Askeri cezaevinde vakit nasıl
geçer? 1986’da Ali Nesin’le beraber vakit öldürmek için Türkçedeki Arapça kelimelerin
köklere göre dökümünü yapalım dedik. Kitap, kâtip, mektup, mektep. İlim, alim,
malum, muallim. Şekil, eşkal, teşkil, teşekkül. Velet, evlat, valide, tevellüt.
Birkaç hafta çok eğlendik, ufkumuz gelişti, zihnimiz açıldı. Çıktıktan sonra
bunu kitap yapalım dedik, ama tabii kısmet olmadı, öyle kaldı. Zaten Ali’nin
niyeti başka, benim sabah akşam kaçış planları yapmamdan feci ürküyor,
aklımı başka yere çelmek için yapmayacağı marifet yok.
Sonra 1989’du galiba, bir
sohbette Türkçedeki Rumca kelimeler
konusu açıldı. Oturdum 200-300 kelimelik bir liste yaptım. Neler yok ki?
Fesleğen, hülya, kutu, anahtar, avlu, biber, sınır vs. O liste elden ele
dolaştı. Kaynak maynak belirtmeden gazetelere bile çıktı. E dedik, demek
ki insanlar bu konulara meraklıymış.
Esas zihnimi ateşleyen olay 94’te Yanlış Cumhuriyet’i yazarken dil devrimi hakkında düşünmek oldu. Adamlar diyor ki Türkçe “halk dili”, öztürkçedir, dolayısıyla dilimizden yabancı kelimeleri atarsak yazı dili halk diline yaklaşır, Memo ile İbo daha güzel anlarlar. Bre kelek, Memo ile İbo da Arapçadır diye başladım. Sonra Türkçenin en gündelik katmanına girmiş olan yabancı kökenli kelimelerin listesini çıkarmaya giriştim. Yanlış Cumhuriyet’in işi bitince de bunu bir sözlük haline getirmeye karar verdim.
Siyasetten ilme
Demek ki neymiş? İdeolojik bir
hırsla işe girişmişim. Baştaki niyetim de zaten o kadar iddialı bir şey
değil, Türkçedeki yabancı asıllı kelimeleri dökmek, o kadar.
1995 yazında başladım, dört-beş
sene boş vakit buldukça bununla oyalandım. Yavaş yavaş konu çatallaştı. Arapça kelimeleri
dökmek yetmiyor, bunların birçoğu Türkçede aslından ayrı anlamlar kazanmışlar,
onları da belirtmek lazım. Yunanca kelimeleri dökmek yetmiyor, bunların bir
kısmı direkt Rumcadan alınmış, bir kısmı Arapça üzerinden gelmiş, birçoğu da
modern devirde Batı dillerinden aktarılmış. Ayırmak lazım. Sonra Farsça bilmem,
mecburen oturup işime yarayacak kadar Farsça öğrenmek zorunda kaldım. Osmanlı
yazarlarının bir kötü huyu var, aslını bilmedikleri kelimeleri “Farsçadır”
deyip geçmişler. Pergûle de Farsça olmuş, trabzan da, pezevenk de. Onları
çözmeye çalıştıkça ister istemez hakiki kaynaklara inmeye, Farsçanın da
geçmişini çalışmaya başlıyorsun. Battıkça battım. Kitaplar masanın kenarına dağ
gibi yığıldıkça marangozu çağırıp raf yaptırıyorum. Müjde odaya girmekten
korkuyor, bunlar bir gün başına devrilirse gömülüp gideceksin, seni
bulamayacağız diyor.
İşin bir aşamasında esas Türkçe
kelime hazinesini işe katmadıkça çalışmanın eksik kalacağını anladım. Kilit
olay sanırım Hasan Eren’in 98’de Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü gibi
breh breh bir isimle yayınladığı kolaj çalışmasıydı. Arapça ile Farsçadan habersiz, muhtemelen Fransızca bile bilmeyen, bilmediği
şeyi sözlükten bakmaya üşenen bir ideoloji memuru bu işe soyunabiliyorsa
ben niye yapmayayım diye düşündüğümü hatırlıyorum.
2000 yazında Ortaasya Türkçesiyle tanıştım. Üç dört ay Divan-ı Lugat-i Türk’le yatıp kalktım, ki muazzam bir sözlüktür, Arap sözlükçülüğünün (yes!) büyük şaheserlerinden biridir. Yeni deryalara açılmış gibi oldum. Etrafımdaki insanların kafasını aylarca bununla şişirdim. Yanmakla yakmanın ilişkisi nedir? Çalmaktan çalışmak nasıl olur? Dolmaktaki le’nin işlevi nedir? Sapan ne demektir, kim nereye sapıyor?
Adaletin faydaları
2001’de gene hapse girince tamam,
dedim, fırsat bu fırsattır. Hikmet Sami Türk sağ olsun,
bilgisayarımı yanıma almama izin verdiler. Üç kitap, beş kitap derken Selçuk Kapalı
Cezaevinin idare odasını iyice işgal edip yerleştim. Günde net 14 saat
çalışıyorum. Gariban gardiyanlar odaya ürke korka giriyorlar, “Hocam rahatsız
etmezsek bir yazı yazmamız lazım,” diye. Sakal göğsüme inmiş, koca koca Arapça, Osmanlıca kitaplar karıştırıyorum, evliyadır
herhalde diye karar verdiler, üstelik de gâvur, iyice kafaları karıştı.
Cengiz gardiyan sabahın üçüne kadar dış kapıda nöbet tutuyor, savcı efendi gelip
benim o saatte halâ çalıştığımı görmesin diye. Nizamnameye göre akşam saat
beşte koğuşa kapatılıp kilitlenmemiz gerekiyor çünkü. Yakalanırsam gardiyanlar
yanar.
Hapisteyken en büyük keşif Hintavrupa literatürünü
tanımam oldu. Adamlar 180 sene çalışmışlar, bütün Avrupa ve Hint-Fars
dillerinin atası olan ölmüş dili sıfırdan inşa etmişler. Dilbilim teorisiyle o
zaman tanıştım. Joyce sağ olsun
Boğaziçi Kütüphanesinden Clauson’un Ortaasya Türkçesi etimolojisini gönderdi, o da
ayrı bir ufuk açtı. Kargacık burgacık büyük boy bin sayfa, roman okur gibi
okudum.[1] Koğuştaki dolandırıcı arkadaşla tecavüzcü Aydın’a çalmak ve çarpmak
fiillerinin inceliklerini anlatıyorum, ağızları açık dinliyorlar.
Susurluk’tan doğan kitap
Hapisteki yedinci ayımda Susurluk mahkûmlarından
üçü bize komşu geldi. Mecburen tanıştık, sohbet ilerledi, sosyal bir ortam
doğdu. Onlar da merak ettiler, bütün gün yukarıda nefes almadan ne çalışıyorsun
diye. Ben anlattıkça merakları artıyor, sordukça soruyorlar. Meslekleri
katillik, olabilir, daha ne meslekler var; ama mesai dışında zekice,
normal insanlar. Üstelik uç meslekler yapan insanlara özgü bir tür zihin
açıklığına da sahipler; Hasan Eren’lerden iyidir gene. Bari şunlara anlattığım dille bir
şeyler yazayım dedim. Gece yarısından sonra yazdığım fıkralardan Elifin Öküzü kitabı doğdu.
Sözlüğe şimdilik 14 yılda kaba hesap onbeşbin saat mesai harcamışımdır
herhalde. Elifin Öküzü dört haftada
yazıldı. Sözlüğün iki misli para kazandı.
Para dediğim de, evlere gündelikçi gitsem bunun otuz katını kazanırdım aşağı yukarı. Gene de Allah bereket versin, yayınevinden durduk yerde bir bin lira geldiğinde insan mutlu oluyor, eş dost yemeğe filan gidiliyor.
Cahil cesareti
Hapisten çıkınca sözlüğü basmaya
karar verdim. Çünkü basmasam bir daha o çalışma temposunu tutturabileceğim
şüpheli. İş var, güç var, çoluk çocuk var, sorumluluk var. Sen unutsan da
etraftakiler hatırlatır, boş iş için bu kadar uğraşıyorsun, çalış da bir
baltaya sap ol derler.
Şimdi dönüp bakıyorum da o cesaret ancak cehaletten gelebilirmiş. Bilgi sonsuz bir deniz: aylar yıllar boyu kürek çekiyorsun, baktığında bir arpa boyu yol gitmemişsin. Açıldıkça cehaletini daha iyi anlıyorsun; denizin sonsuzluğunu daha büyük dehşetle kavrıyorsun. Adam Oxford English Dictionary’yi yazmak için 40 sene çalışmış; 75.000 (yazıyla yetmişbeşbin) kişiyle yazışmış.[2] Eh, Cumhuriyet dedikleri 80 küsur yıl oldu, yapsalardı bir şey deyip kendini avutmaktan başka çare yok.
Her başarı bir tuzaktır
Kitap[3] çıktı, malum goygoycular dışında herkes
beğendi. Ama ben sadece eksikleri ve yanlışları görüyorum. Kendini bir kere
bağlamışsın, artık kaçamazsın da. Mecburen gene yumuldum. Bir seneye yakın
Arapçanın geçmişiyle uğraştım; Aramice, İbranice ve eski Asur diliyle cebelleştim. Türkçede
üçbinden fazla Arapça kelime var;
Arapçanın eski akrabalarını tanımadan bunların çoğunu analiz etmek mümkün
değil. Felek Asurice’de çark demekmiş; heykel aslında saray ve tapınak demekken
nasıl anlam değiştirmiş; kâfir ile kefaretin alakası nedir, bunlarla uğraştım.
Sonra Moğolcaya sardım. Orada bir süre yanlış yollarda oyalandım. Moğolcada Türkçeye benzer binlerce kelime var. Bunların ortak kökten gelen kuzenler değil, bundan aşağı yukarı ikibin yıl önce o zamanki Türkçeden alınmış sözcükler olduğunu daha yeni anladım. Gene ufuklar açıldı.
Pösteki saymak
Türkçenin tarihini bilmeden köken
analizine girmek donkişotça bir iş. Bir kelimenin yapısını anlamak için önce o
kelime ne zaman çıkmış, hangi anlamda kullanılmış, nasıl evrilmiş, onu bilmek
lazım. Bu sefer oturup delinin pösteki sayması misali, her kelimenin
Türkçede ilk kaydedildiği tarihi aramaya başladım. Anadolu Türkçesinde yazılmış
ilk tasavvuf şiirlerini, Ortaasya Türkçesinde yazılmış Kuran tefsirlerini,
Osmanlı tarihçilerini, 18. yüzyıla ait yemek kitaplarını, 19. yüzyılda çıkan
gazeteleri, 1950 ve 60’ların Hayat
dergisi koleksiyonlarını baştanbaşa okudum; kelime listeleri çıkardım. Meninski’nin, Asım’ın, Ahmet Vefik Paşa’nın, Şemseddin Sami’nin sözlüklerini neredeyse ezberledim. Sahaflardan
Türk Dil Kurumu sözlüğünün
1945’ten bu yana bütün eski baskılarını buluşturup her kelime ilk hangi baskıda
çıkmış diye baktım. O çalışma da şu günlerde galiba sonuna yaklaşıyor.
Sözlüğün en zayıf tarafı esas
Türkçe kısmıdır, fena halde farkındayım. Sebebi aslında basit. Bir kere
çalışmaya ilk başlama mantığı gereği “öz” Türkçeyi uzun süre ihmal ettim. Biraz
yama gibi durdu. İkincisi bizde “Türkolog“ diye geçinenleri okudukça adamların ideolojik
saplantılarına illet oldum. Bunların her dediği, aksi kanıtlanmadıkça
yalandır gibi bir yargıya kapıldım. Sonra sonra fark ettim ki Türkoloji
bunlardan ibaret değil, dışarıda ciddi eserler ortaya koymuş adamlar var.
İçeride de son on-onbeş yılda düzgün işler yapılıyor, Mehmet Ölmez filan. (Talat
Tekin’i de unutmamalı.)
Marcel Erdal’ın kitapları bir senedir başucumdaki rafta kötü kötü
bana bakıyordu. Sonunda cesaret ettim, okudum, ne kadar cahil olduğuma bir kere
daha hayret etme fırsatı buldum. Old Turkic Word Formation, muazzam bir
eser, ama “uzman değilsen git öl” diliyle yazılmış.[4] Mecbur, uzman olmasam da okuduğumu anlayacak seviyeye
geldim. Dördüncü baskıda öztürkçe kelimelerimde de fazla hata bulamayacaklar
diye umuyorum.
Proto-Türkçe dedikleri, en eski
yazılı dönem öncesi Türkçe kısmı halâ eksik. Starostin ve Décsy ekolünün
çalışmalarından haberim var, ama bana pek o kadar inandırıcı gelmiyor. Sıra ona
da gelir inşallah.
Geçen yazdan beri, malum, sosyal hayattan birazcık elimi çektim. Üniversiteye ara verdim, İstanbul’a gidip gelmeyi asgariye indirdim. Hatun işleri de kesat. Günde 14 saat olmasa da net beş-altı saat sözlüğe çalışabiliyorum. İyi geliyor.
Ne uğraşırsın be adam
İşin yok mu be adam diyenlere
cevabım nedir, bilmiyorum. Şunlar olabilir.
Bir kere iptila. İnsanlar balli
koklamaya bile müptela olabiliyor, kelimeleri koklamak
da öyle bir şey. Başladın mı bırakamıyorsun.
İkincisi sanırım psikoloji ile
alakalı. Türkçe anadilim değil. Gerçi üç-dört yaşımdan beri en çok kullandığım,
en iyi bildiğim dil. Son otuz senede Ermenice beş kitap
okumuşsam, Türkçe beşbini geçmiştir rahat. Gene de insan hep “öğrenme” modunda
kalıyor, bu dili yeterince bilmiyorum duygusunu bir türlü aşamıyor. Bir şekilde
olaya “dışarıdan”, turist gibi bakmaya devam ediyor, “aa ne ilginç” diye
diye geziyor. Vatanmilletçi takımını asıl kızdıran da bu galiba. Sen benim
atalarımın dilini, yalan yanlış oluşturduğum kimliğin temelini, cehaletimin
yegâne istinatgâhını nasıl böyle kurcalarsın diye, için için kaynıyorlar.
Memlekete faydalı bir iş yapmak
da güzel bir duygu ayrıca.
[1] Sir Gerard
Clauson, An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish,
Oxford UP 1972.
[2] Bkz. Elisabeth Murray, Caught in the Web of Words: James
Murray and the Oxford English Dictionary Yale University Press
1977.
[3] Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçenin Etimoloji Sözlüğü,
ilk basım Adam Yay. 2002, 5. basım Everest Yay. 2011.
[4] Marcel Erdal, Old Turkish Word Formation: A Functional
Approach to the Lexicon, vol. I & II, Otto Harrassowitz, Wiesbaden
1991.
No comments:
Post a Comment