Thursday, June 24, 2021

Kısaca, modern Türkiye tarihi: Sekülarizm

Sekülarizm: umumca tanınan dini kuralları ve o kuralların sözcülerini kamu yönetiminde bağlayıcı saymayan anlayış.

Başka tanımlar da olabilir; laiklikle sekülerlik aynı mı değil mi sonsuza dek tartışılabilir. Şimdilik ben bunu önereyim. “Umumca tanınan” şartı önemli. Çünkü aklınıza gelebilecek her ahlak kuralı ve/veya yönetim ilkesi din bazında savunulabilir. Din uğruna anadan doğma gezen Üryan Babalar olmuş tarihte; komünist hıristiyanlar da olmuş. O yüzden din derken dinin “aslını” değil (her ne demekse), ümmetin icmaını kastediyoruz. “Kamu yönetiminde” yerine “bireysel ahlakta” diyebilirdik; o da geçerli bir bakış açısı. Ama burada o kastedilmedi. Bir yönetim ilkesinden söz ediyoruz.

Türkiye’de sekülarizm konusu 19. yy’ın ilk yarısında gündeme gelir. Tek ve bariz bir hareket noktası vardır: Anadolu ve Rumeli nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan gayrimüslimlerin haklarını müslümanların zulmünden korumak. “Gerçek İslam o değil” diye hemen atılmayın lütfen. İslam hukuku zimmileri kısıtlı haklara sahip ikinci sınıf insan olarak tanımlar. Bunun teorik gerekçesi neyse ne, gerçek dünyada pratik sonucu, birtakım güçlü kişilerin, hukuken üstün olan konumlarını istismar ederek gayrimüslimlere keyfince zulmetmesidir. Dolayısıyla prensipte basit ve hatta “İslama uygun” bir talep gibi görünen zimmilere adalet talebi, uygulamada İslam hukukunun – şeriatin – kısmen dahi olsa lağvını, yahut güncel koşullar ışığında “yeniden yorumlanmasını” gerektirir. Dolayısıyla sekülerleşme.

Konu gündeme gelmiştir çünkü 1820’lerde imparatorluğun iki mühim bileşeni, Sırplar ve Yunanlar, isyan etmişler ve Avrupalıların desteğini kazanıp devletten büyük birer lokma koparmayı başarmışlardır. Kuzeydoğuda Ermeniler eziyete daha fazla tahammül etmektense Rusların vaatlerine kanıp 1828’de topyekün göçmeyi seçmiş, koca Erzurum eyaleti bu yüzden viran ve hoban kalmıştır. Suriye’de Hıristiyan isyanı büyük yıkım pahasına önlenebilmiş, Cebel-i Lübnan’da önlenememiştir. Gidişin tehlikesini gören Osmanlı devlet aklı bu nedenle uykusundan uyanıp 1) Tanzimat fermanı ile müslim ve gayrimüslim arasında eşitlik ilkesini ilan etmiş, 2) Islahat Fermanı ile devletin amir kademelerinde gayrimüslimlerin görev almasını kabul etmiştir. Her ikisi İslam tarihinde ilktir. Her ikisi Hanefi İslam hukukuna açık ve kesin olarak aykırıdır. Kuran’ın açık ayetlerine, peygamberin hadislerine, Hz. Ömer’in adaletine, dört mezhebin fıkhına da aykırıdır. Din eğer ümmetin icmaı ise, din elden gitmiştir.

Elbette Avrupalılar da teşvik ettiler. Elbette Avrupalıların o güne dek benzeri görülmemiş teknik, ekonomik, askeri, kültürel, ahlaki başarıları da Osmanlı yönetici sınıfının gözünden kaçmadı. Gâvurlar bunu başarıyorsa gâvurlukta bir hikmet mi var acaba?

Neden olmadı

Deney başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Çünkü:

1) Özellikle taşradaki müslim ahali, islamın yüzyıllardan beri kendilerine sağladığı ayrıcalıklı konumu ( = tasallut ve yağma özgürlüğünü) terk etmek istememiş, reformcu Osmanlı yönetim kadrosu da  onları hizaya getirecek iradeyi ve gücü sergileyememiştir.

2) Yüzyılların baskısından kurtulan gayrimüslimler, bence yeterli titizlikle henüz tetkik edilmemiş nedenlerle, çok büyük hızla kalkınmaya başlamış ve toplumun birçok katında başat konuma gelmişlerdir. Doğal olarak bu durum müslim ahalinin tepkisine yol açmıştır. (Yok hayır, gayrimüslimler eskiden beri zengin değildi, 19. yy’ın ikinci yarısında kalkındılar.)

3) Gayrimüslimler devletin niyetine ve daha mühimi gücüne yeterince güvenmedikleri için Avrupalının (Rus dahil) desteğini aramaya devam etmiştir. Avrupalının canına minnet, bunu fırsat sayıp imparatorluğun etinden et koparmaktan bir an geri durmamıştır.

Yorgan gitti, neden kavga bitmedi

Sonuçta Osmanlı eliti, memleketin gayrimüslim nüfusunu topyekün tasfiye etmekten başka çözüm yolu bulamamıştır. Bu fikir 1878 hezimetinden – Doksanüç Harbi – sonra yavaş yavaş olgunlaşır, 1895 katliamında ilk deneme sahasını bulur, 1912 Balkan hezimetinden sonra Osmanlı-Türk yönetici sınıflarının oy birliğini kazanır, 1923 nüfus mübadelesi ile hızını kaybetme sürecine girer. Hak istediler verdik, en azından verir gibi yaptık; bu uğurda dinimizi bile sattık, en azından sattığımıza kendimizi inandırdık. Yetinmediler. Daha ne yapalım, günah bizden gitti.

Peki sekülerlik deneyinin sonu 1915-1923’te gelmiş midir? Hayır, gelmemiştir. Çünkü Osmanlı eliti ve onların kesintisiz devamı olan ilk cumhuriyet seçkinleri Reform’a samimiyetle inanmıştır. Bu uğurda yaşam tarzını ve yönetim felsefesini değiştirmiştir. Batı kıyafet modalarına özenmiş (hayır, şapka devrimi değil, çok önceden, II. Mahmut reformlarından beri), Batının kültürel normlarını şiar edinmiş, Batı sanatına öykünmüş, kendi aralarındaki fikir ve bilgi tartışmalarında Batıyı hakem kabul etmiş, Batı dillerinden tercüme yeni bir dil oluşturmuş, Batının bıyık ve sakal modellerini, yemek yeme usullerini, eğlence kalıplarını, eğitim kurumlarını, yazı üslubunu, hatta din ve ahlak anlayışını, hatta namahreme bakış açısını sadakatle taklit etmiştir. Şimdi memlekette irtica muzaffer olmuşken bunların geleceği ne olacak?

Evet, irtica muzafferdir. Milli Mücadele yıllarında taşra erkânı, taşra ahlakı, taşra müslümanlığı yakın tarihte hiç olmadığı kadar güçlenmiş ve ulusal söyleme hakim olmuştur. Şimdi gâvur hazır denize dökülmüşken gâvurun içteki yoldaşı olan Türk elitlerinin, mesela İzmirli Uşşakizadelerin, yahut istediği kadar vatan-millet diye yırtınsın Amerikan Kolejliliği üstünden atamayan Halide Edip’in denize dökülmemesi için sebep var mıdır?

Türk elitinin kültürel modeli ve sosyal dayanağı olan, ona modacı, eğitmen, garson, banker, editör, mimar, matbaacı, tarım danışmanı ve piyano hocası olarak hizmet eden yerli gayrimüslimler gidince bu zümre Anadolu taşrasında – taşrayı bırak, metropollerde – nasıl tutunacaktır? İnsanoğlunun en kutsal varlığı olan seçkinliğini nasıl sürdürecektir?

Yeni rejimin Osmanlı’dan miras seçkin zümreyi kollaması için haklı nedenler vardır. Eldeki insan malzemesi bundan ibarettir. Yedek kadrolar yoktur; olanlar savaşta heba edilmiştir. Rusya’daki gibi radikal bir sınıf değişiminin altyapısı yoktur (Bolşevik kadroların büyük bölümü düzgün eğitim almış fakat Çarlık rejiminden dışlanmış entelektüellerdi; Türkiye’de iseidadi veya üstünü okumuş olan herkes zaten Osmanlı yönetim kadrosu içindeydi). Daha önemlisi, bütün dünyada Avrupa kayıtsız ve şartsız olarak egemen görünmektedir. Onların dilini konuşmaz, onların usullerini benimsemezsen hayatta kalma şansın yoktur. Onların dilini konuşan da, malum bir avuç azınlıktır. O azınlık korunmalıdır.

Yeni model, laiklik

Laiklik, Osmanlı sekülarizminin Cumhuriyet dönemindeki yeni adıdır. Maksat yine nettir, maksat islam-dışı azınlığı islami inanç ve asabiyetin tasallutundan korumaktır. Bazı insanlar namaz kılmayabilir, oruç tutmayabilir, şarap içebilir, islami tesettüre aykırı giyinebilir, ehl-i harbin değer ve duyarlıklarını paylaşabilir, onların müziğini tercih edebilir, Kuran’ın açık hükmü hilafına gayrimüslimle dostluk ve hatta izdivaç edebilir, kızlarını islamın namahrem ilkelerine meydan okuyacak tarzda yetiştirebilir. Fakat devlet, bu insanların hukukunu korumaya kararlıdır. Bir başka deyimle Devlet, dinin emir ve yasaklarından bağımsızdır. Meşruiyet kıstasları dininkinden farklıdır.

Cumhuriyet laikliğinin çelişkileri çok tartışıldı; burada onlar üzerinde fazlaca durmayacağım. Yalnız belki yeterince farkına varılmayan bir çelişkiye değinmekte fayda görüyorum. ‘Laiklik’ yoluyla kendini korumaya alan zümre daha dün ülkenin gayrimüslim nüfusunu imha etme kararını oy birliğiyle alıp uygulayan, onların yağmalanmış mal varlığıyla gücünü pekiştiren aynı zümredir. Kendilerini savunmak için dayandıkları ilke, yani sekülarizm, daha dün büyük bir  hunharlıkla çiğnemeyi ‘milli destan’ saydıkları aynı ilkedir. Varoluşları dehşetli bir iki yüzlülüğe dayanır; bir ahlaki ucubedir. İslamı reddederler; ancak mantıken islamın antitezi olan bir dine meyledemezler. Çünkü ‘mevcudiyetlerinin yegane temeli’ olan cumhuriyetin kuruluş öyküsü, bizzat kendilerinin, o dinin mensuplarını ülke sathından temizlemesinin öyküsüdür. Temizlik operasyonu islam adına yürütülmüştür; ancak bu gerçek asla itiraf edilemez, çünkü cumhuriyet eliti 1923’ten sonra varoluş mücadelesini aynı islama karşı vermektedir.

Bu çelişkinin yarattığı boşlukta palazlanan yeni inanç veya mezhebe ‘Türk milliyetçiliği’ adı verilir. Denir ki gayrimüslim nüfus din yüzünden değil, ‘millet’ yüzünden imha edilmiştir. Cumhuriyet eliti ise meşrudur, çünkü onlar ‘millidir’. Unutulur ki millet Osmanlıca “din” demektir. 1900’lerin başına dek o anlamda kullanılmıştır.

Türk milliyetçiliği, bir riyakârlığın adıdır. İslama boyun eğmeyenler yok edilmelidir; ancak islama boyun eğmeyenler eğer ‘Türk’ ise korunmalıdır. Buyurun, Türk milliyetçiliği. Bu.

Neden yenildiler

Kökteki bu derin çelişki, laikliğin şemsiyesi altına sığınan Osmanlı-Türk elitinin zaman içinde tıkanıp tükenmesine yol açacaktır. Cumhuriyet’in ilk günlerinden beri yeni nesiller hıristiyanlığa ve gayrimüslimlere karşı kuşku ve nefretle yetiştirilmiştir. ‘Milli’ olan iyidir. Buna karşılık gayri-islami yaşam tarzına sahip olanlar korunmalı ve hatta yüceltilmelidir. İyi de, neden?

Diğer yandan modern dünyanın koşulları devlet bürokrasisinin sınırsızca büyütülmesini, dolayısıyla gereği gibi eğitilememiş kitlelerin yönetici kadroya dahil edilmesini gerektirmektedir. Bir süre sonra bu kitlenin inanç ve önyargıları Cumhuriyet elitine baskın gelmeye başlayacaktır.

‘Laiklik’ davasının öznesini oluşturan gayri-islami yaşam tarzına sahip seçkinler 1960 ve 1980 askeri darbelerini izleyen iki dalgada siyasetten ve devlet yönetiminden tasfiye edilecektir. 1960’lar tasfiyesi sosyolojik açıdan ilginç bir dönemeçtir. 27 Mayısta büyük devrimi gerçekleştirmek amacıyla idareyi  ele alan askerler, geleneksel kentli seçkin vs. taşra halkı ikileminin dışında, sınıfsız, köksüz, idealist askerlerden ve onlara bağlı devlet uzmanlarından oluşan yeni bir yönetici zümre oluşturma hülyasına kapılmışlar, fakat çok kısa sürede yenilip tasfiye edilmişlerdir. 12 Eylül darbesini izleyen dönemde ise, eski Osmanlı elitinin devamı olan ‘laik’ cumhuriyet seçkinlerinin devlet yönetiminde yer alması neredeyse imkansız hale gelmiştir.

1980’den sonra sözkonusu seçkinlerin yaşam alanı – hariciye ve istihbarat gibi bir iki istisna ile – devlet-dışı alanlarla sınırlıdır: üniversiteler, tıp, basın ve görsel medya, yayın ve sanat dünyası, reklam sektörü, finans sektörü, uluslararası şirketlerin Türkiye temsilcilikleri. Kısacası, TÜSİAD-land. Kısıtlı istihdam ve iktidar fırsatı sunan bu sahalarda yer bulamayanlar, Özal döneminden itibaren artan bir hızla yurt dışına göçmeye başlayacaktır.

Günümüzde filmin sonu görünmüştür. Anılan sektörlerin her birinde tasfiye hızlanmıştır. Hemen her gün başka bir mevziin düştüğü haberi gelmektedir. ‘Laik’ zümre artık kendine ait saydığı sahaların her birinde inisyatifi kaybetmiş, üç dört kentin birer semtine hapsedilmiş, anlamlı istihdam olanaklarından yoksun, kendini kanıtlama sahası olarak bir avuç kafe ile instagramdan başka seçeneği kalmamış bir marjinal gruptur.

Bu dönüşümün Erdoğan rejiminin “suçu” olduğunu zannetmek bence fazlaca naif bir bakış açısı olur. Erdoğan, olsa olsa, ebedir. Dönüşümü getiren güçler ondan çok daha büyük ve derindir. Yarın Erdoğan gitse de bir şey değişmeyecektir. Bir devir kapanmıştır. Geçmiş olsun.

Geriye ne kaldı

Buna rağmen Türkiye’de hala sekülarizm davasının – az da olsa – güncelliği varsa üçüncü bir ümmet-dışı grubu, Alevileri, hesaba katmamız gerekiyor. Türkiye’de bugün yeni devlet düzeni önündeki başlıca engel, başka bir konu olan Kürtlerin yanısıra, müslüman zulmüne karşı korunma talep eden Alevilerdir.

O konuyu başka zamana bırakalım.

12 comments:

  1. Hocam batı tarzı hayatı benimsemeyen sekülerizm karşıtlarının batıda malvarlıkları var evlatları batıda okumuş nasıl batı tarzı yaşam şeklini toptan reddedecekler hem de küreselleşen dünyada

    ReplyDelete
  2. 1.Sevan Paşa, tamam birbiri ile uyum göstermeyen süreç gayrimüslimlere yaklaşım ve sonrasındaki anlayış. Ama a be kuzum, şartlar değişimiş çözüm önerisinin değişmesinden doğal ne var?
    Büyük bir gayrimüslim kütle ile hırgür olmadan yaşayamazdık artık kabul et be ahparig.
    Bir şekilde denk getiren, güçlü olan, şartların yardımcı olduğu grup egemenliğini artırmıştır. Şimdiki dönüşüme gelince hiç o kadar emin olma; güç dengesinde .
    Dindar kesimin egemenlik naraları kulağını fazlaca esir almış.
    Motorsikletin de hayırlı olsun.
    Kask mask siktiret, yola çıkmadan besmeleni çek, bir de fatiha; sonra yardır git yokuşlardan.
    Sağlıcakla kal.

    ReplyDelete
  3. Sayın Yazar bu güne kadar olanları iyi analiz etmiş (biraz sübjektif yorumlamada bulunsa da) ancak bugün memlekette olup biteni iyi okuyamıyor, 2016'dan sonra inişe geçildiğini, sonun başlangıcında olduğumuzu göremiyor. Evet çok sancılı olacak, uzun sürecek kaos olacak ama Avrupada 300 yıl önce sona eren dinin egemenliği burada da sona erecek. iktidardakilerin bu süreci çok hızlandırdığı da o zaman anlaşılacak

    ReplyDelete
  4. İbni Haldun'un meşhur asabiyye döngüsü bir kez daha tekrarlanmış gibi. Yalnız yeni kurulan rejim de kökleşemeyecek kadar istikrarsız. Son Sedat Peker olayında görüldüğü 5-6 ayda bir, yeni bir kriz patlıyor. Şu anda Erdoğan kültü ve pragmatizmiyle sistem işliyor gibi görünse bile "eski medine ahalisinin" yerine gelen bu yeni "bedevilerin" devri de fazla uzun soluklu olmayacak gibi.

    ReplyDelete
  5. Bence yeni zemin liberalizm olabilir..şuan özellikle gençler arasında popüleritesi artıyor..her kesimden genç için yeni ortak zemin.. sonuçta artık toplumun hiçbir kesimi dindar yaşam tarzı istemiyor..

    ReplyDelete
  6. Kusura bakmayın ama ’Ben kapağı Avrupa’ya attım, siz orada derdinize yanın’ tadında bir yazı olmuş bu. Ve baştan aşağı yanlışlarla dolu. Öncelikle Laik devlet teokratik olmayan devlet ise, Osmanlı zaten laikti. Şer’î hukuk daha 14.asırda cortladığı için büyük ölçüde örfî hukuk uygulanıyordu. Hacı-hoca takımının siyasi gücü zaten yoktu. Bahsettiğiniz reformların Avrupa’dan borç para bulup devletin ömrünü uzatmaktan başka bir fonksiyonu yoktu.

    Gayrımüslimlerin tasfiyesi üzücü ama kaçınılmazdı. Kimse Onlar yüzünden Rumeli’nden sonra Anadolu’dan da sürülmeyi göze alacak değildi. Abdühamid’in tahttan indirildiği 1909 yılında, memlekette ’ekonomik değer’ namına ne varsa Onlarındı. Ve kurucusu oldukları devlette Türkler er veya geç, kendilerinden olmayan bir azınlığın sonsuza dek bekçiliğini, ırgatlığını, kayıkçılığını ve hamallığını yapmak zorunda olmadıklarını idrak edeceklerdi.Tıpkı 1917 Devrimi’nde aynı şeyi fark eden Mujikler gibi. Kaldı ki bir asırdan kısa bir sürede bu kadar zenginleşmeleri, ayrımcılığa uğramadıklarının kanıtı değildir de nedir, merak ediyorum.

    Günümüze dönersek, sapına kadar laik muhalefet ve herşeye rağmen Atatürk’e sadık MHP’yi toplarsanız %60’lara varırsınız ki sırf bu bile Türkiye’nin asla bir Bedevî ülkesine dönüştürülemeyeceğine delâlet eder. Dillinizin altındaki baklayı da anlıyorum. ’İttihatçılar bizi tasfiye edip mallarımızı almıştı. Şimdi de Taşra Yobazı Onları tasfiye ediyor. Oh olsun’ demeye getiriyorsunuz; ki ham hayaldir. İki kelimeye indirgediğiniz ’Tüsiad-Land’ bu ülkenin GSMH (ve vergi hasılasının) %80’ini üretir. Göç edenler kol işçisiydi, biz değil. Hâriciye de, diğerleri de günü geldiğinde geri alınır; zira 1500 yıllık devlet aklı cehalet ve müptezelliği kaldırmaz. Agop Paşa örneğin, tam da bu yüzden Maliye Nazırı yapılmıştı. O vakit memlekette bileşik faizin ne olduğunu bilen tek kişi olduğu için. Anlatabiliyor muyum?

    Kaldı ki o söylediğiniz fabrikalar, bankalar, AVM’ler, sendikalar, üniversiteler, kültür, sanat, üretim, fikir, düşünce ve yaratıcılığı çıkardığınız vakit geriye ne kalıyor, pardon? Kimsenin okumadığı dört tane g...boklu gazete ile imam hatip okulu mu? Son yerel seçimde Türkiye’nin en eğitimli, en çalışkan, en üretken illerinden suratlarının ortasına şamarı yiyenler hangi sektörde ’hangi mevzileri kazanmış’, kokain, altın kaçakçılığı ve kara para aklama sektörleri dışında? Memleketin sahibi biz miyiz, yoksa üç kuruşu bir arada gördükleri an, o bahsettiğiniz cafelerde, instagramlarda bizlerin hayatını yaşayabilmek için kıçlarını yırtanlar mı?

    Büyük Usta Chaplin, ’City Lights’ filminin finalinde (ameliyattan sonra gözleri açılmış kıza) ’Do you see now?’ diye sorar. Elbette burada alegori yapmaktadır. Zira İngilizcede ’See’ görmek kadar, anlamak manasına da gelir. Türkiye’de hayat -maalesef mi desem (!)- olduğu gibi akıyor Sevan Bey. Olmasını istediğiniz gibi değil.

    ReplyDelete
    Replies
    1. @Barış Bilen

      Gayrımüslimlerin tasfiyesi üzücü ama kaçınılmazdı. Kimse Onlar yüzünden Rumeli’nden sonra Anadolu’dan da sürülmeyi göze alacak değildi.

      Tabii tabii, trenlerle Müslümanlar Orta Asya’ya postalanacaktı toplu halde memleketin Balkan Harbi sonrasında kalan topraklarında nüfusun kahir ekseriyetini oluşturmalarına rağmen! Bu deli saçmasına gerçekten inanıyor musunuz? Yoksa gayrimüslimlerin tasfiyesine bahane mi arıyorsunuz?

      Abdühamid’in tahttan indirildiği 1909 yılında, memlekette ’ekonomik değer’ namına ne varsa Onlarındı. Ve kurucusu oldukları devlette Türkler er veya geç, kendilerinden olmayan bir azınlığın sonsuza dek bekçiliğini, ırgatlığını, kayıkçılığını ve hamallığını yapmak zorunda olmadıklarını idrak edeceklerdi.

      Bu dengesizlik eğitimle alakalıydı esasen. Sonuçta Müslümanlar gayrimüslimler kadar Batılıların açtığı misyoner okullarına rağbet göstermiyordu, haliyle de eğitim seviyeleri daha düşüktü. Eğitim seferberliği ile giderilebilecek bir meseleydi, illa gayrimüslimleri tasfiye etmek ve mallarına, mülklerine çökmek gerekmiyordu. Kaldı ki gayrimüslim malları üzerinden zengin olan Müslüman elitlerin halkın geneline ne faydası olduğu da tartışılır.

      Memleketin sahibi biz miyiz, yoksa üç kuruşu bir arada gördükleri an, o bahsettiğiniz cafelerde, instagramlarda bizlerin hayatını yaşayabilmek için kıçlarını yırtanlar mı?

      Burada "biz"den kastınız ne? Kemalist vs. İslamist dikotomisi dışında kalan yığınla insan var Türkiye'de, hatta halkın çoğunluğunu oluşturduklarını söyleyebilirim. Türkiye'de siyaset zamanın gerisinde kaldığı için siyasi jargona henüz yeterince etki etmemiş olabilirler, ama geri kalan alanlarda etkililer.

      Delete

    2. İlk paragraftan başlarsak; 1990 yılında koskoca CIA bile Sovyetler’in pat diye çökeceğini tahmin edemezken, 1916 gibi bir çağda Rusya’nın bir ihtilal eşliğinde harpten çekileceğini tahmin edecek babayiğit var mıydı yeryüzünde? Şimdi Trabzon’dan Muş’a kadar uzanan Rus-Ermeni işgal hattını gözünüzün önüne getiriniz. Buna harbin sonunda eklenen bütün bir Ege+Bursa+Trakya’daki Yunan işgal bölgesini ekleyiniz. Eğer Çarlık Rusya’sı Mondros’ta (ve Sevr'de) galiplerin safında yer alsaydı, ne gelecekti buralarda yaşayanların başına Onur Bey? Verecek cevabınız var mı? Yoksa, 1821 Mora, 1790 Kırım, 1860 Kafkasya, 1912 Balkanlar, 1994 Karabağ, Bosna ve 1974’te Nikos Sampson’un yönetimi ele geçirdiği 9 gün boyunca Kıbrıs’ta olup bitenleri bir araştırın ve Gayrımüslimlerin hesabını öyle sorun. Bir asrı mütecaviz imha siyaseti ayan beyan ortadayken,kimsenin başını koyun gibi satırın altına uzatacak hali yoktu. Esasen bizzat Hocanın kendisi Rohingya krizine ilişkin mukayeseli yazısında ’Türkiye bu işi, giderek daralan bir Hristiyan kuşatması altında yok olma korkusuyla yaptı’ diyerek gerçeği en yalın şekilde itiraf etmişti zaten. (Aranırsa arşivden bulunabilir)

      Son cümledeki ’Memleketin sahibi biz miyiz?’ ifadesi yanlış oldu. Doğrusu ’Kaybeden biz miyiz?’ olacak. Hani Hoca ’Şöyle tasfiye oldunuz, böyle kaybettiniz’ diyor ya; orada mühim olan Turan Feyzioğlu ya da Onur Öymen kafasında bir kaç adamın bürokrasiden tasfiyesi değildir. Hayat tarzıdır. Ve ezici şekilde mağlup olanlar da, o küçük gecekondu beyinleriyle her köşe başına bir İmam Hatip açmanın, ya da Ayasofya’yı cami yapmanın topluma ’İslami bir hayat tarzı’ kazandıracağını zannedenlerdir. Yani ’Kaybeden biz miyiz, yoksa bu popüler kültür ve Internet çağında bizim hayatımıza özenenler mi?’ diyorum. Burada ’biz’den kasıt elbette Bedevî gibi yaşamayan herkes, yani -sizin de belirttiğiniz gibi- halkın çoğunluğudur. Yoksa ”Kemalist-Dinci Dikotomisi”nin ne olduğu hakkında bir fikrim yok. BB

      Delete
    3. @Barış Bilen

      Rusya'da ihtilal olmasa Türkiye'nin topraklarının bugünkünden küçük olacağını tahmin etmek zor değil evet. "Anadolu'dan sürülme"den bütün bir Anadolu'dan Orta Asya'ya sürülmeyi kastettiğinizi sandım açıkçası ilk yorumunuzda. Öte yandan bugünkü Türkiye topraklarını vatan olarak algılayıp onun dışında kalan yerleri vatanın dışında saymak tarihi gelişmelerin sonucu olan bir şey. Balkan Harbi olmasa ve Selanik hala Osmanlı/Türkiye topraklarında kalsa o da bugün "vatan"ın bir parçası olacaktı. Ama mesela sizin dediğiniz senaryo gerçekleşse bu sefer Edirne, Trabzon, Ardahan vs. "vatan"ın dışında kalacaktı, ama her halükarda bugünkü Türkiye topraklarının çoğu Türkiye'de kalacak ve dolayısıyla "vatan"ı oluşturacaktı, Türkiye toprakları dışında kalan topraklardan kalan Türkiye topraklarına doğru belli bir miktar Müslüman göçü kaçınılmaz olurdu her halükarda. Öte yandan, sizin dediğiniz senaryo gerçekleşmedi ve Rusya ihtilalle beraber harpten ve sonucunda Batum hariç 1877'den o tarafa ele geçirdiği Osmanlı topraklarından çekildi, bu olumlu şartlar altında gayrimüslimlerin tasfiyesinin lüzumunu ya da kaçınılmazlığını savunmak bana aşırı rövanşist geliyor.

      İkinci paragrafınıza gelince, bence Türkiye'de bugün olan bir hayat tarzı dönüşümü değil ya da esas olarak o değil, bir sermaye dönüşümü, yönetici kadrolar (derin devlet de dahil) bir yandan kendileri zenginleşirken bir yandan kendilerine sadık yeni sermaye ve siyaset-bürokrasi elitleri yaratıyorlar, eski elitlerden bir kısmı şartlara uyum sağlayıp gücünü korurken bir kısmı güç kaybediyor veya tamamen siliniyor. Milli ya da İslami söylem işin vitrin kısmı.

      Delete
  7. Sevan üstadım, Turkofonluktan kaynaklı Türkçülük de sekulerizme dosenip giden yolun taşlarından. Yani Türk kimliği de Gayrimuslim ozentinin sonuçlarından biri
    . Zaten getirenleride abdest namaz bilmeyen Rusya ve çevresinde yaşayan Türk lehçeli değişik tiplerdi. Anadolu'da yayılım gösteren Mezopotamya turkofonlarini acayip keklediler.Bunca yalan,bunca dolan ve eziyet Her şey özgürce Rakı içmek içindi. Degermiydi.

    ReplyDelete
  8. Esasen gayri müslimlerle yollarını ayıran Türklerin, gayri müslimlere yakın ve gayri İslami bir hava takınmasında bir çelişki görüyorsunuz. Oysa, gayrimüslimlerin geç dönemde iktisadi başat bir konuma geldiğini siz kendiniz söylediniz. Türklerin yaşam tarzında modernleşmesi, işte bu başat konuma kendileri ulaşmak-bu nişi azınlıklara bırakmamak içindir. Bu taşralı kesim dahil herkesi modernleştirdi. Bugün galip gelen “irtica” yanlıları da alkolsüz şampanya içiyor. Müslim gibi yaşamıyorlar. Kaybeden bence sekülerizmi ana kimlik yapan grup. Ama tüm ülke sekülerleşti.

    ReplyDelete
    Replies
    1. @Anonymous/Adsız July 14, 2021 at 9:47 AM

      Olan biteni iyi özetlemişsiniz. Gayrimüslimlerle sürtüşmenin temelinde rant kavgası var ve bu cumhuriyet devrinde de devam etti Varlık Vergisi, 6-7 Eylül ve sonraki örneklerde gördüğümüz gibi.

      Delete