Devlet gücü sınırlandırılmalı. Evet, tabii. Doğru söze ne denir?
2. Dünya Savaşından sonra
‘Batı’ siyasi düşüncesi bu ilke üzerine inşa edildi. Aksini savunan Alman
Nazizmi yenilmişti; aksini savunan Komünist tezler 1945’ten sonra düşman ilan
edildi, marjinalleştirildi. Yeni çağın peygamberleri Karl Popper, Hannah Arendt,
Raymond Aron idi. Kamu hukuku, güçler ayrımı, siyasi ve kurumsal çoğulculuk, çok
partili parlamenter sistem, basın özgürlüğü, uluslarüstü kurumlar, ‘insan
hakları’... Hepsinin ana fikri aynıdır. Devlet gücü belli sınırlar içine hapsedilmelidir.
Bireyin özerkliği devletin suistimaline karşı korunmalıdır. Evet, ne güzel.
Derken, hiç
beklemediğimiz şeyler oldu.
1. Akla ziyan teknolojik
gelişmeler oldu. Devlet kurumlarının eline yeryüzündeki herkesi, bilhassa güç
ve mevki sahibi olanları, an be an izleme, konuşmalarını dinleme, notlarını
okuma, boş zamanlarında yaptıklarını kayıt altına alma, ailelerinin ve sevgililerinin röntgenini çekme imkanı geçti. Arzu ettikleri
herhangi birini, yıllar önce can sıkıntısından göz attığı bir porno videosu
yahut beceriksizce yaptığı bir cinsel girişim gerekçesiyle böcek gibi ezme
yetisini kazandılar.
İşin bir ilginç yönünü
gözden kaçırmayalım. Bu akla ziyan güçlerin kullanımı halâ kısmen yasadışıdır;
dolayısıyla o güçlerle donatılan devlet kurumları büyük ölçüde gizlidir. En
temel faaliyetleri yasadışı ve gizli olan bir devleti nasıl denetlersin, gücünü
nasıl kısıtlarsın?
2. Polis azdı. Dünyanın
her ülkesinde polis askerleşti, askerî donanım ve eğitimle pekiştirildi. Kendi
toplumuna veya toplumun büyük kesimlerine karşı açık savaş zihniyeti ile yetiştirildi;
bunun gerektirdiği becerilerle donatıldı. Sokak gösterileriyle siyasi gücü
sarsma ihtimali çoğu ülkede ortadan kalktı.
Daha kötüsü, sokak gösterileriyle
siyasi gücün sarsılmaya yüz tutar gibi olduğu birçok ülkede o gösterilerin diğer (daha
güçlü) devletler tarafından yönlendirildiği kuşkusu belirdi.
3. Sermaye birikimi
akıllara durgunluk veren boyutlara ulaştı. Kamu ile özel sermaye arasındaki
sınırlar belirsizleşti; devlet fonksiyonlarının pek çoğu, paydaşlarının gelirini artırmak dışında herhangi
bir kamusal sorumluluğu olmayan aktörlere devredildi.
Savaş ve emniyet, ceza
infazı ve kamu sağlığı gibi temel kamu işlevlerinin önemli bir bölümü, ayrıntıları
bilinmeyen sözleşmelerle özel kurumlara aktarılmışsa bunları hangi güç nasıl
denetler? Kamu meydanı – agora – bu kurumların malı ise; mal sahipleri tırnaklarının
sadakasıyla yayın organlarını, üniversiteleri, bilim kurumlarını, yasama
meclislerinin tüm üyelerini ve gerektiğinde işe yarayacak küçük devletleri
satın alacak güce sahipse, Popper’in güzellediği özgürlüklerin ne manası
kalmıştır? “Kongre ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasa yapamaz” ilkesi hangi göte
don olur?
4. Bütün bunlardan daha
elim ve daha vahim olmak üzere, egemen düşünce iklimi değişti. Değiştirildi.
Bir önemli dönüm noktası sanırım 2001’de başlatılan ‘Teröre karşı savaş’
isterisiydi; can alıcı olan ikincisini son bir buçuk yılda sahnelenen pandemi tiyatrosunda yaşadık. Üçüncüsü ‘Küresel
ısınma’ kisvesi altında ufukta görünüyor. İnsanlığı tehdit eden bunca dehşetengiz tehlikeler
varken, ne yani, devlet eli kolu bağlı mı otursun? Bu devirde halâ devlet gücü
kısıtlansın diye tutturanlar romantik hayalperestler değil midir? Global
seferberliğe zarar veren bu gibi şaşkınların susturulması – bu devirde – şart değil midir?
Bu zihniyetin nasıl
tereyağından kıl çeker gibi topluma benimsetildiğini izlemek derin bir hayal kırıklığıdır.
İletişim araçları ellerindedir. Propaganda teknikleri çok gelişmiştir.
Üniversiteler satın alınmış, ahlaki çapasını çoktan kaybetmiş, olağanüstü
bilgisiz ve bağnaz bir kuşak yetiştirilmiştir. Halk ekonomik belirsizlik içinde
ürkek, tüketimden ve hayatta kalmaktan (survival) başka hiçbir değer tanımayacak
ölçüde şaşkındır. İtiraz etmeyi aklından geçirenleri susturmak çocuk
oyuncağıdır. Ve polis acımasızdır.
Bu koşullarda “devlet
gücü sınırlansın” teorisinin fazla bir güncelliği kaldığını düşünmüyorum. Efendim
hukuk devleti, yok Avrupa insan hakları bilmemnesi, parlamenter sistem
güçlensin, basında tekelleşme önlensin, sivil toplum örgütlensin, falan filan. Kaçtı
o trenler. Ejderha kafesten çıktı.
Çözüm önerim yok
maalesef. Bilmiyorum. En kolayı teslim olup işi oluruna bırakmak, ama ona da
gururumuz elvermez. Büyük devletler arası rekabete mi umut bağlamalı? Sistemi
sabote edecek ince planlar peşinden mi koşmalı? Bireyler ve küçük gruplar için sisteme
karşı özerklik alanları inşa etmeye mi çalışmalı?
Dünyada bu konulara epeyi kafa yoranlar var. Okumak lazım. Aslında seyahat etmek ve tanışmak lazım, yüz yüze gelmeden fikirler gelişmez. Ama o da yasak biliyorsunuz. Çünkü halkımız pandemiden korkuyor.
Çözüm önerim yok demişsin ama gene de eleştirel ve kritik bir bakış çoğu zaman normatif veya alternatif bir senaryo ve de muhtemel direniş pratiklerine kayıyor. Öte yandan belki de şu bahsedilen Gedankenlosigkeit vakası şu an çok yaygın yani bütün bu gelişmelere binaen. İşte ne yapmalı nasıl yapmalı gibi sorular artık bireysel anlamda ve sınırlarıyla kolay sorular değil ama bu dönemin de büyük bir kırılma ve bir twist yaratacağı ve hali hazırda yarattığı da aşikar.
ReplyDeleteDediklerinizi dünyanın hiç durmayan değişiminin bir parçası olarak görmekteyim. Teknolojik ve sosyal gelişmeleri, bu gelişmeler sonucunda oluşan hayatımızdaki değişimleri durdurmak pek abes bir hayal olurdu. Belki gün gelir ikinci bir Martin Luther doğar, ikinci bir Fransız devrimi, ikinci bir aydınlanma yaşarız, kim bilir?. Tarih çok net ifade eder ki yıkılmaz denilen nice kaleler yıkılmıştır.
ReplyDeleteimmanuel wallerstein bu konuları ve aklına gelen çözümleri "ütopistik ya da 21. yüzyılın tarihsel seçimleri" adlı küçük kitabında tartışmıştı.
ReplyDeleteSon paragrafta yazılanla ilintili olarak ne yapılabileceğine dair unabomber aziz Ted Kacynznski'nin hücresinde yazdığı "Anti-tech revolution: Why and How" isimli 2016'da yayımlanmış bir kitabı var. Şiddetle öneririm. (Malum sitelerde bulabiliyorsunuz.)
ReplyDeleteBu konulara kafa yoranların yazdıklarından paylaşabilir misiniz hocam? Okuyalım.
ReplyDeleteSevan bey,
ReplyDeleteSize liberal diyenler bile var. Gerci bir anarsistin neyin niye oldugunu anlatmasi oksimoron olsa bile, anlatmasini seven bir anarsistin su devlet / anarsi konusuna biraz daha derinden girmesi bilhassa kendini solcu zannedenler icin yararli olur bence. Hatta tek tük ise bile yarayabilir.
Selamlar
on yaşımdan beri iki ciddi derdim var
ReplyDelete1- bokumuzu temizlemekten gayri aslî görevi olmayan devlet aygıtı neden devamlı maaşını ödeyenlerin kafasına sıçar ve sıçılanlar "yarabbi şükrân" der.
2- koca lupus bir kuru kemik için canine olur mu.
- ikisi tek soru da olabilir.
* bu arada devleti güçsüzlük değil, güç daha hızlı yıkar.. new model army, ekim devrimi, 1789, çekya..
yaşasın sosyal evrim:)
"durun! şöyle yapsak düzelir" tarzında bir şeyler yazmak için geldim, yazamadım. 90'larda doğmuş bizler, tabirimi bağışlayın, yarrağı yemişiz. 2010'ların başlarında iki üç yer görmüş olmayı kâr sayıyorum, bugünden sonra o iş de yaş.
ReplyDeleteBu konuyla alakalı olarak Ted Kaczynski'nin "Industrial Society and Its Future" isimli kitabını okumanızı öneririm. Üstat bunları seneler önce ifade edip olası bir çözüm yolu sunmuştur.
ReplyDelete"Akla ziyan teknolojik gelişmeler"i açmalı ki, çatlakları var mı görelim.
ReplyDeleteGözetim nasıl kitleselleşti? George Orwell'in Büyük Birader distopyası bugün yaşananlar yanında ancak Susam Sokağı kalıyorsa, bu üssel güç birikimine neler yol açmıştır?
Geçmişte devlet ancak hedef aldığı aktörler hakkında istihbarat toplamak için gözetim yapardı. Kitlesel gözetimi devletler mi amaçlıyordu (küresel terörün yükselişine karşı ya da daha etkili nüfus kontrolü için), yoksa Silikon Vadisi'nden yükselen yeni sermayenin mi ihtiyacı vardı (toplanan veriler ile ürün verimliliğini arttırmak ya da ultra odaklı reklam satmak için bilinmez, ama kazan-kazan bir sermaye-devlet ilişkisi olduğu şüphesiz. Nihayetinde gözetimi tüm nüfusa yayacak kadar genişletmek, yani omnipresent (her yerde ve her zaman varolan) kılmak için devletin mevcut teknolojik birikimi ve kaynakları kısıtlıydı. Öte yandan da Silikon Vadisi şirketlerinin kontrolsüzce büyümesi için imtiyazlar sağlanmalıydı (örneğin anti-trust yasası kullanarak taş koyulmamalıydı). Dutch East India Company'den bu yana derinleşmiş sermaye-devlet ortaklığında yeni bir katman daha eklendi, bugün artık "gözetim kapitalizmi" denilen dönem başlamış oldu (Soshana Zuboff "Surveillance Capitalism" kitabında mekanizmanın nasıl işlediğini uzun uzun anlatır).
Edward Snowden’ın 2013’de paylaştığı NSA belgeleri dijital platformların (Google, Apple, Microsoft, Amazon, Facebook vb.) kullanıcı verilerini en az 2007'den beri devlet ile paylaştığını ortaya çıkardı.
Kısaca hatırlarsak Google 1998'de kurulmuş, 2001 sonrası başlayan "terörle savaş" döneminde tüm dünyada en çok kullanılan arama motoru ve email servisi olmuştu. Facebook 2004'de kurulmuş, 2006-2012 arası herkese açılarak çok hızlı yayılmaya başlamıştı. Apple iPhone'u 2007'de çıkardıktan sonra akıllı telefonlar ile gözetim hayatın tüm alanına kolayca girmeye başlamıştı. Facebook Instagram (2012) ve WhatsApp (2014) dahil 90 üzerinde inovatif firmayı satın alarak neredeyse tüm dünya nüfusunun kullandığı sosyal iletişim platformu haline geldi. Bunların ardından gelen hemen her teknolojik girişim (Uber'inden Airbnb'sine, YemekSepeti'nden Waibo'suna) aynı kök stratejiyi takip etti: Veriyi kontrol etmekten doğan ağ etkilerine tek başına sahip olmak.
Sosyal medya platformları kullanıcıları etkileştiği ya da etkileşmediği içeriklerle göre çok detaylı kategorilerde sınıflandırır. Reklam verenler bu kategorilerde verdikleri reklamlar için ne kadar çok etkileşim alırsa o kadar platforma para öder. Platformlar her bir kategoride kimin hangi içerikle ne kadar etkileşime geçeceğine dair tahminler üretirler, tahmin ne kadar başarılıysa o kadar para yapılır. Tahmin de yetmez, dürtmek ("notification") gerekir ki kullanıcı önüne koyulan tahmin ile yüzde yüz etkileşime geçsin, platform da en çok parayı kazansın. Birbirini pozitif besleyen sınıflandır-tahmin et-dürt-sat süreçleri sonucu insan doğası reklam veren ve reklam alan tarafından sömürülür. Bu çark sosyal medyayı saran sahte haberlerin de yankı fanuslarına hapsolmanın da müsebbibidir. Öyle ki sadece bireysel tercihleri değil, genel seçim gibi kolektif kararları da şekillendirebiliyor (Bkz Trump'ın kazandığı 2016 seçimi). Taktik dezenformasyon, kesinlikle yeni bir fenomen olmasa da, kitle iletişim tarihinde daha önce hiç bu kadar hesaplanmış, bu kadar algoritmik olmamıştı. Bkz: https://medium.com/graph-commons/the-year-2016-marked-the-post-truth-era-what-now-5b20e4e5c16a
Malum vergi maşasını elinde tutan devletler de gözetim kapitalizminin şahı bu şirketlerden hem arka kapılar talep etmeye hem de kendilerini rahatsız eden hesapların bloklanmasını istemeye başladılar.
Toplumun üzerinde işlediği bu sosyo-politik-teknolojik altyapıların ataletleri öylesine güçlü ki çekip gitmek, protesto etmek, hatta hızlandırıp çakmak bir etki etmiyor der Mckenzie Wark. Öyle ise ne yapmalı? Bir yol, yeni alternatif altyapılar kurmak ve insanların gelip yeni hayatlar kurması olabilir mi?
Sayın üstadım, üniversite ahlaki olarak/düşünce özgürlüğü yönünden bitmişse çok da üzülmeyrlim bizim üniversitelerin berbat haline... İroni bir yana üniversiteden, edebiyattan, teknolojinin karşıdaki teknolojiden (hack müessesesi) umutlu olmalıyız derim.
ReplyDelete