Monday, June 6, 2022

Cevanşir: Küçük bir tarih notu

Cevanşir Farsça bir isim, “genç arslan” demek. Bu ismi taşıyanların ilki ve en ünlüsü 7. yy’da Greklerin Albania, Ermenileri Ağwank, Arapların Arran adını verdiği ülkeye hükümdar olmuş. Destani işler yapmış, hakkında kasideler düzülmüş, İslam ordularının İran’ı perişan ettiği Kadisiye savaşında Sasaniler safında savaşmış, ama sonra İslam egemenliğine boyun eğmek zorunda kalmış. Yeri bugünkü Azerbaycan’ın en batı ucu, Gence ve Gadabay civarı.

Alban/Ağwanlar aslen bir Doğu Kafkas kavmi, belki Dağıstanlılarla akraba. Bu tarihte büyük ölçüde Ermenileşmiş ya da Ermeni dinini ve üst kültürünü benimsemiş görünüyorlar. Mamafih Cevanşir ve babası Varaz-Grigor yerli soyundan değil, İran’da Partlar (Eşkâniler) çağının ünlü yedi büyük yönetici ailesinden Mihranilerin soyundan gelmişler. Ya da geldiklerini iddia etmişler, zira böyle konularda beyana pek güvenilmez.

[Benim en küçük oğlum Mihran’ın adı da oradan gelir, kapa parantez.]

İzleyen devirde Gürcülerin Kakheti krallığında, ki bahsi geçen yerin hemen kuzey bitişiğidir, Cevanşir adlı birkaç kralın hüküm sürdüğünü görüyoruz. Sanırım isim bölgesel bir efsane değerini kazanmış, ama soy ilişkisi var mıdır bilemedim. Gürcü Cevanşirlerin en ünlüsü, Gürcü Vekayinamesi (Kartlis Tskhovreba) adı verilen milli tarih derlemesinin kilit bölümlerini yazdığı rivayet edilen ‘Prens’ Cevanşir, o da Kakheti krallarından birinin oğlu veya yeğeni, yaşadığı dönem biraz muğlak. Bu muhterem zata izafeten Cevanşir (Juansher) adı halen Gürcülerde yaygın bir erkek adı olarak kullanılıyor.

*

Geliyoruz 18. yüzyıla. Bölge aynı bölge. Yörede konargöçer yaşam süren Türkmenlerin kudretli ailelerinden Cevanşirlerin Penah Ali Han Cevanşir, İran devletinin zayıf bir anından faydalanıp Karabağ’da beyliğini ilan ediyor. Şuşa kalesini inşa ettirip Türkmenlerin bir kısmını buraya iskan ediyor; yöredeki beş Ermeni ‘melikliği’ ile kah savaşıp kah sevişerek yetmiş sene sürecek ve bugüne dek bölgenin başına bela olacak bir devlet(imsi) kuruyor. Onun torununun torunu olan Behbud Han Cevanşir 1918’de ilk Azerbaycan devletinin kurucularından ve daha sonra Azerbaycan’ın İstanbul büyükelçisi idi. 1921’da Pera Palas’ın önündeki kaldırımda Ermeni fedai Misak Torlakyan tarafından (1918 Bakü katliamına misilleme saikiyle) öldürüldü. Onun da torunu olan merhum Prof. Dr. Behbud Cevanşir Nişantaşı mıntıkasında tanınmış bir kulak boğazcı idi. Beni de tedavi etmişliği vardır.

Çeşitli kültürlere mensup Cevanşirler arasında akrabalık bağı var mıdır, bilmek zor. Daha ziyade güçlü bir yerel efsane üzerine inşa edilmiş bir soyluluk iddiası sözkonusu olmalı. Adına ‘Kayı Boyu sendromu’ desek mi? Nereden çıktığı pek belli olmayan bir egemenlik olgusunu sahte bir şecere ile meşrulaştırma ve perçinleme çabası?

*

Afyon’un Dinar ilçesinde karşımıza çıkan Cevanşir Türkmenlerinin de Karabağ-Gence kökenli olduğu anlaşılıyor. Faruk Sümer’in Safevi Devletinin Kuruluşu kitabından öğrendiğimize göre Sultan I. Ahmet zamanındaki Osmanlı İran savaşında (1603-1618) Gence ve Karabağ bölgesindeki Türk aşiretleri hayli kritik roller oynamış. Cevanşir ailesi veya oymağı veya cemaati Osmanlı’yı desteklemiş, sonra bölge yeniden Safevi hakimiyetine geçince ailenin ileri gelenleri idam edilmiş, yerlerine ‘kul takımından’ Nevruz getirilmiş, buna tahammül edemeyen Cevanşirlerin bir kısmı 1612 tarihinde Osmanlı’ya sığınmış. Bu topluluktan ilk kez söz eden 1656 tarihli bir sayımda göçebe olarak yaşayan 131 hane ve 71 bekar nüfusları olduğu kaydediliyor. Gasp ve soygun işlerine karıştıkları ve yerleşik köylere zarar verdikleri suçlamasıyla 1701’de Afyon’un Dinar ve Çölabad (şimdi Haydarlı) kazalarıyla Burdur’un Urla (Yeşilova) nahiyesine iskanları emredilmiş. Emre uymayıp kaçan bir zümre ise Kayseri’nin Develi ilçesine yerleşmiş. Bildiğim kadarıyla halen bu bölgelerde Cevanşirli aidiyeti hatırlanıyor. Ya da belki halkın çok umurunda olmasa da ideologlarca hatırlatılıyordur, bilemedim. İnternette karşımıza çıkan bozkurtlu üç hilalli makalelere bakınca ikincisi daha muhtemel görünüyor.

İdeolog deyince Türkiye’de çeşmenin başını tutanlardan F. Kirzioğlu Cevanşirlerin hepsini birbiriyle harman edip kadim bir – başka ne olabilir? – Türk boyu oldukları kanaatine ulaşıyor. Üçüncü elden aktardığı bir rivayete göre Cevanşirler Cengiz Han ordusunun “sağ kolunu” [sic! – doğrusu “sol kolunu”, züün gar] oluşturan Cungarlar imiş; I. Şah Abbas zamanında (1588-1629) Karabağ ve Arran’a yerleştirilmişler.[1] Bu ifadenin hemen ardından Kırzıoğlu, Şah Abbas’tan bin yıl önce aynı yerde yaşayan Alban/Ağvan hakimi Cevanşir’i de aynı soyun bir üyesi (atası?) olarak tanıtmakta sakınca görmüyor. Doğal olarak, Kırzıoğlu’nun tüm akıl bükücü hezeyanları gibi bu inciler de bugün Türk(çü) tarih öğretisinin bir parçası olarak tekrarlanıyor.

Monday, April 4, 2022

Ahlakın temellerine dair (Halim ve Selim'den bir pasaj)

2019'da çıkan Halim ile Selim adlı kitabımdan bir pasaj. Sf. 31 ve devamı.


Fıtrat

HALİM: İnsanoğlu hakkında fazla iyimsersiniz doğrusu. Cehennem korkusu ve cennet umudu olmadan da insanlar ahlaki normlara uyarlar diyorsunuz. 

SELİM: Gayet tabii. Cennet ve cehennem mitlerine vakıf olmayan toplumların ya da o mitlere inanmayı akla hakaret sayan bireylerin, diğerlerinden daha ahlaksız olduğuna dair en ufak belirti yok.

HALİM: Manevi bir inanç olmazsa, sadece yasa, polis, aile gibi toplumsal kontrol araçlarıyla ahlaki disiplini nasıl sağlayabilirsiniz? Toplumsal kontrol sadece bireyin görünen ve bilinen davranışlarını etkiler; vicdanını zaptu rapt altına alamaz, kimseye görünmeden suç işleme eğilimini gemleyemez. Hem ayrıca, sadece toplumsal kontrole güvenecek olursak toplumun bizzat kendisinin kontrolden çıktığı durumları ne yapacağız? 20. yüzyılda çok sık görüldü bunun örnekleri. Toplumun manevi dayanakları yıpratılmış ise, zorbalığa ve zulme boyun eğmesi kolaylaşıyor.

SELİM: Bir inanç sistemi mutlaka lazım, o konuda haklısınız. Fakat o sistemi geçmiş çağın dinlerinde, ve sadece onlarda bulabileceğimizi size düşündüren nedir?

Objektif araştırmaların defalarca teyit ettiği basit bir olgu var. Kültür düzeyi ve inancı ne olursa olsun dünyanın her yerindeki insanlar aynı temel ahlaki yargıları paylaşıyorlar. Trobriand adası yerlileri olsun1, Japon aristokratları olsun, Alman üniversite öğrencileri olsun, hatta muhtemelen ABD’nin Bible Belt yobazları olsun, çok fark etmiyor. 

Birkaç temel ahlaki ilkede tüm insanlar alemi hemfikir görünüyor. Nedir bunlar? Bir, çocuğu korumak ve ana babaya saygı göstermek. İki, zor durumda olana – eğer düşman değilse – yardım etmek. Üç, sevdikleri için fedakarlık etmek. Dört, sözleşmeye sadık olmak. Beş, komşunun malına ve kadınlarına el atmamak. Altı, ait olduğun topluluğun haklarına saldırı olursa direnmek. Kuran ya da İncil okumuş, hiçbir şey okumamış ya da okuduktan sonra “bunlar tatmin edici değil” deyip reddetmiş, fark etmiyor. Öyle anlaşılıyor ki bunlar insanın fabrika ayarlarına yazılı, evrensel davranış normları. Kültürden kültüre değişmiyor. Bu değerleri benimsemek için birilerinin kitap yazıp uyarması ya da kitap okuyup uyanması gerekmiyor. O kitaplara istinat eden bir toplumsal baskı sistemi de gerekli değil. En kitapsız ve hatta tanrısız topluluklar dahi bu değerleri kendiliğinden keşfediyor ve çocuklarına aktarıyor.

HALİM: Kuran-ı Kerim de nitekim öyle der, Allah insanı fıtratı üzerine yarattı ve o fıtrat değişmez (Rum 30).

SELİM: Lüzumsuz bir hipotez, geçiniz. Biyolojik evrim yeterince açıklayıcı.

İnsan nefsi diyorsunuz. İnsan nefsi enteresan bir yapı, domuz nefsine ya da kedi nefsine benzemiyor. İnsanı kendi haline bıraktığınızda sabahtan akşama kadar yiyip içmekle ya da birbirini boğazlamakla ya da çamurda debelenmekle vakit geçirmiyor. İnsanın genetik donanımında domuzda ve kedide olmayan bazı özellikler var. Bunlar insan soyunun yeryüzündeki olağanüstü başarısının da temel taşlarıdır. 

Bir kere, tüm memeli hayvanlar arasında yavrusu en uzun süre bakıma muhtaç olan, dolayısıyla yavrusuna en uzun süre sahip çıkan mahluk insan. Sahip çıkmasa ya da domuzlar ve kediler gibi kısa bir süre emzirip sonra sokağa atsa ne olur? Hiç, milyon sene önce soyu tükenmiş olur, soracak soru kalmaz.

İkincisi, insan diğer memelilerden çok daha üstün ve karmaşık bir düzeyde ittifaklar kuran bir tür. Organize avcılıkla başlamışız, eksik olan ihtiyaç maddelerini takas etmekle devam etmişiz, bugün parçaları Malezya’da üretilen cep telefonunu Çin’de monte edip Nijerya’da satma noktasına gelmişiz. O becerimiz olmasa bugün hala Afrika’da ağaç dallarında yatıp kalkıyor ve aslanların favori çerezleri arasında yer alıyor olurduk. İttifak ise, her şeyden önce bir güven meselesidir. Müttefik diye seçtiğim kişi benim için özveride bulunmaya razı mı? Yoksa benim katkımı alıp kaçacak mı? Zor günümde yardım edecek mi? Soframa davet etsem karımı veya kızımı kapacak mı? Katil Komançiler av sahamıza tecavüz etse savaşır mı? Nasıl güvenirim? Onun bana güvenmesini nasıl sağlarım?

Demek ki “nefs” deyip aşağıladığınız temel içgüdüler arasında yavrusunu koruyup kollama, koruyup kollayıcı ebeveyni kayırma, kalıcı ittifaklar kurma, toplumsal güvenilirliği önemseme gibi davranış kalıpları da var. İçgüdülerine teslim olan insan gidip çamurda debelenmiyor. Yavrusunun hayatı söz konusu olunca kendi hayatını hiç düşünmeden tehlikeye atabiliyor. Toplumsal itibarını bazen karnını doyurmaktan daha önemli sayıyor. Onu korumak adına hiç tereddüt etmeden en büyük fedakarlıkları göze alabiliyor. Var mı böyle huyları olan başka hayvan?

HALİM: Şüphe yok ki Allah insanı eşref-i mahlukat payesiyle şereflendirirken tam da bu özelliklerini kast etmiş. Hayvanlardan farkımız burada.

SELİM: Siz sebebini bilmediğiniz şeylere “Allah” adını vermeyi seviyorsunuz. Ben olsam genetik donanım derim. Daha nötr bir tabir. Donanımın kaynağına dair lüzumsuz ve yanlış varsayımlarda bulunmuyor. Sadece olanı söylüyor.

Türün hayatta kalmasını ve çevresine egemen olmasını sağlayan davranış algoritmaları diyebiliriz. Tıpkı kedinin yavrularını yalaması, sonra beş altı aylıkken hırlayıp sokağa atması gibi; köpeğin ağaçları sidikle işaretlemesi ve geçen arabalara havlaması gibi; karıncanın yuva yapması, leyleğin göçmesi, alabalığın dere yukarı yüzmesi gibi, türe özgü bir savunma mekanizması. Bir survival kit. İnsanlar bu donanımı Newton yasaları gibi düşüne düşüne keşfetmediler; Musa ya da Zerdüşt gibi bir aracıdan da öğrenmediler. Fabrika ayarlarında var zaten.

Düşünün, tanımadığımız bir insanın yüzüne yarım saniye bakıp, güvenilir biri mi değil mi karar verme yeteneğimiz var. Cinsel partnerimize attığı yarım saniyelik bir bakış yüzünden birine hayat boyu düşman olma yeteneğimiz var. Tanımadığımız birinin öyküsündeki hayali karakter çocuğunu sevdi ya da Komançilere göğsünü siper etti diye hüngür hüngür ağlama yeteneğimiz var. Bunlar eğitimle, bilgiyle ya da dini inançla elde edilen şeyler değil. Leyleğin göçü ya da horozun ötüşü gibi, yapısal beceriler. Ahlaki yargılarımızın temeli bunlardır.

Töre, edep

HALİM: Bazı değer yargılarımızın fıtri olduğunu kabul edelim. Sizin genetik donanım ve içgüdü dediğinize ben müsaadenizle fıtrat diyeceğim, yani yaradılış. Bu yargıların vicdan dediğimiz içsel duygu ya da sizin deyiminizle “davranış algoritması” aracılığıyla tezahür ettiğini ve insanlar aleminde genel kabul gördüğünü belirttiniz; buna da itirazım yok. O halde ahlakın, en azından bir boyutuyla, fıtri bir temeli olduğuna hükmedebiliriz.

Fakat olay bundan ibaret değil ki? Mesela Hz. Musa’nın bildirdiği On Emri ele alalım. On Emrin altısı belki sizin söylediğiniz anlamda tabii ahlakın kurallarıdır – anana babana saygı göster, öldürme, çalma, zina etme, iftira etme, komşunun malına ve karısına göz dikme. Fakat diğer dört emir öyle değildir; ve dikkat buyurun, ilk başa onlar değil bunlar konulmuştur. Bir, Rabbinden başka tanrıya tapmayacaksın. İki, put yapmayacaksın. Üç, Rabbin adını boş yere anmayacaksın. Dört, Şabat yasağına riayet edeceksin.2

Kurani emirlerin pek çoğunu da, sizin içgüdüsel dediğiniz davranış kalıplarından türetemeyiz. Namazın yahut orucun fıtri donanımımızla ne ilgisi var? Hac ve zekat, gıdaya ilişkin yasaklar, nikah ve miras yasaları, takvime ve beytülmale ilişkin düzenlemeler hiç şüphesiz insanın nefsi yönelimlerinden türetilemeyecek, ilahi bir yasa koyucuyu gerektiren davranış kurallarıdır.

Sizce insanlar ilahi bir mesnede dayanmadan, bireysel ya da kolektif akıl yoluyla, meşru düzeni kurabilirler miydi?

SELİM: Önemli bir konuya parmak bastınız. Haklısınız, ahlaki yargılarımızın tümü evrensel bir temele dayanmaz. Dayandığını iddia eden Kant ve diğer liberal düşünürlerin yanıldığını kabul etmek zorundayız. . 

İnsan yaşamında yer tutan ahlaki yargılara baktığımızda önemli bir bölümünün “töresel” dediğimiz davranış normları olduğunu görüyoruz. Frenkçesi moeurs, Türkçede edep diyelim isterseniz, bir devir İslam kültürünün de en önemli kavramlarından biriydi. Bu normlar insan tabiatından – ya da Kant’ın deyimiyle, kategorik bir evrenselden – türetilemezler, kültürel birtakım kodlar üzerinde mutabakata varmış bir toplumu temel alırlar. Bu normları ecdattan miras kabul ederiz. Onlar vasıtasıyla “ötekilere” karşı “biz”i tanımlarız. Evrensel değil hizbi olduklarını gayet net olarak bilir ve vurgularız. Misal: Hintliler ineğe saygı gösterir. Türkler ekmeği ayak altına almaz. Bazı Müslüman toplulukları için kadının örtünmesi ahlakın gereğidir. Zerdüşt töresinde yakın akrabalar evlenebilir. Antik Yunanlar için ailenin ve klanın tanrılarına sadakat, ihmal edildiğinde cezası ölüm olan bir ahlaki yükümlülüktür. Oysa başka topluluklar bu normları saçma, yanlış, geri, hatta ahlaksızca bulabilir.

Aydınlanma Çağı felsefesi bu gibi töresel normları yok saydı. Bir kısmını birtakım mantıki zorlamalarla akli bir temele oturtmaya çalıştı – Descartes’ın tanrıyı rasyonelleştirme çalışmasını düşünün; geri kalanını hurafe sayıp çöpe attı. 18. yüzyılın köhnemiş düzenine karşı giriştikleri isyanda belki de öyle yapmaları doğaldı. Oysa ki şurası bir gerçek, insanlar ecdada ait birtakım kültürel değerleri kutsal sayma eğilimindeler. Onları seviyorlar, benliklerinin bir parçası sayıyorlar. Onlara uymaktan onur duyuyorlar. Ahlaki yaşamın temel taşları olarak görüyorlar ve o normlara uymayan yabancıları “ahlaksız” kabul ediyorlar. Bilirsiniz: “Almanlar domuz yediği için karılarını kıskanmaz”, “Müslümanlar kadını köleleştirir”, “Aleviler mum söndürür”, “Beyaz Adam yerin ruhlarına saygısız” vb.

Bu olguları demin anlatmaya çalıştığım genetik çerçeveye sığdıramayız diyorsunuz ama aslında sığdırmak hiç zor değil. Hatırlayın, insanın organik donanımından kaynaklanan bir grup-kurma güdüsünden söz ettik. Bu güdüden türeyen normlar bir değil iki çeşittir. Bazı normlar, genel anlamda grup oluşumunu mümkün kılan yönergelerdir: misal, sözünü tut, yaşlıları say, çocuğu koru, zina yapma. Diğerleri, spesifik bir grubu tanımlayan yönergelerdir: örneğin “bizde babanın yanında sigara içilmez”, “Katolik kızları böyle davranmaz”, “Şabat yasağına riayet etmeyen kafirdir”. Ahlaki algoritmayı elbette sadece genel anlamda güveni ve işbirliğini mümkün kılan normlara indirgeyemeyiz. Kant’ın hatası buydu. Altyapıyı kurduk diyelim, e sonra ne olacak? O altyapının üzerine bina nasıl kurulacak? O binanın da kendine göre usulleri, normları, bir edep ve töresi olması lazım. Tanım gereği, bunlar evrensel olamaz. Çünkü kurduğumuz binanın işlevi “bizi” “ötekinden” ayırmak, “bize” bir kimlik ve tanım getirmek. “Biz” iyiyiz. Neden? Çünkü erkek evladımızın pipisinin ucunu keseriz, çünkü Komançiler gibi hain değiliz, çünkü kadınlarımız asla namahreme kıl göstermez, çünkü tapınaklarımızda kiraz ağaçları çiçek açar.

Bunların ahlaki normlar olmadığını söyleyemeyiz, çünkü insanlar eylem ve duygularını bu kurallar üzerine inşa eder. Bunlara gerek yok, iptal edelim de diyemeyiz, çünkü insanlar kendilerini grup aidiyetleriyle tanımlar. “Sen kimsin” diye sorduğunuzda insanlar önce mensup oldukları çeşitli grupları, yani töre birliklerini sayarlar. Bununla gurur duyarlar, bununla kendilerine değer biçerler. Bireysel kazanımlarıyla övünen insan binde birdir; daha çok modern çağın bir ürünüdür. Ortalama insana kimsin diye sorulduğunda “ben”i değil “biz”i söyler. Kimliği ve kolektif aidiyet duygusu olmayan insan yaşayamaz. Yaşasa bile, göçten geri kalmış leylek yavrusu gibi pek sefil, pek aciz bir mahluk olur.

HALİM: Tıpkı dil gibi değil mi? 

SELİM: Evet dil gibi. Dil yeteneği insanlarda evrenseldir; derin yapıları, Noam Hocanın gösterdiği gibi, genetik donanımımızın parçasıdır.3 Ama diller birbirine uymaz. Hatta Babil Kulesi meselinde gördüğümüz gibi, dilin esas işlevi insan topluluklarını ayrıştırmak olabilir. “Bizden” olanla anlaşırız, “yabancıyı” dışlarız. Büluğ çağından sonra yabancı bizim dilimizi öğrenip konuşsa bile kimseyi kandıramaz. “Yabancı, güvenilmez, potansiyel düşman” damgasını her kelimesinde, her hecesinde taşır.

Toparlarsak, demek ki Bir, içerik bakımından evrensel olan normlar var: çocuğu koru, borcunu öde gibi. İki, içeriği ümmetten ümmete değişen ama yapısal özellikleri benzeşen normlar var: ecdadın tanrılarına saygı göster, cenaze törenine katıl, kırkıncı gün helva dağıt, bayramlarda önce büyüğün sonra küçüğün elini öp, mambo jambo ayini yapmadan sevgilinle sevişme, Şabat günü lamba yakma, milletin yiğitleri hangi sakalı bırakıyorsa sen de öyle yap, eşcinsel bulursan taşla gibi.

HALİM: Açık ve net söyleyin, bu saydığınız normların varlığı sizce kötü bir şey mi? Bu normlara uymalı mı uymamalı mı sizce?

SELİM: Böyle normları olmayan bir toplum görülmediğine göre kaçınılmaz bir insani gerçekten söz ediyoruz, değil mi? İnsan topluluklarını güzel ve ilginç kılan her şey bir bakıma bu normların ürünüdür. “Kültür” dediğimiz şey nihayetinde edeptir, toplumsal töre’nin bir dışavurumudur. Toplumlar eserleriyle, tavırlarıyla, yaşantı biçimleriyle, kendilerine has olan edebi ifade ederler veya etmeye çalışırlar. Böyle bir şeye “kötü” demek için aklımı yitirmiş olmam gerekir. Edepsizliği kim savunabilir?

Araplar bir toplumun töresel davranışlarının inceliklerini ele alan ilim dalına edebiyyat adını vermişler. Düşündükçe ne kadar şahane bir adlandırma olduğunu daha iyi kavrıyorum.

HALİM: Peki uymalı mı?

SELİM: Hayır. Her zaman sorgulamalı. Her zaman vicdan ve akıl miyarına vurmalı, ve ancak o terazide ağır basıyorsa benimsemeli. Akıl ve vicdanın, gelenek ve görenek havuzunda uykuya dalmasına asla izin vermemeli. Unutmamalı ki, tıpkı dil gibi, töre statik bir şey değildir. Sürekli evrilir. Hatalarından ders çıkarır, ilk bakışta doğru görünen normların uygulamada talihsiz sonuçlar doğurabildiğini görür, değişen koşullara ve yeni insani durumlara ayak uydurur. Daha önce iman konusunda söylediklerimi aynen tekrar edeceğim. Töreye teslim olmak, insanın en değerli varlığı olan vicdanını susturmak demektir. İsterse dünyanın en güzel töresi olsun, isterse alemlerin yaratıcısı tarafından bizzat dikte edilmiş olsun, fark etmez. Normları sabitlediğiniz anda ahlaki davranışın temel motoru olan vicdani sorgu mekanizmasını stop etmiş oluyorsunuz. 

HALİM: Sizin gibi filozofluğa meraklı olmayan kitleler açısından öylesi de yeterli oluyor çoğu zaman.

SELİM: Tabii, motoru stop ettikten sonra araba bir süre atalet gücüyle yola devam edebilir. Sonra duvara çarpar, ya da yokuşa gelir durur. Törelerine teslim olan toplumlar ahlaki dinamizmini yitirmiş toplumlardır. “Dur bakalım ne oluyor burada” sorusunu sorma yeteneğini kaybetmişlerdir. İlk bakışta zararsız bir muhafazakarlık sanırsınız, hatta sevimli bulabilirsiniz: geleneksel toplum, ne şirin! İlk linçler geldiğinde “töre işte, ne yaparsın” deyip omuz silkebilirsiniz. Vicdani pusulasını yitirmiş olan toplum adım adım ahmaklaşmanın ve cinnetin girdabına kapıldığında fark edersiniz yaptığınız hatanın dehşetli boyutlarını.

Organize dinlere, ya da en azından bugün var olan biçimiyle klasik dinlere en temel itirazım bu sanıyorum. Bunların temel işlevi toplumsal töreyi kutsallaştırmak. Sorgulanmaz ve dokunulmaz hale getirmek. Var olan toplumsal pratiği bir teori ağıyla sarıp sarmalayıp kıpırdayamaz hale getirmek. Sorgulamaya kalkanları caydıran, caymayanı cezalandıran bir baskı mekanizması sağlamak. Bu anlamda da yine vicdanı ve onun ürünü olan ahlakı zapturapt altına almak.

Dinle mücadele etmek lazım ki edep serbestçe nefes alabilsin, bireysel vicdanla doğal alış verişini sürdürebilsin desem, bilmem meramımı iyi ifade etmiş olur muyum?


Wednesday, March 23, 2022

Savaşa ilişkin bütün yanlışlarınızı düzeltiyoruz

İddia 1: Rusya egemen bir ülkeye saldırmıştır. Gerekçesi ne olursa olsun suçtur ve lanetlenmelidir.

Cevap: Uluslararası hukukta böyle bir kural geçmişte var mıydı bilmiyorum, ancak eğer var idiyse son dönemde yürürlükten kalkmış olduğu bellidir. ABD ve müttefikleri 1999’dan bu yana Sırbistan, Irak, Afganistan, Lübnan, Somali, Libya, Suriye ve Yemen’e gerek havadan bombalama, gerek askeri işgal veya yerel saldırganları silahlandırma yoluyla saldırmış ve bundan dolayı herhangi bir yaptırıma maruz kalmamıştır. Keza Türkiye egemen devletler olan Kıbrıs ve Suriye’yi istila ve işgal etmiştir. Bazı devletlerin serbestçe ihlal edebildiği kuralların evrensel geçerliğe sahip olduğu iddia edilemez.

Mesele sadece emsaller meselesi değildir. Herhangi bir ülkenin diğerine fiilen saldırmasa dahi düşmanca eylemlere başvurması, tehdit oluşturacak şekilde silahlanması veya düşman ittifaklara katılması da devletler arasındaki dostane (kurallı) ilişkilerin ortadan kalkması anlamına gelir. Tehdide maruz kalan ülkenin böyle bir durumda iş işten geçinceye kadar pasif kalması beklenemez. Saldırı bazen savunmanın tek makul yöntemi olabilir.

Bir devletin kendi vatandaşı olan azınlık topluluklarını ezmeye, yurtlarından sürmeye veya yok etmeye yönelik eylemleri, geleneksel diplomaside çoğu zaman geçerli savaş sebebi sayılmaz. Ancak bu kuralın da son dönemde ortadan kalkmış olduğu görülüyor. Sırbistan’ın bombalanması için ileri sürülen gerekçe Kosova’daki Arnavut azınlığın ayrılma talebiydi. Kıbrıs’ta Türklere yönelik tehditler Türkiye’nin bu ülkeyi işgaline gerekçe sayılmış, Irak’ın Kürtlere, Çin’in Uygurlara, Myanmar’ın Rohingyalara yönelik uygulamaları çeşitli düşmanca girişimler için yeterli sebep kabul edilmiştir.

Demek ki “egemen bir ülkeye askeri saldırı düzenlemek yanlıştır” tezi genel bir doğru olarak ileri sürülemez.


İddia 2: Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması için haklı bir sebep yoktu.

Cevap: NATO takriben 2002 yılından itibaren Rusya’yı “düşman devlet” (hostile power) ilan etmiş ve gitgide artan bir dozda savaş ihtimalini ve savaş hazırlığını ima eden eylem ve söylemleri benimsemiştir. Ukrayna’nın 2014’ten itibaren açıkça dile getirdiği NATO’ya katılma talebi, bu ülkenin Rusya’ya düşman bir askeri ittifakta yer alması anlamına gelir. Ukrayna yönetimi bununla yetinmeyip 2022 başında ülkeye nükleer silahların konuşlandırılmasını talep etmiş ve bu talep özellikle İngiltere tarafından hararetle desteklenmiştir. İlaveten ABD silahlı kuvvetlerinin ülkede biyolojik savaş amacıyla kullanılabilecek otuz kadar tesis kurduğu bilinmektedir. Bunlar savaş eylemidir ve karşı güç kullanımını meşru kılarlar. Görünürde açık bir saldırı yoktur. Ancak bir gün ansızın Ukrayna’nın NATO’ya katıldığı ve nükleer füzelerle donatıldığı ilan edildiğinde, Rusya’nın dünya savaşı çıkarmadan kendini savunma imkanı ortadan kalkmış olacaktır.

Ukrayna nüfusunun % 30 küsuru kendini Rus olarak tanımlamaktadır. Konuşulan dil itibariyle Rus olanların oranı daha da yüksektir. Buna rağmen 2014’te kanlı bir darbeyle başa geçen Ukrayna yönetimi ülkedeki Ruslara yönelik gerek resmi kurumlar gerek gayriresmi silahlı gruplar aracılığıyla ağır bir baskı politikası uygulamış, Rus yanlısı siyasi parti ve liderleri tasfiye etmiş, Rusça eğitimi sınırlamış, Rusça yayınları yasaklamıştır. Yönetimde etkili olan militan gruplar, hatta hükümet mensubu bakanlar (mesela içişleri bakanı Arsen Avakov), Rusları öldürmeyi, yok etmeyi, ülkeden sürmeyi, kadınlarının ırzına geçmeyi savunan söylemleri açıkça dile getirmiştir. Darbeden sonra bağımsızlık ilan eden iki vilayete karşı sekiz yıldan beri son derece kanlı bir savaş sürdürülmüştür.    

Bu çerçevede değerlendirildiğinde Rusya’nın saldırı gerekçeleri en azından Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a saldırı gerekçeleri kadar meşrudur. Hatta daha meşrudur. Çünkü Kıbrıs’ta Türk azınlığın nüfusa oranı %30+ değil %18’di. Rum militanlarca katledilen Türk sayısı 14.000 değil onlar düzeyindeydi. Ayrıca Kıbrıs’ta Türkçe yasaklanmamıştı, devletin resmi dillerinden biriydi.


İddia 3: Rusya iki ili savunmakla yetinebilirdi, Kiev’e saldırması için sebep yoktu.

Cevap: Rusya’nın Donetsk ve Lugansk’a girmesi, ABD ve müttefiklerinin Rusya’ya karşı düşmanca yaptırımları açısından bugünkünden farklı bir sonuç doğurmazdı. Artı, “saldırıya uğramış ülke” konumunu ileri süren Kiev rejiminin NATO şemsiyesi altına girmesi ve muhtemelen nükleer silahlar dahil askeri desteklerle donatılması kaçınılmaz olurdu. Rusya’nın iki cumhuriyeti ilhakı Rusya’nın askeri ve diplomatik konumunu güçlendirmez, radikal bir şekilde zayıflatır.


İddia 4: Savaş sebebi ne olursa olsun Rusya’nın sivilleri öldürmesi, şehirleri bombalaması kabul edilemez. Rus ordusu doğum hastanesini, sinemaları, camileri, alışveriş merkezlerini top ateşine tutmuştur.

Cevap: Savaşlarda sivil zayiat olur. Acı bir gerçektir. Kınanmalıdır.

ABD ve müttefiklerinin Sırbistan, Irak, Afganistan, Libya ve Yemen’de askeri hedef gözetmeden şehirleri ve sivil tesisleri bombalaması bu hususta son yılların en çarpıcı insanlık suçları arasındadır. Keza Suriye, Afganistan, Somali ve diğer ülkelerde sivil militanların iç savaşı körükleyecek surette silahlandırılması, havadan bombardımana oranla daha yıkıcı sonuçları olan bir savaş suçu sayılmalıdır.

Rusya Ukrayna’da bugüne dek havadan bombardıman ve uzun menzilli füzeleri sadece askeri tesislere karşı kullanmıştır. Şehirler ve sivil yerleşimler havadan bombalanmamıştır. Şu ana kadar inandırıcı kaynaklarca teyit edilen sivil zayiat yüzler veya alçak binler düzeyindedir. Bu zayiatın ne kadarına Rus ordusunun, ne kadarına ülkenin Rus sivil halkını meşru hedef sayan Ukrayna milislerinin yol açtığı açık değildir.

Batı yanlısı medyada sansasyonel bir şekilde haberleştirilen saldırılar savaş propagandasından öte bir değer taşımıyor. Cami saldırısının yalan haber olduğu ilk günden anlaşılmış fakat bu husus Batı yanlısı medyada göz ardı edilmiştir. Mariupol’deki doğum hastanesi ile Kiev’deki alışveriş merkezinin askeri karargah veya sığınak olarak kullanıldığı bizzat Batı basını tarafından (satır arasında) teyit edilmiştir. Mariupol’de sivillerin sığındığı sinemanın Ruslar değil Ukrayna milisleri tarafından bombalandığını katliamdan kurtulan mülteciler ifade etmektedir.

Mariupol ve Harkov kentlerinin yerle bir edildiğine ilişkin sansasyonel haberler, son günlerde bu iki kentten yayınlanan drone görüntüleriyle yalanlanmıştır. Tahrip edilmiş binaları gösteren münferit görüntüler kamuoyunda duygusal tepkiler yaratabilir fakat genel durum hakkında bilgi vermez.


İddia 5: Ruslar sivil halkın tahliyesini önlemektedir.

Cevap: Bu iddia askeri açıdan anlamsızdır. Rus stratejisinin, sivil halkın kaçmasını sağlayarak geride kalan askeri kuvvetleri ve silahlı milisleri yalıtmak olduğu anlaşılıyor. Nitekim Doğu Ukrayna’da sivil halkın belki yarıdan fazlasının yavaş ilerleyen Rus cephesinden kaçmaya fırsat bulmuş olduğu söylenmektedir. Mariupol kuşatmasında Rus ordusu, sivil kılığına girerek kaçmaya çalışan Ukrayna milislerini önlemeye çalıştığı için Batı yanlısı basında suçlamalara maruz kalmıştır. 

Keza Gomel müzakerelerinde Rus tarafının Doğu Ukrayna’nın Rus halkını savaş süresince Rusya’ya tahliye etme önerisi Ukrayna hükümetince reddedilmiştir.


İddia 6: Rus ordusu Ukrayna’da batağa saplanmıştır, ilerleyememektedir.

Cevap: Savaşın ilk günlerinde Rusya’nın yıldırım savaşı ile Kiev’i birkaç günde ele geçireceği beklentisi yaygındı. Bu beklenti gerçekleşmemiş veya gerçekleştirilememiştir. Savaşın üçüncü gününden bu yana Rus ordusu son derece temkinli bir harekatla her gün kontrolü altındaki sahayı genişletmektedir. Ukrayna hava kuvvetleri ve donanması savaşın ilk günlerinde devre dışı bırakılmıştır. Doğudaki Ukrayna kuvvetlerinin batı ile irtibatının kesilmesine ramak kalmıştır. 

Rusların yavaş ilerlemesinin nedeni askeri yetersizlik olabileceği gibi, belki sivil halkın kaçışına fırsat tanımaya yönelik bilinçli bir strateji de olabilir. Bilhassa Rus hava kuvvetlerinin savaşın başından beri hemen hiç kullanılmamış olması gibi şaşırtıcı bir olgu böyle bir planlamayı akla getirir.

Her halükarda Rusların satrançta Amerikalılardan çok daha başarılı olduğu gerçeği akılda tutulmalıdır.


İddia 7: Ukrayna halkının kahramanca direnişine saygı gösterilmelidir.

Cevap: Ukrayna halkının şimdilik yüzde onu (4 milyon kişi) yurt dışına kaçmıştır. Askerlik yaşındaki erkeklerin çıkışına izin verilmediği için gerçekte kaçmak isteyen ve imkan bulursa kaçacak olanların sayısının bundan çok daha yüksek olduğu varsayılabilir. Yurt içinde savaştan kaçanların sayısı on milyon kişi olarak tahmin edilmektedir.

Romanya, Bulgaristan, Moldova ve Yunanistan gibi ülkelere sığınan mültecilerle yapılan söyleşilerde kaçanların büyük kısmının – belki yüzde seksen gibi bir oranın – savaştan Zelensky hükümetini ve fanatik Ukrayna milliyetçilerini birincil sorumlu saydığı görülmektedir. Hemen oy birliğiyle dile getirilen görüş “Ukrayna ve Rus halklarının kardeş olduğu” yönündedir. (Putin’i suçlayanlar da az değildir.)

Ukrayna ordusunun düzenli birliklerine mensup askerlerin savaşmaktan kaçındığı ve ilk fırsatta teslim olduğu bilgisi Rus tarafınca ileri sürülmektedir. Bu iddianın doğruluğunu bu aşamada teyit etmek mümkün görünmüyor. Ancak Mariupol, Nikolayev ve Harkov’da etkili bir şekilde savaşan birliklerin düzenli ordu birlikleri değil NATO ülkeleri tarafından örgütlenen, eğitilen ve silahlandırılan milliyetçi milis grupları olduğu konusunda Batılı ve Rus kaynakları büyük ölçüde mutabakat içindedir.


İddia 8: Rusya Ukrayna’yı yenmeyi başarsa da Batılı devletlerin ekonomik yaptırımlarına direnemez.

Cevap: Bu doğru olabilir. Ancak yaptırımların, a) Batı ittifakına ve özellikle Avrupa’ya ilişkin hangi sonuçları doğuracağı ve b) önemli bazı Asya ülkelerinin tavrını nasıl etkileyeceği henüz açık değildir. 

Rusya yaptırımlara karşı şimdilik son derece yumuşak bir tepki göstermiş, Avrupa’ya gaz ve petrol sevkiyatını kesmeye niyetli olmadığını bildirmiş, Batı bankalarında bulunan 300 milyar dolar rezervine el konduğu halde vadesi gelen tahvillerini dolarla ödemeye devam etmiştir. Bu “dostane” politikanın, Avrupa ülkeleriyle el altından sürdürülen birtakım pazarlıklarla ilgili olması pekala mümkündür.

Daha önemlisi, kilit bir dizi Asya ülkesi, beklentilerin aksine, yaptırımlar konusunda şimdilik ABD’ye karşı ve Rusya’dan yana bir tavır takınmıştır. Türkiye, Suudi Arabistan ve BAE, Çin, Hindistan ve hatta İsrail bu meyanda sayılabir. Özellikle Hindistan’ın 1947’den bu yana ilk kez can düşmanı Pakistan’la uluslararası bir meselede aynı safta yer alması düşündürücüdür. 

Sonuç olarak ekonomik savaşın ABD’ye mi Rusya’ya mı daha çok zarar vereceği henüz belirsizliğini korumaktadır.


İddia 9: ABD karşıtı görüşler Rus propagandasının ürünüdür.

Cevap: Savaşın bu ana kadarki en çarpıcı olgularından biri, hatta başlıcası, Rus propagandasının – kamuoyunu ikna etme çabasının – olağanüstü zayıflığıdır. Dünya medyasının neredeyse tümü ABD yanlısı savaş propagandasının etkisi altındadır. Batı medyası onyıllardan beri görülmemiş bir şekilde ortak bir anlatı çevresinde coşkuyla birleşmiştir. Rusların – haklı olmasa bile en azından – makul sayılabilecek karşı tezleri hemen hiç duyulmamaktadır. İlginçtir ki Rusya dahilinde dahi savaşı önemseyen veya haklı gösteren sesler son derece cılız çıkmaktadır.

Bu koşullarda, dünya haberleriyle ilgilenen aklı başında birinin Rus propagandasından nasıl ve neden etkilenmiş olabileceğini anlamak mümkün değildir. 


İddia 10: Rusya gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış oligarkların egemen olduğu bir ülkedir.

Cevap: Doğrudur, öyledir. Eski Sovyet ülkelerinin hepsi öyledir. Ukrayna da öyledir. Şu farkla ki, Ukrayna’nın aksine Rusya oligarklarının kendilerine bağlı silahlı milis güçleri yoktur. Ya da varsa, iç politikada Ukrayna’dakiler kadar etkin değildir. Örneğin Ukraynalı oligark İgor Kolomoyski gibi emrindeki bir televizyon oyuncusunu cumhurbaşkanı seçtirme güçleri yoktur. Ayrıca Rus oligarşisi ülkedeki çeşitli etnik ve dini kimlikler konusunda – Ukrayna’nın ve diğer Sovyet ülkelerinin hemen hepsinin aksine – son derece kapsayıcı ve önyargısızdır. Milleti, devleti ve özellikle Rusları talan eden Ukrayna oligarklarının aksine, milleti ve devleti talan etmekle yetinirler.

Oligark tabirini “devlet organlarıyla özel ilişkileri sayesinde büyük servete kavuşan ve bu serveti siyasi ve finansal güçlerini artırmak için kullanan kişi” olarak tanımlayabiliriz. Batı ülkelerinde bu nitelikteki kişiler genellikle birey değil tüzel kişilik adıyla tanınırlar (Boeing, Exxon, BlackRock, Amazon vs.).  ABD’nin tanıma uyan en zengin üç oligarkının net kişisel varlığı Rusya’nın önde gelen 113 oligarkının net varlığına eşittir. Hükmettikleri tüzel kişilikler açısından bakıldığında aradaki fark bunun on katından fazladır. 


İddia 11: Rusya diktatörlüktür. Diktatörlükle liberal demokrasilerin savaşında ikincisinden yana olmalıyız.

Cevap: Münferit siyasi muhaliflere uygulanan baskılar açısından ABD ile Rusya’nın uygulamaları arasında kayda değer bir fark yoktur (bkz. Assange, Snowden, Donziger, Guantanamo Bay). ABD cezaevi nüfusunun genel nüfusa oranı Rusya’nın iki katı kadardır.  ABD’de her yıl polis tarafından öldürülen kişi oranı da çeşitli tahminlere göre Rusya’nın on ila yirmi katı olabilir. İdam cezası ABD’de uygulanmakta, Rusya’da 1996’dan bu yana uygulanmamaktadır.

ABD kültüründe ifade özgürlükleri geleneksel olarak geniş yer tutardı. Ancak bunlar son yıllarda a) üniversitelerde ve yayın kuruluşlarında norm dışı görüşlere yönelik gitgide sertleşen baskılar ve b) dijital medyada çığırından çıkan sansür nedeniyle radikal olarak kısıtlanmıştır. Rusya’da yayın dünyası Türkiye’yi andıran resmi ve gayriresmi baskılara maruzdur. Buna rağmen, Türkiye’deki gibi, belli çizgiler dahilinde sert muhalefet yapan yayın organlarının yaşamasına izin verilmektedir. Rusya’da gazeteci sayısı nüfusa oranla ABD’nin dört katı (102 bin vs. 54 bin), basılı gazete sirkülasyonu yine nüfusa oranla iki katıdır (günde 22 milyon vs. 24 milyon). 

Rusya’da siyasi iktidar, tıpkı ABD’deki gibi, görünürde serbest çok partili seçimlerle belirlenmektedir. 2018 başkanlık seçiminde üç siyasi parti tarafından desteklenen V. Putin oyların %76’sını, çeşitli ölçülerde Putin rejimine muhalif olan yedi aday %23’ünü almışlardır. ABD’de tüm kilit konularda birbirinin eşi politikaları savunan (ve her halükarda seçim sloganları ile iktidardaki uygulamaları arasında mantıki bir bağ bulunmayan) Coca Cola ve Pepsi Cola partileri genellikle oyların %98 ila 99’unu alırlar.

Bu verilerden, iki ülkeden hangisinin daha fazla “diktatörlük” veya “liberal demokrasi” olduğuna dair net bir sonuca ulaşmak mümkün değildir.


İddia 12: Nişanyan Ermenistan yanlısı olduğundan Rusya’yı savunuyor.  

Cevap: Ermenistan halkının genellikle Ukrayna’ya sempati duymadığı gerçektir. Buna karşılık bir iki aşırı görüşlü kişi dışında Rusya’nın müdahalesini savunan kimseye rastlamadım. Konuştuğum kişilerin büyük çoğunluğu, savaşın Ermenistan’a verebileceği zararlardan dolayı kaygı içindedir. Her halükarda bugüne dek yaşadığı ülkelerin resmi-milli görüşüne boyun eğmemeyi şiar edinmiş bir kimsenin bu yaştan sonra neden tavrını değiştirmek isteyeceğini anlamak zordur.

Vicdanını ve aklını kişisel çıkarına kurban etmeye razı olacak birinin bu savaşta takınacağı tutum bellidir. Pazar Sohbetlerimi izleyenlerin sayısı son dört haftada yüzde otuz oranında düştü. Patreon destekçilerinin sayısında da kaygı verici bir azalma var. Çıkarını gözeten biri bu durumda ne yapar? Susar. Ya da sürünün çağrısına uyup göze batmamayı seçer.

Merak etmeyin, yapmam öyle şey.

 

 

Tuesday, February 22, 2022

Ukrayna bahisleri


1. Ukrayna’da büyük çaplı bir savaş bu aşamada kaçınılmaz görünüyor. Savaşı bariz bir şekilde NATO’nun (yani ABD’nin) istediği, tasarladığı ve provoke ettiği kanısındayım. 2014 darbesiyle Ukrayna’da rejimin değiştirilmesi, 1991 mutabakatlarına aykırı olarak ülkeye NATO askeri kuvvetlerinin yığılması, Uk. yönetiminin 2015 Minsk antlaşmalarına uymamaya teşvik edilmesi, ülkedeki Rus nüfusun haklarının sistemli olarak kısılması ve nihayet son aylarda ABD güdümündeki devletlerin iç tüketime ve üçüncü ülkelere yönelik olarak sürdürdüğü çılgınca savaş propagandası başka bir yoruma imkan vermiyor.

Rusya son haftalara dek savaştan kaçınmaya çalıştı. İki temel talep ileri sürdü. Birincisi, NATO’nun Rusya’ya doğru genişleme politikasından vaz geçeceğine dair yazılı taahhüt. İkincisi Minsk mutabakatlarının uygulanması; yani Uk.’da halkın %30 küsurunu oluşturan Rus nüfusun haklarının korunması, iki isyancı vilayete özel statü tanınması ve Kırım’ın Rusya’ya ilhakının tanınması. Bunlar hangi açıdan bakarsanız bakın haklı taleplerdir. Unutmayın ki 1962’de Sovyetler Birliği’nin Küba’ya birkaç füze yerleştirmesini ABD yönetimi dünya savaşı çıkarmak için yeterli neden saymıştı.  

2. ABD’nin iki stratejik amaç güttüğünü düşünüyorum.

Birinci amaç NATO müttefiklerini ortak bir hasma karşı birleştirmektir. Bu politikanın başlıca muhatapları son yıllarda NATO ittifakına uzun vadeli bağlılıkları kuşkulara yol açan iki ön saf ülkesi, Almanya ve Türkiye’dir. Savaşçı ve saldırgan olarak lanse edilen Rusya’ya karşı bu iki ülkenin ‘hizaya geleceği’, en azından ülke yöneticilerinin olası kaypaklıklarına karşı iki ülke kamuoyunun galeyana getirilebileceği hesaplanmıştır.

İkinci amaç, 1991 devriminden bu yana istikrar bulmamış bir devlet olduğuna inandıkları Rusya’ya hazır zayıf iken (ve Çin’le ittifakı henüz pekişmemişken) ölümcül darbeyi vurmaktır. Rusya yüzölçümü açısından dünyanın en büyük ülkesi ve doğal kaynaklar açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Bu kaynakların egemen ve dışa kapalı bir ülkenin elinde bulunması Batı (yani ABD) kapitalizmi için bir ukdedir. Yugoslavya nasıl acımasızca parçalandı ise Rusya’nın da öyle parçalanması, ya da en azından iç mücadelelerle zayıf düşerek yabancı sermayeye teslim olması umulmaktadır.

3. Ukrayna’nın askeri açıdan Rusya’ya karşı şansı yoktur. İlk kademede muhtemelen iki isyancı ilin tamamının, yani sadece sekiz yıldır isyancıların kontrolünde olan sahanın değil iki ilin tümünün işgali gündeme gelecektir. Dünkü konuşmasında P. bunu açıkça beyan etti. Fakat savaşın o noktada duracağını tahmin etmiyorum. Savaşa girmişken Kiev’i ele geçirmeden durmaları şaşırtıcı olur. Odesa’yı ele geçirip Ukrayna’nın denizle bağını kesmek de öncelikli savaş hedefleri arasında olacaktır tahminimce.

Acaba Kiev’de dururlar mı? Ruslukla bağı çok zayıf olan Batı Ukrayna’da ayrı bir rejimin yaşamasına göz yumarlar mı? Düşünmeye değer bir konu.

4. NATO (yani ABD) ilk aşamalarda savaşa müdahale etmez ve edemez. Kara kuvvetleri sevk etmeleri imkansızdır. Dolayısıyla a) teknik ve materyel desteği vererek savaşı mümkün olduğunca uzatmaya ve olabildiğince kanlı geçmesini sağlamaya, b) propaganda dozunu maksimuma çıkararak kamuoyunu ve özellikle müttefikleri galeyana getirmeye çalışacaklardır.

Önümüzdeki dönemde savaşa dair farklı görüşleri dile getirenlerin Batı dünyasında (ve ABD kontolündeki internet aleminde) çok sert yaptırımlarla karşılaşması kaçınılmaz görünüyor. Özellikle Almanya ve Türkiye bu konuda en katı tedbirlere muhatap olabilir. Ayağınızı denk alın.

5. Almanya’yı veya Polonya’yı ciddi bir müdahaleye ikna etmek zor görünüyor. Buna karşılık Odesa’nın kontrolü için uzun ve zor geçecek bir çatışmada ABD ve İngiliz donanmasının denizden bir müdahaleye karar vermesi mümkündür. Böyle bir olasılıkta Türkiye’nin savaş dışı kalması son derece zor olur. Montreux antlaşması, Türkiye’nin taraf olmadığı bir savaşta üçüncü ülkelerin Karadeniz’e muharip güç sokmasını hukuken neredeyse imkansız hale getirmektedir. Dolayısıyla Türkiye savaşa katılmak için ağır baskı altında kalabilir, hatta yönetimin direnmesi veya pazarlığı yanlış yürütmesi halinde içte umulmadık siyasi müdahalelerle karşılaşabilir.

6. Türkiye savaşa girmeye zorlanırsa karşılık olarak talep edebileceği tavizler ne olabilir? Bunları bilmemize imkan yok, ancak fikir gezdirebiliriz.

a) Türkiye dış borçlarının kısmen veya tamamen likidasyonunu talep edebilir.

b) Suriye’de halen işgal ettiği sahanın, hatta Fırat doğusu dahil olmak üzere daha büyük bir alanın resmen ilhakını isteyebilir.

c) Ege denizinde ve Doğu Akdeniz’de birtakım haklar ileri sürebilir.

d) Ermenistan’ın Türkiye ve/veya Azerbaycan tarafından kontrolüne yönelik adımlar önerebilir.

Diğer yandan Türkiye’nin savaşa katılmaktan vazgeçirmek amacıyla Rusya’nın sunabileceği imkanlar da yok değildir. Örneğin yukarıdaki maddelerin ikincisi ve dördüncüsü Rusya’nın da belki karşılayabileceği taleplerdir. Karşıt ihtimalde, doğalgaz ihtiyacının tamamını Rusya, İran ve müttefiklerinden karşılayan Türkiye’nin olası bir gaz ambargosuna nasıl ve ne kadar dayanabileceği meçhuldür.

7. ABD yönetiminin büyük gürültüyle ilan ettiği “cezalar” ve “yaptırımların” çok etkili olabileceğini sanmıyorum. En azından, okuma fırsatını bulduğum aklı başında Batılı kaynakların bunlara ilişkin fazla bir iyimserliği yoktur. ABD’nin uygulayabileceği her türlü finansal yöntem Rusya kadar Batı ittifakı üyelerine de zarar verir. Buna karşılık Rusya’nın Avrupa’ya uygulayabileceği doğalgaz ambargosu ittifak üyelerinin siyasi uyumunu çok kısa sürede yıpratabilir.

8. Rusya’nın Ukrayna’yı hızlıca ve fazla zorlanmadan yenmesi halinde Amerika’nın gerek kamuoyu gerek müttefik devletler nezdinde itibarı ciddi ölçüde zedelenecektir. Öyle bir fiyaskoya ABD güvenlik politikalarını yöneten kadroların duyarsız kalacağını düşünmüyorum. Aklıma gelen en kolay yöntem, bölgedeki küçük NATO ülkelerinin, mesela Polonya veya Litvanya’nın sahneleyeceği basit provokasyonlardır. Rusya bunlara cevap vermek zorunda kalırsa o zaman NATO ile Rusya bu kez doğrudan karşı karşıya gelebilirler. Kıyamet senaryosudur. Umalım ki işler o raddeye gelmesin. 

Monday, February 21, 2022

Index Anatolicus’a ilişkin birkaç not

Index Anatolicus projesine 2009’da başladım. Web sitesi 2010’da açıldı. 2014-2017 döneminde mecburi mola verdikten sonra 2018’de yeniden ele aldım. O günden bu yana günde ortalama bir saatimi bu siteye ayırıyorum. İçerik konusunda benden başka çalışan yok. Teknik işleri Gökhan yapıyor.

Sitenin üç amacı var:

1. Türkiye’deki tüm yerleşim birimlerinin tarih boyunca sahip olduğu adları kaynak göstererek belgelemek. Bu amaca büyük ölçüde ulaştım sanıyorum. Eksikler ve yanlışlar var hala, ama çok açık farkla piyasada tek tabanca olduğumuzu söyleyebilirim.

2. Türkçe olan ve olmayan adların kaynağını ve/veya anlamını belirlemek. Bu konu dipsiz bir kuyudur. Halk arasında dolaşan rivayetlerin tamamına yakını asılsızdır. Doğruya ulaşmak için Türkçenin, Rumcanın, Kürtçenin, Ermenicenin, Gürcücenin, Süryanicenin yenisini, eskisini, en eskisini, yerel lehçesini tanımak, aktarımdaki bozulmaları hesaba katmak, tarihi kaynakları taramak ve her an yeni bir bilgi kırıntısı için uyanık olmak gerekir. Açıklama gerektirmeyen basit Türkçe isimler dışındakilerin yüzde ellisini çözebilsem kendimi başarılı sayacağım.

3. Yerleşim birimlerinin (eğer varsa) günümüzdeki ve geçmişteki etnik yapısını kaydetmek. Bu konuya bulaştığım için çok pişmanım. Keşke girmeseydim diye sık sık düşünüyorum. Hepsini birden silip rahat etme kararının eşiğine birçok kez geldim. Kıyamadım.

Tr’deki kırk bin köyün belki kırk tanesini şahsen tanıyorum. Diğerleri için yazılı kaynaklara ya da sizden gelecek bilgilere ihtiyacım var. Ve maalesef gerek yazılı kaynaklar, gerek kullanıcıdan gelen bilgiler çoğu zaman feci ölçüde yanlış, tek yanlı, kasten veya masumca yanıltıcı. En tipik yanıltmaca, bir yerleşim biriminde mesela üç hane Ermeni (veya Kürt, Türk, Arap, Rum, Laz vs.) varsa o yerin ‘Ermeni (Kürt…) köyü’ diye bildirilmesi. İkinci büyük yanıltmaca, etnik kökeni meçhul ya da ‘sakıncalı’ olan yerler hakkında TC resmi ideolojisine uygun olarak üretilen sahte şecereler. Üçüncü tip yanıltmaca, bir yerin sahibi ya da ağası veya patronu olan ailenin kimliğini o yerin tümüne mal etme alışkanlığı. Bunları fark ettikçe ayıklamaya çalışıyorum. Bugüne dek siteye 40 bine yakın kullanıcı yorumu gelmiş. 25 bin kadarını elemişim. Kalanını kullanıcı imzasıyla yayınlıyorum, benim fikrim değil kullanıcının fikri, bilesiniz diye. Buna rağmen yediğim hakaretin haddi hesabı yok. “Filan yer Kürt köyü değil Türkmendir, Kürtler sonradan geldi, ana avrat vs.”

Ek iki not

* ‘Türk’ ya da ‘Sünni Türk’ Türkiye’nin default kimliğidir. Aksi belirtilmedikçe varsayımdır. O yüzden, kendine ‘Türk’ diyenlerin azınlık ve istisna olduğu Urfa, Hatay, Kars gibi bölgeler dışında bu etiketi kullanmaya gerek duymadım. Bir kere Aydın’ın yahut Kütahya’nın binlerce köyünün her birini ‘Türk’ diye işaretlemek çok monoton ve lüzumsuz bir emek olacaktı. İkincisi ve daha önemlisi, birtakım yerleri ‘Türk’ ya da ‘Sünni Türk’ diye işaretlemek diğerlerinin ‘Türk’ olmadığını ima edecekti. Kavgaya davetiyedir, ne gereği var? Bu düşüncelerle, farklı ve istisnai olanı işaretlemekle yetindim. (Aynı şekilde, Şırnak ve Hakkari’nin tüm köylerini ‘Sünni Kürt’ diye işaretlemeye de gerek görmedim.)

* Tr’de özellikle ‘Türkmen’ ya da ‘Yörük’ diye tanımlanan toplulukların her birini Oğuzların 24 boyundan birine mal etme alışkanlığı vardır. Söz konusu ‘boyların’ büyük ölçüde mitolojik (efsanevi)  olduklarını düşünüyorum. Yani masaldır. Ayrıca boy isimlerinin Osmanlı askeri/idari teşkilatlanması içindeki işlevinin de yanlış anlaşıldığı kanısındayım. O yüzden çeşitli köy ve sülaleleri Kayı, Bayat, Kızık vs. boylarına bağlayan yorumları hiç düşünmeden siliyorum. (Sadece 18. yy’da İran’dan göçen gerçek bir grup olan Kayseri ve çevresi Avşarlarını belirtmeye özen gösterdim.) Bu konularda daha fazla bilgi isteyenler interneti istila eden milyonlarca mitolojik tarih sayfasına danışabilirler.  

Komşu ülkeler

Tr coğrafyasını az çok tatmin edici bir şekilde bitirdikten sonra, Türkiye ile yakın tarihi ve demografik bağları olan komşu ilkelerle de ilgilenme ihtiyacı duydum. 2020’de Bulgaristan ve Kuzey Yunanistan’ı, 2021’de K. Makedonya ve Ermenistan Cumhuriyeti’ni Index Anatolicus’a dahil ettim. Bu yerlerin her biri için, Türkiye’nin aksine, en azından 1920’lerden bu yana ayrıntılı resmi kayıtlar vardır. İlgili alfabeleri okumak ve dillere biraz olsun vakıf olmak şartıyla internetten kolayca ulaşılabilir. Ayrıca Balkan ülkeleri için yak. 1910 tarihli Avusturya-Macaristan askeri haritaları, Kafkas ülkeleri için Çarlık dönemi büyük ölçekli haritaları araştırmayı çok kolaylaştıran kaynaklardır. Bu nedenle dört ülkenin yer adları envanterini çıkarmak Tr ile karşılaştırılamayacak ölçüde kolay oldu.

Neden?

İnsan 13+ yıl emek vereceği bir çalışmaya neden girer?

Elbette başlangıçta duygusal nedenler baş rolü oynar. Türkiye’nin modern tarihi yalanlar üzerine kuruludur. Bu gerçeği ilk fark ettiğim yirmili yaşlarımdan beri beni öfkelendiren bir şeydi. O yüzden, 2009’da o zamanki yayınevim Everest bana bu konuda ‘ufak’ bir çalışma yapmamı önerince hiç düşünmeden kabul ettim.

Sonra işler değişir. Çalıştıkça daha önce farkında olmadığın yığınlarca bilgi edinirsin. Farklı bakış açılarıyla tanışırsın. Bazı noktalara dokununca neden insanların canhıraş duygusal tepkiler verdiğini düşünmeye başlarsın. Meselelerin bir ya da iki boyutlu değil, yetmiş iki boyutlu olduğunu idrak edersin. Her şeyden önemlisi: Başladığın işi hakkıyla bitirme kaygısı diğer her şeyin önüne geçmeye başlar. İçerik arka plana düşer, kaynak ve kanıt sorunları zihninin büyük kısmını işgal eder. Falan yer filanmış diyoruz. Ne malum? Kim söylemiş? Neden söylemiş?

13+ yıl süreceğini bilsem girişir miydim? Asla! Olta ve balık gibi biraz. Bir kez tutuldun mu kurtuluşu yok.

Wednesday, December 1, 2021

Aslan Türkler ve yedi düvel meselesi

Gelelim şanlı Kurtuluş Savaşınıza. Deniyor ki Cihan Harbi’nden sonra Almanya’yı, Avusturya’yı, Macaristan’ı, Bulgaristan’ı da ezdiler. Ama ezenlere direnip kazanmak sadece Türkiye’ye nasip oldu. Bundan bir milli kahramanlık payesi çıkarmak mümkün müdür? Bir yere kadar mümkündür, evet. Sonuçta bütün dünya “Helal olsun, Türkler yenildi ama direnmeyi bildi, büyük lokmayı aslanın ağzından aldı” diyerek şapka çıkardı mı? Çıkardı. Doğrudur. Haklıdırlar.

Ama ne yapıyoruz? Her şeye bir de öbür taraftan bakma alışkanlığımızı asla terk etmiyoruz. Bakalım.

Türkiye’nin içinde bulunduğu ittifak Dünya Savaşında yenildi. Türkiye’nin kendisi de Suriye-Filistin ve Irak cephelerinde ağır hezimetlere uğradı. Savaştan ordusu sıfırlanmış, nüfusu kırılmış, ekonomisi çökmüş, morali bitmiş olarak çıktı.

Aralık 1918’den Ağustos 1920’ye dek Paris’in çeşitli banliyölerinde toplanan konferanslarda yenilen ülkelere olağanüstü ağır barış şartları dayatıldı. Orduları tasfiye edildi. Ekonomilerine el kondu. Almanya canı ciğeri olan Alsas ve Loren’i kaybetti; yüz yıl geçse altından kalkamayacağı tazminatlara mahkum edildi. Avusturya-Macaristan imparatorluğu parça pinçik edildi. Bulgaristan’ın öz ana vatan toprağı saydığı Makedonya ile 1913’te hasbelkader kazandığı Batı Trakya elinden alındı. Türklere ise şu cezayı mı verelim, bu cezayı mı verelim diye müzakere ederlerken iş işten geçti; ülkenin neredeyse tümü direniş ordusunun eline geçtikten aylar sonra hayatta uygulama şansı olmayan saçma sapan bir antlaşma imzalatmaya çalıştılar, sonra üç sene boyunca taviz üstüne taviz vere vere sonunda Türklerin kuvvetle istediği her noktada teslim olmak zorunda kaldılar.

Neden böyle oldu? Neden Türkler dayatmaya baş kaldırabildi de öbürleri boyun eğdi?

Almanya'dan başlayalım. Almanya neden direnmedi? Hemen direnemezdi çünkü bizzat savaş alanında tarihinin en büyük yenilgisini almıştı. Galip devletlerle (Fransa ve İngiltere) sınırdaştı. Ordusu yoktu. Kıpırdadığı anda başının ezileceği belliydi. Alttan aldılar. Acı çektiler. Bombayı yirmi yıl sonra patlattılar. Hem öyle Musul’du, Maraş’tı, Boğazların geçiş haklarıydı, Edirne’nin tren istasyonuydu değil, üç azılı düşmanının üçünü de topyekün yok etmecesine Kurtuluş Savaşı’na giriştiler. Fazla iddialı bir başkaldırıydı. Gene yenildiler.

Avusturya yok edildi, Avrupa’nın göbeğinde milli park boyutlarına indirgendi. Ulus devletler çağında hiç şansı yoktu. Çareyi büyük ağabeylerine sığınmakta buldular.

Macaristan tarihi topraklarının yüzde altmış küsurunu, sanayiinin yüzde seksenini kaybetti. Horthy ve Bethlen yıllarında direnmeyi denedi ama tasfiyeden aslan payı alan üç düşman devletin – Yugoslavya, Romanya ve Çekoslovakya’nın – demir çemberi içine alınmıştı. Kazanma imkanı yoktu. O da bekledi, intikamını 1940’ta aldı.

Bulgaristan daha 1913’te Sırp-Yunan ittifakına karşı hezimete uğramıştı. Yeniden aynı ikiliye karşı şansını denemeyi göze alamadı. İkinci Dünya Savaşında fırsat doğduğunda elinden alınan yerlerin tümünü çetin bir mücadeleyle kurtarmayı başardı. Ama bir kez daha, dört yıl sonra, Almanya yenilince onlar da yenik sayıldı.

Türkiye’ye gelince:

Türkiye’nin karşısında Yunanistan ile Ermenistan vardı. Yunanın nüfusu Türkiye’nin dörtte biri, ekonomik büyüklüğü üçte biri idi. Üstelik Türkiye bin yıldan beri ordu ve imparatorluk geleneklerine sahip bir ülke iken Yunan’ın milli hasleti üç kişi bir araya gelince dört siyasi hizip üreten türdendi. Savaş boyunca Türklerden çok kendi iç çatışmalarıyla ilgilendiler. Ermenistan ise devlet bile değildi. Üstelik tarihteki tek hamisi olan Rusya oralarda yoktu. Yirmi günde silindir geçmiş gibi ezildiler (Kasım 1920). Dahası, bu iki devlet Dünya Savaşı’nın galiplerinin müttefikleri bile değildi. Ne İngiltere'nin ne Fransa'nın onlara karşı hukuki veya diplomatik bir yükümlülüğü vardı. Maşa gibi kullanıp çöpe attılar. İngilizler katiyen Türk savaşına bulaşmadı; uzaktan seyredip Yunan’ı alkışlamakla yetindi. Fransızlar bir ara dener gibi oldular, iç siyasette en sağdan en sola bütün partiler “Kilikya Macerasına” karşı ayaklanınca, aman tamam deyip kaçtılar.

Çünkü -- ve işin püf noktası bu -- Dünya Savaşı galiplerinin Türkiye’de ‘hayati çıkarları’ yoktu. Hayati çıkar derken, hani şuradan da parça alsak iyi olur durumunu kastetmiyoruz.  Mesela Irak petrollerini kastediyoruz (çünkü 20. yüzyılda petrolsüz bir ülkenin ciddi bir savaşı sürdürme şansı kalmamıştı). Britanya’yı denizlerde mat edecek ya da adasını istila edebilecek bir askeri güç birikimini kastediyoruz. Çin veya Hindistan gibi dev bir pazarı tekeline almayı kastediyoruz. Süveyş Kanalı yahut Malaya Boğazı gibi dünyanın kilit noktalarını kastediyoruz (onlar gitti mi Hindistan da gider Çin de). Türkiye’de böyle bir numara yoktu. Boğazlar mühimceneydi, ama Rusya gidince onlara da pek lüzum kalmadı. Gerisi bir sürü çorak bozkır, yoksul bir ülke, kayda değer bir pazar oluşturamayacak kadar cılız bir nüfus, bir miktar kuru üzüm ile keçi. Hem üstelik Sovyet ihtilalinin olası yayılmacılığına karşı az çok sağlam bir Türkiye lazımdı. Bölünüp parçalanmış, İngiltere’yle beyhude bir kavgada helak olmuş bir Türkiye kime yarar? Türkleri Batıya temelli düşman etmenin kime ne faydası var?

Bütün bu koşullara rağmen Türkiye yedi düveli dize getirdi, kaybettiği savaşı rövanşta geri aldı, zaferlere doymadı zannetmeyin sakın. Çok şey kaybetti. Ağır bedel ödedi.

Arabistan’ı, Suriye’yi, Irak’ı ve Filistin’i 1916-18’de çatışa çatışa kaybetmişti. Geri almaya iştahı yoktu gerçi: Ülkeye egemen olan İttihat ve Terakki kadroları ‘milli devlet’ olmaya karar vermiş, Bakü’yü Bağdat’tan çok önemser olmuşlardı. Bıraktılar. Hayır, 1918’de değil resmen ve hukuken 1923’te Lozan antlaşması ile bıraktılar. (Not: Askeri işgal ilhak değildir. İmza atmadan defter kapanmaz. İzmir de işgal edilmişti ama çatır çatır geri alındı.)

Savaş öncesinden beri Türkiye’nin yakın tarihte kaybettiği Ege adaları (yalnız 12 Ada değil Kuzey Ege adaları da), Batı Trakya, Batum, Gümrü, Mısır, Kıbrıs üzerinde müktesep hak iddiaları vardı. Bunlar da, el mecbur, terk edildi. İyi mi edildi, kötü mü edildi demiyorum. Türkiye savaşı kaybetti ama kaybettiği her şeyi söke söke geri aldı zannetmeyesiniz diye hatırlatıyorum.


Özeti. Türkleri assak mı kessek mi diye bir süre tartıştılar. Ucuz olsun, bir taşla iki kuş diyerek Yunan’ı Anadolu’ya sürdüler. Bir miktar hırpaladılar. Sonra manasız olduğunu görüp çekildiler. Hepsi bu.

Tuesday, November 30, 2021

Şehir adları nereden gelir

1960 sonrasında Türkiye’de Türkçe olmayan veya Türkçeye benzemeyen tüm köy adları değiştirilirken il ve ilçe adlarına genellikle dokunulmadı. Bunun başlıca nedeni, köy adları İçişleri Bakanlığı kararnamesiyle değiştirilebilirken ilçe adları için Bakanlar Kurulu kararı, il adları için ise yasa gerekmesiydi.

Cumhuriyet döneminde kanunla yeni isim edinen il merkezi – şehir – adları Karaköse (Karakilise), Kırklareli (Kırkkilise) ve Tunceli’den (Kalan, Dersim) ibarettir. Yazımı düzeltilen Antep (Ayntab), Diyarbakır (Diyarbekir) ve Elazığ (Elaziz) bunlara eklenebilir. Beş yerde doğal coğrafyadan alınan idari birim adı il merkezi olan şehre aktarılmıştır: Ağrı (Karaköse), Batman (Eluh), Bingöl (Çapakçur), Hakkari (Çölemerik), Tekirdağ (Rodosto). Hatay idari birim adı olarak kalmış, il merkezi Antakya adını korumuştur.

1960 öncesinde var olan ilçelerin büyük çoğunluğunun adı aynen korunmuştur. Ancak o dönemde henüz köy olup 1987 ve 1991 reformlarıyla ilçe olan yerlerin pek çoğu ad değişiminden nasiplerini almıştır.

Orta ve Batı Anadolu ile Karadeniz kıyısındaki kentlerin büyük bir kısmının adı Bizans egemenliği döneminden aynen veya ufak telaffuz değişiklikleriyle Türkçeye aktarılmıştır. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Konya, Samsun, Trabzon örnek olartak sayılabilir. Rumcadan (yani Yunancadan) alınan bu isimlerin yaklaşık yarısı daha önceki kültürlerden Yunan dünyasına aktarılan adlar, yarısı Helenistik krallar veya Roma imparatorları döneminde yeni kurulmuş veya adlandırılmış yerlerdir.

Doğu ve Güneydoğu bölgeleri Türk fethinden önce uzunca süre Arap/İslam egemenliği altındaydı. Bu bölgedeki kent adlarının çoğu Türkçeye Arapçadan aktarılmıştır. Ancak öz-Arapça olan Diyarbekir dışındakilerin tümü Arap-öncesi dönemde var olan isimlerdir. Güneydoğudakilerin çoğu esasen Süryani (Arami) dilindedir. Kuzeydoğuda bir iki isim Ermeniceden alınarak Arapça bileşik veya türev oluşturulmuştur. Kuzeydoğudaki diğer birkaç kent adı ya doğrudan Ermeniceden alınmış, ya da Ermeniceden hiç değişmeksizin Arapçaya aktarılmıştır.

Ülkenin en kuzeydoğu köşesindeki iki kentin adı Gürcüceden, en güneydoğu köşesindeki iki kentin adı ise Kürtçeden gelir.

Türkçe olan 28 il ve il merkezi adından üçü beylikler döneminden hanedan adıdır (Aydın, Karaman, Kocaeli). Birkaçı Osmanlı döneminde kurulmuş yeni kentler (Elazığ, Gümüşhane, Nevşehir, Ordu, Osmaniye) ya da önemsiz köy iken yakın dönemde irileşmiş yerlerdir (Düzce, Karabük, Kırıkkale, Mersin, Yalova). Dört yere, yukarıda belirttiğimiz gibi, Cumhuriyet döneminde idari bölgenin Türkçe adı aktarılmıştır (Batman, Bingöl, Tekirdağ, Tunceli). Türk coğrafyasında birçok yerde karşımıza çıkan Çorum ve Yozgat’ın kökeni muğlaktır, ancak cemaat veya topluluk adı oldukları düşünülebilir. Rus idaresi zamanında kurulan Iğdır kentine Ruslar tarafından bölgedeki başka bir kalenin Türkçe ismi verilmiştir.

Yunancadan alınan il ve il merkezi adları (34)

Adana (Adana, Yunan-öncesi bir dilden, belki Dana-o kavim adıyla ilgili), Amasya (Amasia, İrani bir dilde kişi adı), Ankara (Ankyra, Yunan-öncesi bir dilden), Antakya (Antiokhia, kral adı), Antalya (Attalia, kral adı), Balıkesir (belki Paliókastro “eski kale”), Bartın (Parthénios, “kız deresi”), Bilecik (Bielo-komi, muhtemelen Slavca), Bolu (Klavdiopoli, kral adı), Burdur (belki Pretoria, Latinceden), Bursa (Prusa, kral adı), Çankırı (Gangra, Yunan-öncesi bir dilden), Edirne (Adrianupoli, kral adı), Giresun (Kerasunda, “kirazlı”), Isparta (Saparda, Yunan-öncesi bir dilden), İstanbul (Kostantinopoli, kral adı), İzmir (Smirni, Yunan-öncesi bir dilden), İzmit (Nikomidia > İznikmid, kral adı), Kastamonu (belki Kastra Komnenon, kale adı), Kayseri (Kaisaria, “kral kenti”), Konya (İkonio, Yunan-öncesi bir dilden), Kütahya (Kotyéo, Yunan-öncesi bir tanrı adından), Malatya (Melitini, Yunan-öncesi bir dilden), Manisa (Magnisía, Tesalya’da bir şehir adından), Muğla (Mogola, kökeni belirsiz, Slavca olması mümkün), Niğde (Nagida veya Nagidos, Yunan-öncesi bir dilden), Rize (Rhizéo, belki “pirinçlik” anlamında), Sakarya (Sangaria, nehir adı, Yunan-öncesi bir dilden), Samsun (Amissos > s-Amison, Yunan-öncesi bir dilden), Sinop (Sinópi, Yunan-öncesi bir dilden), Sivas (Sevastía, “kral kenti”), Tokat (Evtokía veya Dokia, kökeni belirsiz), Trabzon (Trapezunda, “masa tepe”), Zonguldak (belki Sandaráki, “zırnık”, şüpheli)

Adana, Kayseri, Malatya, belki Ankara ve Konya, Rumca adın Arapçada kullanılan biçiminden alınmıştır. Kilis de belki buna eklenebilir. Belki aşağıdaki Arapça listesine aktarılsa daha iyi.

Türkçeler (28)

Adapazarı, Adıyaman (“kötü namlı” anlamında, eski adı Hısnımansur Arapçadır), Aksaray, Aydın (hükümdar adı), Batman (esasen nehir adı, üstündeki Malabadi köprüsünün adından; il merkezi Eluh adlı önemsiz bir köy idi), Bingöl (esasen dağ adı; il merkezi Çapakçur Ermeniceden, Çolik belki Zazacadan), Çanakkale, Çorum (kökeni belirsiz, belki bir cemaat adı), Denizli (aslı Domuzlu), Düzce, Elazığ (Mamuretülaziz > Elaziz, Osmanlıca “Abdülaziz kenti”), Eskişehir, Gümüşhane (Rumca Argyrupoli Türkçeden çeviridir), Iğdır (belki bir Oğuz boyu adı, şüpheli), Karabük, Karaman (hükümdar adı; il merkezi olan Larende Yunancadan), Kırıkkale, Kırklareli (1928’e dek Kırkkilise), Kırşehir, Kocaeli (hükümdar adı), Mersin (Mersin İskelesi adından), Nevşehir (Osmanlıca “yenikent”), Ordu, Osmaniye, Tekirdağ (aslı Tekfurdağı, dağ adı; il merkezi Cumhuriyete dek Rodosto idi, Yunancadan), Tunceli (aslı Dersim, kökeni belirsiz), Yalova (Yalak-ova veya Yalı-ova adından), Yozgat (kökeni belirsiz, belki bir cemaat adı)

Arapçadan veya Arapça üzerinden alınanlar (10)

Antep (Ayntab, Süryaniceden), Bitlis (Bedlis, Arap-öncesi bir dilden), Diyarbakır (Diyar Bekr, aşiret adından; il merkezi olan Amid/Amed Süryanicedir), Erzincan (Ermeniceden), Erzurum (Erzen-i Rum, muhtemelen Ermenice Ardzn kasaba adından), Kilis (Yunanca Kirros’tan, nihai kökeni muhtemelen bir Sami dili), Maraş (Arap-öncesi bir dilden), Mardin (Süryaniceden), Siirt (Arap-öncesi bir dilden), Urfa (Süryanice Urhay “yollar” anlamında)

Ermeniceden gelenler (5)

Ağrı (Ağori/Akori kasaba adı Ermeni-öncesi bir dilden olmalı, Kürtçe uzak olasılık; il merkezi Karakilise > Karaköse Türkçedir), Bayburt (Baberd, berd “kale” anlamında, ancak bileşiğin yapısı şüpheli), Kars (Ermeni-öncesi bir dilden), Muş (muhtemelen Ermeni-öncesi bir dilden), Van (Urartu dilinden)

Arapçaya uyarlanmış şekilde aktarılan Erzincan ve Erzurum de buraya eklenebilir.

Gürcüceden alınanlar: Ardahan, Artvin

Kürtçeler: Hakkari (beylik adı, il merkezi Çölemerik Kürtçe olabilir, şüpheli), Şırnak (“Nuh şehri”)

Bilmediklerim: Afyon (sözcük Rumcadan Arapça yoluyla Türkçeye geçmiştir, ancak şehir adının kaynağı muğlaktır), Uşak (“aşıklar” veya “küçük” veya “hizmetçi” yorumları zorlamadır, kökeni bilinmiyor)

Friday, October 29, 2021

Yirmi birinci yüzyılda 'bilgi' nasıl üretilir

Elbette biliyorsunuz, bilim insanlarının yüzde 97’si insan kaynaklı küresel ısınmaya (anthropogenic global warming, AGW) inanıyor.

2013’ten bu yana bu bilgi muhtemelen birkaç yüz faklı kaynaktan karşınıza çıktı. Dünya basınını izliyorsanız hemen her gün her gazetede bu bilgiye rastladınız. Başkan Obama bilgiyi Twitter’a taşıdı: “Ninety-seven percent of scientists agree: climate change is real, man-made and dangerous.” Başkan Biden’ın çevre işleri temsilcisi John Kerry ona katıldı: “97% percent of the world’s scientists tell us [climate change] is urgent.” Dünya enformasyon sanayiinin amiral gemisi New York Times, Mayıs 2013’ten Ekim 2021’e dek ortalama haftada bir kez sihirli rakamı hatırlatmayı görev bildi: “Based on well-established evidence, about 97 percent of climate scientists have concluded that human-caused climate change is happening,” “Currently, more than 97 percent of publishing climate scientists agree: humans are the cause...” “Climate skeptics understand that 97 percent of scientists disagree with them”, “More than 97 percent of climate scientists are convinced that human-caused...” “A new study of climate scientists' opinions shows 97 percent agree that”, “More than 97 percent of all climate scientists think that climate change is real”, “Consensus affirmed: virtually all climate scientists agree warming ıs manmade”, “Some 97 percent of scientists who have written in peer-reviewed journals...”

Google’a “global warming” ve “97 percent” diye yazınca hemen hepsi genel kabulü tekrarlayan veya varsayan yaklaşık 625.000 sayfa bulacaksınız. Tartışacak konu kalmamış görünüyor. Geriye kalan yüzde üç besbelli kaçık olmalı ya da müzmin muhalif. Bunca bilim insanının kabul ettiği bir gerçeği inkâr etmek başka nasıl izah edilir?

Ne malum

Peki bu bilginin kaynağı ne? Neden mesela 95 veya 99 değil de 97? Hatta tam söylemek gerekirse %97,1? Kim saymış?

Kısa bir araştırmayla kaynağı buluyoruz. Yüzde 97 rakamını ilk ortaya atan değil ama dünya kamuoyuna maleden, Avustralya, ABD ve Kanadalı dokuz genç araştırmacının 15 Mayıs 2013’te marjinal bir çevreci dergide yayınladıkları bir makale. Linki şu: https://iopscience.iop.org/article/10.1088/1748-9326/8/2/024024/pdf. Makale bir milyon 318 bin kez download edilmiş. Son yılların en başarılı bilimsel makalesi olarak çeşitli ödüllerle taltif edilmiş. On binlerce atıf almış.

Araştırma yöntemi şöyle anlatılıyor.

1991-2012 arasında yayınlanmış olup ‘global warming’ veya ‘global climate change’ aramalarına cevap veren toplam 11.944 hakemli (peer-reviewed) makale seçilmiş. Sadece makale özetleri (abstract) veritabanına yüklenmiş. Tümü Skeptical Science adlı iklim militanı blogun takipçileri olan 12 kişi ve 12 yardımcı eleman, makale özetlerini tarayıp yedi kategoriye ayırmışlar. Kategoriler şöyle:

A) İnsan kaynaklı küresel ısınmayı (AGW) rakamsal verilerle savunan, B) AGW’yi savunan veya var sayan, C) AGW’ye ima yollu değinen, D) Tavır almayan, E) ima yollu reddeden, F) açıkça reddeden, G) rakamsal verilerle reddeden.

İnanması gerçekten güç ama makalenin hiçbir yerinde yedi kategorinin rakamsal sonuçları ayrı ayrı belirtilmiyor. Onun yerine ilk üç kategori ile son üç kategori paçal edilmiş. Sonuçlar:

A-B-C:      Kesin veya belki veya tahminen AGW savunanlar       %32,6

D:              Savunup savunmadığı belli olmayanlar                          %66,4

E-F-G:       Kesin veya ima yollu reddedenler                                   %0,7

                  Kararsızlar                                                                            %0,3

Demek ki 1991’den bu yana akademik dergilere ‘küresel ısınma’ ya da ‘küresel iklim değişikliği’ konulu yazı yazanların yüzde 32 küsuru “insanlar yüzünden iklim değişiyor” ya da “herhalde değişiyordur” ya da “değiştiği söyleniyor”, “değişmesi mümkündür” gibi bir görüş bildirmişler. Yüzde 66’sı, yani üçte ikisi, öyledir ya da değildir gibi bir beyanda bulunma gereği duymamış.

Peki yüzde 97 nereden çıktı? Şimdi sıkı durun. Araştırmacılarımız, bilim insanlarının herkesin mutabık olduğu konular yerine henüz tartışılan ve cevaplanmamış konulara yoğunlaşmak istemesini anlayışla karşılamışlar (sf. 5), fakat görüş bildirmeyenleri değerlendirmeye almayı lüzumsuz bulmuşlar. Öyle ya, adamın böyle hayati bir konuda bir görüşü yoksa fikri neden sorulsun? Sağlam (ya da tahminen sağlamımsı) görüşü olan yüzde 32,6 artı 0,7’nin yüzde kaçı vardır demiş? 32,6/33,3 = yüzde 97,1. Buyur!

Tabii “küresel ısınma” ya da “küresel iklim değişikliği” konulu makale yazanların peşinen bir yöne meyilli olduğu, sonuçta bu işin bir meslek ve kariyer meselesi olduğu, AGW’ye inanmayan ya da umursamayanların bu konuda makale yazma ihtimalinin düşük olduğu gibi mevzulara hiç girmiyoruz. Onlara girsek sonuç kaç çıkar? 2013’ten bu yana geçen dokuz yılda rakamlar ne kadar değişmiştir? Bunların hepsi muamma. Fakat bilgimiz net. Yüzde 97,1. Nicel. Kesin. Bilimsel.

Mihraklar

Ele aldığımız makaleden kısa bir süre önce bir kamuoyu araştırmaları (public opinion) dergisinde yayınlanan makaleye göre ABD ahalisinin %39’u bilim insanlarının küresel ısınma konusunda fikir birliği içinde olduğuna inanıyormuş; oysa görüşü sorulan bilim insanlarının %97’si küresel ısınmanın bir gerçek olduğunu, %84’ü ise sebebin kısmen veya tamamen insan kaynaklı olduğunu bildirmiş. (http://ijpor.oxfordjournals.org/content/early/2011/10/27/ijpor.edr033.short)

Yine aynı dönemde ABD Bilimler Akademisi’nin dergisinde çıkan bir makalede, iklim konusunda yirmiden fazla makale yazmış olan  908 bilim insanından %97’sinin insan kaynaklı küresel ısınmaya inandığını, inanmayan azınlığın ise – cık cık cık – çok az makale yazan grupta bulunduğu tespit edilmiş. (http://www.pnas.org/content/107/27/12107)

Dokuz yazarlı makalenin marjinal bir akademik dergide yayınlandığı tarihte ABD kaynaklı dünya medyasının tamamında haber konusu olmasını ve ertesi gün (16 Mayıs 2013) ABD başkanı tarafından yüzde 97 sayısı vurgulanarak alemlere tweetlenmesini de not ediyoruz.

Konuya ilişkin devasa bir literatür var. Ayak üstü sekiz on makale okuyabildim. Hemen hepsinde 97 rakamının sihirli özelliklerine dikkat çekilmiş. Yüzde seksen desen geriye yüzde yirmi kalır, saygıdeğer bir sayıdır. Yüzde yüz desen kimse inanmaz. 97 ideal sayı, neredeyse konsensus, arta kalanların ekzantrik ve gayrıciddi kimseler olarak damgalamaya uygun. Tartışılan konular kutup ayıları filan değil, genellikle kamuoyu algısı, kognitif teori, bilgi psikolojisi, ikna stratejileri gibi şeyler.

Çağdaş ‘bilim’ böyle bir şey.

Sonuç: Isınıyor mu?

Yukarıdakilerden insan kaynaklı küresel ısınma olmadığı yahut var diyenlerin yalancı olduğu sonucu çıkar mı? Tabii çıkmaz. Bırakın yüzde doksan yediyi, BİR tane dürüst bilim insanı var diyor ve delil getiriyorsa ciddiye alınması gereken bir tezdir. Sayılar arttıkça tez kuvvetlenmez, aksine zayıflar, çünkü kalabalıklar her zaman tembelliğe ve cahilliğe meyyaldir. Galileo zamanında bilim insanlarının yüzde kaçı dünyanın evrenin merkezi olduğuna inanıyordu? Darwin okuyan bilim insanlarının kaçı hemen ikna oldu?

Lakin çağımız demokrasi çağı olduğundan ahalinin de bir şekilde inanması ya da inandırılması da şart.

Mesele şu: Milyonlarca okumuş yazmış insanın kıytırık bir makaledeki bariz şarlatanlığı algılamaktan aciz olduğu bir dünyada, uydurma olduğu apaçık olan bir bilginin 625 bin defa tekrarlanarak tartışılmaz veri haline gelebildiği bir çağda, dev boyutlu ekonomik ve siyasi çıkarları ilgilendiren bir konuda, “bilgi” nasıl üretilir? Nasıl sınanır? Nasıl güvenilir?

Kalmış mıdır ‘bilgi’ diye bir şey?

 

Saturday, October 2, 2021

Demokratik modelin iflası

İkinci Dünya Savaşından sonra dünyanın büyük bir bölümünde norm olarak benimsenen çok partili demokrasi günümüzde bir yönetim modeli olarak cazibesini kaybetmiştir. Düne dek az veya çok başarılı demokrasi deneyleri sayılan bir dizi ülke – Rusya, Hindistan, Türkiye, Macaristan, Venezuela – demokratik modelden hızla uzaklaşmıştır. Dünyanın en büyük ve/veya en başarılı ülkelerinden birkaçı – Çin, Singapur, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri – çok partili demokrasi modelini öteden beri ilkesel olarak reddetmektedir. Çok partili demokrasi modelinin anavatanı sayılan Batı ülkelerinde dahi demokratik düzenin a) yetersizliğine veya b) sahteliğine ilişkin görüşler yaygınlaşmıştır. Mounk ve Foa’nın araştırmaları, demokratik düzenin vazgeçilmezliğine olan inancın bellibaşlı Batı ülkelerinin tümünde yaşla orantılı olarak azaldığını ve genç kuşaklarda yüzde otuzların altına düştüğünü göstermektedir.

Öncelikle ‘demokratik’ sayılan rejimlerin bellibaşlı kurumsal özellikleri üzerinde duralım. Üç belirleyici unsur sayabiliyoruz. 1. Siyasi partilerin açık rekabeti. 2. Halk oyuyla seçilmiş meclisin nihai egemenliğe (kanun yapma yetkisine) sahip olması. 3. Kamu yönetiminin (icranın) başının doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından seçilmesi.

Bugünün dünyasında bu ilkelerin – veya iddiaların – fazla bir geçerliği kalmadığı açıktır.

1.    Toplum yönetiminin en belirleyici boyutlarından biri olan finans yönetimi (para ve bankalar sistemi) büyük ölçüde icra ve yasama organlarının kontrolü dışındadır. Eskiden beri belli bir özerkliği vardı, fakat 1980’lerin ‘deregülasyon’ furyasından sonra ulus devletlerin denetim imkanları neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, kamu yönetiminin en hayati alanlarından birinde ‘demokratik’ sayılan kurumların fazlaca bir işlevi kalmamıştır.

2.     Hemen her ülkede silahlı kuvvetler ve istihbarat kurumları devasa bütçelere ve olağanüstü boyutlarda hareket serbestliğine kavuşmuştur. Çığırından çıkarılmış bir tehdit algısı (“teröre karşı savaş”) ve toplumsal paranoyadan beslenen ‘gizlilik’ fetişizmi bu kurumların siyasi organlarca kontrolünü neredeyse imkansız hale getirmiştir.

3.     ‘Demokrasi’ teorisinin ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tasarlandığı çağlarda ulusal ekonominin küçük bir payını temsil eden merkezi devlet bürokrasisi bugün ‘gelişmiş’ ülkelerde ulusal gelirin yüzde elli ila altmışını yutan bir ejdere dönüşmüştür. Profesyonel kariyer memurlarından oluşan bu yapının tanım gereği amatör kişilerden oluşan bir avuç ‘halk temsilcisi’ tarafından ciddi anlamda kontrol edilebileceğini düşünmek hayal gücümüzü zorlar.

4.    Seçilmiş organların finans sistemini, silahlı kuvvetleri ve genel olarak devlet bürokrasisini yönetemediği bir sistemde siyasi partilerin hareket sahası olağanüstü daralmıştır. Etkinlikleri a) gerçek dünyada karşılığı olmayan birtakım basit, sembolik sloganlar üretmek, ve b) yandaşlarına – yasal veya yasadışı yollarla – rant veya istihdam fırsatları yaratmakla sınırlıdır.

5.    Bu iki işlevle kendini sınırlamayan siyasi seçeneklerin başarı şansı sıfıra yakındır. Çünkü a) siyaset mesleği aşırı derecede pahalılaşmıştır; b) kamuoyu büyük maddi imkanlara ve kurumsal desteğe sahip yayın organlarınca kolayca yönlendirilmektedir; c) egemenlerin tasarrufundaki polis yöntemleri son derece güçlü ve çeşitlidir; varolan düzeni sarsabilecek siyasi aktörleri daha emekleme aşamasındayken ezmek çocuk oyuncağı olmuştur.

6.    Devletler arası sahada ekonomik, teknolojik ve örgütsel güç dengesizliği aşırı boyutlara varmıştır. Bunun sonucu olarak, küçük ve orta boy ülkelerde a) yayın organlarını, b) siyasi partileri, c) bakan ve parlamenterleri, d) gizlilik tutkusundan yararlanarak istihbarat örgütü mensuplarını, e) fantezi silah tutkusundan yararlanarak silahlı kuvvetler mensuplarını satın almak son derece kolaylaşmıştır. Bu tip ülkelerde siyaset büyük devletlerin stratejik çıkarları doğrultusunda oynanan bir maskeli oyuna kolayca dönüşebilmektedir.

7.    Bütün bunların sonucunda siyasetten umudunu kesen halklar çoğu ülkede özel dünyasına kapanmış, basit ve sembolik birtakım söylemler dışında ülke yönetimine ilgisini kaybetmiştir. Halkın siyasetten soğuması, saydığımız altı faktörün her birinin daha da şiddetlenmesi sonucunu doğurur. Halkın ilgi (ve bilgi) yoksunu olduğu bir ortamda finans sistemi, ordu ve bürokrasi daha başına buyruk, siyasi partiler daha yoz, yeni seçeneklerin belirmesi daha güç,  vicdanını kesesi dolgun olana satma eğilimi daha güçlüdür.

Bu koşullarda, Batı dünyasının 1945’ten bu yana modernliğin olmazsa olmazı ve medeni hayatın asli unsuru olarak sunduğu demokratik modelin günümüzde cazibesini büyük ölçüde yitirmiş olması şaşırtıcı değildir. Nitekim geldiğimiz noktada a) Latin Amerika’da, b) İslam dünyasında, c) Çin’i olası bir model olarak gören Doğu Asya ülkelerinde Batı tipi partili demokrasinin halk ve elitler nezdinde itibarı tükenmeye yüz tutmuştur; d) Doğu Avrupa ve eski Sovyet ülkelerinde demokrası dışı tercihler yükseliştedir.

Batının öncü ülkelerinde de son yılların siyasi gelişmeleri, önümüzdeki yıllarda demokratik sistemlerin hızlı çöküşünü düşünülemeyecek bir ihtimal olmaktan çıkarmış görünüyor.

Friday, September 3, 2021

Substack'a buyurun

Nişanyan Blog bundan böyle Substack'ta hizmetinizde.

Eski yazıların tümü yeni adrese taşındı. Blogger'e oranla Substack daha çok okunuyor, tanıtım işlevleri daha iyi, kullanımı daha kolay. Ancak Blogger'e alışık okurlarımın ısrarı üzerine bazı yazılarımı burada da paylaşmayı sürdüreceğim.

Sevan Nişanyan