Wednesday, December 1, 2021

Aslan Türkler ve yedi düvel meselesi

Gelelim şanlı Kurtuluş Savaşınıza. Deniyor ki Cihan Harbi’nden sonra Almanya’yı, Avusturya’yı, Macaristan’ı, Bulgaristan’ı da ezdiler. Ama ezenlere direnip kazanmak sadece Türkiye’ye nasip oldu. Bundan bir milli kahramanlık payesi çıkarmak mümkün müdür? Bir yere kadar mümkündür, evet. Sonuçta bütün dünya “Helal olsun, Türkler yenildi ama direnmeyi bildi, büyük lokmayı aslanın ağzından aldı” diyerek şapka çıkardı mı? Çıkardı. Doğrudur. Haklıdırlar.

Ama ne yapıyoruz? Her şeye bir de öbür taraftan bakma alışkanlığımızı asla terk etmiyoruz. Bakalım.

Türkiye’nin içinde bulunduğu ittifak Dünya Savaşında yenildi. Türkiye’nin kendisi de Suriye-Filistin ve Irak cephelerinde ağır hezimetlere uğradı. Savaştan ordusu sıfırlanmış, nüfusu kırılmış, ekonomisi çökmüş, morali bitmiş olarak çıktı.

Aralık 1918’den Ağustos 1920’ye dek Paris’in çeşitli banliyölerinde toplanan konferanslarda yenilen ülkelere olağanüstü ağır barış şartları dayatıldı. Orduları tasfiye edildi. Ekonomilerine el kondu. Almanya canı ciğeri olan Alsas ve Loren’i kaybetti; yüz yıl geçse altından kalkamayacağı tazminatlara mahkum edildi. Avusturya-Macaristan imparatorluğu parça pinçik edildi. Bulgaristan’ın öz ana vatan toprağı saydığı Makedonya ile 1913’te hasbelkader kazandığı Batı Trakya elinden alındı. Türklere ise şu cezayı mı verelim, bu cezayı mı verelim diye müzakere ederlerken iş işten geçti; ülkenin neredeyse tümü direniş ordusunun eline geçtikten aylar sonra hayatta uygulama şansı olmayan saçma sapan bir antlaşma imzalatmaya çalıştılar, sonra üç sene boyunca taviz üstüne taviz vere vere sonunda Türklerin kuvvetle istediği her noktada teslim olmak zorunda kaldılar.

Neden böyle oldu? Neden Türkler dayatmaya baş kaldırabildi de öbürleri boyun eğdi?

Almanya'dan başlayalım. Almanya neden direnmedi? Hemen direnemezdi çünkü bizzat savaş alanında tarihinin en büyük yenilgisini almıştı. Galip devletlerle (Fransa ve İngiltere) sınırdaştı. Ordusu yoktu. Kıpırdadığı anda başının ezileceği belliydi. Alttan aldılar. Acı çektiler. Bombayı yirmi yıl sonra patlattılar. Hem öyle Musul’du, Maraş’tı, Boğazların geçiş haklarıydı, Edirne’nin tren istasyonuydu değil, üç azılı düşmanının üçünü de topyekün yok etmecesine Kurtuluş Savaşı’na giriştiler. Fazla iddialı bir başkaldırıydı. Gene yenildiler.

Avusturya yok edildi, Avrupa’nın göbeğinde milli park boyutlarına indirgendi. Ulus devletler çağında hiç şansı yoktu. Çareyi büyük ağabeylerine sığınmakta buldular.

Macaristan tarihi topraklarının yüzde altmış küsurunu, sanayiinin yüzde seksenini kaybetti. Horthy ve Bethlen yıllarında direnmeyi denedi ama tasfiyeden aslan payı alan üç düşman devletin – Yugoslavya, Romanya ve Çekoslovakya’nın – demir çemberi içine alınmıştı. Kazanma imkanı yoktu. O da bekledi, intikamını 1940’ta aldı.

Bulgaristan daha 1913’te Sırp-Yunan ittifakına karşı hezimete uğramıştı. Yeniden aynı ikiliye karşı şansını denemeyi göze alamadı. İkinci Dünya Savaşında fırsat doğduğunda elinden alınan yerlerin tümünü çetin bir mücadeleyle kurtarmayı başardı. Ama bir kez daha, dört yıl sonra, Almanya yenilince onlar da yenik sayıldı.

Türkiye’ye gelince:

Türkiye’nin karşısında Yunanistan ile Ermenistan vardı. Yunanın nüfusu Türkiye’nin dörtte biri, ekonomik büyüklüğü üçte biri idi. Üstelik Türkiye bin yıldan beri ordu ve imparatorluk geleneklerine sahip bir ülke iken Yunan’ın milli hasleti üç kişi bir araya gelince dört siyasi hizip üreten türdendi. Savaş boyunca Türklerden çok kendi iç çatışmalarıyla ilgilendiler. Ermenistan ise devlet bile değildi. Üstelik tarihteki tek hamisi olan Rusya oralarda yoktu. Yirmi günde silindir geçmiş gibi ezildiler (Kasım 1920). Dahası, bu iki devlet Dünya Savaşı’nın galiplerinin müttefikleri bile değildi. Ne İngiltere'nin ne Fransa'nın onlara karşı hukuki veya diplomatik bir yükümlülüğü vardı. Maşa gibi kullanıp çöpe attılar. İngilizler katiyen Türk savaşına bulaşmadı; uzaktan seyredip Yunan’ı alkışlamakla yetindi. Fransızlar bir ara dener gibi oldular, iç siyasette en sağdan en sola bütün partiler “Kilikya Macerasına” karşı ayaklanınca, aman tamam deyip kaçtılar.

Çünkü -- ve işin püf noktası bu -- Dünya Savaşı galiplerinin Türkiye’de ‘hayati çıkarları’ yoktu. Hayati çıkar derken, hani şuradan da parça alsak iyi olur durumunu kastetmiyoruz.  Mesela Irak petrollerini kastediyoruz (çünkü 20. yüzyılda petrolsüz bir ülkenin ciddi bir savaşı sürdürme şansı kalmamıştı). Britanya’yı denizlerde mat edecek ya da adasını istila edebilecek bir askeri güç birikimini kastediyoruz. Çin veya Hindistan gibi dev bir pazarı tekeline almayı kastediyoruz. Süveyş Kanalı yahut Malaya Boğazı gibi dünyanın kilit noktalarını kastediyoruz (onlar gitti mi Hindistan da gider Çin de). Türkiye’de böyle bir numara yoktu. Boğazlar mühimceneydi, ama Rusya gidince onlara da pek lüzum kalmadı. Gerisi bir sürü çorak bozkır, yoksul bir ülke, kayda değer bir pazar oluşturamayacak kadar cılız bir nüfus, bir miktar kuru üzüm ile keçi. Hem üstelik Sovyet ihtilalinin olası yayılmacılığına karşı az çok sağlam bir Türkiye lazımdı. Bölünüp parçalanmış, İngiltere’yle beyhude bir kavgada helak olmuş bir Türkiye kime yarar? Türkleri Batıya temelli düşman etmenin kime ne faydası var?

Bütün bu koşullara rağmen Türkiye yedi düveli dize getirdi, kaybettiği savaşı rövanşta geri aldı, zaferlere doymadı zannetmeyin sakın. Çok şey kaybetti. Ağır bedel ödedi.

Arabistan’ı, Suriye’yi, Irak’ı ve Filistin’i 1916-18’de çatışa çatışa kaybetmişti. Geri almaya iştahı yoktu gerçi: Ülkeye egemen olan İttihat ve Terakki kadroları ‘milli devlet’ olmaya karar vermiş, Bakü’yü Bağdat’tan çok önemser olmuşlardı. Bıraktılar. Hayır, 1918’de değil resmen ve hukuken 1923’te Lozan antlaşması ile bıraktılar. (Not: Askeri işgal ilhak değildir. İmza atmadan defter kapanmaz. İzmir de işgal edilmişti ama çatır çatır geri alındı.)

Savaş öncesinden beri Türkiye’nin yakın tarihte kaybettiği Ege adaları (yalnız 12 Ada değil Kuzey Ege adaları da), Batı Trakya, Batum, Gümrü, Mısır, Kıbrıs üzerinde müktesep hak iddiaları vardı. Bunlar da, el mecbur, terk edildi. İyi mi edildi, kötü mü edildi demiyorum. Türkiye savaşı kaybetti ama kaybettiği her şeyi söke söke geri aldı zannetmeyesiniz diye hatırlatıyorum.


Özeti. Türkleri assak mı kessek mi diye bir süre tartıştılar. Ucuz olsun, bir taşla iki kuş diyerek Yunan’ı Anadolu’ya sürdüler. Bir miktar hırpaladılar. Sonra manasız olduğunu görüp çekildiler. Hepsi bu.

Tuesday, November 30, 2021

Şehir adları nereden gelir

1960 sonrasında Türkiye’de Türkçe olmayan veya Türkçeye benzemeyen tüm köy adları değiştirilirken il ve ilçe adlarına genellikle dokunulmadı. Bunun başlıca nedeni, köy adları İçişleri Bakanlığı kararnamesiyle değiştirilebilirken ilçe adları için Bakanlar Kurulu kararı, il adları için ise yasa gerekmesiydi.

Cumhuriyet döneminde kanunla yeni isim edinen il merkezi – şehir – adları Karaköse (Karakilise), Kırklareli (Kırkkilise) ve Tunceli’den (Kalan, Dersim) ibarettir. Yazımı düzeltilen Antep (Ayntab), Diyarbakır (Diyarbekir) ve Elazığ (Elaziz) bunlara eklenebilir. Beş yerde doğal coğrafyadan alınan idari birim adı il merkezi olan şehre aktarılmıştır: Ağrı (Karaköse), Batman (Eluh), Bingöl (Çapakçur), Hakkari (Çölemerik), Tekirdağ (Rodosto). Hatay idari birim adı olarak kalmış, il merkezi Antakya adını korumuştur.

1960 öncesinde var olan ilçelerin büyük çoğunluğunun adı aynen korunmuştur. Ancak o dönemde henüz köy olup 1987 ve 1991 reformlarıyla ilçe olan yerlerin pek çoğu ad değişiminden nasiplerini almıştır.

Orta ve Batı Anadolu ile Karadeniz kıyısındaki kentlerin büyük bir kısmının adı Bizans egemenliği döneminden aynen veya ufak telaffuz değişiklikleriyle Türkçeye aktarılmıştır. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Konya, Samsun, Trabzon örnek olartak sayılabilir. Rumcadan (yani Yunancadan) alınan bu isimlerin yaklaşık yarısı daha önceki kültürlerden Yunan dünyasına aktarılan adlar, yarısı Helenistik krallar veya Roma imparatorları döneminde yeni kurulmuş veya adlandırılmış yerlerdir.

Doğu ve Güneydoğu bölgeleri Türk fethinden önce uzunca süre Arap/İslam egemenliği altındaydı. Bu bölgedeki kent adlarının çoğu Türkçeye Arapçadan aktarılmıştır. Ancak öz-Arapça olan Diyarbekir dışındakilerin tümü Arap-öncesi dönemde var olan isimlerdir. Güneydoğudakilerin çoğu esasen Süryani (Arami) dilindedir. Kuzeydoğuda bir iki isim Ermeniceden alınarak Arapça bileşik veya türev oluşturulmuştur. Kuzeydoğudaki diğer birkaç kent adı ya doğrudan Ermeniceden alınmış, ya da Ermeniceden hiç değişmeksizin Arapçaya aktarılmıştır.

Ülkenin en kuzeydoğu köşesindeki iki kentin adı Gürcüceden, en güneydoğu köşesindeki iki kentin adı ise Kürtçeden gelir.

Türkçe olan 28 il ve il merkezi adından üçü beylikler döneminden hanedan adıdır (Aydın, Karaman, Kocaeli). Birkaçı Osmanlı döneminde kurulmuş yeni kentler (Elazığ, Gümüşhane, Nevşehir, Ordu, Osmaniye) ya da önemsiz köy iken yakın dönemde irileşmiş yerlerdir (Düzce, Karabük, Kırıkkale, Mersin, Yalova). Dört yere, yukarıda belirttiğimiz gibi, Cumhuriyet döneminde idari bölgenin Türkçe adı aktarılmıştır (Batman, Bingöl, Tekirdağ, Tunceli). Türk coğrafyasında birçok yerde karşımıza çıkan Çorum ve Yozgat’ın kökeni muğlaktır, ancak cemaat veya topluluk adı oldukları düşünülebilir. Rus idaresi zamanında kurulan Iğdır kentine Ruslar tarafından bölgedeki başka bir kalenin Türkçe ismi verilmiştir.

Yunancadan alınan il ve il merkezi adları (34)

Adana (Adana, Yunan-öncesi bir dilden, belki Dana-o kavim adıyla ilgili), Amasya (Amasia, İrani bir dilde kişi adı), Ankara (Ankyra, Yunan-öncesi bir dilden), Antakya (Antiokhia, kral adı), Antalya (Attalia, kral adı), Balıkesir (belki Paliókastro “eski kale”), Bartın (Parthénios, “kız deresi”), Bilecik (Bielo-komi, muhtemelen Slavca), Bolu (Klavdiopoli, kral adı), Burdur (belki Pretoria, Latinceden), Bursa (Prusa, kral adı), Çankırı (Gangra, Yunan-öncesi bir dilden), Edirne (Adrianupoli, kral adı), Giresun (Kerasunda, “kirazlı”), Isparta (Saparda, Yunan-öncesi bir dilden), İstanbul (Kostantinopoli, kral adı), İzmir (Smirni, Yunan-öncesi bir dilden), İzmit (Nikomidia > İznikmid, kral adı), Kastamonu (belki Kastra Komnenon, kale adı), Kayseri (Kaisaria, “kral kenti”), Konya (İkonio, Yunan-öncesi bir dilden), Kütahya (Kotyéo, Yunan-öncesi bir tanrı adından), Malatya (Melitini, Yunan-öncesi bir dilden), Manisa (Magnisía, Tesalya’da bir şehir adından), Muğla (Mogola, kökeni belirsiz, Slavca olması mümkün), Niğde (Nagida veya Nagidos, Yunan-öncesi bir dilden), Rize (Rhizéo, belki “pirinçlik” anlamında), Sakarya (Sangaria, nehir adı, Yunan-öncesi bir dilden), Samsun (Amissos > s-Amison, Yunan-öncesi bir dilden), Sinop (Sinópi, Yunan-öncesi bir dilden), Sivas (Sevastía, “kral kenti”), Tokat (Evtokía veya Dokia, kökeni belirsiz), Trabzon (Trapezunda, “masa tepe”), Zonguldak (belki Sandaráki, “zırnık”, şüpheli)

Adana, Kayseri, Malatya, belki Ankara ve Konya, Rumca adın Arapçada kullanılan biçiminden alınmıştır. Kilis de belki buna eklenebilir. Belki aşağıdaki Arapça listesine aktarılsa daha iyi.

Türkçeler (28)

Adapazarı, Adıyaman (“kötü namlı” anlamında, eski adı Hısnımansur Arapçadır), Aksaray, Aydın (hükümdar adı), Batman (esasen nehir adı, üstündeki Malabadi köprüsünün adından; il merkezi Eluh adlı önemsiz bir köy idi), Bingöl (esasen dağ adı; il merkezi Çapakçur Ermeniceden, Çolik belki Zazacadan), Çanakkale, Çorum (kökeni belirsiz, belki bir cemaat adı), Denizli (aslı Domuzlu), Düzce, Elazığ (Mamuretülaziz > Elaziz, Osmanlıca “Abdülaziz kenti”), Eskişehir, Gümüşhane (Rumca Argyrupoli Türkçeden çeviridir), Iğdır (belki bir Oğuz boyu adı, şüpheli), Karabük, Karaman (hükümdar adı; il merkezi olan Larende Yunancadan), Kırıkkale, Kırklareli (1928’e dek Kırkkilise), Kırşehir, Kocaeli (hükümdar adı), Mersin (Mersin İskelesi adından), Nevşehir (Osmanlıca “yenikent”), Ordu, Osmaniye, Tekirdağ (aslı Tekfurdağı, dağ adı; il merkezi Cumhuriyete dek Rodosto idi, Yunancadan), Tunceli (aslı Dersim, kökeni belirsiz), Yalova (Yalak-ova veya Yalı-ova adından), Yozgat (kökeni belirsiz, belki bir cemaat adı)

Arapçadan veya Arapça üzerinden alınanlar (10)

Antep (Ayntab, Süryaniceden), Bitlis (Bedlis, Arap-öncesi bir dilden), Diyarbakır (Diyar Bekr, aşiret adından; il merkezi olan Amid/Amed Süryanicedir), Erzincan (Ermeniceden), Erzurum (Erzen-i Rum, muhtemelen Ermenice Ardzn kasaba adından), Kilis (Yunanca Kirros’tan, nihai kökeni muhtemelen bir Sami dili), Maraş (Arap-öncesi bir dilden), Mardin (Süryaniceden), Siirt (Arap-öncesi bir dilden), Urfa (Süryanice Urhay “yollar” anlamında)

Ermeniceden gelenler (5)

Ağrı (Ağori/Akori kasaba adı Ermeni-öncesi bir dilden olmalı, Kürtçe uzak olasılık; il merkezi Karakilise > Karaköse Türkçedir), Bayburt (Baberd, berd “kale” anlamında, ancak bileşiğin yapısı şüpheli), Kars (Ermeni-öncesi bir dilden), Muş (muhtemelen Ermeni-öncesi bir dilden), Van (Urartu dilinden)

Arapçaya uyarlanmış şekilde aktarılan Erzincan ve Erzurum de buraya eklenebilir.

Gürcüceden alınanlar: Ardahan, Artvin

Kürtçeler: Hakkari (beylik adı, il merkezi Çölemerik Kürtçe olabilir, şüpheli), Şırnak (“Nuh şehri”)

Bilmediklerim: Afyon (sözcük Rumcadan Arapça yoluyla Türkçeye geçmiştir, ancak şehir adının kaynağı muğlaktır), Uşak (“aşıklar” veya “küçük” veya “hizmetçi” yorumları zorlamadır, kökeni bilinmiyor)

Friday, October 29, 2021

Yirmi birinci yüzyılda 'bilgi' nasıl üretilir

Elbette biliyorsunuz, bilim insanlarının yüzde 97’si insan kaynaklı küresel ısınmaya (anthropogenic global warming, AGW) inanıyor.

2013’ten bu yana bu bilgi muhtemelen birkaç yüz faklı kaynaktan karşınıza çıktı. Dünya basınını izliyorsanız hemen her gün her gazetede bu bilgiye rastladınız. Başkan Obama bilgiyi Twitter’a taşıdı: “Ninety-seven percent of scientists agree: climate change is real, man-made and dangerous.” Başkan Biden’ın çevre işleri temsilcisi John Kerry ona katıldı: “97% percent of the world’s scientists tell us [climate change] is urgent.” Dünya enformasyon sanayiinin amiral gemisi New York Times, Mayıs 2013’ten Ekim 2021’e dek ortalama haftada bir kez sihirli rakamı hatırlatmayı görev bildi: “Based on well-established evidence, about 97 percent of climate scientists have concluded that human-caused climate change is happening,” “Currently, more than 97 percent of publishing climate scientists agree: humans are the cause...” “Climate skeptics understand that 97 percent of scientists disagree with them”, “More than 97 percent of climate scientists are convinced that human-caused...” “A new study of climate scientists' opinions shows 97 percent agree that”, “More than 97 percent of all climate scientists think that climate change is real”, “Consensus affirmed: virtually all climate scientists agree warming ıs manmade”, “Some 97 percent of scientists who have written in peer-reviewed journals...”

Google’a “global warming” ve “97 percent” diye yazınca hemen hepsi genel kabulü tekrarlayan veya varsayan yaklaşık 625.000 sayfa bulacaksınız. Tartışacak konu kalmamış görünüyor. Geriye kalan yüzde üç besbelli kaçık olmalı ya da müzmin muhalif. Bunca bilim insanının kabul ettiği bir gerçeği inkâr etmek başka nasıl izah edilir?

Ne malum

Peki bu bilginin kaynağı ne? Neden mesela 95 veya 99 değil de 97? Hatta tam söylemek gerekirse %97,1? Kim saymış?

Kısa bir araştırmayla kaynağı buluyoruz. Yüzde 97 rakamını ilk ortaya atan değil ama dünya kamuoyuna maleden, Avustralya, ABD ve Kanadalı dokuz genç araştırmacının 15 Mayıs 2013’te marjinal bir çevreci dergide yayınladıkları bir makale. Linki şu: https://iopscience.iop.org/article/10.1088/1748-9326/8/2/024024/pdf. Makale bir milyon 318 bin kez download edilmiş. Son yılların en başarılı bilimsel makalesi olarak çeşitli ödüllerle taltif edilmiş. On binlerce atıf almış.

Araştırma yöntemi şöyle anlatılıyor.

1991-2012 arasında yayınlanmış olup ‘global warming’ veya ‘global climate change’ aramalarına cevap veren toplam 11.944 hakemli (peer-reviewed) makale seçilmiş. Sadece makale özetleri (abstract) veritabanına yüklenmiş. Tümü Skeptical Science adlı iklim militanı blogun takipçileri olan 12 kişi ve 12 yardımcı eleman, makale özetlerini tarayıp yedi kategoriye ayırmışlar. Kategoriler şöyle:

A) İnsan kaynaklı küresel ısınmayı (AGW) rakamsal verilerle savunan, B) AGW’yi savunan veya var sayan, C) AGW’ye ima yollu değinen, D) Tavır almayan, E) ima yollu reddeden, F) açıkça reddeden, G) rakamsal verilerle reddeden.

İnanması gerçekten güç ama makalenin hiçbir yerinde yedi kategorinin rakamsal sonuçları ayrı ayrı belirtilmiyor. Onun yerine ilk üç kategori ile son üç kategori paçal edilmiş. Sonuçlar:

A-B-C:      Kesin veya belki veya tahminen AGW savunanlar       %32,6

D:              Savunup savunmadığı belli olmayanlar                          %66,4

E-F-G:       Kesin veya ima yollu reddedenler                                   %0,7

                  Kararsızlar                                                                            %0,3

Demek ki 1991’den bu yana akademik dergilere ‘küresel ısınma’ ya da ‘küresel iklim değişikliği’ konulu yazı yazanların yüzde 32 küsuru “insanlar yüzünden iklim değişiyor” ya da “herhalde değişiyordur” ya da “değiştiği söyleniyor”, “değişmesi mümkündür” gibi bir görüş bildirmişler. Yüzde 66’sı, yani üçte ikisi, öyledir ya da değildir gibi bir beyanda bulunma gereği duymamış.

Peki yüzde 97 nereden çıktı? Şimdi sıkı durun. Araştırmacılarımız, bilim insanlarının herkesin mutabık olduğu konular yerine henüz tartışılan ve cevaplanmamış konulara yoğunlaşmak istemesini anlayışla karşılamışlar (sf. 5), fakat görüş bildirmeyenleri değerlendirmeye almayı lüzumsuz bulmuşlar. Öyle ya, adamın böyle hayati bir konuda bir görüşü yoksa fikri neden sorulsun? Sağlam (ya da tahminen sağlamımsı) görüşü olan yüzde 32,6 artı 0,7’nin yüzde kaçı vardır demiş? 32,6/33,3 = yüzde 97,1. Buyur!

Tabii “küresel ısınma” ya da “küresel iklim değişikliği” konulu makale yazanların peşinen bir yöne meyilli olduğu, sonuçta bu işin bir meslek ve kariyer meselesi olduğu, AGW’ye inanmayan ya da umursamayanların bu konuda makale yazma ihtimalinin düşük olduğu gibi mevzulara hiç girmiyoruz. Onlara girsek sonuç kaç çıkar? 2013’ten bu yana geçen dokuz yılda rakamlar ne kadar değişmiştir? Bunların hepsi muamma. Fakat bilgimiz net. Yüzde 97,1. Nicel. Kesin. Bilimsel.

Mihraklar

Ele aldığımız makaleden kısa bir süre önce bir kamuoyu araştırmaları (public opinion) dergisinde yayınlanan makaleye göre ABD ahalisinin %39’u bilim insanlarının küresel ısınma konusunda fikir birliği içinde olduğuna inanıyormuş; oysa görüşü sorulan bilim insanlarının %97’si küresel ısınmanın bir gerçek olduğunu, %84’ü ise sebebin kısmen veya tamamen insan kaynaklı olduğunu bildirmiş. (http://ijpor.oxfordjournals.org/content/early/2011/10/27/ijpor.edr033.short)

Yine aynı dönemde ABD Bilimler Akademisi’nin dergisinde çıkan bir makalede, iklim konusunda yirmiden fazla makale yazmış olan  908 bilim insanından %97’sinin insan kaynaklı küresel ısınmaya inandığını, inanmayan azınlığın ise – cık cık cık – çok az makale yazan grupta bulunduğu tespit edilmiş. (http://www.pnas.org/content/107/27/12107)

Dokuz yazarlı makalenin marjinal bir akademik dergide yayınlandığı tarihte ABD kaynaklı dünya medyasının tamamında haber konusu olmasını ve ertesi gün (16 Mayıs 2013) ABD başkanı tarafından yüzde 97 sayısı vurgulanarak alemlere tweetlenmesini de not ediyoruz.

Konuya ilişkin devasa bir literatür var. Ayak üstü sekiz on makale okuyabildim. Hemen hepsinde 97 rakamının sihirli özelliklerine dikkat çekilmiş. Yüzde seksen desen geriye yüzde yirmi kalır, saygıdeğer bir sayıdır. Yüzde yüz desen kimse inanmaz. 97 ideal sayı, neredeyse konsensus, arta kalanların ekzantrik ve gayrıciddi kimseler olarak damgalamaya uygun. Tartışılan konular kutup ayıları filan değil, genellikle kamuoyu algısı, kognitif teori, bilgi psikolojisi, ikna stratejileri gibi şeyler.

Çağdaş ‘bilim’ böyle bir şey.

Sonuç: Isınıyor mu?

Yukarıdakilerden insan kaynaklı küresel ısınma olmadığı yahut var diyenlerin yalancı olduğu sonucu çıkar mı? Tabii çıkmaz. Bırakın yüzde doksan yediyi, BİR tane dürüst bilim insanı var diyor ve delil getiriyorsa ciddiye alınması gereken bir tezdir. Sayılar arttıkça tez kuvvetlenmez, aksine zayıflar, çünkü kalabalıklar her zaman tembelliğe ve cahilliğe meyyaldir. Galileo zamanında bilim insanlarının yüzde kaçı dünyanın evrenin merkezi olduğuna inanıyordu? Darwin okuyan bilim insanlarının kaçı hemen ikna oldu?

Lakin çağımız demokrasi çağı olduğundan ahalinin de bir şekilde inanması ya da inandırılması da şart.

Mesele şu: Milyonlarca okumuş yazmış insanın kıytırık bir makaledeki bariz şarlatanlığı algılamaktan aciz olduğu bir dünyada, uydurma olduğu apaçık olan bir bilginin 625 bin defa tekrarlanarak tartışılmaz veri haline gelebildiği bir çağda, dev boyutlu ekonomik ve siyasi çıkarları ilgilendiren bir konuda, “bilgi” nasıl üretilir? Nasıl sınanır? Nasıl güvenilir?

Kalmış mıdır ‘bilgi’ diye bir şey?

 

Saturday, October 2, 2021

Demokratik modelin iflası

İkinci Dünya Savaşından sonra dünyanın büyük bir bölümünde norm olarak benimsenen çok partili demokrasi günümüzde bir yönetim modeli olarak cazibesini kaybetmiştir. Düne dek az veya çok başarılı demokrasi deneyleri sayılan bir dizi ülke – Rusya, Hindistan, Türkiye, Macaristan, Venezuela – demokratik modelden hızla uzaklaşmıştır. Dünyanın en büyük ve/veya en başarılı ülkelerinden birkaçı – Çin, Singapur, Suudi Arabistan, Körfez Emirlikleri – çok partili demokrasi modelini öteden beri ilkesel olarak reddetmektedir. Çok partili demokrasi modelinin anavatanı sayılan Batı ülkelerinde dahi demokratik düzenin a) yetersizliğine veya b) sahteliğine ilişkin görüşler yaygınlaşmıştır. Mounk ve Foa’nın araştırmaları, demokratik düzenin vazgeçilmezliğine olan inancın bellibaşlı Batı ülkelerinin tümünde yaşla orantılı olarak azaldığını ve genç kuşaklarda yüzde otuzların altına düştüğünü göstermektedir.

Öncelikle ‘demokratik’ sayılan rejimlerin bellibaşlı kurumsal özellikleri üzerinde duralım. Üç belirleyici unsur sayabiliyoruz. 1. Siyasi partilerin açık rekabeti. 2. Halk oyuyla seçilmiş meclisin nihai egemenliğe (kanun yapma yetkisine) sahip olması. 3. Kamu yönetiminin (icranın) başının doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından seçilmesi.

Bugünün dünyasında bu ilkelerin – veya iddiaların – fazla bir geçerliği kalmadığı açıktır.

1.    Toplum yönetiminin en belirleyici boyutlarından biri olan finans yönetimi (para ve bankalar sistemi) büyük ölçüde icra ve yasama organlarının kontrolü dışındadır. Eskiden beri belli bir özerkliği vardı, fakat 1980’lerin ‘deregülasyon’ furyasından sonra ulus devletlerin denetim imkanları neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla, kamu yönetiminin en hayati alanlarından birinde ‘demokratik’ sayılan kurumların fazlaca bir işlevi kalmamıştır.

2.     Hemen her ülkede silahlı kuvvetler ve istihbarat kurumları devasa bütçelere ve olağanüstü boyutlarda hareket serbestliğine kavuşmuştur. Çığırından çıkarılmış bir tehdit algısı (“teröre karşı savaş”) ve toplumsal paranoyadan beslenen ‘gizlilik’ fetişizmi bu kurumların siyasi organlarca kontrolünü neredeyse imkansız hale getirmiştir.

3.     ‘Demokrasi’ teorisinin ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin tasarlandığı çağlarda ulusal ekonominin küçük bir payını temsil eden merkezi devlet bürokrasisi bugün ‘gelişmiş’ ülkelerde ulusal gelirin yüzde elli ila altmışını yutan bir ejdere dönüşmüştür. Profesyonel kariyer memurlarından oluşan bu yapının tanım gereği amatör kişilerden oluşan bir avuç ‘halk temsilcisi’ tarafından ciddi anlamda kontrol edilebileceğini düşünmek hayal gücümüzü zorlar.

4.    Seçilmiş organların finans sistemini, silahlı kuvvetleri ve genel olarak devlet bürokrasisini yönetemediği bir sistemde siyasi partilerin hareket sahası olağanüstü daralmıştır. Etkinlikleri a) gerçek dünyada karşılığı olmayan birtakım basit, sembolik sloganlar üretmek, ve b) yandaşlarına – yasal veya yasadışı yollarla – rant veya istihdam fırsatları yaratmakla sınırlıdır.

5.    Bu iki işlevle kendini sınırlamayan siyasi seçeneklerin başarı şansı sıfıra yakındır. Çünkü a) siyaset mesleği aşırı derecede pahalılaşmıştır; b) kamuoyu büyük maddi imkanlara ve kurumsal desteğe sahip yayın organlarınca kolayca yönlendirilmektedir; c) egemenlerin tasarrufundaki polis yöntemleri son derece güçlü ve çeşitlidir; varolan düzeni sarsabilecek siyasi aktörleri daha emekleme aşamasındayken ezmek çocuk oyuncağı olmuştur.

6.    Devletler arası sahada ekonomik, teknolojik ve örgütsel güç dengesizliği aşırı boyutlara varmıştır. Bunun sonucu olarak, küçük ve orta boy ülkelerde a) yayın organlarını, b) siyasi partileri, c) bakan ve parlamenterleri, d) gizlilik tutkusundan yararlanarak istihbarat örgütü mensuplarını, e) fantezi silah tutkusundan yararlanarak silahlı kuvvetler mensuplarını satın almak son derece kolaylaşmıştır. Bu tip ülkelerde siyaset büyük devletlerin stratejik çıkarları doğrultusunda oynanan bir maskeli oyuna kolayca dönüşebilmektedir.

7.    Bütün bunların sonucunda siyasetten umudunu kesen halklar çoğu ülkede özel dünyasına kapanmış, basit ve sembolik birtakım söylemler dışında ülke yönetimine ilgisini kaybetmiştir. Halkın siyasetten soğuması, saydığımız altı faktörün her birinin daha da şiddetlenmesi sonucunu doğurur. Halkın ilgi (ve bilgi) yoksunu olduğu bir ortamda finans sistemi, ordu ve bürokrasi daha başına buyruk, siyasi partiler daha yoz, yeni seçeneklerin belirmesi daha güç,  vicdanını kesesi dolgun olana satma eğilimi daha güçlüdür.

Bu koşullarda, Batı dünyasının 1945’ten bu yana modernliğin olmazsa olmazı ve medeni hayatın asli unsuru olarak sunduğu demokratik modelin günümüzde cazibesini büyük ölçüde yitirmiş olması şaşırtıcı değildir. Nitekim geldiğimiz noktada a) Latin Amerika’da, b) İslam dünyasında, c) Çin’i olası bir model olarak gören Doğu Asya ülkelerinde Batı tipi partili demokrasinin halk ve elitler nezdinde itibarı tükenmeye yüz tutmuştur; d) Doğu Avrupa ve eski Sovyet ülkelerinde demokrası dışı tercihler yükseliştedir.

Batının öncü ülkelerinde de son yılların siyasi gelişmeleri, önümüzdeki yıllarda demokratik sistemlerin hızlı çöküşünü düşünülemeyecek bir ihtimal olmaktan çıkarmış görünüyor.

Friday, September 3, 2021

Substack'a buyurun

Nişanyan Blog bundan böyle Substack'ta hizmetinizde.

Eski yazıların tümü yeni adrese taşındı. Blogger'e oranla Substack daha çok okunuyor, tanıtım işlevleri daha iyi, kullanımı daha kolay. Ancak Blogger'e alışık okurlarımın ısrarı üzerine bazı yazılarımı burada da paylaşmayı sürdüreceğim.

Sevan Nişanyan



Wednesday, September 1, 2021

Dünyanın başındaki bela

 ABD üç noktada bugün insanlığın başındaki en büyük belaya dönüşmüştür.

1. Askeri haydutluk. 1 trilyon dolara yaklaşan bütçesiyle ABD güvenlik kurumları fiilen ülke yönetimine el koymuş, her türlü olası freni bertaraf etmiş, sürekli savaşlar üreterek gelir ve güçlerini katlama mücadelesine girişmiştir.

2. Entelektüel çürüme. Üniversiteler ve medya insanlığın binlerce yıllık birikiminden habersiz cahil bir kuşağın elinde zihinsel iflas halindedir. Düşünsel tükenmişliğini sansürle örtme sevdasına düşmüştür.

3. Delirmiş kapitalizm. Herhangi bir kamusal sorumluluk tanımayan ve para kazanmayı hayatın yegane meşru amacı olarak gören bir zümre aşırı derecede güçlenmiş, insanlığın ortak kaynaklarını ve gelecek kuşakların yaşam sahasını kudurmuş bir hızla tüketmektedir.

Şu anda dünyanın en önemli sorunlarının bunlar olduğunu düşünüyorum. Kalamar yemenin geleneksel Hanefi fıkhındaki konumu değil. 

Son aylarda bazılarınızın anlamakta zorluk çektiği bazı bakış açılarımın altında yatan ana fikir sanırım bu.

Friday, August 27, 2021

Paşanızın öyküsü

Aleksandros Karatheodori aslen Edirne Bosnaköy’lü bir Rum ailede doğdu. Babası Stephanos K. Ayvalık Akademisi’nden sonra Pisa ve Floransa’da tıp ve felsefe okumuş, II. Mahmut’un şahsi doktoru olmuştu. İstanbul’da kurulan Tıbbiye-i Şahane mektebinde muallimlik (profesörlük) yaptı; Osmanlıca ve Yunanca ders kitapları yazdı. Türkçe kaynaklarda İstefanaki Efendi adıyla anılır. Sonraki yıllarında Ortodoks kilisesini Katoliklerle birleştirme girişimlerine karşı canhıraş bir mücadele verdi; Katoliklerin hatalarını kanıtlayan sayısız dini ve felsefi risale kaleme aldı.

Karatodori Paşa
Aleksandros K. (1833-1906) Paris’te hukuk doktorası yaptı. Dönüşünde Reşit Paşa maiyetinde ve Hariciye kaleminde görevlendirildi. 1866’da sadrazam Âli Paşanın meşhur Girit teftişi kadrosunda yer aldı. [Beş ay adada kalan sadrazamın raporu Osmanlı modernleşmesinin en kapsamlı, en çarpıcı belgelerinden biridir.]

Bir süre Roma büyükelçiliğinde bulundu. 1878’de İstanbul kapılarına dayanan Ruslarla Ayastefanos Antlaşması görüşmelerini yürüttü; hemen ardından Paşa rütbesiyle Berlin Kongresinde Osmanlı başmurahhası oldu. Bu atamalarda şüphesiz savaşta hezimete uğrayıp yıkımın eşiğine gelen Osmanlı Devletini Hıristiyan düvel nazarında sempatik gösterme çabası rol oynadı. Kongre dönüşü 1878 Aralık ayında kurulan Tunuslu Hayreddin Paşa kabinesinde Hariciye Nazırı oldu. Osmanlı tarihinde devletin – Hariciye, Dahiliye, Harbiye gibi – asli organlarından birine yönetici olan ilk gayrimüslim kişidir. [Karatodori’den sonra sadece iki gayrimüslim, Sava Paşa ve Noradungyan Efendi, kısa sürelerle Hariciye Nazırı olmuştur.] Yedi ay kaldığı bu görevde iflas etmiş Osmanlı maliyesinin refinansmanı ve Ulcinj krizi gibi belalı işlerle uğraştı.

Samos Türk sigarası
1885’te o vakitler Osmanlı egemenliği altında özerk bir beylik olan Samos Prensliğine (= Sisam Beyliğine) atandı. On yıllık yönetimi adanın modern çağlardaki en büyük refah dönemine denk geldi. Kendinden önce (yine İstanbullu) Pavlos Musurus’un prensliği zamanında temelleri atılan sigara sanayii bu dönemde büyük gelişme gösterdi; Avustralya’dan Japonya’ya dek tüm dünyada Samos Türk sigaraları tanındı. Vathi-Karlovasi karayolu açıldı, yeni okullar kuruldu, adanın hemen her köyünde bulunan görkemli kiliseler – bilhassa bizim köydeki – inşa edildi.

1895’te Abdülhamit tarafından görevden alınarak Girit’e vali tayin edildi. Bu atama ada Müslümanlarının büyük tepkisine yol açtı. Yıllardan beri süregelen Hıristiyan isyanına karşı bu kez Girit Müslümanları ayaklandı; Hıristiyanlar kılıçtan geçirildi. Yedi ay süren valiliğinin ardından Karatodori görevden alındı.

Son yıllarında bazı Şark klasiklerini Arapça ve Farsçadan Yunancaya çevirmekle uğraştı. Bu eserleri maalesef kimse okumadı. Ayrıca Nemrut Dağı üzerine bir kitap kaleme aldığı belirtilse de bilinen kütüphanelerde bu eserin izine rastlanmadı.

İstanbul’da vefat etti. Kabri Yeniköy'de Rum kilisesi kabristanındadır.

*

Kostaki ef. Karatodori
Paşanın kardeşi Konstantinos K. (1841-1922) Paris Politeknik’te okudu, Turuk ve Meabir Nezaretinde köprü mühendisi oldu. Başka birçok işinin yanısıra İstanbul surlarının ilk koruma planını hazırladı. Ağabeysinin ayrılmasından sonra anarşi ve kaosa sürüklenen Samos’a 1906’da prens atandı. Kısa süren beyliği esnasında adada ilerici (anti-Abdülhamitçi, ‘İttihatçı’) partinin lideri olan Themistokles Sofulis ile işbirliği yoluna gitti. Samos Ticaret Odasını ve Vapur Şirketini kurdu. Ancak Samos Bankası kurma girişimi Yunan hükümetinin şiddetli tepkisiyle karşılaşınca istifa etmek zorunda kaldı.

Kızını adamızın milli kahramanı ve daha sonra iki kez Yunanistan başbakanı olan (ve her iki seferinde memleketin başına olmadık belalar açan) Sofulis ile evlendirdi. Onların torunu olan diğer Themistokles Sofulis bundan önceki dönemde Yunan meclisinde Samos milletvekili idi.

İki kardeşin babalarının amcaoğlu olan diğer Konstantinos K. – Kostaki Efendi – (1802-1879) de doktordur. Akrabası İstefanaki Efendi ile eş zamanlı olarak Tıbbiye’de hocalık yaptı. Bakteriyolojihane-i Şahane’nin ilk yöneticisi oldu. 1876’da şüpheli bir şekilde ölen Sultan Abdülaziz’in otopsi heyetinde yer aldı.

Bu zatın torunu olan üçüncü Konstantinos K. (1873-1950) Yunanistan’ın modern çağlarda en büyük matematikçisi sayılır. Göttingen ve Münih’te profesördü. 1920’de İzmir’e gelerek ölü doğan İyonya Üniversitesi’nin (şimdi Alsancak’taki Namık Kemal Lisesi) kurucu rektörlüğünü yaptı. Başka başarılarının yanısıra Leonhard Euler’in toplu eserlerinin editörüdür.

 

Friday, August 20, 2021

İzmir-Kabil hattı

“Danışıklı döğüş, bunlar Amerikan uşağı” iddialarını hiçbir şekilde inandırıcı bulmuyorum. Elbette birtakım anlaşmalar olmuştur. “Olaysız çekilmeme izin ver, geride kalan elemanlarıma çok zarar verme, vitrinini iyi düzenle ki ben kendi kamuoyuma karşı zorda kalmayayım, karşılığında sana bir miktar levazımat bırakayım, belki para da veririm, Zurnik dağında senin canını yakacak adamlarıma yardımı keserim” denmiştir. Yenilen ordular da düşmanla görüşür, mütareke pazarlığı yapar.

Mücahidîn hareketini ta 1979’larda Amerika’nın destekleyip silahlandırdığı bilinen bir şey. Taliban’ı da direkt olmasa da Pakistan vasıtasıyla Amerika’nın uzun süre kollamış olduğu söyleniyor. Mümkün. Fakat bunları Amerika kurdu demek fazlaca küstah bir çıkarım olur. Toplumların kendi iç dinamikleri var. Afganistan gibi binlerce yıllık mücadele tarihi olan bir ülkede, Amerika’nın bırak isyan örgütlemeyi, 42 yılın sonunda isyanın dinamiklerini hakkıyla kavrayacak üç tane uzman yetiştirebildiği şüpheli.

Amerika bu olayda tam manasıyla hezimete uğramıştır. Olay yeri sadece Afganistan değil; oradan ABD askerinin kazasız belasız çıkması başarı bile sayılabilir. Yenilgi globaldir. ABD dünya çapında yenilmiştir. Pakistan’da, Taiwan’da, Filipin'de, Ukrayna’da, Baltık ülkelerinde, Kürdistan’da yenilmiştir. Şımarık, güvenilmez, sahtekar, yolsuzluğa batmış, askeri açıdan beceriksiz bir güç olduğu kabak gibi ortaya çıkmıştır. Bunun sonuçları, Afganistan’da Talebeden koparılmış olabilecek birkaç kıytırık tavizden çok daha büyüktür.

1919-1922 harbinde İngiltere’nin rolünü de böyle görmek lazım. TC rejimi şüphesiz İngiltere ile bir dizi açık ve kapalı müzakere sonucu kuruldu; İngilizlere birtakım önemli tavizler verildi; karşılığında 1933’e dek üstü kapalı, 1933’ten sonra açık İngiliz desteği alındı. Ama bundan TC’yi İngilizler kurdu sonucu çıkmaz. 1922-23’ün İngiliz İmparatorluğu açısından ağır bir yenilgi olduğu gerçeği de ortadan kalkmaz.

O imparatorluğun 1919-20’de başlayıp 1960-64’te noktalanan epik çöküşünde, 1922 İzmir yenilgisi önemli dönüm noktalarından biri, belki başlıcasıdır. Dileyelim ki 2021 Kabil yenilgisi de bu sefer benzer bir dönüşün başlangıcı olsun.

Thursday, August 19, 2021

Afganistan, Çin, Türkiye

15. yüzyıla dek Afganistan dünyanın sayılı zengin ülkelerinden biriydi. Herat, Gazne, Belh kentlerinin kalabalığı, kültürü, şaşaası İslam aleminde dillere destandı. Gazne’de dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olan Şahname yazıldı, hükümdar tarafından ağırlığınca altınla ödüllendirildi. Belh’te çağın büyük bilim adamları yetişti. Mezar-ı Şerif’teki camie bakın (1480-81), meseleyi anlarsınız.

Mezar-ı Şerif
Zenginliğin kaynağı, tabii, doğu-batı ticaretiydi. Pekin ile İstanbul arasındaki en kısa karayolu Afganistan’dan geçer. İlk bakışta göremeyebilirsiniz ama Pekin ile Hindistan arasındaki en gerçekçi karayolu da buradan geçer. Çin’in ipeği ile Roma’nın altını, Hint’in bilimi ve baharatı bu yollarda buluşştu. Her durakta bir miktar haraç ödedi, bir miktar hizmet satın aldı, buna rağmen dudak uçuklatacak kadar kâr etmeyi başardı.

Agresif bir güç olan Osmanlı’nın türemesi ve 1453’te İstanbul’u zaptetmesiyle doğu-batı karayolu ticareti kesildi. Elli yıl sonra Avrupalının Hindistan deniz yolunu ve ardından Atlantik’i keşfetmesiyle temelli öldü. Afganistan’ın yavaş çöküşü başladı. 18. yüzyılda son bir hırsla şahlanıp önce İran’ı, peşinden Hindistan’ı fethedip yağmaladılar. Sürdüremediler. Hindistan’da sürekli Afgan tehdidinden usanan İngilizler, meseleyi kökünden çözmek için 1839-42’de Afganistan’ı istila edip taş üstünde taş bırakmadılar, ekonomik altyapıyı çökerttiler, sistemli olarak tarlaları yaktılar, şehirleri talan ettiler, ülkenin siyasi yapısını altüst ettiler. O zamandan beri Afganistan dünya haritasında kara bir deliktir.

Şöyle düşünün: İstanbul’dan arabaya – yahut motora – atlayıp Pekin’e seyahat etmeyi kim istemez? Ama ekstrem maceracılar dışında kimse cesaret etmez, çünkü yol üstünde bela dağı gibi Afganistan vardır.

*

Çin’in bugün en büyük hayalininn Belt and Road projesi olduğu söyleniyor. Projenin amacı Çin’i bir yandan Myanmar ve Pakistan limanları yoluyla Hint/Arap Okyanusuna, diğer yandan Orta Asya’yı aşan demiryolları ve otoyollarla Akdeniz’e bağlamaktır. Başarılı olursa Eski Dünya kıtasında yüzlerce yıl sürecek bir kalkınma ve barış dönemine yol açması umuluyor. Söylem bu, en azından.

Afganistan bu projenin kilididir. Orası ciddi bir şekilde entegre edilmedikçe B&R cılız bir girişim olmaktan öteye geçemez. ABD belasının bölgeden def edilmesiyle bu yönde önemli bir adım atılmış görünüyor.

Tabii Afganistan’ın açılması yeterli değildir. Yolun devamındaki iki ülkenin de projeye katılması şarttır. İran’ı ikna etmek çok zor olmasa gerek. Türkiye’nin tavrını ise zaman gösterecek.

 


Tuesday, August 17, 2021

Afganistan, özet

ABD’nin Afganistan’ı işgalinin temel nedeni sınırsız kibir ve cehalettir. Cehalet derken, insan soyunun binlerce yıllık tecrübeden çıkardığı derslerden ve ahlaki ilkelerden habersiz ergen psikolojisini kastediyorum. “Hey Joe” dediler, bu Efgen midir nedir bize kafa tutuyor. Ezer miyiz? Ezeriz. Hem Rusya, jeopolitik, istikrar, güç projeksiyonu vs. Alem görsün kim daha uzağa işer.

Elbette ‘stratejik analiz’ler ısmarladılar ve kullandılar. Sidik yarışına bir kez karar verince gerekçe üretmek kolaydır. Ve unutmayın ki o analizleri üreten akademik memurların yönlendirici güdüsü hakikat aşkı değil, üstlerinin gözüne girmektir. Yüzlercesini okudum; biliyorum. Hemen hepsi deli saçmasıdır: afaki varsayımlar, keyfi çıkarımlar, rastgele yorumlar, klişelerden ibaret tarih bilgisi.

Amerikan toplumu 11 Eylül olaylarından sonra panik içindeydi. ‘Duruma hakimiz, sidiğimiz şiddetli’ mesajı verilmezse kontrolü kaybetmekten korktular. Daha vahimi, anketlerde başkanın puanının düşmesinden korktular. Haritada Afganistan’ın yerini bulmaktan aciz bir budala olan küçük Bush’u ikna ettiler.

Medyadaki kiralık kalemler vasıtasıyla muazzam bir isteri yaratıldı. Kötüler kim? Efgenler. Cezalandıralım mı? En şedit şekilde. Kimsenin aklına gelmedi sormak, birkaç bin kişilik bir çeteyi – eğer öyle bir çete varsa ve 11 Eylül saldırılarını gerçekten onlar yapmışsa ve karargahlarını akşamdan sabaha Pakistan’a çekecek akılları yoksa – cezalandırmanın tek yolu dünyanın öbür ucundaki bir ülkeyi zaptedip, halkını esir alıp, ücra dağ köylerini bombalamak mıdır diye. Para mı dedin? Lafı olmaz, al sana 100 milyar avans, daha lazım olursa sakın çekinme.

Ondan sonrası Yağma Hasan’ın böreğidir. Yaratılan isteri ikliminde onlar istedikçe Kongre verdi. Bir istediler, beş verdi. Vermekten imtina eden Kongre üyelerini rüşvetle, olmadı şantajla ikna ettiler. Sonuç olarak trilyonlarca dolardan söz ediyoruz (kimi kaynaklarda 1 trilyon, kimilerinde 2,4 trilyon rakamı geçiyor). Bütün Türkiye nüfusunun bir yılda kazandığı toplam paradan fazla.

Bu para vergi ve borç olarak halktan toplandı, bir kısım kişilere ödendi. Sahada olan ve olmayan askerlere ödendi. Yol, bina, istihkam, elektronik altyapı sunan taşeronlara ödendi. “İşte teknolojinin son harikası, götünden ateş saçan zilli zürafa” diye gelen şarlatanlara ödendi. “Hey mistır, bende çok acayip bilgiler var size indirimli bir milyon” diyen yerli üçkağıtçıya ödendi. Ben Efgen yemeği yemem diyerek isyan eden Johnny’ye Amerikadan uçakla Burger King getirtmeye ödendi. Bu şaklabanlığı Amerika ve dünya halkına satmak için görevlendirilen binlerce think thankçi analist ile köşe yazarına ödendi (“zavallı Efgen kadınları, bakın Fatema nasıl ağlıyor”). Para nasılsa boldu, komisyonlar uçuktu, yarısı cebe inse sorun edecek kimse yoktu. Komşum yerken ben neden aç kalayım?

Afganistan’ın düne dek en zengin kişisi mesleğe Amerikan üssünde tercüman olarak başlamış. Yeter mi bu bilgi?

İşgal uzadıkça milleti kandıracak bir gerekçe lazım oldu. “Ulus inşa ediyoruz” dediler. Sokaktan topladıkları çapulculardan ve üç beş maaşa milletini satmaktan gocunmayacaklardan 300 bin kişilik bir silahlı kuvvet kurdular. Başkaca hiçbir şey yapmadılar. Afganistan’ın ulusal geliri yirmi yılda dünyadaki fakir ülkelerin hemen hepsinden daha az arttı. Buna karşılık ülkenin tamamını yirmi yıl terörize ettiler. Köyleri yaktılar. Tarlalarda köpek gibi insan avladılar. Kuşku duyduklarını sokak ortasında çoluk çocuğu önünde infaz ettiler. “Yanlışlıkla” düğün bombaladılar. “Yanlışlıkla” okul bombaladılar. “Yanlışlıkla” hastane bombaladılar. Son üç yılda, yenildikleri ve çekilecekleri belli olduğu halde, havadan 15 bin bomba attılar. Bomba. Düşün. Köyüne, sokağına, iş yerine.

Bu işin sonu olmadığını, yirmi yılda inşa ettikleri ulusun çöpten gecekondu olduğunu bilmiyorlar mıydı? Çoğu biliyordu yahut seziyordu sanırım. 2018’de sızdırılan Afganistan evraklarında açıkça görülüyor, en üst düzey generaller iç yazışmalarda her şeyin farkında, ama sıra kamuoyuna konuşmaya gelince hepsi gözünü kırpmadan yalan söylüyor. Neden? Çünkü hepsi sonuçta memur. İstenmeyen gerçekleri dile getirmenin sonuçlarından korkuyor. Neme lazım, bir kahraman ben miyim diye düşünüyor. Hain ilan edilmekten, aşağılanmaktan korkuyor. Ayrıca tezgah güzel, neden bir süre olsun istifade etmesin? Emeklilik vakti gelince düşünürüz.

Demek ki sebepler bir değil üçmüş. Önce kibir ve cehalet. Sonra menfaat. Son olarak korku, bencillik ve yalan. Hepsi bu kadar. Başkaca da hiçbir elle tutulur mantığı yok yirmi yıllık savaşın. Ve Irak’ın, Suriye’nin, Yemen’in, Somali’nin ve diğerlerinin.

Umalım ki zincirleme bir çözülmenin ilk halkası olur Afganistan hezimeti.

Taliban daha mı iyi? En ufak bir fikrim yok. İyimser olduğumu söyleyemem. Belki tutundukları absürt dogmalar yüzünden bir müddet hayatı Afgan halkının bir kısmına zindan ederler, sonra hayat doğal akışına girer. Belki de girmez. Kim bilir?

Ancak bunca insanın, sahteliği gün gibi aşikar olan propaganda formüllerine bu denli kolay kanıp, papağan gibi o formülleri tekrarlamaya başlaması bana artık hakikaten dayanılmaz gelmeye başladı. Onu da söylemiş olayım.

Medeniyet götürmüşlermiş. Sikimin medeniyeti.

 


 

 

 

 

 

Monday, August 16, 2021

Kırk beş yıllık tecavüzün sonu


Batı basının ‘Taliban’ adını verdiği Afganistan İslam Emirliği hakkında 25 senedir bildiğinizi zannettiğiniz her şey, istisnasız HER ŞEY, Amerikan savaş propagandasıdır. Savaş propagandası tanım gereği yalandır. Amacı düşmanın moralini bozmak, yanıltmak, aklını karıştırmak, olası dostların gözünü boyamaktır. Bir şey bilmiyorsunuz. Bilmiyoruz. Falan yerde kadınları kırbaçlamışlar mı, sebebi neymiş, yapan kimmiş, münferit olay mıymış sistemli bir davranış mıymış, bilmiyoruz. Geçmişteki davranışları şimdi ne yapacaklarının kanıtı mıymış, bilmiyoruz. Ben şahsen bilmiyorum. İki üç tane simgeye bakıp hazır analiz paketlerinden birini satın alanları acıklı buluyorum.

Net bildiğimiz bir şey var. Dünyanın en uzak ve kapalı bölgelerinden biri olan bu zavallı ülke son 45 yılda Amerikalılar tarafından – ve çok daha düşük bir düzeyde Ruslar tarafından – evire çevire sikildi. Muazzam bir kibir ve hoyratlıkla, evet ırkçılıkla, insanların hayatı altüst edildi. Köyler ve kasabalar yakıldı. Kurumlar mahvedildi. İki kuşak insan korku ve aşağılama altında yaşatıldı. Genç insanların hayat beklentileri yok edildi. Asgari bilgi ve yetenek sahibi olanlar yurt dışına göçe zorlandı. Doğal kaynaklar yağmalandı. Yüz binlerce sıradan insan öldürüldü. Yüz binlercesi hapsedildi, dayak yedi, işkence gördü.

İlk fitili yakan değerli hocam Z. Brzezinski ile çevresindeki bir gruptu. Sovyetler Birliğinin iki yumuşak karnından birinin Orta Asya olduğuna karar verdiler. Afganistan karışırsa Tacikistan ile Özbekistan da karışır diye hesapladılar. Karıştırdılar. Açmaz karşısında kalan Sovyet yönetimi işgalden başka çare bulamadı. Dokuz yıl ülkede kaldılar. Beyhude bir gayretle altyapı geliştirip, eğitim teşkilatı kurup, kızlara eğitim ve meslek alanı açıp, sağlık hizmetleri sağlayıp memleketi adam etmeye çalıştılar. Olmadı. Amerikalılar bu sefer Reagan’ın adamı Caspar Weinberger marifetiyle ülkedeki İslami direnişi kışkırttılar. Suudi parası ve eğitmenleriyle yabancı militanları devreye soktular. Pakistan’ı İslamcı Afgan direnişçilerine üs ve lojistik destek vermeye ikna ettiler. 1989’da Sovyetler pes edip çekildi. Ülke kaosa yuvarlandı. Eroin ticaretini kontrol eden kuzeyli (Türk) savaş ağaları galip gelir gibi olunca güneyde Pakistan’ın desteğiyle Taliban hareketi başlatıldı. 1997-98’de savaş ağalarını yenip ülkenin büyük bir bölümünde az çok barışa benzer bir şeyi tesis etmeyi başardılar.

2001’den sonrası tam bir sahtekarlıktır. Bu seferki Amerikan işgalinin makul hiçbir stratejik amacı ve çıkış (=galibiyet) vizyonu yoktu. 11 Eylül saldırılarını bahane edip, paniğe kapılmış Amerikan kamuoyunu gaza getirdiler. Kendilerine yirmi sene boyunca sınırsız fon (1 trilyon dolar deniyor), itibar ve kariyer fırsatı veren bir oyun sahası açtılar. ‘Ülkeyi Talibancılığa karşı aşılıyoruz’ anlatısısı, en azından bugün gündemde olan diğer aşılar kadar aldatmaca idi. Kalıcı olabilecek hiçbir şey yapmadılar. Ülkenin şehirlerinde işgal kuvvetlerine taşeronluk, rüşvet ve uyuşturucu ticareti üzerine kurulu bir parazit katmanı yaratmakla yetindiler. Ayrıldıkları gün o yapının çökeceğini pekala biliyorlardı. (Son aylarda bunun tonla belgesi, yazışması yayınlandı.) Umurlarında olmadı.

İslam Emirliğinin simge ve sloganlarını bir de bu açıdan değerlendirin isterseniz. O kıyafetler, sarıklar, sakallar, geçmiş tarihin çöplüğünden derlenmiş söz yığınları bir meydan okumadır. Gücünüze meydan okuyoruz diyorlar, 45 senedir bize cehennemi yaşatan medeniyetinize lanet olsun! Kravatlı adamları ve pantolonlu kadınları tanımışlar çünkü. Alçaklıklarını biliyorlar.

Ha, o kıyafetler ve o sloganlar bir derde deva mıdır, o belli değil henüz. Yaşarsak belki görürüz.

 

Thursday, August 12, 2021

İklim krizine hazırlanıyoruz

Pandemi fırtınası dinince bu sefer iklim krizine yüklenecekleri anlaşılıyor. Halkın sürekli panik ve şaşkınlık içinde tutulması lazım ki otoriteden medet umsun, “birlik ve beraberliğe her zamankinden çok muhtaç olduğumuz şu elim günlerde” soru sormaya cüret edenlerden nefret etsin.

Pandemi paniğinin şimdilik net iki sonucu oldu. 1) Devletler yetki ve müdahale alanlarını iki yıl önce tahayyül edilemeyecek oranda artırdılar. 2) Büyük sermaye kuruluşlarına fırsattan istifade devasa fon aktarıldı. İklim krizi bahanesiyle de belli ki aynı operasyonu tekrarlamayı deneyecekler.

Ancak bu sefer durum biraz farklı görünüyor.

Birincisi, ‘pandemi’ soytarılığının aksine bu sefer kriz büyük ihtimalle gerçek ve boyutları çok vahim. Yalnız iklim değil, ekosistemin topyekün çöküşüyle karşı karşıyayız: denizlerin ölümü, orman alanlarının tükenmesi, hayvan ve böcek türlerinin yok olması, doğal kaynakların tükenmesi, temiz su kaynaklarının tükenmesi, tarımsal arazinin dejenerasyonu, vb.

İkincisi, bu krizin şayet insan eliyle yumuşatılması veya önlenmesi sözkonusu ise, yapılabilecek olanların devlet ve sermaye gücünü artırmayı değil, aksine azaltmayı gerektirdiği çok açık.

1.      Fosil yakıt kullanımının sıfırlanması,

2.      Elektrik tüketiminin radikal bir şekilde azaltılması,

3.      Uluslararası ticaret ve ulaşımın radikal biçimde kısıtlanması,

4.      En büyük kirlilik ve enerji tüketimi alanı olan askeri sektörün küçültülmesi,

5.      Madencilik ve kimya sektörlerinin radikal biçimde küçültülmesi,

6.      Şehirleşmenin başlıca motoru olan bürokratik güç yığılmasının önlenmesi.

Devletlerin temel içgüdüleri ile bu gerçekler karşı karşıya geldiğinde nasıl çözüm bulacaklar, doğrusu merak ediyorum.

Devletlerin, sermayenin ve halkların ahmaklık düzeyi göz önüne alındığında muhtemeldir ki yapılması gerekenlerin tam tersi yapılacak ve topyekün felaketle karşılaşıncaya dek geri adım atılmayacaktır.

Wednesday, August 4, 2021

Özgür irade, hayvanlık, yapay zeka

Özgür irade paradoksu Antik Çağ filozoflarından beri bilinen bir konu (belki Antik Çağ değil, Ortaçağ skolastikleridir, şimdi bakmaya üşendim). Post facto düşündüğünde insan davranışlarının her birinin yeterli sebebi vardır. Sıkıca akıl yürütürsen aslında başka türlü davranamayacağını anlarsın. Demek ki özgürlük hayaldir. Tüm faktörleri doğru olarak hesaplayan bir yabancı – mesela bir algoritma – senin bir sonraki adımını kesine yakın bir şekilde tahmin edebilir. Oysa sübjektif olarak sürecin her anında özgür iradenle karar verdiğini – yani böyle değil öbür türlü davranma ihtimalinin aynı derecede geçerli olduğunu – bilirsin. Son derece berrak ve kuvvetli bir duygudur. Hiçbir kuvvet bu bilinci yalanlayamaz.

Kollektif eylemlerde de aynı paradoks geçerlidir. İyi bir tarihçi, geçmişte olan her şeyin yeterli sebebini teşhis edebilir. Dolayısıyla tarihçinin bakış açısından geçmiş, kaçınılmazdır. Başka türlü olabilir miydi sorusu anlamsızdır, çünkü başka türlü olamazdı. Oysa biliyoruz ki yaşanan tarihte aktörlerin hiç biri olacakları önceden emin olarak kestiremez. Tarihin kendisi sınırsız bir özgürlük alanı olarak yaşanır. Öyle olmasa hiç kimse hiçbir eylemi tartışmazdı.

*

Şimdi hadiseye başka bir açıdan bakalım.

Şimdi biliyoruz ki insan aklı bir tabula rasa değildir. Doğuştan son derece kapsamlı ve karmaşık bir dizi bilgi ile donatılmıştır. O bilgi altyapısı olmadan, sadece tecrübi yoldan bilgilenmek mümkün değildir. Bir dizi a priori’den yola çıkarız. Bunların bir kısmı tüm hayvanlar aleminde ortaktır, bir kısmını sadece yüksek hayvanlarla veya bazı memeli türleriyle paylaşırız. Bir kısmı ise – dil yeteneği (generative/recursive grammar) gibi – türe özgüdür. [Leyleklerin göçünü, karıncaların yuvasını, köpeklerin geçen arabalara havlamasını, bülbülün ötüşünü düşünün.]

A priori bilgilerimizin en önemlilerinden biri canlı ile cansızı (daha doğrusu hayvan ile non-hayvanı) ayırma güdüsüdür. Her insan yavrusu doğumdan birkaç hafta sonra bu bilgi ile donanır. Çok güçlü, hemen hemen yanılmaz bir bilgidir. Görür görmez biliriz. Saniyenin fraksiyonu içinde anlarız. En belirsiz durumlarda, mahlukun gözüne bakınca anlarız. Bu kabiliyet olmasa türün varlığını sürdürmesi mümkün olmazdı.

Hayvan demek şu demek: Ne yapacağını kabaca kestirebilirsin ama hiçbir zaman tam bilemezsin. Çünkü hayvan algılar ve ne tepki vereceğine iradesiyle karar verir. Yani özgürdür. İradesi kara bir kutudur. Yönelimleri o kutudan kaynaklanır.

Bunun farkına varmak önemli. Özgür irade meselesi hep insan bağlamında tartışıldı. Oysa zoolojik bir evrenseldir. Deniz analarından maymunlara kadar her hayvan için – gitgide genişleyen ve karmaşıklaşan parametreler dahilinde – geçerlidir. Kaçacak mı saldıracak mı? Sağdan mı vuracak soldan mı? Buyur, özgür irade. Prensipte insanınkinden en ufak bir farkı yok.

Gerçekten var mı kertenkelenin özgür iradesi? Bilmiyorum. Yalnız şunu biliyorum ki insan beyni olarak başka türlüsünü düşünemem. Hazır donanımımız bu: fabrika ayarı. Hiçbir kuvvet beni başka türlü düşünmeye – bunun canlı bir kertenkele değil bir tür programlı robot olduğuna – ikna edemez.

 *

Yapay zekâ teorileri bu yüzden bana pek inandırıcı gelmiyor. İnsan – ve hatta hayvan – iradesini bir dizi algoritmaya indirgemeyi tahayyül edenler bence temel bir felsefi hatadan yola çıkıyorlar. O yüzden kaba bilgisayar kuvvetiyle algoritmalarını sonsuza dek rafine de etseler, ta 1950’lerde ilan ettikleri hedeflere bir adım yaklaşabilmiş değiller.

  

 

Tuesday, August 3, 2021

Bilim neden coşar, neden durur

İslam, hukuk vb. konulu 30 Temmuz günkü blogumun yorumlar kısmında bir arkadaş can alıcı soruyu sormuş:

“Avrupa hangi farka istinaden modern anlamda bilim kurumunu ihdas edebilmiştir de İslam dünyasında bu gerçekleşmemiştir?

Orta çağda Avrupa'da kiliseden bağımsız sivil bir okumuş sınıf mı ortaya çıktı? Böyleyse aynı şey İslam dünyasında neden olmadı?”

Şöyle cevapladım.

 

Temel fark, Rönesansı izleyen devirde Avrupalı bilim insanlarının kurumsal otoriteye (özetle kiliseye/dine, ki üniversite kurumu da onun bir parçası idi) kafa tutma hevesi ve alışkanlığı olmalı. İslam bilimi yabana atılır bir gelenek değildir; ama bu özelliği yoktur. Büyük ölçüde İslam dünyasından kopya olan Avrupa (Ortaçağ) üniversitesinde de yoktur.

İsimleri hatırlıyoruz: Galileo, Bacon, Harvey, Kepler, Descartes, Leibnitz, Newton, Boyle, Lavoisier, Darwin, Pasteur... Hepsi mevcut entelektüel otoritenin inanç ve geleneklerine açıkça ve meydan okuyarak karşı çıkmışlar. Kafa tutmayı bir itibar vesilesi ve ahlaki ödev saymışlar. Tesadüfen birtakım yeni/aykırı sonuçlara varmak değil mesele: yaşamsal bir dava, bir varoluş mücadelesi.

Bu heves ve alışkanlığı nereden edindiler? Beş faktör sayabiliyorum:

1. Başlıca faktör kilise/üniversitenin kurumsal çerçevesi dışında bağımsız güç odaklarının ortaya çıkmasıdır: aristokrasi, saray, onların desteklediği bilimsel cemiyetler. Arkanı bir yere dayamadan otoriteye meydan okuyamazsın.

Saydığım kişilerin yanılmıyorsam hepsi üniversite okumuş, fakat bilimsel kariyerlerinin büyük kısmını üniversite dışında yapmışlar. Kılıç (ve para) sahiplerinden coşkulu destek bulmuşlar.  

2. Avrupa’nın global hegemonyasının getirdiği ekonomik refah, maddi imkanlar. Para yoksa bilim yapamazsın; açık uçlu bilimsel araştırmalara kaynak dökemezsin.

İslam’ın parlak çağındaki bilimsel canlılığın temelinde de ekonomik refah vardır. Ancak 16. yy’da Asya ve Amerika ticaretinin Avrupalıların eline geçmesiyle kaynaklar kurumuştur. İslam dünyasının rekabet gücü kalmamıştır.

3. Avrupa’nın siyasi bölünmüşlüğü ve buna karşılık bilim camiasının devletler-üstü entegrasyonu/dayanışması. Kendi ülkende başın sıkıştığında Fransız Akademisinden yahut Weimar dükasından gelecek bir davet, kitabın Paris’te sansüre uğradığında İsviçre ya da Hollanda’da bastırma olanağı cankurtarandır.

Aynı koşullar 15. yy ortalarına dek İslam dünyasında da geçerliydi. Belh’te sıkışan soluğu Konya’da yahut Bağdat’ta alabilir, Kurtuba’da ilgi görmeyen Kahire yahut İsfahan medreselerinde sıcak bir yuva bulabilirdi. Osmanlı ve Safevi merkeziyetçiliğinin egemen olmasıyla o imkan büyük ölçüde ortadan kalktı.

4. Büyük coğrafi keşiflerin etkisiyle geleneksel entelektüel otoritenin sarsılması. Aristo’nun haberdar olmadığı kıtaları bulmuşsan geleneği artık kim ciddiye alır?

5. Matbaa sayesinde yeni fikirlerin hızla ve nispeten kontrolsüz yayılması. Matbaa olmadan Galileo’nun yahut Newton’ın buluşları kaç kişiye ulaşırdı? “Hocam rektörümüz fikirlerini uygun bulmuyor, yazıcılar da çekiniyor haliyle” argümanıyla kim başa çıkabilir?

*

Bu açıdan bakıldığında, bilimsel çalışmayı milli birlik ve beraberliğin bir cüzü, ulusal kalkınmanın destek unsuru olarak değerlendiren ülkelerde bilimin neden yüz yılda bir arpa boyu yol almadığı kolayca anlaşılır sanıyorum.

Batı dünyasında İkinci Dünya Savaşından bu yana devasa bir sermaye gücünün hizmetkarına dönüşen bilimin – askeri teknolojiler dışında – neden yönünü ve üretkenliğini kaybettiği sorusuna da belki bu gözlemler bir nebze olsun ışık tutabilir.

Sunday, August 1, 2021

Doktora tezi nasıl yazılır

Sosyalbilimler.org dergisi için yazdığım makale

Doktora tezimi düşünmeye başladığım günlerde Türkiye’de 12 Eylül rejiminin kara perdesi aralanmaya başlamış, yeni anayasa tartışılmış, yeni siyasi partilerin kuruluşu gündeme düşmüştü. Yıl 1982-83. Kesinlikle Türkiye hakkında yazmayacağım, dedim. Daha geniş soluklu bir şey olsun istedim. Dünyada Türkiye’ninkine benzer bir berzahtan geçen ülkelerde süreç nasıl işlemiş, sonuç ne olmuş? Adı üstünde, Comparative Politics!

Taradım. Dünyada İkinci Savaş’tan sonraki dönemde kırk küsur örnekte geçici bir askeri diktatörlüğün ardından az veya çok serbest seçimli çok partili düzene geçilmiş. İlginçtir ki neredeyse hepsinde, askeri rejimin temsil ettiği değerlere en zıt olan muhalif parti ilk seçimlerde galip gelmiş. Askeri rejim rekabetçi ortama geçtikten sonraki ilk fırsatta siyasi sahada yenilgiye uğramış. Türkiye’de de o hâlde seçime katılmasına izin verilirse Süleyman Demirel’in, yoksa ona en yakın siyasi seçeneği temsil eden Turgut Özal’ın kazanmasına banko gözüyle bakabiliriz.

En uygun vaka incelemesi olarak Peru, Brezilya ve Arjantin’i seçtim. Uçağa atlayıp Peru’ya gittim. Arşivlere daldım, siyasi aktörlerle mülakatlar yaptım. Dışarıdan bir bakış açısıyla yaklaşınca konular bazen daha net, daha rasyonel bir şekilde kavranabiliyor. Dönüşte klavye adeta parmaklarım arasından aktı. “12 Yıllık Askeri Rejimin Gerileyiş ve Çöküşü” başlıklı yüz sayfalık ön araştırma raporu üç dört haftada tamamlandı. Yazması bir keyifti. Geceleri sabahın körüne dek coşkuyla, çalakalem yazı yazıldı. Sonuç da hiç fena olmadı: Şimdi kırk yıla yakın süreden sonra tekrar okuduğumda analiz gayet sağlam, tezler özgün ve ilgi çekici, argümanlar tutarlı, sunuş derli toplu geliyor bana. Öğrenci getirse hiç düşünmeden A verilecek kâğıt.

Tabii doktora tezi için bir tez lazım. Sonra o tezi disiplinin teorik çerçeveleri içinde bir yere oturtmak, başlıca ekolleri tartışmak, yapay ayrım eksenleri oluşturmak, ekollerden bir iki tanesini harcamak, bir iki tanesine burun kıvırarak doğruluk payı tanımak, bir tanesini —mümkünse en az taraftarı olan ve en uçuk görüneni— beğenmek, sonra; anlatacağın hikâyeyi hiç alakası olmasa da o tezin içine yerleştirecek terminolojiyi oluşturmak lazım. Bunca pırıl pırıl genç insanın en verimli çağından ortalama beş seneyi yiyen süreç odur. Böyle buyurmuş Hazreti Popper. Önce teori.

Ben bir buçuk yıl dayandım. Önce şık bir tez formüle ettim. ‘Askeri rejim’, ‘diktatörlük’, ‘serbest seçim’, ‘çok partili sistem’, ‘muhalefet’ kavramlarını literatüre zengin referanslarla tanımladım. Sonra siyasi analizde ‘tahmin’ ya da ‘öngörü’ (prediction) ne anlama gelir meselesine daldım. Sonsuz sayıda oyuncunun rol aldığı bir oyunda ‘sonuç’ ne anlamda tahmin edilebilir? Tahminin doğru olup olmadığı nasıl anlaşılır? Scenario ve model kavramlarının farkı nedir? İyi bir senaryoyu kötüsünden nasıl ayırt edersin? Sonuçta ‘bilim’ olduğu iddia edilen PoliSci disiplinini yepyeni temeller üzerinde yeniden inşa etmiş bulunduğuma kanaat getirdim. 1985 ilkbaharında tez önerisini komisyona sunup savundum. Tabii yaldızlı A ile geçtim. Sonra “manyak mıyım ben hayat boyu bu saçmalıkla mı uğraşacağım” deyip bıraktım.

Halbuki somut vaka analiziyle yetinsem bir buçuk yılda bırak üç ülkeyi, on üç tanesinin hakkından gelemez miydim? Çok daha okunaklı, işe yarar bir tez çıkmaz mıydı? İnsanlığa fayda, hadi çok iddialı olur diyelim, tezi okuyacak üç tane profesörün bile ufukları açılmaz, kafaları yeni bilgi ve bakış açılarıyla dolmaz mıydı? Peki teori de lazım. Kabul. Ama arabayı atın önüne koşmak yerine arkaya bıraksam, sonsözde üç beş tane akıllıca gözlem ve çıkarımla işi bağlayamaz mıydım? Üç sayfa yeter mi? Fazla fazla yeter.

Yirmi küsur yaşındaki talebenin teori paralamasının kime ne faydası olabilir? Onu da düşünebilecek olgunlukta değildim henüz.

O günden bugüne bana ‘hocam tezimi ne üzerine yazayım’ diye gelen herkese tavsiyem aynıdır: Bilgi devşir, bilgi derle, bilgi aktar.

Dünya dediğin ham bilgi dağlarıyla dolu bir yer. Uyanık bir gözle ve yeterli merakla hangisini kazsan altından maden çıkar. O cevheri toplamak, elekten geçirmek, temizlemek, tasnif etmek, paketlemek, etiketlemek çömez bir bilim insanının yapabileceği en hayırlı iştir. Teori, meta-madenciliktir. Uzun yılların tecrübelerinden —hem kendinin hem başkalarının tecrübelerinden— damıtacağın hikmet yumurtalarıdır. Emeklilik ufukta göründüğünde, anılarını yazma ihtiyacı kendini hissettirdiğinde onu da yaparsın, sabret.

Bu devirde, kütüphane rafları yazılmış milyon tane doktora tezinin ağırlığıyla bel verirken özgün doktora tezi yazılabilir mi, ellenmemiş konu mu kaldı diye soran oluyor. Bilginin ne denli sonsuz bir kıta olduğunu bilmeyenlerdir onlar. Ya da tez deyince yazılmış bayat tezleri harmanlayıp yeniden sofraya sürmeyi anlayanlar.  “Konu söyle” deyince ayak üstü yüz tanesi üşüşüyor aklıma. Buyur, ara dönemden demokratik rejime geçen kırk küsur ülkenin seçim dinamikleri. Henüz kimse yazmadı. Ansızın aklıma takılan konu, Hizan’ın yüz küsur köyünün fiziksel tipolojisi ve farklı köy tiplerinin 19 ve 20. yüzyıldaki toplumsal trajedilerle korelasyonu, bakir mevzu. Matbaanın ilk yüz yılında Batı’da İslam hakkındaki polemikler: Döküm çıkar, tasnif et. Anadolu evliya menkıbeleriyle Bizans aziz menkıbelerinin kıyaslamalı analizi. Döküm çıkar, listele, yan yana koy, ilk aklına gelenleri yaz. Hazine bulacağın kesin.

Benim bildiğim insan ve toplum bilimlerinde durum böyle. Doğa bilimlerinin de farklı olacağını sanmıyorum.

Cevher yerine değersiz moloz toplama riski yok mudur? Vardır elbette.  Madeni cüruftan ayırt edecek asgari donanımın yoksa boşa vakit harcayabilirsin. Fakat şundan eminim ki, malzemeyle fiilen haşır neşir olan insan, büsbütün akılsız değilse, kısa zamanda değerliyi değersizden, kaliteliyi molozdan ayırt edecek beceriyi edinir. Hocası eğer işe yarar biriyse onun da az veya çok yardım edeceğini varsaymak lazım.

Friday, July 30, 2021

Seçme saçmalar: Hukuk, İslam, Allah kelamı vs.

“Laik toplumlarda kanunlar kutsal değildir. Zaman içinde insanların gelişen ihtiyaçlarına göre hukukta iyileştirme yapılabilir. Laik toplumlarda insanlar kendi yasalarını yapar, tanrı onların dünyada yaptıklarına karışmaz.”

Kanunları alelumum ‘insanlar’ yapmaz. ‘Birileri’ yapar. “Kanunlar zaman ve zemine göre değiştirilebilir” dediğiniz zaman kimin ne zaman ve hangi koşullarda değiştirebileceğini de belirtmeniz gerekir. Yoksa birileri çıkar “arkadaşlar yarın beni padişah ilan edeceğiz” der, yahut gece yarısı torba yasa çıkarır, gık diyemezsin.

Karşı taraf haklı mıdır, haksız mıdır ayrı mevzu. Ama laiklik hayranlarının yüz senedir halâ karşı tarafın gerekçesini fark etmemiş görünmeleri hayreti muciptir. Karşı taraf diyor ki, kanunlar kutsaldır. Yani kafana esti diye zırt pırt değiştiremezsin. O yetkiyi sana verirsek sonucu kaçınılmaz bir kesinlikle zorbalıktır, hukukun paçavra edilmesidir. Hukuku zamana uydurmak gerekiyor ise nasıl uydurulacağına devlet sopasını elinde tutanlar değil, ak sakallı alimler karar versin.

Ayrıca, müsterih olun, tanrı bir şeye karışmaz. Çünkü tanrı hayaldir. Sadece yasa yapmanın farklı yöntemleri vardır.

“Roma imparatorluğunda kanunlarla toplumda kutsal olan ve olmayan net bir şekilde ayrılmıştır. Laiklik esas alınmıştır.”

Biraz Roma tarihi bilen bilir ki Roma hukuku ve siyasi kurumları iliğine kadar dini inanç ve törelerle yoğrulmuştur; dinsizliğin, dine zarar vermenin cezası ölümdür.  Merak ediyorsanız Mommsen yahut Fustel de Coulanges okuyun. Eski Roma dini geniş meşrepli olduğundan insanları çok üzmemiştir. Hıristiyanlık resmi din olduğunda ise muhtemelen insanlık tarihinin en feci yobazlık sahneleri yaşandı. Yanlış inanç sahipleri acımasızca kovuşturuldu, tapınakları yakıldı, dini zulümden kaçanlar yüzünden koca vilayetler ıssız kaldı.

Kutsal olanla dünyevinin ayrışması Batı Avrupa Ortaçağının eseridir. Roma devleti Batıda yıkılınca kilise uzun süre tek medeni otorite mercii olarak kaldı. Sonra devletler yeniden güçlenince gücünü onlarla paylaşmamak için çatır çatır direndi. Sonunda otoriteyi paylaşmaktan ve birbirinin alanına fazla bulaşmamayı kabul etmekten başka çare bulamadılar.

Doğu Roma’da devlet çökmediği için böyle bir şey olmadı. Ne Bizans’ta, ne Rusya’da, ne Osmanlı’da o yüzden din ve devletin ayrılması diye bir şey duyulmamıştır.

“Kuranın tanrıdan geldiğine inanıldığından değiştirilemez özelliği vardır. Bu durumda Kurandaki toplum yönetim yasalarını, hukuku değiştirebilir misiniz? Değiştiremezsiniz.”

Kuran’da birtakım şiirsel imgeler, muğlak deklarasyonlar, ne manaya geldiği belirsiz meseller ve bolca öfke krizi vardır. Hemen her ayetin zıddını söyleyen bir ayet illa ki bulunur. Bu tuhaf metinden (ve onu tamamlamak için uydurulan on binlerce hadisten) bir hukuk sistemi kendiliğinden üremedi. Üretmek için çağın en parlak alimleri canhıraş bir gayretle 200 sene uğraştılar. Ürettikleri sistemi yorumlamak için, eskisi kadar parlak olmayan varisleri bin küsur senedir hala uğraşıyor. Siz orada değiştirilmez bir tanrı yasası bulduğunuzu iddia ediyorsanız yolunuz açık olsun.

İslam hukukunun iki ana yolu ve dört tali mezhebi (ve tabii bugün terk edilmiş olan onlarca alternatifi) Abbasi devletinin ilk yüzyıllarında oluşturuldu. Yani Kuran’ın telifinden kaba hesap 100 ila 200  yıl sonra. Allah’ı referans göstermeleri politik bir tercihti. Aşırı güçlenen ve meşruiyet zemini sarsak olan halife devletine karşı hukuk mesleği sırtını “Allah kelamına” dayama ihtiyacını hissetti. Buyur askeriye senin, vergi senin, ama hukuk senin tasarrufunda değil, ilmiye sınıfının tekelidir dediler. Senin kılıcın varsa bizim de Allahımız ve kitabımız var diye kendi kendilerini teselli ettiler.

Son derece akıllıca bir hamleydi. Sonuçta ilim mesleğinin yüzyıllar içinde aşırı derecede muhafazakarlaşmasına, kılıç sahibinin tasallutuna karşı istiridye gibi içine kapanmasına yol açtı, o ayrı mevzu.

Bugün “İslam değişir mi? Değişmez!” diyerek kendi sorup kendi cevaplayanların bu hakikatleri aklında tutmasında yarar vardır. İslam hukuku konusunda ahkam kesmeyi toplumun en cahil ve ezik sınıflarına terk edip sonra onların kalın kafalılığından şikayet etmek pek de rasyonel bir tavır olmasa gerek.

 

Wednesday, July 28, 2021

Türkçe öğrenelim: kelepçe, kalafat, tolga

Nişanyan Sözlük’e artık çok vakit ayırmıyorum. Gene de ara sıra girip bir şeyler eklediğim ya da düzelttiğim oluyor. Son günlerde üst üste üç tane eksik ve yanlışımı yakaladım. Kendi kendime kızdım.

Kelepçe

Kelâb veya kelâbe Farsça “iplik kangalı”. Farsçanın klasik sözlüğü Burhan-ı Katı’ya göre “iplik ve iplik saracak çark manasınadır ki bir nev’ine kelâbçe veya kelâbçek tabir olunur.” Meninski sözlüğü (1680) kelâb maddesinde sözcüğün Türkçesini keleve diye aktarmış, “keleve ki üstüne iplik sararlar ve ol sarılan iplik” tanımını vermiş. Türkçe kelepçe/kelebçe sözcüğüne ilk kez değinen Vefik Paşa (1876), bunu iplik kangalı anlamında keleb ile irtibatlandırmış: “bileğe takılan küçük keleb”. Vefik Paşa’dan daha titiz bir dilci olan Şemseddin Sami (1900) o topa girmemiş, kelepçe’yi tanımlamakla yetinmiş: “derdest edilen ashab-ı ceraimin kaçmamak için bileklerine takılan çifte halka.”  Türk Dilinin Sözde Etimolojik Sözlüğü yazarı Hasan Eren (1999), Ligeti ve Räsänen’e istinaden kelepçeyi Farsça kelâbe (“büyük iplik çilesi”) + ça küçültme ekiyle izah etmiş. Andreas Tietze (2016) Eren’in açıklamasını aktarmış fakat bağlayıcı bir görüş belirtmemiş. TDK Türkçe Sözlük sözcüğün ‘Farsça’ olduğunu belirtmiş, başkaca açıklamaya gerek duymamış.  Nişanyan garip ne yapsın, sözlüğünün 2002, 2009, 2018 baskılarında Farsça kelâb+çe etimolojisini tekrarlamakla yetinmiş. Kalabalığa uy ki yanılmayasın.

Geçenlerde bir şey için Çağatayca bir metne göz atarken birden uyandım: “bilekce, mahpusların ve suçluların ellerine takılan iki boyunduruk.” Buradaki bilek bildiğimiz bilek olabilir, ama “iki şeyi bir araya getirme, birleştirme” anlamında bile ile anlam bağı eski dilde daha belirgin. Kelepçe belli ki bunun deforme edilmiş hali. Belki argo ya da bilinçli bir espri.

Kelâbçe diye Farsçadan alıntı, hayli marjinal bir kelime de varmış belli ki.  Lakin “üstüne iplik sarılan çark” ile bildiğimiz kelepçenin makul bir anlam bağı yok ki? Ne çarka benzer meret, ne de iplikle akrabalığı var.

Kalafat

Eski usul ahşap teknelerle tanışıklığı olanlar bilir, her yaz başında tahtaların arası kazınır, açık olan yerler üstüpü veya fitille doldurulur, sonra elde primüs ocağı zift eritilip aralarına dökülür. Bu işlemin adı kalafatlamak. Türkçeye Rumcadan alınma bir sözcük. Gerçi Arapçada da qalfaṭ var aynı anlamda, fakat bunun hayli geç bir alıntı olduğu anlaşılıyor. Erken devir Arapçada cumhurun c’siyle calfaṭa جلفطة kullanılmış, bu da yapıca yabancı olduğu bariz bir sözcük.  Yunanca kalafátis καλαφάτης  7. yy’ın ilk çeyreğinde yazı yazmış Hieron adlı birinin eserinde ilk kez karşımıza çıkıyor, gayet net bir teknik terim.

Buraya kadar sorun yok. Sonra hangi şeytan aklımı dürtmüşse, sözlüğün ikinci baskısını hazırladığım dönemde, 2009’dan bir süre önce (yaptığım düzeltmelere time stamp koymayı 2009’da akıl ettim) bu kelimenin Arapça kılıf ile kökdeş olduğunu ve belki Arap-öncesi Sami dillerinden alınmış olabileceğini belirtme gereği duymuşum.  Bir daha da dönüp bakmamışım. Deli saçması tabii. Kökeni gayet net olan bir sözcük. Ortaçağ Latincesinde calefacere “ateşte ısıtmak, harlamak, alazlamak”, fiil-sıfatı calefatus veya calafatus, İtalyancası calefato/calafato. Kalori ve kaloriferle aynı kökten bir kelime.

İlginçtir ki şoför de aynı kökten. Latince ve İtalyancada başta ka- olan ses Fransızca avam telaffuzunda şa- olur, Lüleburgazın l’si ise önce w’ye dönüşür, sonra bitişik ünlüyü o’ya çevirip kaybolur. Yani Latince /kal/ > Fransızca /şo/. Basit.

Tolga

13. yy’da Türkçeye girmiş silah, savaş ve ordu düzeni ile ilgili pek çok kelime gibi “miğfer” anlamında tolganın da Moğolcadan alınma olduğu bilinen bir şey, bütün kaynaklarda yazar, doğulğa, davulğa gibi varyantları da gösterilir.  Buraya kadar sorun yok. Nişanyan da umumi kabule uyup Moğolcadır demiş. Daha derinine girmemiş.

Geçenlerde korsan kitap sitelerinde gezinirken Andras Rajki’nin Moğolca Etimoloji Sözlüğü’ne denk geldim, ona göz atarken birden hop! Moğolca tolğay veya toluğay neymiş? Bildiğimiz “baş, kafa”, tüm düz ve mecazi anlamlarda, insan başı, tepe başı, büyük ve küçük baş hayvan, işin başı, baş ağrısı, ayrıca serpuş, başlık, sarık ve saire.

Dil bilmemek kötü şey. Böyle bariz şeyler bile gözünden kaçabiliyor.

 

 

   

Wednesday, July 21, 2021

Fifiler hakkında

Bu yazıyı Facebook'ta paylaştığım için 30 gün yasaklandım. Korkunç bir çağda yaşıyoruz.

Birincisi, ABD, AB ve WHO dahil hiçbir kuruluş bu “fifileri” henüz onaylamış değil.
Sadece 'emergency use' izni verildi. Teknik olarak şu anda yapılan şey dev boyutlu bir deneydir. Hiç kimse test deneği olmaya mecbur edilemez.

İkincisi, bilinen ve kabul edilmiş fifiler hayat boyu, veya en azından uzun süreli bağışıklık sağlar. Bu fifilerin en fazla altı ay veya bir yıl etkili olduğu üretici firmalarca beyan edildi. Son günlerde ortaya çıkan verilere göre belki bu da fazla iyimser, bağışıklık süresi çoğu insanda üç ay gibi kısa bir süre olabilir.

Üçüncüsü, fifilerin %94,2 gibi koruma sağladığına ilişkin bol keseden iddiaların bilimsel hiçbir dayanağı olmadığını anlamak için minimum bilimsel akıl, hatta sadece akıl yeterlidir. Bağımsız gözlemcilerin (yani fifi üreticileriyle çıkar ilişkisi olmayanların) uzun vadeli araştırmaları olmadan bu tür beyanlar reklam sloganı olmaktan öteye değer taşımaz.

Dördüncüsü, bu fifileri üreten ve pazarlayan firmalar yılda 1,3 trilyon dolarlık bir kartelin üyeleridir. Üretikleri fifilerden sadece birinci yılda yaklaşık 100 milyar dolar kazanacakları öngörülmektedir. Bu kartelin bilim insanlarını, akademik dergileri, araştırma kuruluşlarını, hatta üniversite departmanlarını parayla satın alma pratiği yaygın ve yerleşiktir ve defalarca, ayrıntılı olarak belgelenmiştir. Elbette bu verilerden, söyledikleri her sözün yalan olduğu sonucu çıkmaz. Ancak söyledikleri her sözü prima facie şüpheyle karşılamak için yeterli sebep vardır.

Tuesday, July 20, 2021

Devlet gücü nah sınırlanır

Devlet gücü sınırlandırılmalı. Evet, tabii. Doğru söze ne denir?

2. Dünya Savaşından sonra ‘Batı’ siyasi düşüncesi bu ilke üzerine inşa edildi. Aksini savunan Alman Nazizmi yenilmişti; aksini savunan Komünist tezler 1945’ten sonra düşman ilan edildi, marjinalleştirildi. Yeni çağın peygamberleri Karl Popper, Hannah Arendt, Raymond Aron idi. Kamu hukuku, güçler ayrımı, siyasi ve kurumsal çoğulculuk, çok partili parlamenter sistem, basın özgürlüğü, uluslarüstü kurumlar, ‘insan hakları’... Hepsinin ana fikri aynıdır. Devlet gücü belli sınırlar içine hapsedilmelidir. Bireyin özerkliği devletin suistimaline karşı korunmalıdır. Evet, ne güzel.

Derken, hiç beklemediğimiz şeyler oldu.

1. Akla ziyan teknolojik gelişmeler oldu. Devlet kurumlarının eline yeryüzündeki herkesi, bilhassa güç ve mevki sahibi olanları, an be an izleme, konuşmalarını dinleme, notlarını okuma, boş zamanlarında yaptıklarını kayıt altına alma, ailelerinin ve sevgililerinin röntgenini çekme  imkanı geçti. Arzu ettikleri herhangi birini, yıllar önce can sıkıntısından göz attığı bir porno videosu yahut beceriksizce yaptığı bir cinsel girişim gerekçesiyle böcek gibi ezme yetisini kazandılar.

İşin bir ilginç yönünü gözden kaçırmayalım. Bu akla ziyan güçlerin kullanımı halâ kısmen yasadışıdır; dolayısıyla o güçlerle donatılan devlet kurumları büyük ölçüde gizlidir. En temel faaliyetleri yasadışı ve gizli olan bir devleti nasıl denetlersin, gücünü nasıl kısıtlarsın?

2. Polis azdı. Dünyanın her ülkesinde polis askerleşti, askerî donanım ve eğitimle pekiştirildi. Kendi toplumuna veya toplumun büyük kesimlerine karşı açık savaş zihniyeti ile yetiştirildi; bunun gerektirdiği becerilerle donatıldı. Sokak gösterileriyle siyasi gücü sarsma ihtimali çoğu ülkede ortadan kalktı.

Daha kötüsü, sokak gösterileriyle siyasi gücün sarsılmaya yüz tutar gibi olduğu birçok ülkede o gösterilerin diğer (daha güçlü) devletler tarafından yönlendirildiği kuşkusu belirdi.

3. Sermaye birikimi akıllara durgunluk veren boyutlara ulaştı. Kamu ile özel sermaye arasındaki sınırlar belirsizleşti; devlet fonksiyonlarının pek çoğu,  paydaşlarının gelirini artırmak dışında herhangi bir kamusal sorumluluğu olmayan aktörlere devredildi.

Savaş ve emniyet, ceza infazı ve kamu sağlığı gibi temel kamu işlevlerinin önemli bir bölümü, ayrıntıları bilinmeyen sözleşmelerle özel kurumlara aktarılmışsa bunları hangi güç nasıl denetler? Kamu meydanı – agora – bu kurumların malı ise; mal sahipleri tırnaklarının sadakasıyla yayın organlarını, üniversiteleri, bilim kurumlarını, yasama meclislerinin tüm üyelerini ve gerektiğinde işe yarayacak küçük devletleri satın alacak güce sahipse, Popper’in güzellediği özgürlüklerin ne manası kalmıştır? “Kongre ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasa yapamaz” ilkesi hangi göte don olur?

4. Bütün bunlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, egemen düşünce iklimi değişti. Değiştirildi. Bir önemli dönüm noktası sanırım 2001’de başlatılan ‘Teröre karşı savaş’ isterisiydi; can alıcı olan ikincisini son bir buçuk yılda sahnelenen pandemi tiyatrosunda yaşadık. Üçüncüsü ‘Küresel ısınma’ kisvesi altında ufukta görünüyor. İnsanlığı tehdit eden bunca dehşetengiz tehlikeler varken, ne yani, devlet eli kolu bağlı mı otursun? Bu devirde halâ devlet gücü kısıtlansın diye tutturanlar romantik hayalperestler değil midir? Global seferberliğe zarar veren bu gibi şaşkınların susturulması – bu devirde – şart değil midir?

Bu zihniyetin nasıl tereyağından kıl çeker gibi topluma benimsetildiğini izlemek derin bir hayal kırıklığıdır. İletişim araçları ellerindedir. Propaganda teknikleri çok gelişmiştir. Üniversiteler satın alınmış, ahlaki çapasını çoktan kaybetmiş, olağanüstü bilgisiz ve bağnaz bir kuşak yetiştirilmiştir. Halk ekonomik belirsizlik içinde ürkek, tüketimden ve hayatta kalmaktan (survival) başka hiçbir değer tanımayacak ölçüde şaşkındır. İtiraz etmeyi aklından geçirenleri susturmak çocuk oyuncağıdır. Ve polis acımasızdır.

Bu koşullarda “devlet gücü sınırlansın” teorisinin fazla bir güncelliği kaldığını düşünmüyorum. Efendim hukuk devleti, yok Avrupa insan hakları bilmemnesi, parlamenter sistem güçlensin, basında tekelleşme önlensin, sivil toplum örgütlensin, falan filan. Kaçtı o trenler. Ejderha kafesten çıktı.

Çözüm önerim yok maalesef. Bilmiyorum. En kolayı teslim olup işi oluruna bırakmak, ama ona da gururumuz elvermez. Büyük devletler arası rekabete mi umut bağlamalı? Sistemi sabote edecek ince planlar peşinden mi koşmalı? Bireyler ve küçük gruplar için sisteme karşı özerklik alanları inşa etmeye mi çalışmalı?

Dünyada bu konulara epeyi kafa yoranlar var. Okumak lazım. Aslında seyahat etmek ve tanışmak lazım, yüz yüze gelmeden fikirler gelişmez. Ama o da yasak biliyorsunuz. Çünkü halkımız pandemiden korkuyor.