail-Suud ittifakının Rusya ile anlaşmasını zorlaştıran bir faktördür. O yüzden İran’ın işe karışması, paradoksal olarak, uzun vadede Türkiye’nin işine gelebilir. Rus-İran ittifakı, Rus-İsrail-Suud-Fransa ittifakından daha küçük beladır.

Türkiye’nin Neo-Osmanlıcılık macerası, Ahmet Davutoğlu adlı kuşbeyinlinin fantezilerinden doğdu, en azından onlardan beslendi. Erdoğan da maalesef – Kasımpaşalılığından, ya da siyasi sahada köşeye sıkıştığından – ona ayak uydurdu, ya da uydurmak zorunda kaldı.

Sonucun, tıpkı 1828, 1878, 1913 ve 1918 gibi, Türkiye için büyük bir felaket olacağını görmek için kahin olmaya gerek yok. Türkiye’nin imparatorculuk oynamaya müsait doğal kaynakları yok. Ekonomisi zayıf. Kadroları yetersiz. Yakın çevrede tek dostu yok. Uzak çevredeki dostlarını da teker teker kaybetti.

Çıkacak bir kavgada şansı sıfır.

Acayip dostluklar dizisi #1



Saturday, October 10, 2020

Karabağ hakkında bilmedikleriniz

Beş melikler

Karabağ’ın aşırı derecede dağlık (dolayısıyla ulaşımı güç ve ekonomik açıdan marjinal) olan iç kısmında Ermenilerin birtakım yerel beyler önderliğinde Türk hanlıklarına ve İran devletine karşı bir tür kısmi özerkliği yüzyıllar boyunca korudukları anlaşılıyor. Aynı durumu aşırı derecede dağlık olan başka yerlerde, mesela Sason’da, Zeytun’da, Ermeniler yerine Nasturileri koymak şartıyla Hakkari’de, Azeriler yerine Kızılbaş aşiretlerini koyarak Dersim’de görürüz. Hemşin 18. yy’a dek benzer yapıdadır. Rodoplarda, Arnavutluk’ta, Suli’de, Peloponnes’in Mani Yarımadasında, Ege adalarında da buna benzer öyküler buluyoruz. Türk-İslam egemenliği ekonomik açıdan verimli ve askeri açıdan kontrolü kolay olan ovalara yoğunlaşmış, dağlık kesimleri – bir miktar haraç ödemek ve ovayı fazla taciz etmemek şartıyla – dağlılara bırakmış görünüyor.

Ermeni anlatısında Karabağ’ın soyları efsanevi Ermeni krallarına dayanan beş melik ‘hanedanından’ söz edilir. Hanedan sözcüğünün burada fazla iddialı olduğunu, beşli bir stabil yapıdan söz etmenin de tarihe taşıyamayacağı kadar fazla anlam yüklemek olduğunu düşünüyorum. Beyliklerin Rusya’ya biat ettiği 1799 tarihinde kendine ‘melik’ unvanını layık gören beş yerel şef mevcuttu demek daha doğru olabilir. Meliklerin isim ve unvanları, İslam ile Ermenilik arasında en azından 1799 öncesinde zaman zaman tereddütte kaldıklarını düşündürür: Melik Beğleryan, Hasan Celaliyan, Şahnazar Şahnazaryan, Atabekyan, Allahverdi Han, Allahkuli Sultan... (Yan yerine +oğlu yahut +kulu ikame etmek de mümkün olmalı.) Belki 1730’lardan itibaren Rus gücünün bölgede belirmesi, yerel egemenlerin Ermenilik hissiyatının keskinleşmesine hizmet etmiş olabilir.

Her halükarda 19. yy başındaki Rus kayıtlarına göre dağlık bölgedeki köylerin tamamına yakını (77 köyün 70 kadarı) Ermenidir. İlginçtir ki, Türk fethinden 750 yıl sonra Ermeni coğrafyasının başka hiçbir yerinde bu denli kompakt bir Ermeni yoğunluğu bulunmamaktadır. Yani, şayet öyle terimlerle dünyayı algılayan biriyseniz, Dağlık Karabağ 19. yy başında dünyada kalmış olan en has Ermeni diyarıdır.

Cevanşir Han

Karabağ Hanlığının kurucusu – ve Karabağ adını coğrafyaya kazandıran kişi – Penah Ali Han Cevanşir’dir. Yerel Türk beylerindendir. Nadir Şah’ın ölümünden sonra İran’ın kargaşaya düştüğü 1748 yılında hanlığını ilan eder. Ağabeyini öldürterek melikliği gaspetmiş olan Şuşa bölgesi hakimi Melik Şahnazar ile diğer Ermeni meliklerine karşı ittifak eder; onun kızı Hurizad’ı oğluna alır.  Daha sonra Hınzıristan köyünün (yine Ermeni) egemeni Mirzahan da ittifaka katılır. Cevanşir Şuşa’da görkemli bir saray inşa ettirerek oraya yerleşir. Yerel Ermenilerle İslam/Türk beyi arasındaki ilginç simbiyoz, bize belki Hakkari beyleri ile Ertoşi aşiretinin yerel Nasturi-Hıristiyan aşiretlerle yüzyıllar süren ittifakını anımsatıyor. Dersim’de Kızılbaş aşiretleri ile Ermeni köylüler arasındaki ilişkinin de çok farklı olduğunu sanmıyorum. Atlı ve silahlı İslam beyleri, ekip biçmeyi tercih eden Ermeni köylülerin işine gelmiş.

Cevanşir’in oğlu Halil İbrahim Han Rus istilasına dek Karabağ hanı olarak kalır. İran’a karşı bir dizi savaştan sonra 1795’te Şahın egemenliğini kabul etmek zorunda kalır. Cevanşirler 1905 ve 1920 olaylarında da önemli roller oynarlar.

Kaçıncı kuşak torunlarından merhum Dr. Behbut Cevanşir bir dönem Teşvikiye’de kulak doktorumdu. Sağır olan sağ kulağımı kurtaramadı.

1813’te Gülistan Antlaşmasıyla bugünkü Azerbaycan (artı Karabağ) toprakları Rus egemenliğine girer. Bunu izleyen 15 yılda İran’dan gelen çok sayıda Ermeni muhacir Şuşa’ya yerleşir. Daha önce Ermeni köyleriyle çevrili bir Azeri kalesi olan Şuşa, yaklaşık eşit nüfusa sahip Türk ve Ermeni mahallelerinden oluşan kalabalık bir kent niteliği kazanır. Kafkasya’daki ilk Ermeni matbaası (galiba) burada kurulur, ilk Ermenice gazeteler burada yayımlanır, tiyatro vesaire denemeleri yapılır. Ancak 1828’de Türkmençay Antlaşması ile Erivan Hanlığı da Rus yönetimine girince, Rusların ‘Ermenileştirme’ politikasının odağı Şuşa’dan Erivan’a kayar. Bu kez Osmanlı’nın Kars, Ağrı, Erzurum bölgelerinden göçen büyük muhacir kitleleri Erivan ve çevresine iskan edilir. Şuşa ikinci plana düşer.

Ağaoğlu Ahmet

1905’te birinci Rus ihtilalinin en sıcak günlerinde Şuşa’da Türklerle Ermeniler arasında kanlı çatışmalar çıkar, iki taraftan yüzlerce insan öldürülür. Çatışmanın nedenleri konusunda doğru dürüst bir analiz bulamadım. Tahminimce Ermeni nüfusunun – hem Şuşa hem Erivan’da – hızlı artışının bozduğu toplumsal dengeler önemli bir faktördür. Ermeni tarafının 1890’lardan itibaren gütmeye başladığı bağımsız milli devlet ideali (tıpkı aynı dönemde Bulgaristan ve Makedonya’da yaşandığı gibi) bir etnik temizlik programına yol açmış olabilir. Tam aynı yıllarda Azerilerin de Osmanlı Türkiyesi ile birleşmeyi ya da en azından işbirliğini öngören Pantürkizm rüzgarlarına kapılmış olması, karşı tarafta da benzer emellerin rol oynamış olabileceğini düşündürüyor. Dağlık Karabağ, Rusya Türkleri ile Türkiye arasında aşılması güç bir coğrafi engeldir. Karabağ’daki toplumlararası çatışmalara katılan Azeri militanlarının şefi Ağaoğlu Ahmet de Pan-Türkçü düşüncenin Rusya çapında parlayan yıldızlarındandır.

Ağaoğlu daha sonra Türkiye Cumhuriyetinin kurucu kadroları arasında yer alacak, Ankara’da TBMM hükümetinin basın ve propaganda müdürü olacaktır. Oğlu Samet Ağaoğlu Demokrat Parti döneminin İçişleri Bakanıdır. Torunlarından Tektaş Ağaoğlu Sovyet yanlısı Marksist partilerimizden TSİP’in başkanı oldu. Diğer torunu merhum Mustafa Kemal Ağaoğlu bir dönem yakın arkadaşımdı; az kalsın beraber şirket kuracaktık. Üçüncü kardeş Sitare Ağaoğlu ile 1986’nın yılbaşı gecesi Bilsak’ta karşılıklı sahne alışımız bir kuşağın belleklerine kazınmıştır.

Sovyet mühendisliğinin zaferi

1918’de Rus imparatorluğunun dağılmasından sonra Karabağ’ın statüsü Paris Barış Konferansına havale edilir. Çağın moda düşüncesi ‘ulusların kaderini tayin hakkı’dır. Karabağ ilinin (dağ + ova) nüfus çoğunluğu tartışmasız Azeri Türktür. Ama Dağlık Karabağ’ın nüfusu (Şuşa şehri hariç) açık farkla Ermenidir. Şimdi ne olacak?

Mayıs 1919’da Dağ Karabağlılar İngilizlerin güvencesine kanarak, barış konferansı sonlanıncaya dek geçici olarak Azeri idaresine girmeyi kabul ederler. Azeriler derhal ulusların kaderini tayin etme sürecine girip 5 Haziranda Dağlık Karabağ köylerinde geniş çaplı bir Ermeni katliamı düzenler. Taşnak partisi bunun üzerine Azeri yönetimine karşı ayaklanma ve gerilla savaşı başlatır. Mart 1920’de Ermeni militanları Nevruz bayramından yararlanarak Karabağ’daki Azeri polisine yönelik büyük bir kıyım gerçekleştirir; yüzlerce polis öldürülür. Karşılık olarak Azeriler iki gün sonra Şuşa’nın Ermeni mahallesine saldırır. Mahalle yerle bir edilir; kime inanacağınıza bağlı olarak 500 ila 20.000 Ermeni öldürülür.

Şuşa’nın Ermeni kesimi 1960’larda Kruşçev dönemine dek mahvolmuş bir harabe olarak kalacak, onun yerine dikey olarak 500 metre aşağıda Stepanakert (Hankendi) şehri kurulacak, Ermeni özerk yönetiminin başkenti olarak hizmet edecektir.

Azerbaycan ve Ermenistan’ın Sovyet yönetimine girmesinden sonra Ankara yönetimi, Azerbaycan ile Türkiye arasında üçlü bariyer oluşturan Karabağ, Zangezur ve Nahçivan’ın Azerbaycan’a verilmesinde ısrarcı olur. Sovyet tarafı Zangezur’un Ermenistan’a katılması lehine oy kullanır. Bugünkü Ermenistan’ın güneye sarkan kısmı olan Zangezur’da Komutan Njdeh liderliğindeki Ermeni gerilla kuvvetleri üç yıl süren çatışmalarda evvelce çoğunluk olan Azerileri azınlığa düşürmeyi başarmıştır. Nahçivan, Türkiye ile ortak sınırı olmamak kaydıyla Azerbaycan’a bırakılır (sınır koridoru sağlayan Aralık ilçesini TC daha sonra İran’dan satın alacaktır). Dağlık Karabağ bir süre sürüncemede kaldıktan sonra Ermeni nüfusun özerk yönetimi garanti edilerek Azerbaycan’a bırakılır. Ankara bunun üzerine Ermenistan ile Dağlık Karabağ arasındaki Laçin ve Kelbecer koridorlarının Ermenilerden arındırılarak Karabağ-Ermenistan temasının kesilmesini talep eder. Ankara ile iyi ilişkileri gözeten Stalin, Lozan müzakerelerinin en sıcak dönemine denk gelen günlerde Türk talebini onaylamayı uygun bulur. Koridordaki Ermeni köyleri boşaltılır; lakin yerine Azeriler değil Kürtler yerleştirilir. 1923’te Laçin ve Kelbecer ilçelerini kapsayan Kızıl Kürdistan reyonu kurulur. Uzun ömürlü olmaz, 1929’da iptal edilir.

İki ilçede Kürt nüfusu 1980’lere gelindiğinde ne kadardı, bilgi bulamadım.

1988-1994 savaşı

Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinde Karabağ’da yaşananları elbette hatırlıyorsunuz. 1988 başında Sovyetlerin günlerinin sayılı olduğu hissedilir. Azerbaycan’da milliyetçi politikalar Haydar Aliyev’in Parti Birinci Sekreteri olduğu 1969’dan itibaren artan oranda gündeme gelmiştir. Kavga Dağlık Karabağ’da Azericenin zorunlu eğitim dili yapılması meselesinden patlak verir. 11 Şubat 1988’de Dağlık Karabağ Ermenileri ayaklanır; Azeri memurlar bölgeden kovulur. Öfkeye kapılan Azeriler 28 Şubatta Bakü’ye yakın Sumgayıt kentinde Ermenilere karşı büyük bir pogrom düzenler. Türkiye’nin 6-7 Eylül, 1978 Maraş ve Çorum olayları, 1993 Madımak katliamı vs. münasebetiyle gayet iyi tanıdığı yöntemlerle organize kalabalıklar Ermeni evlerini basar, 100 civarında insan öldürülür. Bu tür olaylar sonraki yıllarda eski Sovyet coğrafyasında vukuat-ı adiyeden olacaktır. Ancak 1988 için bir ilktir ve tüm Sovyetler Birliğinde dehşet uyandırır. Kasım 1988’de Azerbaycan’ın ikinci kenti olan Gence’de (o zamanki adıyla Kirovabat’ta) yine bir Ermeni pogromu gerçekleşir; anlatan tarafın tercihine göre onlarca veya binlerce Ermeni öldürülür. İzleyen aylarda Azerbaycan’da yaşayan Ermeni nüfusun tamamı ile Ermenilere yakın sayılan Hıristiyan Udi halkı, çoğu zaman feci koşullarda Azerbaycan’ı terk etmek zorunda bırakılır. Sovyet sayımlarına göre 1988 öncesinde Azerbaycan’da 500.000’e yakın Ermeni ve 10.000 Udi vardır. Dağlık Karabağ reyonunda olan 120.000 kadar Ermeni kalır. Demek ki yaklaşık 390.000 kişi göçmüş olmalı. Buna karşılık Ermenistan’da yaşayan 120.00 (Ermeni iddiası) ila 180.000 Azeri (Azeri iddiası) yurtlarından sürülür.

1994’e dek feci derecede kanlı bir savaş sürer. Ermenilerin zaferiyle sonuçlanır.

Savaşta Şuşa’yı ellerinde tutan Azeri güçleri, Şuşa’dan kuşbakışı görünen Stepanakert kentini sürekli top ateşine tutarlar. Şehir yerle bir olur; sivil halktan çok sayıda kişi ölür. 2 Mayıs 1992’de Ermeni milisleri cüretkâr bir operasyonla Şuşa’yı ele geçirirler. Stepanakert’e ve 1920 katliamına bilmisil kentin Azeri kesimi yerle bir edilir.

2008’de Arsen’le beraber Şuşa’nın yarı yıkık, terk edilmiş sokaklarını gezdik. Harabeye dönmüş Gevher Ağa Camiinin içine girdik. Ani’de ve eski Van kentinin yıkıntılarında hissettiğimiz duyguların benzerini yaşadık.

Gelelim bugüne


Tavrımı baştan net söyleyeyim. Dağlık Karabağ halkı, yurdu, canı ve özgürlüğü için bir mücadele vermiş ve kazanmıştır. Kaybetseler bugün Azerbaycan’ın geri kalan kısmında olduğu gibi Dağlık Karabağ’da da Ermeni kalmazdı.

Olay bundan ibarettir. Siyah ve beyazdır. Uluslararası diplomasinin birtakım kaypaklıklarını gerekçe ederek, aradan otuz yıl geçtikten sonra bunu rövanş konusu yapmak savunulabilir bir tavır değildir. Vaktiyle Sırbistan, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Arabistan vesaire de aynı gerekçelerle ve aynı yöntemlerle mücadele etmiş ve hukuken Osmanlı devletine ait görünen birtakım toprakları silah zoruyla elde etmişlerdir. Bugün Karabağ’a “hukuken Azeri toprağıdır” diye saldırmayı hak görenlerin yarın Balkanlarda ve Ortadoğuda aynı iddia ile ortaya çıkmamaları şaşırtıcı olur.

Dağlık Karabağ dışında Ermenistan ve Karabağ kuvvetlerinin işgal ettiği diğer topraklarda Ermeni pozisyonunun bu kadar berrak olmadığını teslim etmek zorundayız.

İşgal edilen yerleri ikiye, hatta belki Agdam’ı ayrı tutarak üçe ayırabiliriz.

Birinci bölge, Laçin ve Kelbecer koridorları, Dağlık Karabağ’ın güvenliği için elzemdir. Bu koridorlar olmadan Dağlık Karabağ makul bir siyasi birim olarak varlığını sürdüremez. İki koridordan işlek olanı Laçin bağlantısıdır. Kelbecer yolu, Karadeniz vadileri gibi dehşetli sarp, dar bir boğazdır. Sadece Dağlık Karabağ’ın kuzey kesimi ile Ermenistan’ın Geğarkunik vilayetini birbirine bağlar; Azerbaycan’ın geri kalan kısmıyla mantıklı bir bağlantısı yoktur. Buranın iadesini savunanlar bence coğrafyadan pek haberdar olmadıkları için bu fikre kapılıyorlar.

İkinci bölge güneydeki Fuzuli, Cebrayil, Kubatlı ilçeleri ile Bazarçay/Vorotan vadisidir. Bu bölgede sayıları yüzü bulan Azeri kasaba ve köyleri boşaltılmış, mal varlıkları talan edilmiş, evler sistemli olarak yıkılmış, geriye dünyanın hiçbir bölgesinde 21. yüzyılda benzeri olmayan bir harabeler zinciri kalmıştır. Ermeni devleti açısından bir utanç vesilesi olması gereken bu korkunç tabloyu Google haritasında kolayca izleyebilirsiniz. Evet, tüyler ürperticidir.

Ermenistan 1992-1994’te ele geçirdiği bu yerleri iskan etmemiş veya edememiştir. Çünkü Ermenistan’ın buralara iskan edecek ekstra nüfusu yoktur. Azerbaycan’dan kaçan 400 bine yakın Ermeni Ermenistan’a değil Rusya’ya veya Batı ülkelerine göçmeyi tercih etmiştir. Ermenistan’ın bu yerleri ayağa kaldıracak ekonomik gücü de yoktur. Bu yüzden yüze yakın kasaba ve köy, otuz yıldan beri hayaletkent olarak kalmıştır.

Ve fakat Ermenistan’ın bu bölgeden geri çekilmesi de kolay değildir. Çünkü Ermenistan – tıpkı İsrail gibi – bir devlet olarak varolma hakkını dahi sorgulayan iki güçlü düşmanla çevrilidir. Uzak hamisi Rusya dışında sınırdaş olan tek potansiyel dostu İran’dır. Ve asıl Ermenistan’ın İran’la 55 kilometrelik sınırı, askeri açıdan neredeyse hiç değerinde olan olağanüstü dağlık ve sapa bir hattır. Dağlık Karabağ’ın güney tamponunu ele geçirmekle Ermeniler İran’a 130 kilometrelik bir sınır açmakla kalmamış, İran ile Ermenistan arasındaki tek makul karayolu bağlantısı olan Bazarçay vadisini de elde etmiştir. Askeri açıdan bu bölgeyi terk edebilirler mi? Ya da karşılığında ne tür güvenceler isteyebilirler? Bu konularda bilgim yok. Öte yandan 400 kilometrekarelik bir saha ilelebet nüfustan arındırılmış bir no man’s land olarak tutulabilir mi? Onu da sanmıyorum.

Hayal kuralım. Bölgenin askeri kontrolünün Ermenistan’a bırakılması, buna karşılık göçertilen Azerilerin, güvenlikleri ve kültürel ve siyasi hakları sıkı uluslararası güvencelere bağlanmak suretiyle geri gelmelerine izin verilmesi acaba bir çözüm olabilir mi? Sanırım şimdilik ütopik bir yol olarak görünüyor. Türk ve Azeri milli duygularının otomatik bir refleksle karşı çıkacağı kesin. Yani Türkler, Ermenilerin egemenliğinde mi yaşayacak? Daha neler?

Buna karşılık Azeri/Türk tarafı Dağlık Karabağ Ermenilerinin Azerbaycan bünyesinde özerk bir birim olarak mutlu mesut yaşayabileceklerini savunuyorsa, Azerilerin Ermenistan bünyesinde özerk bir birim olarak yerleştirilmesine niye karşı çıksın? Bu sorunun da çok makul bir cevabı olduğunu düşünmüyorum.

 

 

 

 

    

Tuesday, September 22, 2020

Ettinli isimler

Ed-dîn takılı bileşik isimlerin ilki Abbasi Halifesi el-Kaadir’in H 405 (M 1014-15) yılında Büveyhi emirlerinden Celalüddevle’ye ihsan ettiği Rükneddin lakabı imiş. 1025 yılında bu zat Irak hükümdarı olunca vezirine de Alemeddin lakabı verilmiş. Bunları 15. yy’da yazan Mısırlı Memluk tarihçisi İbn Tağriberdi (Tanrıverdi) söylüyor. Bundan evvelki yüz yılda (yani Miladi 900'lerden itibaren) ed-devle'li unvanlar var, fakat ed-din örneğine rastlamıyoruz. Gazne hükümdarı Emir Sebüktegin'in 994 yılında edindiği unvan mesela birçok kaynakta yazılanın aksine Nâsırüddin değil Nâsırüddevle.

Binyıl değişimini izleyen 300 yılda ed-din’li lakaplar, yeni bir tür devlet aristokrasisinin vazgeçilmez alameti oluyor. Selçuk egemenliğinin kurucusu Tuğrıl Bey de Rükneddin. Halefi Alparslan’ın lakapları Adududdevle ve Ziyaeddin; onun oğlu Melikşah Celalüddevle ve Muizzeddin. Konya sultanlarından Alaeddin Keykubad ile Gıyaseddin Keyhusrev malum; Şam sultanı Salahaddin Eyyubi malum. Celaleddin Rumi, Muhyieddin el-Arabi de tanıdık isimler. Hiç biri bu kişilerin öz adı değil, törenle verilen onursal bir unvan, biraz Batı Avrupa’nın soyluluk unvanları gibi. Ayağa düşmeleri çok sonra, 13. yy sonu, 14. yy başı.

Tanınmış şarkiyatçılardan J. H. Kramers ilk dönem bu lakapların Farsçadan uyarlama olduklarına işaret ediyor. Kimi doğrudan çeviri, Dînyâr > Veliyeddin, Şehriyâr > Adududdevle gibi. Kimi ses benzeştirmesi yoluyla asimile edilmiş: Ferîdûn > Ferideddin, Ferruh-dîn > Fahreddin, Beh-dîn > Bahaeddin gibi. Benzerlikler yakıştırma değil; aynı kişinin Farsçada öyle Arapçada böyle adlandırıldığı, ya da Feridun oğlu Ferideddin gibi sürekliliğe işaret eden sayısız örnek var.

Devir bu kültürel açılıma müsait. İslam tarihinde bu yıllar bir dönüm noktası. Abbasi/Arap İmparatorluğu çürümüş; 300 yıllık bir aradan sonra İran kültürü altın çağına adım atmış; Türklerin askeri egemenliği altında tüm İslam dünyasına hakim olmaya hazırlanıyor. Bu meyanda aristokrasinin niteliği değişmiş. Önceki dönemin seçkinleri, Abdullah bin Kays bin Raad bin Lüeyy gibi – gerçek ya da hayali – şecerelerle kendilerini eski Arap aşiretlerine bağlamaya özen göstermişler. Yeni döneminkiler unvanlarını kıymetli bir giysi – hılat – gibi, kılıç sahibinden ödül olarak almışlar.  Büyük bir kültürel değişimin habercisidir. Aynı zamanda İslam’ın en parlak, medeniyet sahasında en üretken, ortak insani değerlere en açık çağının başlangıcıdır. Hicri 400, Miladi 1000 civarı.

*

Aşağıda Mart 2009 itibariyle Türkiye’de eddin’li isimler taşıyan yetişkin erkeklerin listesini görüyoruz. Nüfus kayıtlarından en sık kullanılan imlayı seçtim. Sol kolon her adın nüfusu; toplam 1.488.732 kişi, 300 isim. Listedeki ilk elli-altmış ismin hepsi İslam geleneğinde yeri olan klasik isimler. Daha aşağıdakilerin bir kısmı (hepsi değil) ya henüz çözümleyemediğim varyantlar, ya da Şinasettin, İslamettin, Bilalettin, Ahmettin, Turhanettin gibi, uydurmasyon adlar. 

206574

Selahattin

165

Sabrettin

43

Hicabettin

146667

Nurettin

165

Zahittin

43

İmarettin

89400

Sebahattin

163

Kudrettin

43

Siyasettin

87309

Alaattin

159

Muhbettin

42

Ahmettin

86337

Muhittin

157

Şevkettin

42

Felahattin

73310

Hayrettin

152

İlhamettin

42

İslamettin

71021

Fahrettin

150

Şadettin

41

Hacettin

65585

Bahattin

150

Saittin

41

Ömeriddin

63117

Necmettin

148

Elveddin

40

Cemasettin

59623

Şerafettin

143

Emrettin

40

Hasbettin

54884

Seyfettin

141

Nahittin

39

Kamerettin

51858

Sadettin

141

Nusamettin

38

Behçettin

38236

Nizamettin

137

Nedrettin

38

Esirettin

38224

Şemsettin

137

Orhanettin

38

Niyazettin

35239

Hüsamettin

136

Azettin

36

Ridayettin

32312

Cemalettin

135

Musafettin

35

Evhattin

29165

İzzettin

134

Efrettin

35

Rasettin

26181

Celalettin

134

Mecdettin

35

Recaettin

22119

Tacettin

134

Sezaittin

35

Secalettin

15446

Burhanettin

132

Hidayettin

34

Ağamettin

14531

Vahdettin

124

Kadrettin

34

Bilalettin

13860

Bedrettin

124

Zikrettin

34

Mürvettin

13782

Kemalettin

123

Yasettin

33

Kefalettin

13188

Ziyaettin

119

Nezahattin

33

Methettin

12740

Şahabettin

117

Ferahattin

32

Mubahattin

11514

Kutbettin

115

Feridettin

32

Mürefettin

11163

Sadrettin

115

Necabettin

31

Ayettin

10880

Nusrettin

113

Cihadettin

31

Cavittin

7103

Seracettin

113

Fetahattin

31

Eminettin

6997

Gıyasettin

113

Möhrettin

31

İsabettin

6812

Necattin

111

İlamettin

31

Rahmettin

6465

Kıyasettin

106

Misbahattin

30

Nakittin

6057

Sulhattin

105

Faittin

30

Razettin

3956

Nasrettin

105

Talettin

27

Cumattin

3045

Zeynettin

105

Ziyamettin

26

Sahrettin

2933

Keramettin

102

Surettin

25

Bahsettin

2604

Şücaettin

101

Zülfettin

25

İbadettin

2113

Vahyettin

99

Veysettin

25

Yevmittin

1949

Selamettin

98

Vefaettin

25

Zerafettin

1782

Şahmettin

96

Kefaettin

24

Keşfettin

1670

Samettin

93

Ayfettin

23

Hicrettin

1603

Refaettin

91

Nezafettin

23

Rutbettin

1466

Velittin

90

Ebettin


1365

Musamettin

90

Hutbettin

22

Mürsettin

1214

Fikrettin

89

Fazlettin

21

Cezmettin

1190

Şahamettin

87

Afettin

21

Livaettin

1068

Takyettin

85

Münacettin

20

Lisanettin

979

Saffettin

84

İmamettin

20

Musabettin

963

Hiyasettin

84

Nezarettin

20

Müştekiddin

896

Alamettin

83

Nazmettin

20

Şinasettin

824

İmadettin

82

Mecmeddin

19

Feracettin

820

Yaşettin

80

Seheddin

19

Zümrettin

736

Vechettin

79

Hasrettin

18

Hamzettin

717

Şahattin

79

Mehmettin

18

İrfanettin

685

Muslahattin

79

Nefahattin

18

Mazharettin

675

Liyattin

79

Şahadettin

17

Delalettin

617

Rüknettin

78

Emsalettin

17

Sarettin

606

İlmettin

78

Hükmettin

17

Şeramettin

592

Esalettin

78

Sahabettin

16

Hilmittin

592

Fehmettin

77

Hulkattin

16

Nüzhettin

584

Bahrettin

73

Cevattin

16

Rahattin

578

Sefaettin

73

Kıyafettin

16

Yücettin

506

Mücahittin

73

Neşettin

15

Ataettin

493

Vasfettin

73

Tahattin

15

Merhamettin

466

Semahattin

71

Cevdettin

15

Müjdettin

463

Necettin

70

Beyazittin

15

Mürşittin

452

Fevzettin

70

Cahittin

15

Nakşettin

448

Sacettin

69

Namettin

15

Şeyhattin

405

İsamettin

67

Hamittin

15

Seyreddin

369

Şükrettin

67

Siyamettin

14

Mükafettin

365

İzamettin

65

Haşmettin

13

Beşarettin

362

Gülettin

64

Risalettin

13

Cezaettin

362

Nacettin

64

Suhyettin

13

Ekmelettin

351

Lütfettin

63

Eynettin

13

Fuattin

324

Halittin

63

İsmettin

13

İmanettin

309

Feyzettin

63

Sinamettin

13

İslahattin

309

Mirbahattin

60

Mevlüttin

13

Kefarettin

307

Necdettin

60

Vahabettin

13

Müftahittin

280

Necbettin

59

Riyasettin

13

Müstehaddin

262

Şefaattin

59

Turhanettin

13

Nurhanettin

260

Nebahattin

57

Kiramettin

13

Rağbettin

242

Senaettin

56

Esvettin

12

Kelamettin

228

Hayattin

55

Hilalettin

12

Münirettin

220

Beraattin

55

Vecdettin

12

Şifaettin

220

Cesarettin

54

Arafettin

12

Ulaeddin

220

Şöhrettin

54

Visalettin

11

Emanettin

207

Zahrettin

53

Esasettin

11

Hazarettin

205

Azamettin

53

Zöhrettin

10

Kibarettin

200

Ruhittin

52

Adalettin

10

Muinettin

197

Musaddin

52

Hayfettin

9

Cidayettin

194

İkramettin

50

Fecrettin

8

Hocattin

193

Nihattin

50

Zekaettin

7

Eşrefettin

187

Ülfettin

49

Efdalettin

7

Hacerettin

184

Hikmettin

48

Remzettin

7

Nasihaddin

173

Usamettin

46

İhsamettin

7

Racettin

170

Servettin

45

Besarettin

6

Celadettin

168

Mettin

45

Nezrettin

5

Rukyettin

167

Muzafferettin

45

Reşattin

4

Mugisiddin

166

Nevzettin

43

Heybettin

4

Nibraseddin

165

Nükrettin

2

Kıvamettin

1

Ecmelettin