İslam, hukuk vb. konulu 30 Temmuz günkü blogumun yorumlar kısmında bir arkadaş can alıcı soruyu sormuş:
“Avrupa hangi farka
istinaden modern anlamda bilim kurumunu ihdas edebilmiştir de İslam dünyasında
bu gerçekleşmemiştir?
Orta çağda Avrupa'da kiliseden
bağımsız sivil bir okumuş sınıf mı ortaya çıktı? Böyleyse aynı şey İslam
dünyasında neden olmadı?”
Şöyle cevapladım.
Temel fark, Rönesansı
izleyen devirde Avrupalı bilim insanlarının kurumsal otoriteye (özetle
kiliseye/dine, ki üniversite kurumu da onun bir parçası idi) kafa tutma hevesi
ve alışkanlığı olmalı. İslam bilimi yabana atılır bir gelenek değildir; ama bu
özelliği yoktur. Büyük ölçüde İslam dünyasından kopya olan Avrupa (Ortaçağ)
üniversitesinde de yoktur.
İsimleri hatırlıyoruz: Galileo, Bacon, Harvey, Kepler,
Descartes, Leibnitz, Newton, Boyle, Lavoisier, Darwin, Pasteur... Hepsi mevcut
entelektüel otoritenin inanç ve geleneklerine açıkça ve meydan okuyarak karşı
çıkmışlar. Kafa tutmayı bir itibar vesilesi ve ahlaki ödev saymışlar. Tesadüfen
birtakım yeni/aykırı sonuçlara varmak değil mesele: yaşamsal bir dava, bir
varoluş mücadelesi.
Bu heves ve alışkanlığı
nereden edindiler? Beş faktör sayabiliyorum:
1. Başlıca faktör kilise/üniversitenin
kurumsal çerçevesi dışında bağımsız güç odaklarının ortaya çıkmasıdır: aristokrasi,
saray, onların desteklediği bilimsel cemiyetler. Arkanı bir yere dayamadan
otoriteye meydan okuyamazsın.
Saydığım kişilerin
yanılmıyorsam hepsi üniversite okumuş, fakat bilimsel kariyerlerinin büyük kısmını
üniversite dışında yapmışlar. Kılıç (ve para) sahiplerinden coşkulu destek bulmuşlar.
2. Avrupa’nın global hegemonyasının
getirdiği ekonomik refah, maddi imkanlar. Para yoksa bilim yapamazsın; açık uçlu
bilimsel araştırmalara kaynak dökemezsin.
İslam’ın parlak çağındaki
bilimsel canlılığın temelinde de ekonomik refah vardır. Ancak 16. yy’da Asya ve
Amerika ticaretinin Avrupalıların eline geçmesiyle kaynaklar kurumuştur. İslam
dünyasının rekabet gücü kalmamıştır.
3. Avrupa’nın siyasi bölünmüşlüğü
ve buna karşılık bilim camiasının devletler-üstü entegrasyonu/dayanışması.
Kendi ülkende başın sıkıştığında Fransız Akademisinden yahut Weimar dükasından
gelecek bir davet, kitabın Paris’te sansüre uğradığında İsviçre ya da Hollanda’da
bastırma olanağı cankurtarandır.
Aynı koşullar 15. yy
ortalarına dek İslam dünyasında da geçerliydi. Belh’te sıkışan soluğu Konya’da yahut
Bağdat’ta alabilir, Kurtuba’da ilgi görmeyen Kahire yahut İsfahan
medreselerinde sıcak bir yuva bulabilirdi. Osmanlı ve Safevi
merkeziyetçiliğinin egemen olmasıyla o imkan büyük ölçüde ortadan kalktı.
4. Büyük coğrafi keşiflerin
etkisiyle geleneksel entelektüel otoritenin sarsılması. Aristo’nun haberdar
olmadığı kıtaları bulmuşsan geleneği artık kim ciddiye alır?
5. Matbaa sayesinde yeni
fikirlerin hızla ve nispeten kontrolsüz yayılması. Matbaa olmadan Galileo’nun
yahut Newton’ın buluşları kaç kişiye ulaşırdı? “Hocam rektörümüz fikirlerini
uygun bulmuyor, yazıcılar da çekiniyor haliyle” argümanıyla kim başa çıkabilir?
*
Bu açıdan bakıldığında,
bilimsel çalışmayı milli birlik ve beraberliğin bir cüzü, ulusal kalkınmanın destek
unsuru olarak değerlendiren ülkelerde bilimin neden yüz yılda bir arpa boyu yol
almadığı kolayca anlaşılır sanıyorum.
Batı dünyasında İkinci
Dünya Savaşından bu yana devasa bir sermaye gücünün hizmetkarına dönüşen
bilimin – askeri teknolojiler dışında – neden yönünü ve üretkenliğini
kaybettiği sorusuna da belki bu gözlemler bir nebze olsun ışık tutabilir.
Eskiden bilim yapmak icin kirtasiyeden alinacak malzemeler yetiyordu. O doneme gore yapilmasi gereken bilim yapildi. Simdi pahali bilim yapiliyor. Bunlari da ancak buyuk devletler ve sirketler fonlayabiliyor. Ulus devlet ve sirketlerin rekabeti en buyuk kaybi sosyal bilimlere verdi. Sosyal bilimler karli olmadigi icin insanin ruhsal ihtiyaclarini kimse onemsemez oldu. Olay maddi rekabet ve vahsi bir savasa dondu. Gunumuzde maddi buyume gerceklestikten sonra intiharlar,cineyetler,uyusturucudan olumler,cevre,polis devleti vs bir sey ifade etmez. Ruhsal olan degil maddi olan onemlidir. Insanlarin coguda buna bayilmistir. Bence ruhsal insanin hayatta kalmasi icin elinde tek kalan engizisyona kendini belli etmeden devletlerin hala zayif oldugu bir yerler bulup kimsenin dikkatini cekmeden izole bir hayat yasamasidir. Yoksa ortacagin yukselis donemindeyiz. En az bir 500 sene yapacak bir sey yok.
ReplyDelete"Batı dünyasında İkinci Dünya Savaşından bu yana devasa bir sermaye gücünün hizmetkarına dönüşen bilimin..."
ReplyDeleteGünümüzde bazı bilimsel faaliyetlerin çok ciddi hatta bazen astronomik maliyetleri olması konusunda da bir iki söz edebilirsiniz belki.
Bu durum yalnızca uygulama anlamında değil paradigma ve felsefe anlamında da yön kaybı içermiyor mu? Şöyle ki, beşer olan Galileo'ya inanmadan ya da güvenmeden de onun deneylerini ve gözlemlerini makul bazı gereklilikleri yerine getirmek şartıyla tekrarlayabiliriz ama CERN'deki bazı elit bilim insanlarının "deneylerini" kimsenin arka bahçesinde inşa ettiği gecekondu hadron çarpıştırıcısında tekrarlamak gibi bir şansı yok.
Bu birlik beraberlik meselesini ben de sevmem, ama Almanya'da faşizm dönemindeki başlıca ilerlemenin teknoloji olduğunu söylesek bile hiç mi bilimsel ilerleme olmadı? Daha önemli (ve bize daha uygun) bir örnek Sovyetler Birliği: Stalinizm tam da TC'nin birlik beraberlik olayı, ama SSCB'de temel bilimler güçlü oldu diye biliyorum ve Stalin'in terör yıllarında biraz daha yavaş olsa bile Osmanlı ve TC gibi durgun olmadı.
ReplyDelete"bilimsel çalışmayı milli birlik ve beraberliğin bir cüzü, ulusal kalkınmanın destek unsuru olarak değerlendiren ülkelerde "
Bilimsel çalışmayı milli birlik ve beraberliğin bir cüzü olarak gören ülkeler, VAR OLAN bilimleri devlet desteğiyle yaymak, öğretmek, tasnif etmek, ufak tefek düzeltmeler yapmak konusunda başarılı olabilir. Bilimde devrim yapamaz, yeni ufuklar ve yeni kıtalar keşfedemez. Keşfetmeye kalkanın burnundan getirirler. Milli birlik ve beraberliğe nifak sokmaktan zındık ilan edip asarlar.
Delete