Sunday, April 24, 2011

Tazminat ama nasıl?

24 Nisan Soykırımı Anma Günü vesilesiyle Ankara’da yapılan Soykırım panelinde yaptığım konuşma
Esas konuya geçmeden önce şunu söylemek istiyorum. Türkiye Cumhuriyetinde vergi ödeyen bir vatandaş olarak olarak, bu vergilerle Ermenilere, bireysel bazda, tazminat ödenmesini reddetmek eğilimindeyim. Yanlış bir şey olacağını düşünüyorum bunun. Ahlaken bir temeli olacağını düşünmüyorum, siyaseten yanlış olacağını düşünüyorum ve hem Türkiye hem Ermeniler açısından daha büyük felaketlere yol açabileceğini düşünüyorum. Bir başka deyimle deminki konuşmacının görüşlerine muhalif olduğumu baştan deklare etmeyi faydalı buluyorum. Bu bir parantezdi. Şimdi konuya geçeyim.
1915 olaylarını Türkiye’de daha çok duygusallık ya da insani ya da vicdani açıdan ele almak eğilimindeyiz. Bunun nasıl büyük bir felaket olduğu, vicdani yönden, ahlaki yönden nasıl korkunç sonuçlara yol açtığı vesaire vesaire. Bunların hepsi doğrudur, gereklidir. Bunları tartışmanın gereğine tamamıyla katılıyorum. Fakat bu muhabbet esnasında çoğu zaman gözden kaçırılan bir başka boyut var. O da işin ekonomik boyutu.
Yağma üzerine kurulu cumhuriyet
1913 ile 1923 yılları arasında, yani sadece 1915’ten söz etmiyoruz, ilk Rum tehcirinin başladığı 1913’ten, ikinci temizlik dalgasının yaşandığı 1919-20’den, nüfus mübadelesinin yapıldığı 1923’e dek, Türkiye nüfusundan yaklaşık olarak toplam nüfusun %25’i eksiltildi, öldürülmek suretiyle veya yurt dışına gönderilmek suretiyle. Bunlar çıplak insanlar değildi. Sadece bir insan olarak da eksilmediler. Bunların malı, mülkü, tarlası, eşyası, bankadaki mevduatı, okulu, kilisesi vardı. Basit bir hesapla şu sonuca varabiliriz ki, Türkiye’nin toplam menkul ve gayrimenkul malvarlığının belki üçte biri, yüzde %30’u gibi bir oranı 1913 ile 23 yılları arasındaki on yılda zorla ve gasp yoluyla el değiştirdi.
Dehşet verici rakamlardan söz ediyoruz. Memleketin ekonomik yapısının kökünden değiştiği durumdan söz ediyoruz. Yani bugünkü rakamlarla şöyle kabaca ne ifade eder bu, Türkiye’nin şu anki toplam menkul ve gayrimenkul mal varlığının parasal değeri nedir, bunun üçte biri nedir hesaplamaya çalıştığınız zaman trilyon dolar gibi rakamlardan söz etmeye başlarsınız. Devasa boyutlarda bir servet transferinden söz ediyoruz. Bunlar birilerinden çıktı, birilerine girdi ve olaya bu açıdan baktığınız zaman şunu görürsünüz ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temel taşı, yani Türkiye Cumhuriyeti denilen fenomenin en temel unsuru bir servet transferinden ibarettir.
Son zamanlarda özel sermaye bazında, ne bileyim Koç’lar, Sabancı’lar bazında, Türk kapitalizminin bu servet transferi üzerine kurulu olduğuna dair genel bir kabul oluşmaya başladı. Teker teker ele aldığınız zaman, özellikle 1940’larda palazlanıp büyüyen Türk kapitalizminin sermaye oluşturması sürecinin başında, hemen hemen her örnekte ya Rum ya Ermeni mülkü görürsünüz. Bir şekilde 1913-23 olaylarında edinilmiş birtakım servetler görürsünüz.
Fakat bunlar itiraf edilirken, daha önemli bir unsur çoğu zaman gözden kaçırılır. Tek parti döneminde Büyük Millet Meclisinde bulunan veya Halk Partisi üst düzey yönetiminde bulunan kişileri teker teker ele aldığınız zaman görürsünüz ki, hemen hemen istisnasız olarak hepsi soykırım zenginleridir. Atatürk de bunun istisnası değildir. Düşünün ki Cumhurbaşkanlığı Köşkü olan Çankaya, Kasapyan Köşküdür aslında. Başka bir şey söylemeye gerek yok; Türkiye Cumhuriyetini kısaca özetleyin dediğiniz zaman bu bir cümle yeter: Çankaya Köşkü Kasapyan Köşküdür.
Memleketin her tarafında Atatürk konakları ve Atatürk evleri vardır, ben 20-25 tane kadar sayabiliyorum. İşte efendim Trabzon’da, Bursa’da, Adana’da, Tarsus’ta, her tarafta. Yani tesadüf olamayacak bir durumdur, bunların hepsi, ama istisnasız hepsi, gayrimüslim katliamından veya gayrimüslim tehcirinden elde edilmiş mülklerdir.
Son zamanlarda özellikle sosyolog ve siyaset bilimcisi genç arkadaşlar çok ilginç mikro araştırmalar yapıyorlar. Adana Bölgesinde siyasi iktidarın oluşumundan, eşrafın kökenlerinden haberim var biraz. Demin Sibel Hanım bana Datça Bölgesinde buna benzer bir araştırmadan söz etti. Aynı şeyi, ne bileyim Eskişehir’de, aynı şey Kütahya için, aynı şey Bingöl için, aynı şeyi Van için yapabilirsiniz. Cumhuriyet döneminde burada palazlanan, yerel siyasi iktidara kavuşan, parti yöneticisi olan, ağa olan, bey olan, sinema sahibi olan, Arçelik bayii olan, Ülkü Ocakları başkanı olan kişilerin geçmişine baktığımız zaman, şaşmaz bir düzenlilikle, bir şekilde 1915’de, 1916’da, 1922’de elde edilmiş mülklerle ve bu sayede aniden sosyal hiyerarşide üste tırmanmış kişilerle karşılaşırsınız.
Tahmin ettiğinizden çok daha derin ve radikal bir şekilde Türkiye Cumhuriyetinin sosyal tarihi 1915 olaylarıyla, 1913 olaylarıyla ve 1922 olaylarıyla iç içedir. Bunu net olarak görmek lazım. Soykırım inkârı hadisesini de bu gerçeği anlamadan, bu gerçeği göz önüne almadan takdir etmek mümkün değildir. Çünkü insanların soyut bir inanç nedeniyle yahut cehalet nedeniyle yahut fanatizm nedeniyle reddettiği bir geçmişten söz etmiyoruz. İnsanların bizzat şahıslarında, ailelerinin geçmişinde önemli bir rol oynamış olan, kendi sosyal itibarlarının temelini oluşturan bir geçmişle yüzleşme konusundaki sıkıntısından söz ediyoruz.
Yani siz “soykırımı kabul et kardeşim,” dediğiniz zaman, şunu söylüyorsunuz: “Senin dedelerinin oturduğu, o senin çok sevdiğin ev var ya, o ev aslında senin değil.” Bunu kabul etmeye zorluyorsunuz insanları. Bu da kabul etmek gerekir ki zor bir iştir. Onların yerine ben olsaydım, bu olgunluğu gösterebilir miydim kuşkuluyum doğrusu. İnsan ne olursa olsun, ne kadar kabahatli olursa olsun kendi dedesini kolay kolay reddedemez, reddetse bile kendi sosyal konumunun, toplumdaki itibarının temeli olan unsurları dinamitleyemez.
Dolayısıyla kalkıp da siz Türkiye’ye, Türk toplumuna, “Soykırımı kabul et kardeşim, bir de tazminat öde kardeşim,” dediğiniz zaman çıkmaz sokakta avlanıyorsunuz, başka bir şey yapmıyorsunuz. Olmaz bu iş, olmayacak duaya amin diyorsunuz. Yani yurtdışından böyle taleplerle gelmek kolaydır, çünkü kaybedecek bir şeyiniz yoktur. Ama Türkiye içinde işi daha ciddi, daha esaslı ve felsefi bir yönden incelememiz gerekir.
Tazminat talebinin ahlaken de yanlış olduğunu düşünüyorum. Prensip olarak suç şahsidir, ceza da şahsi olmak zorundadır. Soykırım müsebbiplerini yakalayabiliyorsanız, mala el koymuş olanları, hırsızlık malına el koymuş olanları yakalayabiliyorsanız eyvallah, alın malı elinden. Ama onun çocuğunu, onun torununu hatta şu anda artık dördüncü kuşaktayız torununun çocuğunu bundan ötürü cezalandırmaya kalktığınız zaman, “Efendim Ermeniler isyan etti, o yüzden biz de tabi çoluk çocuk onları kestik,” diyen insanlarla aynı ahlaki pozisyona düşmüş olursunuz.
Suç işleyen cezalandırılır, şöyle ya da böyle bunun üzerine kurulmuş olan dört kuşaklık hayatı geçmişteki işlenmiş suçtan ötürü cezalandırmaya kalktığınız zaman ben şahsen bu cezalandırılacak tarafta olsaydım buna direnirdim. Direnmeyi de hak kabul ederdim. Yani empati yapacaksak yapalım. Olay bu.
Olayı biraz daha geniş bir çerçevede değerlendirmemiz gerekiyor. Türkiye’nin bu geçmişten kendini artık arındırmasının zamanı gelmiştir. Bunun sosyal imkânları da ortaya çıkmıştır. Yani Türkiye’de bir dönem yönetici sınıf 1910’larda, 1920’lerde katliam ve ganimet üzerinden iktidara gelen bir yönetici sınıf oldu, bu kadar. Bunların ikinci, üçüncü, dördüncü kuşağı artık 1980 sonrası Türkiye’sinde başka yerlerde duruyorlar. Onların torunu bugün karşınıza ne bileyim daha demokrat akademikler olarak çıkıyor, solcu olarak çıkıyor, yazar olarak çıkıyor, bin türlü insan olarak çıkıyor. Yani artık dedelerinin hayat tarzından uzaklaşmaya başlamış, farklı sosyal kaynaklardan beslenen, gerçek anlamda bir kapitalizme doğru adım atabilmiş bir toplumla yaşıyoruz.
Dolayısıyla geçmişin hassasiyetini artık yavaş yavaş terk etmenin maddi imkânları Türkiye’de bugün mevcuttur. Yani insanlar şunu artık kabul edebilecek duruma gelmişlerdir. “Yahu bizim dede de çok pis işler yapmış, hakikaten ayıp etmiş, buna bir çare bulalım, buna bir çözüm bulalım. Artık ben dedemin Tarsus’ta yaşadığı eve mahkûm değilim. Toplumsal statümün, itibarımın temeli artık o değil. Kendi ayaklarım üzerinde durabiliyorum, dolayısıyla bir şeyler çözmek zamanı gelmiştir.”
Özür dilemek
Türkiye’nin bu işten ötürü özür dilemesi gerekiyor. Türkiye’nin bu işte her şeyden önce sembolik düzeyde, ahlaki düzeyde özür dilemesi gerekiyor. Bu Türkiye’nin medeni bir ülke olması için vazgeçilmez ön adımdır. Yani Türkler için de asıl olan iş budur. Türklerin geçmişin korkunç lekesinden ve onun getirdiği psikolojik eziklikten, onun getirdiği savunma zihniyetinden çıkabilmesi için, etrafındaki duvarları kırabilmesi için öncelikle özür dilemeleri gerekiyor. Ve bu özür de böyle yarım ağızla filan olacak bir iş değil.
Özür dilemek sembolik bir şeydir başka bir şey değildir. Sembol olarak benim düşündüğüm bir tane örnek sanıyorum yeterlidir. Halaskârgazi Caddesinin adını Hrant Dink Caddesi olarak değiştirilmesi gerekiyor. Ergenekon Caddesinin değil, Ergenekon Caddesinin adını değiştirmek çok ucuzdur. Halaskârgazi’yi değiştirebiliyor musunuz? Onu yaptığınız zaman, ha işte bu jeton düştü Türk kamuoyunun vicdanına deme noktasına geliriz. Onun dışında müze mi kurulur, anıt mı yapılır, şu mu yapılır, bu mu yapılır onlar ayrı mesele. Fakat evet gerçekten Türkiye değişti diyebileceğimiz nokta Halaskârgazi Caddesinin, cinayetin işlendiği caddenin adının Hrant Dink Caddesi olarak düzeltilmesidir.
O gün Türkiye için bir milat günü olacak, o gün Türkiye’nin hakikaten medeni ülkeler camiasında yerini aldığı gün olacaktır. Bunun ötesinde Türkiye’nin bu geçmişle yüzleşmesi demek, seksen seneden beri, yetmiş seneden beri Türk Ulusal Kimliğinin temeli haline gelmiş olan saldırgan ırkçılığın sorgulanması demektir. Yani bu ülkede “biz Türkleriz onlar Ermenilerdir. Kapışıyoruz, onlar bir tane çaktı, biz iki tane çaktık hepsinin mallarını aldık, burası artık bizimdir” diye özetlenebilecek olan ilkel ve çağdışı siyaset anlayışı ve kimlik anlayışının aşıldığı noktada Türkiye benim çocuklarım için daha medeni, daha yaşanır, daha sağlıklı ve daha güçlü bir ülke olacaktır.
Türkiye Cumhuriyetinin yapması gereken, bu transformasyonun, bu zihniyet değişikliğinin zorunlu bir sonucu olarak, bir şekilde bu ülke hepimizindir mesajını verebilecek, bu ülke burada yaşayan ve yaşamış olan herkesin ortak eseridir, müşterek malıdır mesajını iletebilecek olan adımları atmak ve kararları almaktır.
İnsani bir çözüm
Gitgide hiç ummadığım yerlerde kulağıma çalınan bir opsiyondan söz etmek istiyorum. Diaspora Ermenilerine Türk vatandaşlığı verilmesi meselesi. Bu gerçekten yapılabilecek bir şey midir, hayal midir kestiremiyorum açık söylemek gerekirse. Fakat bu düzeyde bir jesttir önemli olan, bu boyutta, bu derece ilginç ufka sahip bir önlemdir bu işi çözebilecek olan. Buyurun gelin, burası sizin ülkeniz! Kaç kişidir bunlar sonuç olarak, bunlardan kaç tanesi böyle bir opsiyondan faydalanmak isteyecektir, bilemiyorum. Dişe gelir rakamlara ulaşılacağını hiç zannetmiyorum. Fakat Türkiye’nin tek taraflı olarak böyle bir jestte bulunması – yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı veriyoruz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı vermekle de yetinmiyoruz, şayet Türkiye’ye gelmeyi arzu ederseniz size Hükümet olarak şu şu şu şu kolaylıkları göstereceğiz, ne bileyim Van’da otel mi kurmak istiyorsunuz, bunun için her türlü kolaylığı göstereceğiz, öncelik de tanıyacağız, kredi de vereceğiz gibi bir yaklaşım –doksan seneden beri hem Türklerin hem Ermenilerin başına bela olmuş bu korkunç geçmişten kurtuluşun en basit, en yapılabilir, en gerçekçi ve aynı zamanda ahlaken en doğru olan yöntemidir gibi geliyor bana.
Benim vergilerimle beslenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkıp doksan beş sene önceki bir hadiseden dolayı, konuyla alakası olmayan üçüncü, dördüncü kuşak insanlara tazminat ödemesine ben sıcak bakamıyorum. Prensip olarak taraftar değilim. Soykırım kurbanlarının dördüncü kuşak torunlarının dedelerinin mülkü üzerinde herhangi bir hakları olduğuna da inanmıyorum, nokta. Gençliğimde sosyalisttim, belki o zamandan kalma bir şeydir, miras hakkının mutlak bir hak olduğuna inanmıyorum. Buradaki sosyalist arkadaşların elalemin mal mülk mirası için böyle canhıraş bir gayret içinde olmasını da anlamıyorum.
Buna karşılık Türkiye Cumhuriyetinin bu toplumun ruhunu kanser gibi kemiren bu geçmişten kurtulması gerektiğine inanıyorum, bunun yalnız Türkiye için değil, insanlık için de önemli bir şey olduğuna inanıyorum.
Bir tazminat fonu yaratılabilir elbette. Bu parayla yapılan her şeyin, birtakım Kaliforniyalı kişilerin çıkarını değil, TC vatandaşlarının gerçek çıkarını, maddi ve manevi refahını gözeten şeyler olması lazım. Ancak bu takdirde meşrudur, ancak bu şekilde Türk kamuoyunda meşruluk kazanabilir. Siz o tazminat fonuyla anıt mı dikersiniz, müze mi açarsınız, araştırma fonu mu kurarsınız, üniversitelerde Ermeni kültürü enstitüleri mi kurarsınız, yahut Bitlis’te ayakkabı fabrikası kuracak, Kütahya’da otel yapacak diaspora üyelerine kredi fonu mu açarsınız, ayrıntısını bilemem. Ama dikkat ederseniz bu dediklerimin hepsi, öncelikle Türkiye’nin maddi ve manevi kalkınmasına hizmet eden şeylerdir. Yani Ermenilerle ve Rumlarla barışmak ve geçmişi aşmak suretiyle aslında Türkiye’nin daha sağlıklı ve güzel bir yer olmasına hizmet edilmektedir. Vergi ödeyen TC vatandaşlarının can u gönülden kabul edebileceği tek çözüm de budur.
Türkiye’nin milliyetçi içgüdülerini aşarak cömertçe barışmasında, bu ülke için büyük bir fayda görüyorum. Dolayısıyla bu uğurda eğer hükümet bizim ödediğimiz vergileri böyle bir ulusal barış ve düşünsel reform politikasına yönlendirebiliyorsa, o zaman o paraya helal olsun diyebilirim. Öbür türlü diyemem.

No comments:

Post a Comment