Ne demişiz? Son beş yüz yılda icat edilip
insanlığın genel kullanımına sunulan uygarlık ürünlerinin hepsi, ama HEPSİ,
Batı’nın on-on iki tane ülkesinden çıkmış. 1500 gibi bir tarihten bu yana
Doğu’nun – Hind’in, Çin’in, İslam ülkelerinin, hadi Afrika’yı da sayalım –
insan medeniyetinin evrimine dişe gelir BİR TANE BİLE katkısı olmamış.
Sonra, yarı ciddi yarı şaka, birkaç yüz tane
uygarlık ürünü saymışız. Listede
elektrik var, otomobil var, kuduz aşısı var, parlamento var, gazete var, kâğıt
para var, insan hakları var, internet var. Makineli tüfek ve atom bombası da
var. Naylon poşetle don lastiği de var.
Üstelik,
demişiz, bunlar “Batı’nın ‘üstün maddi imkanları’ sayesinde satın aldığı ya da
şunun bunun ‘emeğini sömürerek’ elde ettiği şeyler değildir. Kendilerini sıra
dışı fikirlere adamış insanların geceli gündüzlü çalışma¬larının, sonsuz
fedakârlıkların, uykusuz gecelerin, harcanmış evliliklerin, kuşkuların, hayal
kırıklıklarının, insanüstü sabır, azim ve çabaların eseridir.”
Yanlış Cumhuriyet’i, sağ olsunlar, İslami kesimden okurlar daha
bir benimsediler. Bir sürü tebrik, teşekkür, övgü. Ama Batı-Doğu meselesine
gelince hemen hepsinin kaşları çatılıyor. Batı’nın üstün olduğunu sen nasıl
söylersin? Hani zulüm, hani kahır, hani emperyalizm? Hani mazlum Filistinliler?
Hani yok edilen Kızılderililer? 1915 kıyımını yapan İttihatçılar bile Batı
taklitçisi menfur bir çete değil miydi? Bak, Ermeniliğin ortaya çıktı işte.
Batı bilimde teknikte alet edevatta üstün olabilir, ama manevi üstünlük tabii
ki Doğu’dadır.
Ki vaktiyle
Ziya Gökalp de aynen öyle demişti.
Çağ değişiyor, peki
Mecbur,
cevap vereceğim.
Bir kere,
özeleştiri. Yanlış Cumhuriyet 1994’te yazıldığında anti-Batıcı düşünce bugünkü
kadar yaygınlık kazanmamıştı. İdeolojik zemini bugünkü kadar kuvvetle
belirlemeye başlamamıştı. Ya da başlamıştı da biz farkında değildik. Bugün
yazsam belki gardımı biraz daha yüksek tutmam, mevcut ve muhtemel itirazlara
karşı daha dikkatli akıl yürütmem gerekecekti. Çağ çabuk değişiyor.
Dünyaya
2008’den baktığında Batı’nın halinin pek iç açıcı olmadığı da ayrı bir gerçek.
Avrupa: geçmişinin anılarıyla ayakta duran bir huzurevi. Amerika:
imparatorluğunu kaybetmenin telaşına düşmüş şaşkın bir dev. Bu çağda hala
Batıperestlik yapmak geri kafalılık değilse nedir?
(Gene de
dikkat: insanlığın gidişine yön veren HER ŞEY hala Amerika’dan çıkıyor. Gugıl
da öyle, emesen de öyle, cep telefonu da öyle, hip hop da öyle. Afrika’nın kör
taşrasında genç kızlar bilgisayar başına oturup harıl harıl çet yapıyorlar,
kendi gözümle gördüm.)
Zorunlu bir açıklama
Sonra,
aslında lüzumsuz bir açıklama, gene de söylemekte fayda var. Batı her şeyi
yaratmış demek Batı’nın her şeyi iyidir demek değil. Alakası yok. Emperyalizmin
safi şeytanlık olduğunu, hayır, düşünmüyorum; ama Batı emperyalizminin berbat
yanlarını görmeyecek kadar kör de değilim.
Ayrıca
Batı’nın yaratıcılığına hayran olmak, Batı’nın her şeyini sevmeyi gerektirmez.
Bu mısraların yazarı, mesela, yaşlandığından bu yana Batı ülkelerini görmekten
hiç zevk almaz oldu. Batı’nın kendini beğenmiş tertipliliğinden feci şekilde
sıkılıyor. Hindistan’ın, Afrika’nın, Kürdistan’ın, Gürcistan’ın insanını daha
sevimli, tapınaklarını daha gerçek, derme çatma lokantalarını daha lezzetli
buluyor.
Bizim
buralarda “Batılılaşma” (yahut daha kibar dilde: “modernleşme”) denen nesnenin
Batı’yla, Batı uygarlığıyla, Batı’yı ilginç ve güzel ve, evet, ÜSTÜN kılan
müthiş orijinallikle uzak yakın bir ilgisi olmadığını da söyleyeceğim. Almışlar
Batı’dan ucuz işporta malı birkaç şapka, kravat, mayo, betonarme gecekondu,
Adnan Saygun oratoryosu, televizyon dizisi, getirip alabildiğine çürük bir Şark
despotluğuna giysi giydirmişler. Yani “Batı dediğin Maslak’ın apartmanlarıyla
Hürriyet’in magazin sayfalarıysa, batsın bu Batı” diyenler dar anlamda haklı
olabilir, ama kaziyeleri yanlış. Çünkü Batı o değil.
O olsaydı
ne Amerika’yı keşfedebilirlerdi, ne de cep telefonunu icat ederlerdi.
Nitekim
bizim “Batılılar” da, Cumhuriyetimizin seksen beşinci yılında, bırak cep
telefonunu, bir cepken düğmesi bile icat edemediler. Kazara biri Nobel ödülü
alacak oldu, onu da döve döve kümesten kovdular.
Ahir zaman evliyaları
Serde
sözlükçülük var, o yüzden sözlükçü örneği vereceğim. James Murray adlı bir
adam, başlangıçta mütevazı bir öğretmen. Oxford’da avuç kadar evinde kırk altı
sene oturmuş. Tam yetmiş beş bin kişiyle yazışmış. 1150 yılından o güne İngiliz
dilinde herhangi bir yerde geçen her kelimeyi derlemiş. Her kelimenin ilk kez
hangi yıl kullanıldığını aramış, zaman içinde hangi evrimi geçirdiğini izlemiş.
Modern leksikografinin esaslarını keşfetmiş. Tarihin gelmiş geçmiş en muazzam
sözlüğünü hazırlamış. Dörtyüz bin madde yazmış. Üç otuz para maaş almış.
Sonra
kütüphane. British Library’de kırk milyon kitap var, üçer santimden saysan 1200
kilometre eder. Üstelik bu kırk milyon kitap, dünyanın her yerinden gelen
herkese bila ücret açık. Gürcistan’da 1848’de çıkan derginin şu nüshası lazım
deyince adamın biri koşturup buluyor. Bizdeki en kabadayı kütüphanede kırk bin
cilt varsa şaşarım. Oradaki memure de yün örgüsünden vaktini çaldın diye kötü
kötü bakar.
Vaktiyle
Bağdat’da kütüphane varmış, evet, Avrupa’dakilerden iyiymiş. Ama yedi yüz elli
sene önce yıkılmış. Yerine bir şey yapılmamış.
Burada söz
konusu olan şey maddiyat filan değil manevi bir üstünlüktür. Bunu görmek lazım.
Yapılmış ve yapılabilecek olanın dış sınırını zorlamışlar. Hayatları rahat
olsun, kolay olsun diye değil, şan ve şeref için yapmışlar. Doğru olduğu için
yapmışlar. İnandıkları için yapmışlar. Başka bir dilde söyleyelim, Allah rızası
için yapmışlar. Eş dost, mahalle, medya “aklın mı yok, ne uğraşıyorsun”
dedikleri halde yapmışlar.
Yeni kıtaları kim keşfeder
Kristof
Kolomb’un Amerika’nın keşfi de maddi bir güç, organizasyon, finansman vb.
sorunundan önce bir manevi serüvendir. Bunu da iyice anlamak lazım. Adamın biri
çıkmış, bütün dünya ve bütün atalarımız ve büyüklerimiz aksini de söylese ben
buna inanıyorum ve bu uğurda hayatımı, itibarımı, evimi, rahatımı feda ederim
demiş. Bütün dünya haksızdır ben haklıyım diyebilmiş. Yapayalnız kalmayı göze
almış. Nefes kesici bir manevi cüret!
Ha sonra ne
olmuş? Kâşifin peşinden gidenler Kızılderilileri kesmişler, falan filan. İşin
özünü değiştirmez. İnsanlık alemi böyle bir şey. Bir öncü – peygamber – çıkar,
yepyeni bir yol açar. Peşinden giden sıradan insanlar, sıradan insanların her
zaman yaptıklarını yaparlar. Batı’nın sıradan adam rezervi de Doğu’nunkinden
eksik değil.
(Ayrıca
Piri Reis bir halt keşfetmemiş. İspanyolun tekinin haritasını bulup çevirmiş, o
kadar.)
Gene de dönüyor!
Galileo
Galilei diri diri yakılmaktan korkmuş, mahkeme önünde dünyanın döndüğü tezinden
vazgeçmiş. Ama fısıldayarak da olsa “eppur si muove” (gene de dönüyor) demekten
geri durmamış. Çünkü aklın ve vicdanın kutsallığından bir dakika bile şüphe
etmemiş. Aklın emrettiğine sonuna kadar inanacak manevi metanete sahipmiş.
Bunun zıddı
nedir? Şudur:
“Prof. Dr.
Feyzi Bingöl, üniversiteye başörtüyle girilmesi konusunda daha önce bir bildiriye
imza atmasıyla ilgili olarak ise, o dönem yönetici olmadığını ve imza
vermesinin kişisel görüşü olduğunu belirtti. Prof. Dr. Bingöl bu konuda şunları
söyledi: ‘İnsanın bir kişisel görüşü vardır. Benim kişisel fikrime göre,
yükseköğrenim alan bir kişinin bu hakkının elinden alınmaması gerekir. Ama
idareci olduğunuz zaman kanun, mevzuat, yönetmelik, mahkeme kararları sizi
bağlar.’” (20 Eylül 2008, gazeteler).
Bu zat
sıfat ve makamıyla kaim olan bir insandır. Giysisinden ibarettir. Aklın ve
vicdanın kutsallığına inancı yoktur.
Batı’da yok
mu bunlardan? Tonla var. Ama öbür türlüsü de var. Doğu’da ise yüzyıllardan beri
sadece Prof. Dr. Feyzi Bingöller var. Kazara başka türlüsü çıkacak olursa,
bütün toplum sözbirliğiyle ve elbirliğiyle tepelemekten bir dakika geri
durmazlar.
Batı’nın derin sırrı
Batı nasıl
becermiş bu işi? Şeytan diyor ki “Hıristiyan ahlâkı” de. “Sezar’ın hakkı
Sezar’a, ama tanrının hakkı tanrıya” diyen manevi özerklik ideali de. Ama doğru
değil: bizim Rumlarla Ermeniler de Hıristiyan’dır, hem Batılılardan daha
otantik Hıristiyan’dır, ama bizden bir tanecik Galileo çıkmamış. Başka bir şey
olmalı.
Tek
kelimeyle anlat deseniz, bireyin kutsanması derim. Batı’nın beş yüz sene önce
icat ettiği, daha önce beş kıtada eşine rastlanmamış tuhaf fikir bu. Adam
herkesin bildiğinin aksini söylüyor, atalarımızın ruhlarını muazzep ediyor,
muteber Prof.Dr.ların dediğine inanmıyor, vatana millete zararlıdır kesin, ama
ne yapacaksın, saygı göstermek lazım diyen düşünce: bid’at sevgisi. Eline
hayatta top, tüfek, kılıç almamış on binlerce kişiyi kahraman ilan edip
meydanlara heykellerini diktiren zihin iklimi.
İşin bir de
siyasi-hukuki yanı var, ki beş yüz yıldan daha eski, belki sekiz yüz yıllık.
Devletin her boka maydanoz olamayacağı, kamu otoritesinin dokunulmaz sınırları
olduğu, kamu yararının tek elden belirlenemeyeceği, birtakım hak ve
özgürlüklere tecavüze kimsenin gücü yetmeyeceği gerçeği, Avrupa’nın başına ta
1200’lerde, yani bizdekilerin “Ortaçağ karanlığı” diye dalga geçtiği bir
devirde dank etmiş. Sık sık tökezlese de, bugüne dek hayatiyetini korumuş.
Eskiden adına tabii hukuk denirdi, şimdi “insan hakları” diyorlar.
Bizde
valiliğin yan tarafında, çaycısı bile olmayan zavallı bir devlet dairesinin
adıdır.
Zalim Batı neler yapmış
Batı
zalimmiş, Batı adaletsizmiş, Batı bencilmiş, şöyleymiş böyleymiş, bunlar züğürt
tesellisi. İnsanoğlu zalimdir. Gücü yeterse daha zalimdir. Batı zalim olduğu
için güçlü değil, güçlü olduğu için daha rahat zulmetme lüksüne sahip. Doğunun
farkı daha az zalim olması değil, marjinal bazı alanlar dışında son 300-500
senedir Batıdan daha güçsüz olması. Gücün kadar zulmedersin.
Amerikalılar
Irak’ı yakmış: Sanki Türkler yirmi beş senedir Güneydoğu’yu yakmıyorlar. Ya da
1870’lerde Bulgaristan’da, 1840’larda Lazistan’da, 1820’lerde Yunanistan’da,
1770’lerde Podolya ile Ukrayna’da başka şey yaptılar. Kuzey Kıbrıs’ın Rumları
da 1974’te Türklerin imajı bozulsun diye evlerini barklarını bırakıp kaçtılar.
(1915’i hiç saymıyorum, malum onu Türkler yapmadı, Dürkheim’le August Comte
yaptı.)
Ya zavallı
Kızılderililer? İslam egemenliği altında adalet ve huzur içinde yaşayan
Süryaniler, yahut Mısır Hıristiyanları, yahut Anadolu Rumları veya Fas
Yahudileri ya da Darfur yerlileri kadar şanslı değillerdi herhalde! Kara
Afrika’da da Avrupalılar gelmeden önce Araplar zaten bin sene boyunca köle
ticareti yapmıyordu da, mesleğin püf noktalarını beyaz adama onlar
öğretmediler.
İslam’ın
adaletine, faziletine, vesairesine gelince hatırlatmak gerek ki İslam
Hıristiyanlarla (yahut Yahudilerle) kıyaslanamaz, elma ile armut olur. İslam
belki Hıristiyanlıkla (yahut Yahudilikle) kıyaslanabilir. Hıristiyanlar filan
da ancak Müslümanlarla kıyaslanabilir. Hangi tarafın bu kıyaslamadan avantajlı
çıkacağından hiç emin değilim.
Vicdan hangi kitapta yazar?
Peki bu
düşmanlık neden? Babadan kalma gavur nefretinin izleri derin, evet. Batının
küstah üstünlüğüne karşı bir ego koruma refleksi, evet. Bizde seksen beş
senedir “Batı” diye dayatılan yavan çorbanın doğurduğu bulantı, evet. Ama
bunları aşan başka bir şey daha var. Onu anlamaya çalışıyorum.
Yüz yıldan
beri aklın ve vicdanın sürekli olarak tekmelendiği bir memlekette, aklına ve
vicdanına bir dayanak arayan insanlar – başka seçenek olmadığı veya
bilmedikleri için – çareyi İslam dininde arıyorlar. “Kanun, mevzuat ve yönetmelikle”
dayatılan ve sahte bir Batı’yı tanık göstererek meşrulaştırılan zorbalık
düzenine karşı ayakta durma gücünü, manevi direnci, 1400 küsur senedir
değişmediği için çok sağlammış gibi görünen bir kaynaktan türetiyorlar.
Buradan
bakıldığında İslam’ın “dışında” olan her şey ister istemez bir vicdansızlık
alemi olarak görünecektir. Öyle görünmek zorundadır. Aklın ve vicdanın yegane
dayanağı 1400 küsur yıl önce zaptedilmiş olan vahiyse, o vahyi tanımayan
akılsız ve vicdansızdır, değil mi? Bakınız Filistin, Irak, zavallı
Kızılderililer. İşte, belli!
Evrensel bir zemin
Akıl ve
vicdanın dayanağını arayanları alkışlamak gerekiyor, evet. Böyle bir memlekette
insanların bir şeylere dayanarak da olsa ayakta durması başlı başına bir
mucizedir, bunu da kabul etmek lazım. Bugün başörtüsü vesaire için direnen
insanlar, belki yarın daha evrensel bir zeminde “gene de dönüyor!” deme gücünü
bulurlar, kim bilir.
Ama bu
mantığın gelip vardığı yer sakattır. Çünkü akıl ve vicdan yalnız Doğu’da
serpilmedi. Hatta orada hiç serpilmedi. Beş yüz seneden beri, vahyin semtine
bile uğramadığı iklimlerde yeşerdi: gerçek bu.
İslam
düşüncesi bu zor gerçekle baş edebilir mi? Sınırları esnek ve geniş de olsa bir
ümmetle kendini özdeşleştirmekten – dolayısıyla o ümmete ait olmayanı
ötekileştirmekten – vazgeçip gerçek anlamda evrenselliğe açılabilir mi?
MüslümanLARI aşıp mutlak olan üzerinde yoğunlaşabilir mi? Aşiret dayanışmasının
ötesine geçebilir mi? Tarihin yükünü sırtından atabilir mi?
Arayışlar
olduğunu biliyorum evet. Ama “Müslümanlar” derken buna vahiy sahibinin, “tarih”
derken buna 622 tarihinin de dahil olduğunu unutmamak lazım.
Avrupalıların 500 sene önce attığı müthiş adım
tam buydu. Öbür dinler kadar taşralı bir dinden yola çıkıp, İNSANI keşfettiler.
Bu topraklarda, 21.
yüzyılda öyle bir adım atılabilir mi? Ben şahsen pek ihtimal veremiyorum. Ama gönül ister ki yanılmış olayım.