Şirince’de, vaktiyle Müjde’nin satın aldığı
bir köy evimiz vardı. Yaklaşık 150 yıllıktı. Duvarları çamur dolgulu taştan,
yer yer bir metre kalınlığında ve biraz yamuktu. Banyonun içinde büyük kayalar
vardı, yağmur yağdığında içlerinden su çıkardı. Mutfağın tavanını bir kestane tomruğu
tutardı. Bahçe duvarından incir ağacı çıkmıştı. Çok güzeldi. O eve aşıktık.
Dokuları gözünüzün önüne getirin. Üstünde
kertenkelelerin güneşlendiği yığma taştan bahçe duvarı. Ot bürümüş kiremit
çatı. Aşındıkça insan teni dokusunu almış taş zemin. Kuşaklar boyu ellendikçe
fildişi kıvamını kazanmış ahşap trabzan. Ege’nin kayasına bin yıl önce oyulmuş
bir niş.
Bunları
sevmeyen yoktur. Zannederim insanda içgüdüsel olan bir şeyi tatmin ederler.
Nedense hiçbir mimarda, özellikle modern mektepli hiçbir mimarda, bu dokuları
üretecek vizyon yahut cesaret yahut teknik bilgi yoktur. Belki vardır, ben denk
gelmedim. Türkiye’de hiç denk gelmedim. Viyana’da Hundertwasser bir yere kadar
denedi belki, ama o da kendine anti-mimar anti-Arkitekt diyordu.
Yapı
maceramız Şirince’de o evi onarmaya çalışmakla başladı. İhtiyar bir evi,
kişiliğini bozmadan nasıl yenileyebilirsin? Ustaların ve mimarların her
müdahalesi, evin kendinden bir şeyler kaybetmesiyle sonuçlanıyordu. Onlara
kulak asmamayı öğrendik. Yerel malzemeyi öğrendik. Taş duvarı, çamur sıvayı,
kestane ağacını, çit tekniğini, eski kiremidi öğrendik. Köydeki eski binaları
didik didik edip, eski Rum ustaların usullerini anlamaya çalıştık.
Bahçeye,
orada sundurma dedikleri bir açık oturma yeri yapmamız gerekiyordu. Öyle bir
şey yapalım ki, sanki hep varmış, 150 yıllık evin uzantısıymış gibi dursun
dedik. Köydeki ve komşu köylerdeki emsalleri etüt ettik, onların dilini
öğrendik. Çoğu harabeydi. Biz de yaptığımız sundurmayı kısmen harap ettik,
ucuzundan, yüz yıllık tarih ekledik.
Odunluk
gerekiyordu. Odunluğu kimse mimari projenin parçası olarak düşünmez. İş
bittikten sonra, biraz briket ve tel örgüyle bir şeyler çırpıştırılır. Neden
öyle olsun dedik. Neden odunluğumuz bir şaheser olmasın, baktıkça “iyi ki varız
ve iyi ki yaşıyoruz” demeyelim? Eski evlerin bitişiğindeki kubbeli fırınları
andıran bir taş yapı ekledik. Kapısını komşu kasabada yıkılan bir konaktan
söküp getirdik.
Şirince’nin
tarihi kimliği bize ayrı bir sorumluluk yüklüyordu. Başka yerde olsa belki el
yordamıyla kendi çözümlerini üretebilirsin. Ama köyün tutarlı bir bütünlüğü
varsa ve güzelse, o zaman eklediğin her ayrıntının, hangi açıdan bakılırsa
bakılsın, o bütüne uygun olmasına özen göstermelisin. Şu sonuca vardık: Yüz yıl
önceki ustaların yapmayacağı hiçbir şeyi yapmayacağız. Onların kullandığı
malzemeden, onların tekniklerinden, oranlarından, süslemelerinden, dokularından
şaşmayacağız.
Söylemesi
kolay, yapması zordur. Öncelikle, tevazu ister. Kendi aklına değil, ölmüş
ustanın aklına uyacaksın. Ayrıca disiplin ve inat ister. Sol omuzundaki şeytan
durmadan dürter, şuraya da Kalebodur yer karosu yapalım, bir kerecikten bir şey
olmaz diye. Kanarsın. Kanmamalısın.
Restorasyonun
temelindeki teorik çelişki ile tanıştık. Restore ettiğin zaman işlev değişikliği
yapıyorsun. İşlev değişince biçimi nereye kadar koruyabilirsin? Korumalı mısın?
Bugünküişlevi çözmek için, yüz yıl önceki Yorgo usta hangi biçimi kullanırdı?
Bizim köydeki evlerin alt katı hayvan barınağıdır. Şimdi orayı mutfak ve banyo
ve oturma odası yapacaksan, rutubet sorununu, ışık sorununu, statik sorununu
ona göre çözeceksin. Copy-paste yapmakla iş bitmiyor. Çözüm üreteceksin. Eski
mimariyi değerli ve sevimli yapan özü keşfedip, o çerçevede yeni bir şey
üreteceksin.
Yorgo usta
müze memuru değildi, Anıtlar Kurulu zaptiyesi de değildi. İhtiyaca göre yeni
bir şey yapan ve bunu yaparken bir şekilde eskinin ırzına geçmemeyi başaran bir
esnaftı. O yapabiliyorsa biz neden yapamayalım?
Anıtlar
Kurulu’nun öküz memuruna tabii bunları anlatamazsın. Zaten kuşku ile bakıyor,
bunlar hem şehirli takımı, üstelik devletin emirlerine saygısız olan cinsten,
üstelik de Ermeni. Sen işlev ve gelenek ve estetik diye ağzını açınca onun
aklına mevzuat geliyor, hangi maddeden mühürlerim diye hesap yapmaya başlıyor.
1992-2002
yılları arasında Şirince’de 12 tarihi evi onardık; tamamen yıkılmış olanları
tarihi dokuya uyum sağlayacak şekilde sıfırdan inşa ettik. Sonra, köyün biraz
dışındaki bir arazide, taştan küçük bağ evlerinden oluşan, hayalimizdeki köyü
inşa etmeye koyulduk. 2007’de sıra Matematik Köyü’ne geldi.
Matematik
Köyü’nde işler yepyeni bir boyuta taşındı. Çözmek zorunda olduğumuz işlevler,
köyün tarihi dokusuna yabancı işlevlerdi. Eski ustalara sadık kalacağız ama,
eski ustalar konferans salonu ve kütüphane ve 300 kişilik yemekhane çalışmamış
ki? Köy havasını, köy dokusunu, köy estetiğini, köyün bin yıldan beri
değişmemiş duygusunu veren doğallığını ve spontanlığını koruyarak modern bir
eğitim kampüsünü nasıl inşa edersin?
Yedi yıldan
beri bu soruların cevabını bulmaya çalışıyoruz. Tiyatro Medresesi ile birlikte,
otuz küsur binadan oluşan ufak bir kasaba çıktı ortaya. Yorgo ustanın
deneyimlerine bütünüyle sadık kalamayacağımızı kabul etmek zorunda kaldık. Onun
yerine, Yorgo ustanın kendi yaşadığı çağda, Andolu’nun Ege ve Akdeniz
kıyılarında görse yadırgamayacağı formlarla çalışmanın doğru olacağına kanaat
getirdik. Artık Eski Şirince’de benzeri olmayan hamamlarımız, medresemiz,
kulemiz, kaya mezarımız var. Ama hala post-20. yüzyıl stili bir betonarme
gecekondumuz yok, villa tipi konutlarımız yok, İsviçre-Kaliforniya kırması
şalemiz -eğer dikkatle bakmazsanız- yok.
Gelenler
Matematik Köyü’ne bayılıyor. Taparcasına seviyorlar. Doğallığını ve
eklektizmini beğeniyorlar. “Sanki kendiliğinden olmuş gibi” diyorlar. “Sanki
yüzyıllardan beri buradaymış, siz ortaya çıkarmışsınız” diyorlar. “Tarih kokuyor” diyorlar.
Ali Nesin ile ben ise,
yaptığımız her binada hatalarımızı ve eksiklerimizi görüp birbirimizin başının
etini yiyoruz. Her seferinde sıfırdan düşünmeye başlayıp,
kusursuz ütopya mekanının nasıl bir yer olacağını bulmaya çalışıyoruz.
Anadolu tanrıları sana Betmen gibi kuvvetli zihin/sabır bahşetsin. Veleddelin-amin!
Garo Kapriyelyan