24 Nisan Soykırımı Anma Günü vesilesiyle Ankara’da
yapılan Soykırım panelinde yaptığım konuşma
Esas konuya geçmeden önce şunu söylemek istiyorum.
Türkiye Cumhuriyetinde vergi ödeyen bir vatandaş olarak olarak, bu vergilerle
Ermenilere, bireysel bazda, tazminat ödenmesini reddetmek eğilimindeyim. Yanlış
bir şey olacağını düşünüyorum bunun. Ahlaken bir temeli olacağını düşünmüyorum,
siyaseten yanlış olacağını düşünüyorum ve hem Türkiye hem Ermeniler açısından
daha büyük felaketlere yol açabileceğini düşünüyorum. Bir başka deyimle deminki
konuşmacının görüşlerine muhalif olduğumu baştan deklare etmeyi faydalı
buluyorum. Bu bir parantezdi. Şimdi konuya geçeyim.
1915 olaylarını Türkiye’de daha çok duygusallık ya da
insani ya da vicdani açıdan ele almak eğilimindeyiz. Bunun nasıl büyük bir
felaket olduğu, vicdani yönden, ahlaki yönden nasıl korkunç sonuçlara yol
açtığı vesaire vesaire. Bunların hepsi doğrudur, gereklidir. Bunları
tartışmanın gereğine tamamıyla katılıyorum. Fakat bu muhabbet esnasında çoğu
zaman gözden kaçırılan bir başka boyut var. O da işin ekonomik boyutu.
Yağma üzerine kurulu cumhuriyet
1913 ile 1923 yılları arasında, yani sadece 1915’ten söz
etmiyoruz, ilk Rum tehcirinin başladığı 1913’ten, ikinci temizlik dalgasının
yaşandığı 1919-20’den, nüfus mübadelesinin yapıldığı 1923’e dek, Türkiye
nüfusundan yaklaşık olarak toplam nüfusun %25’i eksiltildi, öldürülmek suretiyle
veya yurt dışına gönderilmek suretiyle. Bunlar çıplak insanlar değildi. Sadece
bir insan olarak da eksilmediler. Bunların malı, mülkü, tarlası, eşyası,
bankadaki mevduatı, okulu, kilisesi vardı. Basit bir hesapla şu sonuca
varabiliriz ki, Türkiye’nin toplam menkul ve gayrimenkul malvarlığının belki
üçte biri, yüzde %30’u gibi bir oranı 1913 ile 23 yılları arasındaki on yılda
zorla ve gasp yoluyla el değiştirdi.
Dehşet verici rakamlardan söz ediyoruz. Memleketin
ekonomik yapısının kökünden değiştiği durumdan söz ediyoruz. Yani bugünkü
rakamlarla şöyle kabaca ne ifade eder bu, Türkiye’nin şu anki toplam menkul ve
gayrimenkul mal varlığının parasal değeri nedir, bunun üçte biri nedir
hesaplamaya çalıştığınız zaman trilyon dolar gibi rakamlardan söz etmeye başlarsınız.
Devasa boyutlarda bir servet transferinden söz ediyoruz. Bunlar birilerinden
çıktı, birilerine girdi ve olaya bu açıdan baktığınız zaman şunu görürsünüz ki,
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temel taşı, yani Türkiye Cumhuriyeti
denilen fenomenin en temel unsuru bir servet transferinden ibarettir.
Son zamanlarda özel sermaye bazında, ne bileyim Koç’lar,
Sabancı’lar bazında, Türk kapitalizminin bu servet transferi üzerine kurulu
olduğuna dair genel bir kabul oluşmaya başladı. Teker teker ele aldığınız
zaman, özellikle 1940’larda palazlanıp büyüyen Türk kapitalizminin sermaye
oluşturması sürecinin başında, hemen hemen her örnekte ya Rum ya Ermeni mülkü
görürsünüz. Bir şekilde 1913-23 olaylarında edinilmiş birtakım servetler
görürsünüz.
Fakat bunlar itiraf edilirken, daha önemli bir unsur çoğu
zaman gözden kaçırılır. Tek parti döneminde Büyük Millet Meclisinde bulunan
veya Halk Partisi üst düzey yönetiminde bulunan kişileri teker teker ele
aldığınız zaman görürsünüz ki, hemen hemen istisnasız olarak hepsi soykırım
zenginleridir. Atatürk de bunun istisnası değildir. Düşünün ki Cumhurbaşkanlığı
Köşkü olan Çankaya, Kasapyan Köşküdür aslında. Başka bir şey söylemeye gerek
yok; Türkiye Cumhuriyetini kısaca özetleyin dediğiniz zaman bu bir cümle yeter:
Çankaya Köşkü Kasapyan Köşküdür.
Memleketin her tarafında Atatürk konakları ve Atatürk
evleri vardır, ben 20-25 tane kadar sayabiliyorum. İşte efendim Trabzon’da,
Bursa’da, Adana’da, Tarsus’ta, her tarafta. Yani tesadüf olamayacak bir
durumdur, bunların hepsi, ama istisnasız hepsi, gayrimüslim katliamından veya gayrimüslim
tehcirinden elde edilmiş mülklerdir.
Son zamanlarda özellikle sosyolog ve siyaset bilimcisi
genç arkadaşlar çok ilginç mikro araştırmalar yapıyorlar. Adana Bölgesinde
siyasi iktidarın oluşumundan, eşrafın kökenlerinden haberim var biraz. Demin
Sibel Hanım bana Datça Bölgesinde buna benzer bir araştırmadan söz etti. Aynı
şeyi, ne bileyim Eskişehir’de, aynı şey Kütahya için, aynı şey Bingöl için,
aynı şeyi Van için yapabilirsiniz. Cumhuriyet döneminde burada palazlanan,
yerel siyasi iktidara kavuşan, parti yöneticisi olan, ağa olan, bey olan,
sinema sahibi olan, Arçelik bayii olan, Ülkü Ocakları başkanı olan kişilerin
geçmişine baktığımız zaman, şaşmaz bir düzenlilikle, bir şekilde 1915’de, 1916’da,
1922’de elde edilmiş mülklerle ve bu sayede aniden sosyal hiyerarşide üste
tırmanmış kişilerle karşılaşırsınız.
Tahmin ettiğinizden çok daha derin ve radikal bir şekilde
Türkiye Cumhuriyetinin sosyal tarihi 1915 olaylarıyla, 1913 olaylarıyla ve 1922
olaylarıyla iç içedir. Bunu net olarak görmek lazım. Soykırım inkârı hadisesini
de bu gerçeği anlamadan, bu gerçeği göz önüne almadan takdir etmek mümkün
değildir. Çünkü insanların soyut bir inanç nedeniyle yahut cehalet nedeniyle
yahut fanatizm nedeniyle reddettiği bir geçmişten söz etmiyoruz. İnsanların
bizzat şahıslarında, ailelerinin geçmişinde önemli bir rol oynamış olan, kendi
sosyal itibarlarının temelini oluşturan bir geçmişle yüzleşme konusundaki
sıkıntısından söz ediyoruz.
Yani siz “soykırımı kabul et kardeşim,” dediğiniz zaman,
şunu söylüyorsunuz: “Senin dedelerinin oturduğu, o senin çok sevdiğin ev var
ya, o ev aslında senin değil.” Bunu kabul etmeye zorluyorsunuz insanları. Bu da
kabul etmek gerekir ki zor bir iştir. Onların yerine ben olsaydım, bu olgunluğu
gösterebilir miydim kuşkuluyum doğrusu. İnsan ne olursa olsun, ne kadar
kabahatli olursa olsun kendi dedesini kolay kolay reddedemez, reddetse bile
kendi sosyal konumunun, toplumdaki itibarının temeli olan unsurları
dinamitleyemez.
Dolayısıyla kalkıp da siz Türkiye’ye, Türk toplumuna,
“Soykırımı kabul et kardeşim, bir de tazminat öde kardeşim,” dediğiniz zaman
çıkmaz sokakta avlanıyorsunuz, başka bir şey yapmıyorsunuz. Olmaz bu iş,
olmayacak duaya amin diyorsunuz. Yani yurtdışından böyle taleplerle gelmek
kolaydır, çünkü kaybedecek bir şeyiniz yoktur. Ama Türkiye içinde işi daha
ciddi, daha esaslı ve felsefi bir yönden incelememiz gerekir.
Tazminat talebinin ahlaken de yanlış olduğunu
düşünüyorum. Prensip olarak suç şahsidir, ceza da şahsi olmak zorundadır.
Soykırım müsebbiplerini yakalayabiliyorsanız, mala el koymuş olanları,
hırsızlık malına el koymuş olanları yakalayabiliyorsanız eyvallah, alın malı
elinden. Ama onun çocuğunu, onun torununu hatta şu anda artık dördüncü
kuşaktayız torununun çocuğunu bundan ötürü cezalandırmaya kalktığınız zaman,
“Efendim Ermeniler isyan etti, o yüzden biz de tabi çoluk çocuk onları kestik,”
diyen insanlarla aynı ahlaki pozisyona düşmüş olursunuz.
Suç işleyen cezalandırılır, şöyle ya da böyle bunun
üzerine kurulmuş olan dört kuşaklık hayatı geçmişteki işlenmiş suçtan ötürü
cezalandırmaya kalktığınız zaman ben şahsen bu cezalandırılacak tarafta
olsaydım buna direnirdim. Direnmeyi de hak kabul ederdim. Yani empati
yapacaksak yapalım. Olay bu.
Olayı biraz daha geniş bir çerçevede değerlendirmemiz
gerekiyor. Türkiye’nin bu geçmişten kendini artık arındırmasının zamanı
gelmiştir. Bunun sosyal imkânları da ortaya çıkmıştır. Yani Türkiye’de bir
dönem yönetici sınıf 1910’larda, 1920’lerde katliam ve ganimet üzerinden iktidara
gelen bir yönetici sınıf oldu, bu kadar. Bunların ikinci, üçüncü, dördüncü
kuşağı artık 1980 sonrası Türkiye’sinde başka yerlerde duruyorlar. Onların
torunu bugün karşınıza ne bileyim daha demokrat akademikler olarak çıkıyor,
solcu olarak çıkıyor, yazar olarak çıkıyor, bin türlü insan olarak çıkıyor.
Yani artık dedelerinin hayat tarzından uzaklaşmaya başlamış, farklı sosyal
kaynaklardan beslenen, gerçek anlamda bir kapitalizme doğru adım atabilmiş bir
toplumla yaşıyoruz.
Dolayısıyla geçmişin hassasiyetini artık yavaş yavaş terk
etmenin maddi imkânları Türkiye’de bugün mevcuttur. Yani insanlar şunu artık
kabul edebilecek duruma gelmişlerdir. “Yahu bizim dede de çok pis işler yapmış,
hakikaten ayıp etmiş, buna bir çare bulalım, buna bir çözüm bulalım. Artık ben
dedemin Tarsus’ta yaşadığı eve mahkûm değilim. Toplumsal statümün, itibarımın
temeli artık o değil. Kendi ayaklarım üzerinde durabiliyorum, dolayısıyla bir
şeyler çözmek zamanı gelmiştir.”
Özür dilemek
Türkiye’nin bu işten ötürü özür dilemesi gerekiyor.
Türkiye’nin bu işte her şeyden önce sembolik düzeyde, ahlaki düzeyde özür
dilemesi gerekiyor. Bu Türkiye’nin medeni bir ülke olması için vazgeçilmez ön
adımdır. Yani Türkler için de asıl olan iş budur. Türklerin geçmişin korkunç
lekesinden ve onun getirdiği psikolojik eziklikten, onun getirdiği savunma
zihniyetinden çıkabilmesi için, etrafındaki duvarları kırabilmesi için
öncelikle özür dilemeleri gerekiyor. Ve bu özür de böyle yarım ağızla filan
olacak bir iş değil.
Özür dilemek sembolik bir şeydir başka bir şey değildir.
Sembol olarak benim düşündüğüm bir tane örnek sanıyorum yeterlidir.
Halaskârgazi Caddesinin adını Hrant Dink Caddesi olarak değiştirilmesi
gerekiyor. Ergenekon Caddesinin değil, Ergenekon Caddesinin adını değiştirmek
çok ucuzdur. Halaskârgazi’yi değiştirebiliyor musunuz? Onu yaptığınız zaman, ha
işte bu jeton düştü Türk kamuoyunun vicdanına deme noktasına geliriz. Onun
dışında müze mi kurulur, anıt mı yapılır, şu mu yapılır, bu mu yapılır onlar
ayrı mesele. Fakat evet gerçekten Türkiye değişti diyebileceğimiz nokta
Halaskârgazi Caddesinin, cinayetin işlendiği caddenin adının Hrant Dink Caddesi
olarak düzeltilmesidir.
O gün Türkiye için bir milat günü olacak, o gün
Türkiye’nin hakikaten medeni ülkeler camiasında yerini aldığı gün olacaktır.
Bunun ötesinde Türkiye’nin bu geçmişle yüzleşmesi demek, seksen seneden beri,
yetmiş seneden beri Türk Ulusal Kimliğinin temeli haline gelmiş olan saldırgan
ırkçılığın sorgulanması demektir. Yani bu ülkede “biz Türkleriz onlar
Ermenilerdir. Kapışıyoruz, onlar bir tane çaktı, biz iki tane çaktık hepsinin
mallarını aldık, burası artık bizimdir” diye özetlenebilecek olan ilkel ve
çağdışı siyaset anlayışı ve kimlik anlayışının aşıldığı noktada Türkiye benim
çocuklarım için daha medeni, daha yaşanır, daha sağlıklı ve daha güçlü bir ülke
olacaktır.
Türkiye Cumhuriyetinin yapması gereken, bu
transformasyonun, bu zihniyet değişikliğinin zorunlu bir sonucu olarak, bir
şekilde bu ülke hepimizindir mesajını verebilecek, bu ülke burada yaşayan ve
yaşamış olan herkesin ortak eseridir, müşterek malıdır mesajını iletebilecek
olan adımları atmak ve kararları almaktır.
İnsani bir çözüm
Gitgide hiç ummadığım yerlerde kulağıma çalınan bir
opsiyondan söz etmek istiyorum. Diaspora Ermenilerine Türk vatandaşlığı
verilmesi meselesi. Bu gerçekten yapılabilecek bir şey midir, hayal midir
kestiremiyorum açık söylemek gerekirse. Fakat bu düzeyde bir jesttir önemli
olan, bu boyutta, bu derece ilginç ufka sahip bir önlemdir bu işi çözebilecek
olan. Buyurun gelin, burası sizin ülkeniz! Kaç kişidir bunlar sonuç olarak,
bunlardan kaç tanesi böyle bir opsiyondan faydalanmak isteyecektir,
bilemiyorum. Dişe gelir rakamlara ulaşılacağını hiç zannetmiyorum. Fakat
Türkiye’nin tek taraflı olarak böyle bir jestte bulunması – yani Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlığı veriyoruz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı vermekle
de yetinmiyoruz, şayet Türkiye’ye gelmeyi arzu ederseniz size Hükümet olarak şu
şu şu şu kolaylıkları göstereceğiz, ne bileyim Van’da otel mi kurmak
istiyorsunuz, bunun için her türlü kolaylığı göstereceğiz, öncelik de
tanıyacağız, kredi de vereceğiz gibi bir yaklaşım –doksan seneden beri hem
Türklerin hem Ermenilerin başına bela olmuş bu korkunç geçmişten kurtuluşun en
basit, en yapılabilir, en gerçekçi ve aynı zamanda ahlaken en doğru olan
yöntemidir gibi geliyor bana.
Benim vergilerimle beslenen Türkiye Cumhuriyeti’nin
kalkıp doksan beş sene önceki bir hadiseden dolayı, konuyla alakası olmayan
üçüncü, dördüncü kuşak insanlara tazminat ödemesine ben sıcak bakamıyorum.
Prensip olarak taraftar değilim. Soykırım kurbanlarının dördüncü kuşak
torunlarının dedelerinin mülkü üzerinde herhangi bir hakları olduğuna da
inanmıyorum, nokta. Gençliğimde sosyalisttim, belki o zamandan kalma bir
şeydir, miras hakkının mutlak bir hak olduğuna inanmıyorum. Buradaki sosyalist
arkadaşların elalemin mal mülk mirası için böyle canhıraş bir gayret içinde
olmasını da anlamıyorum.
Buna karşılık Türkiye Cumhuriyetinin bu toplumun ruhunu
kanser gibi kemiren bu geçmişten kurtulması gerektiğine inanıyorum, bunun
yalnız Türkiye için değil, insanlık için de önemli bir şey olduğuna inanıyorum.
Bir tazminat fonu yaratılabilir elbette. Bu parayla
yapılan her şeyin, birtakım Kaliforniyalı kişilerin çıkarını değil, TC
vatandaşlarının gerçek çıkarını, maddi ve manevi refahını gözeten şeyler olması
lazım. Ancak bu takdirde meşrudur, ancak bu şekilde Türk kamuoyunda meşruluk
kazanabilir. Siz o tazminat fonuyla anıt mı dikersiniz, müze mi açarsınız,
araştırma fonu mu kurarsınız, üniversitelerde Ermeni kültürü enstitüleri mi
kurarsınız, yahut Bitlis’te ayakkabı fabrikası kuracak, Kütahya’da otel yapacak
diaspora üyelerine kredi fonu mu açarsınız, ayrıntısını bilemem. Ama dikkat
ederseniz bu dediklerimin hepsi, öncelikle Türkiye’nin maddi ve manevi
kalkınmasına hizmet eden şeylerdir. Yani Ermenilerle ve Rumlarla barışmak ve
geçmişi aşmak suretiyle aslında Türkiye’nin daha sağlıklı ve güzel bir yer olmasına
hizmet edilmektedir. Vergi ödeyen TC vatandaşlarının can u gönülden kabul
edebileceği tek çözüm de budur.
Türkiye’nin milliyetçi içgüdülerini aşarak cömertçe
barışmasında, bu ülke için büyük bir fayda görüyorum. Dolayısıyla bu uğurda
eğer hükümet bizim ödediğimiz vergileri böyle bir ulusal barış ve düşünsel
reform politikasına yönlendirebiliyorsa, o zaman o paraya helal olsun diyebilirim.
Öbür türlü diyemem.