Ekopolitik
adlı düşünce kuruluşunda, çoğu milliyetçi sağ kesimden gelen kalabalık bir
dinleyici grubuna verdiğim konferansın transkripti. Başı yarım sayfa kadar
eksik. Dinleyiciler arasında İstanbul Alperen Ocakları başkanı da vardı.
(…) MÖ 399 tarihinden öncesine
ilişkin çok net bilgimiz yok. Fakat bu tarihten itibaren Ermeni dilinin egemen
dil olduğunu biliyoruz. Yanı sıra birtakım başka diller de konuşulmuş,
çeşitlilikler olmuş. Kürtlerin ataları olan İrani kavimler de bu tarihte bu bölgede
ismen geçiyor ya da bir şekilde varlıklarını biliyoruz.
MS 300 yılı civarında Ermeniler
Hıristiyanlığı kabul etmişler. Hıristiyan olmalarının nedeni belki kısmen bir
politik dengedir. Çünkü Ermenistan bu tarihte Batı’da büyük Roma İmparatorluğu,
Doğu’da Sasani İmparatorluğu arasına sıkışmış küçük bir dağ ülkesidir, her iki
tarafın dengelerini gözetmek zorunda olan küçük bir krallıktır. Ne zaman ki
İran Sasanileri 3. yüzyılda çok güçlü hale gelirler ve Zerdüşt dinini devlet
dini olarak dayatmaya çalışırlar ve Ermenilerin o bölgedeki otonomisi,
özerkliği tehlikeye girer, o zaman Ermeni devletinin ileri gelenleri Batı’da,
Roma’da hakim olan Hıristiyan dinine geçmenin en iyi seçenek olduğuna karar
verirler. Böylece MS 301 yılında Ermeni kralı vaftiz edilerek Hıristiyan dinini
benimser. Bunun Ermeni tarihinde çok önemli bir rolü vardır. Çünkü siyasi
olarak son derece zayıf olan, merkezi otoriteyi hiçbir zaman güçlü bir şekilde
kuramamış, sürekli iç çekişmelerle, bölünmelerle veya beylik kavgalarıyla
meşgul olan Ermeni topluluklarının ortak paydası, ulusal kimliğinin temel
unsuru bu tarihten itibaren Hıristiyanlık olur.
Kısa bir süre sonra Ermeni
Hıristiyanlığı Bizans’taki hakim akımdan kendini ayrıştırır ve ayrı bir mezhep
olarak kendini tanımlar. Ermeni kilisesi ulusal kimliğin temel taşıyıcısı
haline gelir. Nasıl ki Yahudi milleti bir din ile tanımlanmıştır, 4. yüzyıldan
itibaren Ermeni milleti bir din ve kendine özgü bir mezhep ile tanımlanmaya
başlar. Ermeni kilisesinden çıkan kişi Ermeni olmaktan da çıkar. Rum olur, ya
da daha sonraları Arap olur veya Türk olur. Ama Ermeni mezhebine mensup olmayan
Ermeni diye bir şey, ta 18.-19. yüzyıla gelinceye dek manasızdır. 1700 yıldır
Ermeni olmanın temel tanımlayıcı unsuru Ermeni kilisesine mensup olmaktır.
• Sırplar için de aynı şey söylenebilir mi?
Olabilir tabi, Sırp’ın Katolik
olanına da Hırvat denir ve ayrı bir ulusal kimliği olur.
Bu anlattığımın enteresan bir
sonucu vardır. Ermeniler tarihte iki veya üç ayrı dönemde büyük kitleler
halinde Müslüman olmuşlardır. Bunlardan birincisi 7. ve 8. yüzyıllardaki Arap
istilası dönemidir. O dönemde görüyoruz ki Malazgirt, Ahlat vs.de Müslüman olan
fakat köken olarak Ermeni olması gereken beylikler oluşmuş. Oysa kelimenin
tanımı gereği, Müslüman olan bir Ermeni artık Ermeni değildir. İkinci olarak
13. ve 14. yüzyıllarda yine kitlesel olarak Ermenilerin Müslüman olduğu
görülmektedir. Üçüncü olarak da 16. yüzyıl sonu ile 17. yüzyıl başında
Anadolu’da dirlik ve düzenliğin feci şekilde bozulduğu bir dönemde, Celali
İsyanlarının neticesi ve İran savaşların sonucu olarak, Doğu Anadolu’da
insanların kitlesel olarak köylerini terk ettiği nüfusun altüst olduğu yerleşik
düzenden aşiret düzenine geçildiği bir dönem yaşanmıştır. Bu noktadan sonra bu
insanları Ermeni olarak görmek mümkün değildir. Kendilerini artık öyle
algılamazlar ve Ermeni toplumundan dışlanırlar.
Anadolu’nun sosyal tarihini
iyice kavranmak isteniyorsa, bu unsurun çok iyi anlaşılması gerekmektedir.
Ermeniyi Ermeni olarak tanımlayan şey bir kan unsuru değildir, esasen dil
unsuru da değildir, bir kiliseye bir mezhebe mensup olmaktır.
• Son dönemde Katolik kilisesi de Ermenilerle çıktı ama
orda sorun bir kimlik olarak oluşmamasıydı?
18. ve 19. yüzyıllarda
Avrupa’dan esen rüzgârlar Türklerle beraber, onlardan bir-iki kuşak önce
başlayarak Osmanlı Ermenilerini de etkilemiştir. Avrupa’dan gelen fikirler
sonucu Ermeni kilisesini muhafazakâr, hurafelerle dolu, gerici, Şarklı bulan
nispeten aydın ve varlıklı kesim türemiştir.
Türkler için bu çözümü daha zor
olan bir problemdir, çünkü arada din farkı vardır. Avrupalılaşayım dersen, din
uçurumunu aşmak kolay değildir. Buna karşılık Ermeniler açısından sonuçta her
iki taraf da Hıristiyandır, Avrupalılaşmak için dinini değiştirmek gerekmez,
mezhebini değiştirmek yeter. İşte bu durumdan ötürü Katolik Ermeniler ve bir
süre sonra da Protestan Ermeniler hadisesi ortaya çıkar. Katolik meselesi
1699’dan, yani Osmanlı’nın Avrupa karşısında ilk ağır yenilgisine uğradığı
günden itibaren vardır. Protestan meselesi 19. yüzyılda, İngiltere’nın ve sonra
Amerika’nın güçlenmesiyle gündeme gelir.
Ermeniler sonuçta bu
toprakların insanıdır. Türklerin Avrupalılar konusundaki duygu ve düşünceleri
neyse, Ermenilerin de aşağı yukarı aynıdır. Düşünün: Kendi toplumunuzun, kendi
kültürünüzün çağdaş dünya karşısında yetersiz kaldığını hissediyorsunuz. Öbür
yandan Avrupalılarla aranızda o kadar büyük bir duygu ve düşünce birliği yok,
onların dinini kabul etmeyi de onurunuza yediremiyorsunuz. O zaman ne
yapacaksınız? Devrimci olacaksınız başka çareniz yok! Solcu olacaksınız. Bu tam
Tanzimat döneminde 1860-70’lerden itibaren yetişen genç Ermeni kuşağının
yazgısıdır. Bu Ermeni genç muhtemelen Anadolulu bir bir ailenin çocuğudur. Hali
vakti yerinde olan amcası ya da babası tarafından Avrupa’ya gönderilir ve
Avrupalı fikirlerin etkisi altında kalmakla beraber Avrupa’yı da
içselleştirmez. Sonuçta 1870’lerden itibaren devrimci bir Ermeni kuşağı
yetişir.
Bunların çoğu eğitimli ve
idealist insanlardır. Tanıdık olduğumuz bir kimliktir bu: Avrupa’ya gider, iyi
eğitim alır, memleketi kurtarmak hevesiyle geri döner. Oradayken Anadolu’daki
köylüleri duymuştur ancak onlar hakkında pek bir bilgisi yoktur. Bir araya
gelip bir dernek kurarlar, sağ yumrukları ya da sol parmakları havaya
kaldırırlar; bir bayrak yapıp, yemin ederler ve bir devrimci örgüt kurarlar.
İlk kurulan devrimci örgüt
Hınçak örgütüdür, İsviçre’nin Cenevre kentinde kurulmuştur. Kurucusu Avedis
Nazarbekyan Sorbonne’da öğrenci olan 21 yaşında bir gençtir. Devrimi ve serbest
aşkı savunan, kendinden iki yaş büyük bir kadının etkisi altına girer. Rus
Marksistleriyle tanışır. Cenevre’de buluşurlar ve bir Marksist devrimci örgüt
kurarlar. Amaçları Anadolu’yu kurtarmaktır. Sosyalisttir bu gençler, Ermeni
milliyetçisi değildir. Fakat ister istemez mücadeleleri onları Ermeni milliyetçisi
yoluna sokar. Köyden gelen genç aydının bir kültür çatışması halinde girdiği
gibi bir kimlik çatışmasıdır bu.
Bu sırada Tiflis Rus egemenliği
altında önemli bir Ermeni kültürel merkezidir. Birçok İran ve Osmanlı Ermenisi
Tiflis’e yerleşmişlerdir, Avrupa rüzgârlarının estiği Tiflis’te gazete
çıkarırlar, akademi, tiyatro ve orkestra kurarlar ve tabii devrimci örgütü
kurarlar. O dönemde Ruya’da Narodnikler yani Halkçılar güçlüdür. 1891’de
Tiflis’te kurulan Taşnaksutyun örgütü, yani tercümesi Ermeni Devrimci
Federasyonu, Hınçakları fazla sosyalist, fazla Batılı bulur. Teoriden çok gizli
örgüt pratiğine önem verir. Kurucuları üç Rusya Ermenisidir. Üçü de
üniversitelidir. Üçü de Rus polisinin baskısından kaçıp Avrupa’ya ve İstanbul’a
göçecektir.
93 Rus-Osmanlı harbinde
Osmanlı’nın çöktüğü, çökmek üzere olduğu, kaçınılmaz bir şekilde çökeceği
duygusu, Türkler de dahil olmak üzere tüm unsurlara egemendir. Ermeniler, daha
ziyade İstanbul’un Ermeni ileri gelenleri, padişahtan Ermeni reformu talebinde bulunurlar.
Ve Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti bu reformları kabul edip ve Doğu’da
Ermeni unsurunun güvenliğini, adaleti, özgürlüğü güvence altına almak üzere birtakım
reformların yapılacağına söz verir.
Doğu Anadolu’da o sıradaki yapı
şöyleydi. Başta Türk yönetici sınıfı vardı. Devlet görevleriyle meşgul olan
askeri bir sınıftır bunlar. Bir miktar Türk köylü de vardı. Kürtler büyük
ölçüde hayvancılık ile geçinen aşiretlerdi. Çoğu yerleşik hayata sahip değildi.
Ermeniler ise tarım ve sanatla geçinen yerleşik hayat süren bir topluluktu.
Böyle bir toplumsal düzen vardı. Toplumun %20 ila 30 kadarı Ermeniydi, kalanı
Müslüman’dı.
Türkiye’de biliyorsunuz,
mantıklı olan şeyleri, aklı selimin gereği olan şeyleri sonsuza kadar erteleyip
çürütmek devlet geleneğidir. Özellikle Sultan II. Abdülhamid dönemi bu
problemin en müzmin olduğu dönemdir. Sonuçta 1878’te verilen sözler ha bugün ha
yarın, komisyon kuruldu yasa çıkartıldı, yönetmelik madde değişti, değişmedi
şeklinde senelere yayıldı ve çürütüldü.
• Bu mantık oradaki Hıristiyan gruplara dayanan
taleplerin işlenmesine yönelik bir talepler miydi? Yoksa Türkleri Kürtleri
Ermenileri de kapsayan bütün Anadolu halkına yönelik talepler miydi?
Kâğıt üstünde bütün Anadolu
halkına yönelik taleplerdi. Somut hayatta ise Kürt aşiretlerinin doğurduğu
anarşik yapıya karşı yerleşik unsuru, yani öncelikle Ermeni unsurunu güvenceye
almayı hedefleyen reformlardı. Çünkü bölgenin sosyal düzeni, Kürt feodal
aristokrasisi, 1830’larda ve 1840’ların başında Osmanlı tarafından tahrip edildi
ve bunun sonucu olarak da Doğu’da bir anarşi ve kargaşa ortamı doğdu. Kürtlerin
Zemanê eşîretiyê dedikleri bir aşiret
kargaşası bölgeye egemen oldu. Silahı olanın baskın yaptığı, davar ve kız
kaçırdığı, yağma ve gasp yoluyla servet edindiği bir ortam doğdu. Bunun üzerine
Ermeniler Osmanlı Devleti’nden güvenlik talep ettiler, birtakım yerel
güvenceler istediler.
Daha radikal olan unsurlar ise
aksi takdirde vergi ödemeyeceklerini ilan ettiler. Bugün Maraş vilayetine dahil
olan, güncel adı Süleymaniye olan Zeytun’da isyan bu vergi meselesinden çıktı.
Zeytunlular zaten eskiden beri Ayasofya Vakfı’na ödedikleri harç dışında pek
vergi ödemezmiş. Devletin güvenliği sağlamaması durumunda bu vergiyi de
vermeyeceklerini ilan ettiler. Osmanlı Devleti de bunu isyan olarak kabul etti
ve üzerlerine askeri birlik sevk etti. Kısa süre sonra Sason’da da isyan çıktı.
Sason Ermenileri de vergi ödemeyeceklerini ilan ettiler.
Bu ayaklanmaların insan unsuru,
Türk kamuoyunun pek bilmediği bir konudur. Biraz anlatayım. Mesela Hamparsum
Boyacıyan var, Murad kod adıyla efsaneleşen. Hamparsum Adanalıdır, İstanbul’da
Tıbbiye mektebinde okur, devrimci olur, Hınçak örgütüne katılır. Devrimin
şehirlerde değil ancak köylüyü örgütleyerek yapılacağını savunur. Kalkar
köylüyü bilinçlendirmek için Zeytun’a gider. Anadolu köylüsü tabii önce bu
arkadaşa uzaydan gelmiş gibi bakarlar. Ama bir süre sonra cesaretiyle,
zekâsıyla kendini kabul ettirmeyi başarır. Çerkez saldırganlara karşı köylüleri
örgütlemeye başlar. Resmi metinlere bakarsınız bu kişi komitacıdır,
teröristtir, bebek katilidir, yabancı ajanıdır. Ama bütün bu boş edebiyat bize
ne Murad’ın muradının ne olduğu, ne de köylüyü nasıl kendine bağlamayı
başardığı hakkında bir fikir verir. Sonuçta hükümet isyanı askeri birlik sevk
ederek ezmeye karar verir. İş çığırından çıkar. Bir avuç teröristi yok etmenin
zannedildiği kadar kolay olmadığı anlaşılır. Ufak tefek birkaç başarıdan sonra
Zeytun halkında Osmanlı’yı yenebileceklerine dair bir inanç vücuda gelir.
Dersim de böyledir, Kürt
isyanları da böyledir, Makedonya da böyledir. Sonuçta o kadar acıklı ve aptalca
bir hikâye ki bu, tüm tarafların ahmaklığına bakıp şaşıyorsunuz. Sason’daki
durum aynı şekilde gelişir. Sason’da da Şebinkarahisarlı Antranik adlı genç bir
militan lider konumuna geçer. Bir avuç gerillacıyla beraber 1904’e kadar süren
efsanevi bir mücadele verir. Birkaç yerde Osmanlı ordusuna zayiat verdirir.
Otuz kişilik çetesiyle Surp Arakelots manastırında, ki Muş’un biraz doğusunda
yolun güney tarafındadır, bin kişilik Osmanlı birliğine karşı üç hafta direnip
sağ kurtulmaları destan gibi anlatılır.
• Etnik bilinç var mıydı bu isyanlar ilk çıktığında?
Yoksa etnik bilinç sonradan mı ortaya çıktı?
Etnik bilinç her zaman bunun
bir unsuruydu. Üst üste binen birkaç katman vardı diyebiliriz. Sason’un
köylüleri Sason’un ağalarına karşı direndiler. Ama tanım gereği tüm ağalar
Müslüman’dı çünkü silah taşıyan unsur Müslüman’dı. Belki biraz deşilirse, o
ağanın da aslında Ermeni kökenli olduğu çıkabilir ortaya. Ne zaman ki ağa olmak
sevdasına düşmüştür, o zaman Müslüman olmuştur veya Müslüman olduğu için ağa
olma fırsatını bulmuştur. Müslüman olduğu için askeri birliklerle ya da
Müslüman bürokrasisiyle daha yakın bir temas içine girmiştir. Haraç veren
pozisyonundan haraç alan pozisyonuna geçmiştir.
Sason’daki isyanda ise bazı
Kürt aşiretlerinin isyana destek verdiğini, bazılarının ise Müslüman etiketli
devletten yana olduğunu görüyoruz.
• Anlattığınız hikâyede bir Rus desteği var mıydı?
Bilmem, ama çok ciddi bir şey
olduğunu zannetmiyorum. Rus politikası ta 1905’e dek son derece muhafazakâr bir
Rus milliyetçiliği çizgisindedir. Rus Ermenistan’ındaki tüm Ermeni okulları
1880’lerde kapatılmış, Ermenice yayın organları yasaklanmış, Ermeni kilisesi
nefes alamayacak hale getirilmiş, Ermeni devrimci örgütleri şiddetli polis
baskısına uğramıştır. Rus devlet politikasının Ermenilere sempati göstermeye
başlaması Çar II. Nikola devrinde, 1905 ayaklanmasından sonraki dönemdedir.
Ermeni milliyetçi örgütlerine yardım politikasının mimarı 1905’ten sonra
Kafkasya valisi olan Vorontsov’dur.
• Eğer 30 kişilik bir Ermeni çetesi bin kişilik bir
orduyu yarabilecek kadar güçlüyse, bu Ermenilere zulmü kim yaptı? Kim bunları
eziyordu ya da sıkıştırıyordu? Garip ezik bir millet dediniz, peki nasıl
milleti-sadık olup Osmanlı’da var oldular?
Millet-i Sadıka işi II. Mahmut
zamanının olayıdır, yoksa tarih boyunca Ermeniler için hayat güllük
gülistanlıktı, sadık sadık yaşadılar diye bir şey yok. Ne zamanki Rumlar isyan
etti 1821’de, o dönem İstanbul’da birçok kilit mevkide bulunan güçlü Rumlara
karşı Sultan Mahmut bir nefret ve intikam politikası gütmeye başladı. Bütün
Rumlar devletle ilgili makamlardan atıldı, bunların yerine çoğu yerde Müslüman
memur getirmek söz konusu olmadığı için, Ermeniler getirildi. Millet-i sadıka
işte o dönemin terminolojisidir, “bak bunlar Rumlar gibi nankör değil” mesajını
taşır. Karaköy’den Kabataş’a gelirken ki sağdaki Nusretiye Camii tam o yılların
eseridir, Krikor Amira Balyan’a yaptırılmıştır, bir gayrimüslim tarafından
yapılmış olan ilk padişah camiidir. Millet-i sadıka ifadesi yanlış
hatırlamıyorsam ilk kez bu vesileyle telaffuz edilmiş. Yani 600 yıllık Osmanlı
tarihi içerisinde küçük bir dönemin tabiridir.
Ermenilerin kimlerden baskı
gördüğü sorusu, bizi derin mevzulara sürükler. Arsen Yarman geçen sene
Palu-Harput Raporları adıyla çok ilginç bir dizi metin yayımladı iki cilt
olarak, onu alıp okuyun. 1876-77-78’de İstanbul cemaatinin aydınlarından iki
veya üç din adamının Anadolu’ya gidip oradaki gözlemlerine dayanarak ilçe ilçe
yazdıkları raporlardır bunlar. Palu’da, Dersim’de, Hizan’da, Van’da neler
oluyor? O kadar net bir tablo çıkıyor ki ortaya!
Osmanlı Devleti 17. yüzyıldan
itibaren dirlik ve düzenlikten yoksun bir toplumdu. Devlet gücü çoğu yerde son
derece izafiydi; silahı kapıp ortalığı soyup soğana çeviren çapulcuyu
zaptedebilecek güçten çoğu yerde acınacak bir ölçüde mahrumdu. Özellikle
Doğu’da bu, güçlü ve silahlı olanın silahsız ve güçsüz olanı soyduğu bir düzen
anlamına geliyordu. Ve güçlü-güçsüz ayrımı esasen müslim-Gayrimüslim çizgisine
oturmuştu. Gayrimüslimlerin silah taşıması yasal olarak söz konusu değildi,
gelenekte de böyle bir şey yoktu. Devletin güçsüz olduğu yerlerde, ortak
özellikleri Müslüman olmak olan, Kürt veya Türk veya Çerkes bir dizi ağa,
derebeyi, eşkiyabaşı, aşiret reisi, çetebaşı soyup talan edebiliyordu ortalığı.
Ermeniler askere gitmiyor, dolayısıyla çalışmak ve vergi ödemek zorundalar,
dolayısıyla da gelenek itibariyle bir ekonomik faaliyet içerisindeler. Bu
yüzden de soyulabilecek pozisyondalar. Malatya’nın dağındaki Müslüman köylüyü
soysan ne olacak? Adamın soyulacak varlığı yok. Her sene vergi ödemek için
çalışmak zorunda olan Ermeni, bu parayı biriktirmek zorundaydı. Dolayısıyla
soyulabilecek durumdaydı. İşte Osmanlı sosyal düzeninin özeti budur.
Ne zaman Batı rüzgârları esmeye
başladı, Avrupa’dan fikirler gelmeye başladı, Tanzimat oldu, reform istekleri
ortaya çıkmaya başladı, o zaman işin rengi değişti. Bu düzenin
sürdürülemeyeceği anlaşıldı. O zaman eşit hak talebi oldu, o zaman çalışan ve
üreten oldukları için belki eşit haktan daha da fazlasını talep ettiler, işte o
zaman Kürtleri, aşiretleri etraflarında istememeye başladılar, işin rengi bu
şekilde 19. yüzyılın sonuna doğru değişmeye başladı.
1895’te Taşnak örgütü genel bir
ayaklanma teşebbüsünde bulundu. Bu bir dizi aydının önderliğinde son derece
hayalperest ve romantik, doğrusunu isterseniz aptalca bir projeydi. Anadolu
çapında bir ayaklanma başlatmaya teşebbüs ettiler. Bunun için İstanbul’da
Merkez Bankası pozisyonunda olan Osmanlı Bankası’nı bastılar. Tipik bir Deniz
Gezmiş vakasıyla karşılaşmaktayız burada. Yani yüz tane askeri kaçıracaksın,
iki yerde banka basacaksın, yabancı büyükelçiliklere gidip bildiri atacaksın,
yabancılar müdahale edecekler ve halk kurtulacak gibi bir modelle devrimci
ayaklanma başlatmayı hayal ettiler. 1915’ten bir kuşak önce 1895’te gerçekleşen
son derece naif bir teşebbüstür bu.
Osmanlı Devleti her zaman
yaptığı hatayı yaptı, kan ve ateşle bunu bastırmaya kalkıştı. 1895 yazında
korkunç bir katliam oldu. Anadolu çapında büyük bir katliamdır bu. 1915 gibi
örgütlü ve sistematik değildir belki, daha ziyade kaotik bir katliamdı. Aynen
1970’lerdeki Maraş, Çorum olayları gibi sokak sokak, köy köy baskınlar oldu. Bu
nitelikte bir halk katliamı oldu. Her şehirde binlerce insan öldürüldü. Toplam
sayı hakkında kimsenin net bir bilgisi yok, ama yüz binin epey üstünde insanın
katledildiği anlaşılıyor. Yüzlerce Ermeni köyü ve kasabası yakıldı yıkıldı ve
yok edildi. 1896’dan sonraki dönemde, 1902-3’teki seyyah anılarına bakarsanız
Doğu’nun her tarafında terk edilmiş Ermeni köyleri, yakılıp yıkılmış Ermeni
kasabaları, topluca Müslüman olmuş Ermeni köyleri gibi sahnelerle
karşılaşırsınız.
Bu 1895 olayını bilmeden
1915’te ne oldu anlamak mümkün değildir. Bu noktadan itibaren, 1890’ların
sonundan itibaren, Taşnak partisi Rus kartını oynadı. Rusların desteğine
güvendi. II. Nikola’nın Kafkasya politikası değişti ve onlar da Ermeni kartını
oynamaya karar verdiler. Ermenilerin kendileri için önemli bir koz olacağı
kararını verdiler. Öte yandan İngiltere açısından Ermenilerin topyekün Rus
kontrolüne girmesi sakıncalı olduğu için, bu kez İngiltere Ermeni reformları
konusunda Osmanlı Devleti’ni sıkıştırmaya başladı, ki Ermeniler tümüyle Rus
yörüngesine girmesin.
• Siz bugünkü Türkiye’yi anlatıyorsunuz?
Değil mi? Tarih tekerrür
ediyor, değil mi?
İngiltere’nin 19. yüzyıl
sonunda Türkiye’ye yönelik politikası Amerika’nın bugünkü politikasına çok
benzer. Bu reformlar yapılmazsa ve bu katı politikalarda ısrar edilirse,
sonunda Rus’un kucağına düşülme riski konusunda uyarmışlardır. Olayın özeti
budur. İngiliz politikasının özeti budur. Nasıl bir çıkarı olabilir
İngiltere’nin? Hıristiyan dayanışması diyorsanız, yok öyle bir şey. Rusya’nın
son derece mantıklı bir nedeni vardı Ermeni kartını oynaması için. Eğer
Ermenistan’ı yani Fırat’ın doğusunu Türkiye’den koparırsa, bir sonraki adımda
Rusya dost bir Ermenistan üzerinden Akdeniz’e çıkabilir. İngilizlerin komşu
topraklarda bir pozisyonu yok. Yani İngilizlerin Ermenileri denetim altına
almakla varabilecekleri bir yer yok. İngilizlerin bütün çabası Osmanlı
Devleti’ni modernize etmek ve Tanzimat’la gelen İttihad-ı Anasır anlayışını
geliştirmektir – ki böylece Ermenilerin vesairenin istikrarsızlık unsuru olması
engellensin. Buna karşılık Rusya’nın politikası sistemli olarak Ermenileri
Rusya’yı dost ve kurtarıcı olarak görecekleri bir noktaya çekmektir.
İstanbul Ermenileri arasında o
dönemde Rusçu parti vardır, İngiltereci parti vardır, fakat en güçlü parti her
zaman için Osmanlıcı parti olmuştur. Tüm Osmanlı unsurları arasında Osmanlı’nın
dağılmasından en az çıkarı olan iki unsur vardır; bir, Ermeniler, iki,
Arnavutlar. Ciddi manada, ittihad-ı anasır’a dayalı liberal bir düzenden,
sağlam ve güçlü bir Osmanlı İmparatorluğundan en çok faydalanacak unsurlar da
Ermeniler ve Arnavutlardır. Rumların ayrı bir devleti var zaten, Sırpların ayrı
bir yeri var, Araplar ayrılırlarsa derli toplu bir hale gelebilirler. Oysa ki
Ermenilerin öyle bir seçeneği yok. Ermenistan yok çünkü. En kabadayısı Van’da,
onun da %32-33 civarındadır nüfus oranı. O dönemde Rusya’nın Erivan vilayetinde
Ermeni nüfusu %50’nin altındadır. Azeridir Erivan’ın çoğunluk nüfusu. Hiçbir
yerde bir Ermenistan yok. Ermenistan’ın hakiki başkenti neresidir o dönemde?
İstanbul’dur. Tüm kültürel faaliyetlerin, gazetelerin, okulların,
patrikhanenin, zengin Ermenilerin, ileri gelen Ermenilerin, fikir akımlarının,
düşünce yapılarının, sosyalist partilerin, muhafazakâr partilerin her
türlüsünün, Ermeni parlamentosunun yeri İstanbul’dur.
• Ermeni parlamentosundan neyi kastediyorsunuz?
Ermeni Milleti Meclisi 1860
tarihinde Sultan Abdülmecid’in fermanıyla kuruldu. Osmanlı’daki Meclis-i
Mebusan’dan 16 sene önce, imparatorluğun seçimle gelen ilk umumi meclisi idi.
Sanırım dünyanın herhangi bir İslam ülkesinde gerçekleşen ilk temsili demokrasi
denemesidir. Gruplar vardı mecliste, soru önergesiydi, meclis iç tüzüğüydü,
zabıt ceridesiydi gibi, bilinen parlamenter düzene sahip bir yapıydı. Bu
anlamda da Ermenilerin başkenti İstanbul’du. Aklı başında olan Ermenilerin
hepsi de bunun farkındaydı.
Ermeni aydınları o zaman da
aynı şeyleri söylemişlerdi, şimdi de aşağı yukarı aynı şeyi söylüyorlar.
Komplekslerinden kurtulmuş, gayrimüslim vatandaşlarıyla barışmış bir ülkeye
canla başla sahip çıkmaya çalışıyorlar. O yıllarda Tanzimat ideolojisi
çerçevesinde bir modern Osmanlı kimliği yaratmaya çalışanların ön saflarında
hep Ermenileri görürsünüz. İlk Türkçe romanı o yıllarda Vartanyan Paşa
yazmıştır, ilk önemli Türkçe sözlükler gene Hintliyan’ın, Sinapyan’ın,
Keresteciyan’ın eseridir. İlk kez Orta Asya Türkçesiyle sistemli olarak
ilgilenenlerden biri, Arnavut olan Şemsettin Sami Beydir. Arnavutlar ve
Ermeniler bu tarihte Osmanlılık fikrinin ve onun simgesi olan fesin en büyük
savunucuları olmuşlardır. Fakat bu yürümemiştir.
Birinci Dünya Savaşının
başlangıç aşamasına gelindiğinde, Adana olaylarının da etkisiyle Ermeni
toplumunda büyük bir güvensizlik duygusu vardı. İttihat ve Terakki yönetiminde
gittikçe güçlenen ve çığırından çıkan Türkçü ve Batı-karşıtı düşüncenin kendi
başlarını yakacağına inandılar, işin bir felakete doğru gittiğini sezdiler.
Özellikle Dünya Harbi çıktığında çok geniş bir kitlenin içinde, 1895’te
yaşananın tekrar yaşanacağı kuşkusu vardı.
Van hakkında yayımlanmış epeyce
anı ve inceleme var. Van gibi bir yerin mikro tarihini izlerseniz, karşılıklı
güvensizliğin tırmanışını çok net görebilirsiniz. Ermeniler katliam
bekliyorlar, dolayısıyla silahlanıyorlar, zira bu kez postu pahalıya satma
niyetindeler. Van Ermenileri 1895’te korkunç bir katliam yaşamış, henüz onun
yaraları doğru dürüst sarılmamış, bir daha tekrarlanmasından korkuyorlar. Onlar
silahlanınca, Rus desteğiyle ayaklanacaklarından korkan Osmanlı idaresi,
güvenlik tedbirleri almaya başlıyor. Bunun üzerine Ermeniler büsbütün paniğe
kapılıp Rusya’dan yardım istiyorlar. Bir an önce harekete geçilmezse isyanın
doğacağından korkan yönetim, Ermenilerin lider kesimini tutuklayıp imha etme
yoluna gidiyor. Bunun üzerine Ermeniler katliamın başladığına inanıp 25 Nisan
1915’te ayaklanıyorlar. Burada görülen şey, yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan
çıkar durumudur. Bu sorunun cevabı yoktur.
• Hocam bu 1860’ta millet meclisi var diyorsunuz,
seçimle kuruluyor ve her şey iyi gözüküyor vs. 1895’e giden süreçte bu
ilişkiler nasıl kopuyor?
Doğu’da reformların bir türlü
yapılamaması sanırım belirleyici unsurdur. Bunlar temel devlet fonksiyonlarının
reformlarıdır; yani can ve mal güvenliğinin sağlanması meselesidir. Can
güvenliği, mülk güvenliği ve vergi adaleti…
İkinci olarak Ermeni toplumu
bir kültürel evrimden geçiyor. Sonraki kuşak daha sabırsız bir kuşak, devrim
yoluyla sorunları çözmeye çalışan bir kuşak.
Üçüncüsü ekonomik olarak
kalkındıkça, biz niye bu adamlara haraç ödemeye devam edelim şeklinde bir
düşünce filizlenmiştir. Ayrı bir devlet kuralım fikri başlangıçta yoktur, ya da
varsa bile pek hayali, pek marjinal bir rüyadan ibarettir. Bugün bağımsız
Kürdistan ne kadar gerçekçi bir şeyse, o dönemde de bağımsız Ermenistan aşağı
yukarı bu kadar gerçekçi. Bağımsız Ermenistan fikri ciddi şekilde ancak 1914’te
patlak vermiştir. Savaş çıktıktan sonra film kopmuştur o noktada. Ondan önce
gerçekten bağımsızlığı düşünen ya da ifade eden kimseye pek rastlamazsınız,
birtakım şairane ifadeler dışında.
Ermeni ilericileri ve devrimci
örgütleri II. Abdülhamit’e karşı aktif olarak mücadele etmiştir. Sebep Sultanı
Türk’ün temsilcisi olarak gördüklerinden değil, gerici düzenin temsilcisi
olarak gördükleri içindir daha çok. Eski ve köhne devlet yapısının temsilcisi
olarak görüldü, bu nedenle de devrimci hareketin hedefi haline geldi. 1908
ihtilalinde Ermeni devrimci örgütleri İttihat ve Terakki ile yakın işbirliği
içerisinde çalıştılar. Bugün II. Meşrutiyetin ilanı anlatılırken hep Selanik
anlatılır, oysa aynı günlerde patlak veren bir de Erzurum İhtilali vardır.
Erzurum hareketinin içerisinde İttihat ve Terakkicilerden çok, Ermeni devrimci
örgütleri vardır ve istedikleri şey bağımsız Ermenistan değil, tıpkı Selanik
devrimcileri gibi, hürriyet, uhuvvet ve müsavattır.
Sanırım İttihat ve Terakki ile
Ermeni hareketinin yollarının ayrılmasında dönüm noktası 1909 Adana olaylarıdır.
Bizde tarihçilerin yeterince üstünde durmadıkları bir olaydır. Adana’da 31 Mart
1909’da önce İttihatçılara karşı başlayan ayaklanma, sonuçta on binlerce Ermeni’nin
katliamıyla sonuçlanmıştır. O olayların sonunda İttihat ve Terakki ile
Ermeniler arasına büyük bir güvensizlik girmiştir. Meclis grubunda hâlâ
İttihatçılar ile Taşnakçılar birlikte hareket etmiş olsalar da, bu tarihten
sonra ilişkilere kuşku ve korku hakim olmuştur.
1914 Kasımında, savaş
çıktığında Taşnak Partisi Erzurum’da parti kongresini topladı. Bu kongrede
Parti ikiye bölündü. Partinin bir yarısı savaş süresince devrimci mücadeleye
ara verip Osmanlı’ya destek olmayı savundu. Antranik önderliğindeki diğer
yarısı da savaşın büyük bir fırsat olduğu fikri ile Rusya’yı desteklemeleri gerektiğini
savundu ve kongre kargaşayla son buldu. Kongreyi izleyen günler içerisinde
parti ileri gelenlerinin bir kısmı Rusya’ya iltica etti ve orada Rus ordusu
bünyesinde Ermeni gönüllülerden oluşan dört alay kurdular. İttihat ve Terakki
listesinden Erzurum mebusu olan Karekin Pastırmacıyan bu alaylardan birinin
komutanıdır; Sason isyanının öncüsü olan Antranik de bir diğerinin komutanıdır.
Şu soruyu sormak lazım: Taşnak
örgütünün halk içindeki oranı nedir? Yani kaç kişi bu örgüte dahildi? Bu konuda
her iki taraf da dürüst değildir. Her iki taraf da Taşnakçıların gücünü abartma
eğilimindedir. Taşnaksutyun bugün halâ aktif olan bir parti olduğundan, halkın
kendilerini desteklediğini iddia etmek zorundadır. Türk tarafı da Ermenilerin
sözde “hainliğini” abartma eğilimindedir. Ancak halktan birine sorsanız,
Taşnaksutyun nedir diye, ilgi oranı neydi, elle tutulur bir bilgimiz yok. Ancak
ben düşük bir oran olduğunu tahmin ediyorum.
Sonuç olarak bir felaket
noktasına gelindi. 1915 hadiselerini değerlendirirken önce bir kavramsal ayrım
yapmakta fayda vardır. Olayın ne derece taammüden, ne derece kasten ve ne
derece tesadüfen olduğunu değerlendirmemiz lazım. Ceza hukukunda biliyorsunuz
kasıt ve taammüt farklı şeylerdir. Taammüt demek bir cinayeti önceden
planlayarak, tasarlayarak işlemek demektir. Ancak taammüt yoksa kasıt yok demek
değildir. Taammütsüz fakat kasıtlı olan cinayetler vardır. Adam bana bir söz
söyler, bana vuracağından korkarım, adamı öldürürüm. Bunda taammüt yoktur ancak
kasıt vardır. Planlanmamıştır, ama bu demek değil ki kasıtlı cinayet değildir.
1915 katliamı ne ölçüde kasten
ne ölçüde taammüden ve ne ölçüde tesadüfen yapıldı tam olarak belirlemek zor.
1915’de çok büyük bir katliam oldu, bu konuda hiçbirinizin bir şüphesi olmasın.
1913 yılındaki en son nüfus sayımında, Osmanlı’nın bugünkü Türkiye olan
sınırlarında 1 milyon 300 bin Ermeni yaşıyordu. Yaklaşık Osmanlı nüfusunun % 11’i
kadardı ve buna Kars ve Ardahan dahil değildir zira o tarihlerde Osmanlı
sınırlarına dahil değildirler. Ermeni kaynakları da 1 milyon 800 ya da 900 bin
civarında bir rakam vermektedir. Bunlar oldukça sağlam rakamlardır çünkü vaftiz
kayıtlarından çıkarılmıştır. Hakikat muhtemelen ikisi arasında bir yerlerdeydi.
Belki bazı insanlar hem Müslüman hem de gayrimüslim olarak kaydolunmuştu.
• Osmanlı arşivlerine göre, özellikle de Yusuf
Halaçoğlu’nun verdiği rakamlara göre 750 bin civarında bir ermeni nüfusunda
bahsediliyor?
Doğru değil. Osmanlı devletinin
1913’te yaptığı sayım çalışması vardır, daha önceki sayımlar üzerine nüfus
kayıtlarından projeksiyon metoduyla yapılmıştır. Defalarca ve her yerde
yapılmıştır. 1 milyon 300 bin civarında bir rakam çıkar. Resmi rakam budur.
Gerçek rakamın bundan epey daha yüksek olması lazım.
• Sizce Suriye’ye tehcir edilen Ermenilerin sayısı
nedir?
1927’de yapılan ilk Cumhuriyet
dönemi nüfus sayımına göre 100 bin Ermeni vardır Türkiye’de. Hakiki rakam
muhtemelen 200 ila 250 bindir çünkü arada din değiştirenler sayılmamıştır.
Özellikle cariye, köle ya da çocuk olarak evlere alınanlar sayılmamıştır.
Onları da saydığımızda Anadolu’da 1927 itibariyle muhtemelen 250 bin civarında
Ermeni yaşıyordu.
Savaş sonrası 1918’de Suriye’de
uluslararası Kızılhaç’ın yaptığı sayımda, 500 bin mültecinin hayatta olduğunu
biliyoruz. Yaklaşık 200 veya 300 bin Ermeni’nin Van ve yöresinden kaçarak,
Rusya’ya sığındığını biliyoruz. Tahminen 10 ila 15 binin Ege bölgesinden
Yunanistan’a kaçtığını biliyoruz. Rakamları alt alta koyun topladığınız zaman
en az 500 bin en çok 800 bin civarında insanın bu süreçte yok olduğu anlaşılır.
Önemli olan ölü sayısı değildir
maamafih. Esas çarpıcı olan, bir ırkın, bir ulusun, bir kültürün yok
edilmesidir. Bir ülkenin üç bin seneden beri yerlisi olan, bir bakıma o
bölgedeki Müslümanlardan daha fazla yerlisi olan bir halkı topyekün yok
ediyorsun. Ermeniler toprağa çok bağlı bir halktır. Bulunduğu yerde ayakları
yere derin basar, kök salar. Türklerde bu özellik daha azdır ve Kürtlerde çok
daha azdır. Hayvancılığın buna etkisi olmuştur tabi. Oysa Ermeni 10 kuşak
öncesine kadar dedesini sayar, mezarını gösterir size, kilisenin duvarında
yazıtı vardır. Böyle bir toplumu olduğu gibi, bir ülkenin nüfusunun %12 ila
15’ini tümüyle sürüp imha ediyorsun, yok ediyorsun. İzlerini siliyorsun.
Kilisesini, okulunu, mezarlığını, evini yok ediyorsun. Köyünün adını bile yok
ediyorsun. Tarihten kaydını siliyorsun. İmha etmek sadece öldürmek değildir.
Sürmek, dağıtmak, anılarını silmek, anıtlarını yok etmek, aile yapısını
dağıtmak, kadını erkeğinden ayırmak, anneyi çocuğundan ayırmak, sersefil bir
yerlere atmaktır. Bu bir insanlık suçudur.
• Osmanlı Devleti, coğrafyasında başka azınlıkların da
olmasına rağmen, niye Ermenilere tehcir uyguladı da, Kürtlere, Abazalara,
Çerkezlere vs. uygulamadı?
Müslim ile gayrimüslimi ayıralım. Osmanlı Devleti’nin
temel mantığı Türk-gayritürk değil, Müslim-gayrimüslim karşıtlığı üzerine
kuruluydu. Türk ile Kürdün ayrışması 1920’leri bulacaktır, daha önce böyle bir
ayrım pek bilinmez. Müslümanlar “biz” iken gayrimüslimler “öteki”dir.
Anadolu’da iki tane önemli gayrimüslim topluluk vardı, biri Ermeniler diğeri de
Rumlardı. İkisi arasında şu fark vardı, Rum’u kovarsan gidecek yeri vardı,
Ermeni’yi kovarsan gidecek yeri yoktu.
Taammüt unsuruna geriye dönersek, benim kanaatime göre,
hükümetin tamamında değil fakat belirli şahsiyetlerde, son derece önemli
şahıslarda taammüt unsuru vardı. En azından 1913’ten itibaren bazı kişiler,
bazı önde gelen İttihat ve Terakki liderleri, bunlar arasında Dr. Nazım da
vardır, Bahaeddin Şakir vardır, Talat da belki onlara katılmıştır, Ermeni
meselesinin tek çözümünün imha olduğu sistemli olarak düşünmüşlerdir.
Türk toplumunun yönetici sınıfında Ermenileri topyekün
imha etme fikrinin belki egemen ve baskın olmasa bile en azından ciddi olarak
tartışılan bir fikir olduğunu biliyoruz.
Diğer yandan ideolojik değil pratik olarak düşünen siyasi
liderlere baktığımız zaman, orada da durum şudur. Savaşta Osmanlı’nın yenilme
ihtimali çok kuvvetlidir. 93 harbinde parçalanmayan Osmanlı’nın bu sefer
parçalanma riski çok kuvvetlidir. Ermenilere güven olmaz, arkadan vurabilirler.
Dolayısıyla bunları imha etmek lazımdır. Bu anlayışın da çok güçlü olduğunu
biliyoruz.
Bu dönemde üst düzey yönetimde tartışılan ve belli ki bir
ölçüde destek gören bir diğer görüş “Ermeni kemiyetlerini Ermeni cüziyetlerine
dönüştürme” diye tabir edilen politikadır. Daha sonraki dönemde Kürtlere
uygulanan yöntemdir. Yani amaç Ermenileri, hiçbir yerde çoğunluk oluşturmayacak
şekilde Anadolu içlerine dağıtmaktır. Ermenileri çoğunlukta oldukları yerlerden
alıp Ankara’ya Muğla’ya Bursa’ya dağıtıp, azaltmaktır. Bu da tartışılmıştır,
ama belli ki şu ya da bu nedenle kabul edilmemiştir.
• Aradaki bu yazışmalar ve görüşmelerle ilgili yazılı
belge var mıdır?
Özellikle Türk tarafında olayların içinde bulunan
kişilerin anılarına bakarsanız epeyce malzeme bulursunuz. Falih Rıfkı Atay’ın
mesela 1967’de yayımladığı kendisinden beklenmeyecek ölçüde açık sözlü ve
ayrıntılı bir makalesi var bunlar hakkında. Anladığım kadarıyla Atay’ın asıl
kaygısı Atatürk’ü temize çıkartmaktır. O nedenle de İttihatçılara yüklenir,
Bahattin Şakir’i, Talat’ı hatta dolaylı olarak Ziya Gökalp’i suçlayıcı bir dil
kullanır.
Bir diğer seçenek, o dönemde ABD’den bir teklif gelir,
gemilerle Ermenileri ABD’ye göndermeyi teklif ederler. Bu da benimsenmez ve
sonuçta bir karambolde Ermenileri topyekün Suriye çölüne sürme kararı alınır.
Bunun üzerinde iki dakika durup düşünürseniz, bunun yüzbinlerce insanı ölüme
mahkûm etmek anlamına geldiği apaçıktır. Bırakın bir milyonu, savaş
koşullarında o çölde beşbin kişinin uzun süre hayatta kalması düşünülemez. Yani
“sürgün” filan deyip kendimizi kandırmayalım, bu karar açıkça bir imha
kararıdır.
• Başka nereye sürebilirdi?
Başka bir yere sürmesi zor. Rusya’ya sürse belki daha
insani bir çözüm, sonuçta Van Ermenileri o tarafa kaçtılar. Ancak bunu yaptığın
zaman sürdüğün insanların düşman ordusuna katılmaları ihtimalini düşünmek
zorundasın. Orduya katılmasa bile geri hizmetleri besler, üretime katkıda
bulunur. Bunu göze alamazdılar. Anadolu’da başka yere sürebilirlerdi, belki bir
süre bu da düşünüldü. Bunda da iaşe meselesi var, güvenlik meselesi var, savaş
zamanı nihayet. Daha önemlisi, savaştan sonra bu insanlar geri dönmeye
kalkışacaklar. Onu da göze alamazdılar.
• O zaman burada Suriye’ye sürme konusunda bir kasıt
yok, başka çare yok?
Taammüt var bence, kasıt da var, tesadüf de var. İnsani
ve büyük siyasi olaylar hiçbir zaman tek faktörle açıklanamazlar.
• Bu bir yer utanç verici bir durum, yani 5 yaşında bir
bebeğin katledilmesini her iki taraf için de kimse savunamaz. Ancak bu olayı 3
kişinin üzerine yıkıp, devlet masumdu demek de doğru değil. Yani karar
mekanizmasında varsa bir sorun, herkes sorun var demektir.
Farklı nedenlerle farklı kişiler bu operasyon içerisinde
yer aldılar. Sonuçta bu operasyon yüzlerce kişinin önemli kararlar verdiği ve
binlerce kişinin uygulamada yer aldığı bir operasyondur. Bunun içerisinde ideological hardliner dediğimiz sertlik
yanlıları var, yani bu işi hem ideolojik hem de teorik olarak savunanlar var.
Bu işi pratik nedeniyle savunanlar olduğu gibi, becerisizliğin, hesapsızlığın,
öngörülemeyen gelişmelerin de rolü vardır muhakkak.
• Ama bu bildiğim kadarıyla 1922’de de devam etti.
Cumhuriyet kurulmadan kısa süre öncesine kadar buna benzer infazlar devam etti.
1915’in Nisan aylarında, Mart sonlarından başlayarak, her
şehirde Ermeni toplumunun ileri gelenlerini, liderlerini topluca tutukladılar.
Bunların çoğu hunharca öldürüldü. İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelen
isimlerini – yazarlar, düşünürler, entelektüeller, doktorlar, milletvekilleri,
ileri gelen masonlar vs. yani toplumun egemen sınıfı diyebileceğimiz
insanlardan oluşan 200-250 kişilik bir topluluğu tutukladılar. Anadolu’da iki
ayrı toplama merkezine sevk ettiler ve bu gidenlerin yarıdan fazlası öldü,
öldürüldü. İki milletvekili, Krikor Zohrab ve Vartkes Serengülyan Diyarbakır’da
divan-ı harbe sevk edildiler, ve arabaya Diyarbakır’a giderken Urfa
yakınlarında Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olan bir çete tarafından durdurulup
kafalarına taşla vurmak suretiyle öldürüldüler. Daha sonra Cemal Paşa bunu
yapan kişileri yakalatıp idam ettirdi. Bunların birçoğunun anıları
yayımlanmıştır. Yozgat’ta hapsedilenlerin bir bölümü başka yere nakledilmeleri
için dilekçe verdiler; bunlar arabaya konup sevk edildiler ve bir daha
kendilerinden haber alınamadı.
Son zamanlarda çok güzel birkaç etkinlikle Türk
kamuoyunun adını duyduğu Peder Gomidas var. Kütahyalıdır ve Türk-Ermeni
müziğinin büyük dahisidir. Anadolu müziğini ilk kez araştırıp bu halk
ezgilerini ilk kez derleyen, bunları çok seslileştiren ve Türk entelektüel
çevreleriyle de yakın ilişkisi olan bir zattı. Adnan ve Halide Edip Adıvar’ın,
Mehmet Emin Yurdakul’un dostuydu. İlk Ermenice operayı da bestelemiştir. Ermeni
kilise ayinini çok sesli müziğe uyarlamıştır. Ayrıca Anadolu’dan Kürt Türk ve
Ermenilere ait binlerce halk ezgisi derlemiştir. Gomidas da Yozgat’a sürülenler
arasındadır. Döndüğünde konuşma yeteneğini kaybeder ve bir daha hayatı boyunca
konuşmaz. Savaş sırasında Halide Edip’in aracılığıyla Fransa’ya gitmesine izin
verilir ve orada yaşamını bir hastanede sürdürür. Böyle hikâyeler yaşandı bu
ülkede.
Ermenilerin Türklere uyguladığı mezalime gelince, tam
tarihlerini ben size söyleyeyim, 1916 ve 1918’dir. 1915’den önce “Ermeni zulmü”
diye ortaya konanların tamamı klasik devrimci örgüt terörü vakalarıdır. Asker,
subay, kaymakam vurmuşlardır. Erzurum vilayet binasına bomba koymuşlardır.
Karşı tarafın muhbiri ya da işbirlikçisi olduğunu düşündükleri insanların, ki
bunların yarısı da Ermenidir, onları vurmuşlardır. Tipik örgüt faaliyetleri
yürütmüşlerdir.
Sivil halka yönelik toplu öldürme vakasının ilki
Antranik’in 1916’da Bitlis’te yaptıklarıdır. Antranik Rus ordusunda gönüllü
alay komutanıydı. 1915’teki Van katliamına misilleme olarak, Van ve Bitlis
1916’da ikinci kez Rusların eline geçtiğinde, kendi başıbozuk birlikleriyle
Hizan üstüne yürümüş ve kıyım yapmıştır, yani 20-30 kadar köyün sivil halkının
öldürülmesi söz konusudur. Bunun üzerine Rus ordusu tarafından Divan-ı Harbe
çıkarılıp yargılanmış, rütbesi alınmış, fakat sonradan yeniden görevinin başına
dönmüş.
1917’nin sonunda Rusya’da ihtilal olunca Rus ordusu
dağıldı; 1918’in ilk günlerinde bütün asker ve subaylar silahı bırakıp evine
döndü. O tarihte Erzurum, Erzincan, Bayburt, Van, Muş ve Bingöl Rus işgali
altındadır. Geride kalan Ermeniler bir felaketle karşı karşıya kaldılar. 1918’de
Şubat veya Mart ayında Erzurum’da Batı Ermenistan Geçici Hükümeti kuruldu. Üç
ay kadar ayakta kalabildi. İşte o esnada Erzurum, Kars ve Ağrı vilayetlerinde
katliamlar olmuştur. Köyler yakılıp yıkılmış, taş üstüne taş bırakılmamıştır.
İşte Ermeni mezalimi denen olay esas olarak budur. Büyük Ermeni tehcirinden 3
sene sonrasından bahsediyoruz.
Ben intikamdır bu nedenle de haklı görülmelidir şeklinde
bir fikir ileri sürmüyorum. Ama “mukatele” adı altında yumuşatılmaya çalışılan
durumla ilgisi yoktur işin. Yani karşılıklı olarak iki taraf birbirini kesti
dediğimizde olayları çarpıtmış ve üstünü örtmüş oluruz.
Bir tarafta koskoca bir devlet var, ordusu var, kendi
büyük ölçüde silahsız sivil halkına karşı savaş açıyor, yüz binlerce insanı
koyun gibi sürüp imha ediyor. Üç bin yıldan beri bu topraklarda yaşayan bir
halkı, bir kültürü yok ediyor. Diğer tarafta savaşın ve savaş sonrasının gözü
dönmüş çılgınlık ortamında bir devlete bağlı olmayan, Ruslar tarafından terk
edilmiş, devletsiz birtakım milis güçlerinin, intiharımsı bir haleti ruhiye
içinde önüne geleni kesmesi olayı söz konusudur. İki ayrı tür vakadan
bahsediyoruz burada.
Bunun bir de 1919 faslı vardır ancak üzerinde pek
durulmaz. Savaştan sonra belki yüz bini aşkın Ermeni Anadolu’ya geri dönmüştür.
Bunlar Kuvayı Milliye çeteleri tarafından yeniden boşatılmışlardır. Ben
özellikle Bursa Sölöz örneğini öğrenme fırsatı buldum; İzmit yakınlarında benim
büyükannelerin köyü olan Bahçecik vardır, 1600’lü yıllardan beri Ermenilerin
yaşadığı bir Ermeni kasabasıdır, onun hikâyesi de aynı. Buralar 1915’te
boşaltılmış. 1918 sonunda eski nüfusun bir bölümü, sersefil bir halde, ailesini
kaybetmiş, aç biilaç geri gelmişler. Kısa bir süre sonra Kuvayi Milliye veya
Teşkilatı Mahsusa, artık ne isim verirseniz, gelip köyleri basmışlar, üç beş
kişiyi öldürüp köyü boşaltmaları için mühlet vermişler. 1919 baharında
Ermeniler tekrar tası tarağı toplayıp İstanbul’a kaçmışlar.
Olayın özeti budur, şimdi bugüne gelelim…
• Bugün Ermeni kimliğini gizleyip de, bir kripto gibi,
mesela ismini vermeyeyim, Ankara’da çok önemli bir daire başkanı arkadaşım
vardı ve çok aşırı Türkçü siteler kurup, manipülatif şeyler yayınlıyordu,
sonradan Altındağ belediyesi imam müdürü olan arkadaşımdan öğrendiğime göre,
kendisi hem anne hem de baba tarafından çok tanınmış bir Ermeni ailesine
mensupmuş. Bu da bir zıtlık! Yani neden Türkçülük yapıyorsun, zaten o manada
Türkçülüğü yapanlar gerçekten Türkçü inanca sahip olanlar değildir, anlamsız
bir durum bu, ne diyorsunuz?
Adaptasyon yeteneği diyeceğim.
Daha geçenlerde Van’ın bir ilçesinde oranın defalarca
belediye başkanı olan, beş vakit namazında Müslüman olan, tipik feodal egemen
konumundaki bir Kürt ağabeyime misafir oldum. En sonunda “gel” dedi “sana bir
şey göstereceğim.” Arka bahçesine gittik, ve “bak burası Ermeni mezarlığı,
bizim büyüklerimiz de burada gömülüdür” dedi. Üç beş sene öncesine kadar Ermeni
köklerinden kimseye söz etmediklerini ama şimdi yavaş yavaş herkesin bu
konulara ilgi duyduğunu anlattı. O kadar çok var ki bu durumda olanlar. Yalnız
bu olaya yeni yeni uyanıyor Türk toplumu, zannediliyor ki sadece 1915 olayıdır
var olan. Anadolu toplumu bir soğan gibidir, soy soy bitmez. Gazete arşivlerine
de bakarsanız, 1930’lardan ta 1960’lara kadar Anadolu’da Ermenilerin topluca
din değiştirme hadiselerine rastlarsınız. Batman’da şu şu köy topluca Müslüman
oldu, erkekler topluca sünnet oldu gibi haberlerle karşılaşırsınız.
1915’in bir diğer vakası da çocuk ve kadın alıkoyma
olaylarıdır. Yani kızları ve işe yarar çocukları alıkoymuşlar. Kısmen insanî ve
kısmen başka duygularla alıkonan bu insanlar Müslüman olmuştur. Bunlar
özellikle Doğu bölgelerinde sayıca büyük bir yekûn tutar. Mesela Sabiha Gökçen
meselesini elbette duydunuz. Yetimhaneden alınmış bir Ermeni kızıdır,
tartışacak bir yanı yok, akrabaları var hayatta.
Daha geriye gittiğinizde, daha büyük kitlesel ihtida
olayları 1895’te yaşanmıştır. 1915’te anladığım kadarıyla gönüllü dönmeye izin
verilmemiş, oysa 1895’te zorla Müslüman edilen veya korkudan Müslüman olan çok
insan var. Daha da geride Erzurum-Ağrı ve Iğdır taraflarında 1828 olayları var.
Daha eskiden 17. yüzyıl başlarında kitlesel bir kargaşa ve dönme hareketi var.
17. yüzyıla ait, Ankara valisinin Haymana mı ne şimdi hatırlayamadığım bir yer
hakkındaki raporunu gördüm tesadüfen. Falan aşiret Türkmendir, şaki ve baş
belasıdır, velakin Ermenice konuşurlar diye bir ifade geçiyor. Şimdi düşünün,
İran savaşında köyünüz yakılmış, ortalığı eşkıya haydut ve Celali sarmış,
güvenlik yok, ekonomi çökmüş. Koyunlarınızla dağa çıkmaktan başka çare bulamıyorsunuz.
Bir süre sonra sürüklenip ya Sivas’a ya Haymana’ya geliyorsunuz; köy ve tarla
basmaya başlıyorsunuz. Ya bir Türkmen veya Kürt aşiretinin himayesine
gireceksiniz, ya da Ermeni olduğunuzu saklayıp Türkmen olduğunuzu iddia
edeceksiniz, yoksa tepelerler sizi. Bir süre sonra kendin de inanırsın,
atalarının Orta Asya’dan geldiğini anlatırsın. Sen inanmasan bile çocukların
inanır, manevi tatmin kazanır. Bence hiç kendini kandırmaya gerek yok, Türk’ü
kazısan altından ya Rum çıkar ya Ermeni. Ama iki ama yirmi iki kuşak önce!
Ben Anadolu tarihini 40 küsur senedir mümkün olduğunda
açık bir görüşle okumaya çalışıyorum. Bana çok bariz geliyor ki Anadolu’nun son
500 yıllık tarihinin en temel gerçeği dönme gerçeğidir. Dönmek tatsız iştir,
hatırlamak isteyeceğin bir iş değildir. Daha önemlisi, çocuklarının
hatırlamasını isteyeceğin bir iş değildir. Döndüğünde ne eski cemaatine
yaranabilirsin, ne yeni cemaatine. Yıllar sonra hala geçmişini yüzüne
çarparlar, kuşkuyla karşılarlar, çocuklarına hakaret ederler. Bu nedenle
olabilecek en hızlı bir şekilde bunu unutmak istersin. Çocuklarına öğretmezsin
geçmişini. Zira ileride onun zarar görmesini istemezsin. Babanın adının Agop
olduğunu hatırlamak istemezsin, bu nedenle babanın adını Abdullah yaparsın.
Ne zaman bir insan çok fazla bayrak sallamaya başlar,
bilin ki o işin içinde bir iş vardır. Çünkü o kendi yarasını gözden kaçırma,
zaafını örtme yöntemidir. Bir insan çok bağırıyorsa bil ki bir acısı var. İnsan
güçten değil, zaaftan bağırır. Bu nedenle fanatik Türk milliyetçiliği şeklinde
kendini gösteren bu halet-i ruhiyeyi iyi analiz etmek lazım. Güçlü insan
kendine güvenir; kimliğini bağıra çağıra ortaya koyma gereği duymaz. Bu nedenle
dönme gerçeğini iyice kavramadan Türkiye’nin ne sosyal tarihini yazabilirsiniz
ne bu ülkenin o yarı ürkek yarı saldırgan ruh halini anlayabilirsiniz.
• Sizi dinlerken devletin kafasızlığı aklıma geldi,
Sırp isyanı bugünkü Türkiye’nin problemleri vs. bu kafayla yeni Antranikler,
yeni Kara Yorgiler, yeni Apolar devamlı bu sistemde ortaya çıkacaktır.
Bunun temelinde aslında şu var. Osmanlı isyanla başa
çıkmayı bilir. İsyan küçükse ezersin, büyükse paşalık verirsin. Gayrimüslimin
sorunu buradadır, çünkü gayrimüslime paşalık veremezsin, bu nedenle de isyan
ederse kafasını ezmek zorundasın. Orada çıkmaza giren devletin alternatifi
azalıyor. Müslüman olsaydı Antranik’e paşalık da verebilirlerdi. Çetesini de
affedip, Hamidiye ya da Reşadiye nişanı takıp, kendisine de maaş bağlayıp,
Bulgaristan’da valiliğe atayabilirlerdi.
• Doğu’da hükümetin desteğiyle yapılan Kürt baskıları
vardı, şuanda da eli silahlı bir Kürt hareketi var, acaba Ermenilerin bu Kürt
hareketine bakışı nedir? İkinci olarak da Kürt müziğine inanılmaz katkıları
olmuş Ermenilerin ve Kürtçe konuşuyorlar…
Türkiye inkâr politikası ile kendi kendini ayağından
vurmuştur. Bunun başka bir açıklaması yoktur. Türkiye’nin dış politika
seçeneklerini olağanüstü bir şekilde kısıtlayan, daraltan aptalca bir
yaklaşımdır. Çözümü ve sonucu olmayan, amaca varmayan, amaca hizmet etmeyen bir
politika olmuştur.
Soykırımdan sonraki dönemden 1965’e kadar bu konu aslında
pek fazla açılmamıştı. O dönem Ermenilerin birçoğu acılarını kalplerine gömmeyi
tercih etmişlerdi. Soykırım meselesini canlandırma eğilimi önce Rusya’da çıktı.
İlk kez 1965’te Sovyet Ermenistan’ında soykırım anılmaya başlandı. Jenosid
midir değil midir tartışması ortaya kondu. Amerika’daki Sovyetçi Ermeni
cemaatleri ile Taşnakçı Ermeni cemaatleri rekabet halindeydiler. Yani
Ermenistan’ı hakiki Ermenistan sayanlarla Ermenistan işgal altındadır ve dolayısıyla
da biz ona düşmanız diyenler arasında bir tartışma vardı. Taşnaksutyun o
dönemde belki inisiyatifi Sovyetlere kaptırmamak için, soykırım mücadelesine
gaz vermeye başladı. Bu noktada Türkiye’nin yapması gereken, hiç şüphesiz
hepimiz için trajik şeylerin olduğunu kabullenip, Anadolu olarak topyekün
fakirleşildiğini teslim edip, karşılıklı üzüntülerin bildirilmesi ve
barışılması ile, belki bir anıt filan yapıp olayı bitirmekti. Bitirilebilirdi
yani.
Türkiye bunu yapmadı, yapamadı, yapması da kolay değildi.
Çünkü soykırım hala devam ediyordu o sırada. Soykırımı sadece öldürmek olarak
görmemek lazım, soykırım Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlerin topyekün ortadan
kaldırılması çabasıdır. Türkiye 1964’te İstanbul’daki Rumları sınır dışı
etmekle meşguldü. 1960’ların sonunda Türkiye hala Anadolu’da ve İstanbul’daki
Ermeni cemaat varlıklarını yok etmek çabası içerisindeydi. Halâ burada kalmış
bir avuç Ermeniyi sınır dışı etmenin ve mallarına konmanın peşindeydi. Halâ o
dönemde İstiklal Caddesinde Ermenilerin ve Rumların elinde olan dükkânları zapt
etme çabası içindeydi. Dolayısıyla Türkiye gayrimüslim politikasında bir
esneklik gösterebilecek pozisyonda değildi.
Benim yorumuma göre soykırımın sona erdiği tarih
1983-84’tir, yani Özal dönemidir. 1983 Türkiye’nin içerideki gayrimüslimleri
yok etme politikası, gayrimüslimleri hukuk dışı, illegal yollarla korkutarak
malına el koyarak zulmederek ülkeden sürme politikasının duraksadığı tarihtir.
Özal döneminde bu sona erer. Bunun kurumsal tarihi, yani Ankara’da neler oldu,
hangi emirler verildi vs. bilmiyorum. Ama aktif zulüm politikasının sona
erdiğini görürüz. Derken 2002, özellikle de 2005 yılı, soygun ve imha
politikasının terk edilmekle kalmayıp, meselenin üzerine gidilmesi gerektiğinin
farkına varıldığı tarihtir.
Özetle Türkiye 1960’larda soykırım meselesini çok daha
ucuza kapatabilecekken, kaba ve akılsız bir inatla, bir yalanı devamlı
tekrarlayarak sonunda kabul ettirebileceği gafletine düşerek, özellikle
dışişleri bürokrasisinin aktif desteğiyle, kendisini çıkmaz, meyvesiz, kısır,
sonuç getirmeyecek bir politikaya mahkûm etmiştir.
• Buradaki temel kaygı, kabullenilmesi halinde
ödenilmesi istenilecek milyon dolarlık tazminatlar olabilir mi?
Bu tazminat muhabbeti yanlış hatırlamıyorsam 1998 ve
99’dan önce telaffuz edilmemişti. Ancak Türkiye dışarıda ciddi bir şekilde zemin
kaybetmeye başladıktan sonra ve içeride aklı eren birtakım Türkler Coşkun Kırca
ve şürekâsı ile nereye kadar gidebileceğini sorgulamaya başladıkları noktada bu
tazminat konusu ortaya atılmaya başlandı. Bundan önce hiçbir kaynakta ben
tazminat meselesinin ciddi bir şekilde geçtiğini hatırlamıyorum.
Tazminat meselesi karmaşık bir mesele ve konunun hukuki
boyutunu ben pek fazla bilmiyorum. Yurt dışındaki birkaç Ermeni toplantısında
da konuştum ve bu tazminat konusundaki ısrarı ahlaken çirkin bulduğumu ifade ettim.
Beni ayıpladılar fena halde. Hukuki yönden tazminat talebinin oldukça güçlü
dayanakları var sanırım. Adamın dedesinin Anadolu’da büyük miktarda bir arazisi
varsa ve buna devlet el koymuşsa neden buna itiraz etmesin ve araziyi geri
almasın demenin çok da fazla savunulamayacak bir tarafı yoktur. Ahlaki yönden
de şu argümanı öne sürenler var, yani tazminat para meselesi değildir ancak bir
suç işlenmişse bunun bir ceremesi olması gerekir şeklinde savunanlar var. Yani
suçu kabul eden niye ceremesini kabul etmesin ki diyen var. Ben politik ve
ahlaki açıdan tazminat ısrarının yanlış olduğuna inanıyorum.
Bazıları da diyor ki, 1915’in hesaplarını açmayalım fakat
çok daha yakın bir dönemde el konan vakıf mülkleri, şunlar bunlar var. Bariz
bir hukuksuzluk sonucunda zapt edilmiş olan, zorbaca el konulmuş olan bu yerler
neden zorbanın elinde kalsın? Hukuki bir cevap veremeyeceğim, ancak şunu
söyleyebiliyorum; gerek Ermeni topluluğunun gerek Türk topluluğunun sağlığına
kavuşabilmesi için bu iki toplumun barışması lazım. Bunun lamı cimi yok. Bunun
olması bir zorunluluktur. Tazminat talebi bunu zorlaştırıyor, çıkmaza
getiriyor. O zaman akıllı ol kardeşim, Ermeni dediğin akıllı olur, tazminat
meselesini başka türlü formüle et diyorum.
• Hocam vakit kısıtlaması nedeniyle, bir toparlama
yaparsak, sonuç olarak ne söyleyebilirsiniz?
Sonuç olarak:
1. Ermeniler bin seneden beri Türklerle birlikte Türk
yönetiminde yaşamıştır. Ermenilerin çok önemli bir bölümü bundan bir-iki kuşak
öncesine kadar anadili olarak Türkçe konuşmaktaydı. Ermenilerin birçoğunun
anadili halâ Türkçedir. Ermenilerin Türk edebiyatına katkıları olduğu gibi,
Türkçenin de Ermeniceye katkıları olmuştur. Ermeni kültürü, Ermeni tarihi
Anadolu tarihidir. Ve bu Ermenilerin çok içten ve derinden hissettikleri bir şeydir.
Amerika’da Hindistan’da Ermenistan’da birtakım Ermenilerle karşılaşırsınız,
“biz Adanalıyız, Maraşlıyız” der. Perki kardeş sen hiç orada bulundun mu?
“Hayır dedem oralıydı”. Biz Lübnan’da doğduk Ermenistan’a göçtük, Moskova’ya
gittik, Amerika’ya göçtük. Ama “nerelisin” dediğiniz zaman Adanalıyım der. Bu
derin bir içgüdüdür. Dolayısıyla Ermenilerin büyük nefretin temelinde,
Ermenilerin bu olay üzerinde bu derece bir saplantı ve psikoz halinde
yaklaşmalarının temelinde bir kırgınlık yatmaktadır. Vatanı saydığı ve 3 kuşak
sonrasında da halâ vatanı saydığı yerden kovulmuş olmak, oradan uzakta olmak,
üstelik bir de inkâr edilmiş olmanın üzüntüsü vardır. Dedelerinin mezarının
yıkılmış olması, dedelerinin toprağının arazisinin adının unutulmuş,
kilisesinin yok edilmiş olmasının verdiği bir acı vardır. Ermeni toplumunun
bunu aşabilmesi için Türkiye ile barışması gerekmektedir.
2. Türkiye ise 20. yüzyılın başında olan olaylardan ötürü
korkunç bir kültürel, zihinsel, sosyal ve ekonomik fakirleşme içine girmiştir,
bundan 100 sene önceki Van ile bugünkü Van arasında korkunç bir uçurum vardır,
gerileme olmuştur. Cumhuriyet propagandasına boş verin, 20. yüzyılda Anadolu
medeniyet açısından feci ölçüde gerilemiştir. Türkiye’nin bu hakikat ile
yüzleşmesi gerekiyor. Türkiye’nin kendi yalanlarından ve isterisinden
kurtulması için, kendi bayrak sallama hırsından kurtulması için geçmişiyle
tanışması ve barışması gerekiyor.
3. Daha büyük politika açısından düşündüğümüz takdirde,
Türkiye’nin ufkunu daraltan engellerden biri Ermeni meselesidir. Potansiyel
olarak bütün dünyada Türkiye’nin müttefiki olması gereken sayıca küçük fakat
etkice büyük bir topluluk olan Ermeni toplumu Türkiye’ye düşman olduklarından
yurt dışında her fırsatta Türkiye’nin zararına çalışmalar yapıyorlar. Bunu
ezemiyorsan, barışma yoluna git ve diyaloga başla.
4. Türkiye’nin Kafkasya’daki güç potansiyelinin önündeki
en büyük engel de Ermenistan engelidir. Oysaki Ermenistan en azından
bağımsızlığa kavuştuğu ilk günlerde bağımsızlığının bir bölümünü Türkiye’yle
takas etmeye dünden razıydı. Çünkü öteden beri Rusya’nın egemenliği altında
ezilmişti, en azından bir değil de iki patronun olmasıyla kendine bir manevra
alanı kazanabilecekti. Eğitim düzeyi yüksek olmasına rağmen fakir bir ülkedir
Ermenistan. Bu ülke ile özellikle Türkiye’nin Kuzeydoğu bölgesi ekonomik
anlamda birbirini tamamlayan yerlerdir. Sınırın açılmasından hem Ermenistan hem
de Türkiye büyük fayda görecektir. Türkiye’nin dünya kamuoyundaki olumsuz
imajını iyileştirmenin en önemli yollarından biri Türkiye’nin Ermenilerle ve
Ermenistan ile barışmasıdır.
Bu yolda yapılabilecek olan bir şey, bir süreden beri
bizim üzerinde çalıştığımız, konuştuğumuz ve gitgide daha çok insanın kulak
vermeye başladığı yöntem şu olabilir. Son yüz yıl boyunca kendi rızası dışında
Türkiye vatandaşlığını kaybeden herkese, ve onların belki üçüncü kuşağa kadar
çocuk ve torunlarına tek taraflı olarak Türkiye vatandaşlığı hakkı
tanınmalıdır. Yüz kişiden belki onu bu teklifi kabul edecek, onların da belki
biri bilfiil Türkiye’ye gelecektir. Fakat sembolik olarak olağanüstü bir
davranış olacaktır bu. Bu Türkiye’nin özür dilemeden ve kendini küçük düşürmeden
bu olayla başa çıkabilmesinin en şık yöntemlerinden birisidir.
Ben şahsen suçlu bir Türkiye istemiyorum. Özür dileyen
bir başbakanın çıkıp, “valla özür dileriz, biz Ermenileri kestik” demesi benim
hoşuma gitmez. Suç ve suçluyla kendini özdeşleştiren bir ülkenin vatandaşı
olmak istemiyorum ben. Türkiye’yi yönetenlerin şunu diyebilmesi lazım: “Evet
Ermenilere korkunç şeyler yapıldı ama onu yapan biz değildik, yapanları önce
biz lanetliyoruz.” Başbakan biliyorsunuz “Benim atalarım soykırım yaptı
dedirtemezsiniz bana” dedi. Herkes bunu olumsuz bir anlamda yorumladı. Ama
pekala olaya iyimser açıdan bakıp “soykırım yapanlar benim atalarım değildi,
onları reddediyorum” diye de yorumlanabilir sanırım.
• Türkiye’de maalesef politik münazaralarda olsun,
geçmiş tecrübelerimizle yüzleşmek gibi sorunlarda hep siyaset dili
kullanılıyor. Bu siyaset dili de çoğu zaman bu toplumdaki ahlaki yozlaşmadan
beslendiği için, Türkiye’nin ulus devlet inşasından veya geriye dönük birtakım
zihin kırılması noktasında yaşanan birtakım sorunlarla yüzleşememesi gibi.
Fakat burada şahsınızla alakalı benim edindiğim izlenim, mevcut yapının içinde
hep %1 ‘in dayanılmaz yalnızlığın inanılmaz trajedisini ve acısını
yaşıyorsunuz. İnsanlara kendinize doğru bir şekilde anlatamamanın, yani kendi
camianızda bile ahlaklı bir şekilde kendini ifade edememenin sıkıntısını
yaşıyorsunuz. Bu tarafa da baktığımız zaman illa ki taraflaştırma ve
ötekileştirme için söylemiyorum ama siyasete yatkın bir dil kullandığınız zaman
maalesef mesele hep oraya düğümleniyor, yani ne kadar taviz vereceğiz ya da
alacağız veya geçmişimizle yüzleşeceğiz gibi, ahlaksızlıktan beslenen bir
siyasetten çözüm çıkacağınız zannetmiyorum. Ermeni diasporası içerisinde de bu
soruna aklı selim ve kalbi selim bir şekilde bakabilenlerin sayısı nedir? Ve
dolayısıyla bu durumun sorunun çözülmesi açısından alacağımız yolun ne kadar
uzun olduğuna dair bizi bir karamsarlığa mı sevk etmesi gerekiyor? Yoksa
Türkiye’de yeni Türkiye hayaliyle bir değişim süreci var ve bu değişim sürecini
etkileyecek olan sizin bakışınız veya bir hissiyatımız ne kadar renk verebilir?
Beş yılda Türkiye ne kadar değiştiyse Ermeni diasporası
da o kadar değişti. Beş sene önce bir Ermeni topluluğu önünde kolay kolay
söyleyemediğin şeyleri bugün rahatlıkla dile getirebiliyorsun. Henüz kuşku,
düşmanlık, kırgınlık ortadan kalkmış değil. Ama pek çok insanda bir tür
bölünmüş bakış açısı ortaya çıktı. Eskiden kalma alışkanlıkla militan bir Türk
düşmanlığı dile getirenler bile bir yandan “Türkiye’de çok şey değişti, Türkler
özür dilemeli” söylemini benimsiyorlar.
• Bu tarz bir konuşma sürecin sulandırılması için de
bir sebep midir? Barışıyoruz, sorunları çözüyoruz. Türkiye’de de bu sorgulama
süreci çok aklıselim bir şekilde gitmiyor gibi duruyor.
İyi gidiyor bence. Kitleye mal olan her fikir ucuzlaşır,
basitleşir. Bundan kaçınamazsınız. Yani milyonların paylaştığı bir fikir
yıpranır, sloganlaşır ve siyasileşir.
Türkiye’de her siyasi kesimden, kısa sürede ne kadar aklı
başında ve orijinal güzel fikirler üreten insanlar çıktı. Liberallerden
İslamcılardan vs.den beklemeyeceğin kadar yapıcı birtakım düşünceler çıkmaya
başladı. Ermeni toplumundan da bunun aynısını beklememek için bir neden yok.
Ermeni toplumu eğitimli bir toplumdur, bireyci düşünceye de bu yüzden
yatkındır. Ermenistan ise ölüm kalım sürecinde olan bir devlet. Bu sene
Paris’te ve Toronto’da konuşmalar yaptım. Karar verici pozisyonda olan, entelektüel
insanlarla da tanıştım. Bence sürecin başındayız daha, ama sürecin iyiye
gitmemesi için hiçbir neden yok.
Ermeni asıllı Fransız sinemacı Serge Avedikian ile
tanıştım. Avedikian atalarının yaşadığı Bursa’nın Sölöz köyüne 1987, 2002 ve
2009 yıllarında yaptığı ziyaretleri belgeselleştirdi. Önce 1987’de korka ürke
bir belgesel yapmış, karşılıklı güvensizlik feci boyutta, çıkan film de bize
kaskatı, berbat bir Türkiye tablosu çiziyor. Sonra ikinci gelişinde 1987’deki
belgeselin çekimi hakkında bir belgesel yapmış ve en son geçen seneki
gelişinde, yirmi sene önce tanıştığı insanlarla yeniden görüşmüş. Bu süreçte
Serge Avedikian’ın nasıl olgunlaştığını görüyorsunuz. İlkinde kuşku ve korku
egemen, sonra 2002’de geldiğinde buzlar eriyor ve 2009’da can diğer dost olarak
sarılıyorlar ve oturup rakı içiyorlar. Avedikian’la sohbet ettim. Şunu gördüm:
Henüz yetersiz ölçüde de olsa Türkiye’nin çekim alanına, atmosferine girmeye
başlamış. Türkiye’nin dilini konuşmaya başlamış ve şunu keşfetmiş ki, kendisi
aslında buralı, Parisli değil. Bu bir eğitim sürecidir ve zaman alacaktır.
Son olarak Hrant Dink adını anmadan bu konuşmayı
sonuçlandırmamak lazım. O düğümü kıran adam Hrant Dink’tir burada. Hrant gemi
yanaşırken ilk halatı atan adamdır.
Ermenilerin Türklerle Türklerin de Ermenilerle
barışmaları gerekiyor. Burada büyük devlet olan Türkiye’dir. Özür ve tazminat
fikirlerinden belki vazgeçmek lazım, bilmiyorum. Ama ilk adımı atması gereken,
samimi bir yaklaşım göstermesi gereken öncelikle Türkiye’dir. Geçmişten
sıyrılarak, başka bir dil ile Türkiye ilk adımı atmalıdır.
• İlk aşama Ermenistan ile vize kaldırmak olabilir mi?
İlk aşama sınırı açmak olmalıdır.
• Azerbaycan problemi var.
Azerbaycan’ı ben o kadar ciddiye alamıyorum. Olay aslında
Moskova problemidir. Görebildiğim kadarıyla Türkiye iyi kötü Ermenistan ile
barışması gerektiğinin farkına vardı. Fakat uluslararası dengeler henüz buna
izin veriyor. Türkiye bir NATO üyesidir bunu unutmayın. Türkiye’nin Ermenistan
üzerinde güçlü bir pozisyona gelmesi, NATO’nun Kafkaslar konusunda güçlü
olmasına anlamına gelir ki Ruslar buna izin verirler mi vermezler mi
bilemiyorum. Verirlerse karşılığında ne isterler, onu da bilmiyorum.
• Burada her şeyden öte devletin bir resmi eli olmak
zorunda değil. Mesela önümüzde bir İHH örneği var. Belli noktalarda STK
mantığıyla o kapıları önce bir aşındırıp, aşılabilir hale getirdikten sonra
resmi olarak son hamleyi yapabilir devlet. İşte burada devletin sivil kanallara
bu tip organizasyonlara konuşabileceği ve anlaşabileceği doğru frekansı tutturabileceği
ortamlara biraz daha dillendirmeden tabana yayması gerekiyor.
Şurada yaptığımız gibi.
• Biz mesela Kuzey Irak’ta bunu yapıyoruz. Oradaki
Kerkük Türkmenlerini Arapları Kürtleri birbirine muhalif Kürt Grupları ve şu
anda üniversitelerdeki öğrenci olaylarını organize eden muhalif grupları bir
araya getirme sözü aldık ve ay sonu gibi bunu yapacağız. Çünkü Türkiye’deki
Kürt sorunun bir parçasıdır Musul ve ayrılamaz da zira tarih bitmedi. Aynı
şekilde Ermenistan için de tarih bitmedi ve bunu iyi görmek lazım.
Bunu iyi görmek lazım çünkü burası öz mü öz orta Asyalı
Türklerin gelip kurdukları bir devletse, Türkiye Musul’da avucunu yalar.
Ermenistan’da da avucunu yalar. Yani, o adamlar da eşek değil niye boyun eğsin
ki buna? Ama eğer Türkiye burada oturan herkesin ortak devletinin adıysa, o
zaman bu adamlarla ortaklık edip etmeyeceğini düşünürsün. Dolayısıyla bu soydaş
muhabbeti devam ettiği sürece, Kerkük Türkmenleri soydaştır ama Erbil Kürtleri
değildir kafasıyla gidildiği sürece Türkiye’den ne köy olur ne de kasaba!
• Aynı şeyi Irak’ta yapmak istiyoruz. Ermenistan
Gürcistan ve Türkiye arasında bir çalıştayı ya da çalıştay süreçlerini Vamık
Volkan hoca ile beraber geliştirmek istiyoruz.
Ermenistan hakkında benim edindiğim izlenime göre
özellikle şehirlerde gayet iyi eğitimli, genç, şeker ve iyi niyetli insanlar
var. Devlet yapısı olarak kısmen mafya devleti olmasına rağmen, çok iyi bir
genç kuşak var Ermenistan’da. Kötü bir yönetim var, vahşi bir devlet yapısı var
Ermenistan’ın. Fakat Erivan’da çok güzel pırıl pırıl insanlarla
karşılaşıyorsunuz. Ortadoğu’nun insancıllığı ile Avrupa’nın uygarlığını
birleştiren bir sentez var. Avrupalı desen oralı değil, Asya desen o taraf da
değil. İkisinin iyi taraflarını bir araya getirmiş, enteresan ve genç bir nüfus
var. Onlar Türkiye’ye Türkiye de onlara lazım. Çok yalnızlar. Dünyanın alakasız
bir yerinde sıkışmış kalmış bir devlet. Denize çıkışı yok, bir ekonomisi yok.
Ekonomisindeki en değerli unsuru kalifiye eleman unsurudur ki bu da Türkiye’nin
en büyük eksiğidir. Birbirini tamamlayan iki unsurdur bunlar. Iğdır, Kars ve
Van’a bunlar gelirse ihya olurlar. Öbür taraf da ihya olur. Bu konuda benim
kafam net. Artı Türkiye’nin kendi iç gerilimleri azalır ve dış dünya ile
ilişkileri düzelir.
Bu ilişkinin çözülmesi lazımdır. Ermenistan devletiyle
olmazsa da Ermeni halkıyla çözülmesi lazımdır. Türkiye son beş senedir içeride
oldukça akıllı bir politika izliyor. Bunun dönüm noktası Bilgi Üniversitesi’nde
yapılan 2005 Ermeni Konferansıydı. O bir buz kırma operasyonuydu. Onu kanımca
çok ustalıkla götürdüler, bir yandan izin verdiler yapılsın diye, polisiye
açıdan Allah için korudular da, bir yandan da Cemil Çiçek’i çıkarıp “bizi
arkadan vurdular” dedirttiler. Yani hem nalına hem mıhına politikası izlendi.
Tahminimce hükümet Ermeni açılımını el altından adım adım kontrollü bir şekilde
yürütüyor. Farkındaysanız “sözde ermeni soykırımı” lafı piyasadan kalktı, bir
buçuk sene oldu. Bu sene memleketin dört bir yanındaki okullarda Ermenilerin
Türk kültürüne katkıları, geçmişte Türk Ermeni ilişkileri, bölgedeki eski
Ermeni köylerinin araştırılması vb. üzerine kompozisyon ve araştırma ödevi
verildi çocuklara. Kastamonu’da, Muş’ta böyle ödevler nasıl veriliyor, MEB
koordinasyonu olmadan olacak bir şey değildir bu.
Geçen sene 24 Nisanda soykırımın açık havada anılmasına
izin verildi ilk kez. O da aynı şekilde, önce izin alındı, sonra emniyet
yasakladı, sonra anladığım kadarıyla dışişlerinden valiliğe gelen sözlü bir
mesaj sonunda izin verildi. Bu sene beş şehirde anma töreni yapıldı. Yani Türkiye’de
yavaş yavaş kamuoyunu yumuşatarak bu konuyu kabullendirmeye çalışıyorlar
anladığım kadarıyla. İşte bundan sonra birtakım cesur adımlar lazım. Ortaya
projeler koymak lazım. Tarafların korkularını, kuşkularını giderecek işler
yapmak lazım.