Monday, July 25, 2016

Şirince: Bir muhasebe


Şirince benim hayatımdaki dönüm noktasıdır. Şirince’ye ilk 1992’de geldim, 1995’te temelli yerleştim. Ondan sonraki yirmi yıl orada bir ütopya, bir hayat projesi inşa etmekle geçti.
Köye geldiğimde 36 yaşındaydım. Ondan önceki hayatım (çocukluk ve ilk gençliği saymazsan) iki döneme ayrılır. 1974-1984 akademik kariyer hedefi ve hazırlığıyla geçti. İddialı, hatta aşırı iddialı bir  öğrenciydim. Günlerim teori ve etütle, felsefe, edebiyat, tarih ve siyasetle  geçti. Yanısıra Türkiye’deki sol-sosyalist-devrimci siyasi hareketle ilgilendim. Bir bakıma 1968 sonrası batılı üniversite hayatının tipik bir ürünüydüm; onun düşünce ve yaşam biçimlerini, değer yargılarını, özgürlük anlayışını, şımarıklığını ve fildişi kulesini paylaşıyordum. Bir yandan da o dünya bana hep küçük geldi, konferans salonu ve akademik dergiyle sınırlı bir hayatı hor gördüm. Türkiye’de veya Washington’da siyasete atılmayı, iş kurup zengin olmayı, Amazonlarda kaybolmayı, hukukçu olup büyük kavgalara girmeyi, hatta yasa dışı işlere girip kendi imparatorluğumu kurmayı düşledim. Önüme bir fırsat çıktığında akademik dünyayı hiç arkama bakmadan terk ettim.
1984-1992 bir arama ve kaybolma dönemiydi. Entelektüel kimliğimden uzaklaştım. Bir projeden diğerine savruldum. Firma kurup yönettim. Büyük bir şirkette normal bir işe girip çalışmayı denedim. Borsada büyük para kazanma hayali kurdum. Seyahat yazarlığı yaptım. İstanbul, Mainz ve New York arasında mekik dokudum. Kendimi arıyordum. Akademik dünyanın terk ettiğim konforunu, global şehir hayatının sunduğu diğer seçeneklerle kolay kolay telafi edemeyeceğimi anladım.
Yoğun sayılacak bir sosyal hayatım vardı. İstanbul’da o dönemde benim kuşağımdan olan kayda değer insanların pek çoğuyla tanıştım -- iş adamları, yayıncılar, sanatçılar, gazeteciler, yaşamına yön arayan elit okul mezunları, bar ve kafe sosyetesi. Hemen hepsi beni zeki, orijinal ve kültürlü bir adam olarak takdir ettiler ve dostluk eli uzattılar. Hemen hepsi, belli bir mesleği ve tanımlanmış bir toplumsal kimliği olmayan bir adama kuşku ve çekingenlikle yaklaştılar. Casus olduğumu ya da akıl ermez komplolar içinde olduğumu zannettiler. Tanıdıklarım çoktu; ama gerçek dostum hemen hiç olmadı.
Şirincenin Keşfi
Şirince tutkum işte tam bu ortamda doğdu. Köye ilk gittiğim gün oraya aşık oldum. Bir iki yıl sonra başka yerde yaşayamayacağımı anladım. Orada, kimsenin emrine boyun eğmeden, sadece kendi imkanlarımla ve hayal gücümle (ve tabii Müjde’ninkilerle) sınırlı bir yaşam alanı inşa etmeye giriştim. İnsanın içinde yaşadığı dünyayı şekillendirmesi büyük, zorlu, çok güzel bir mücadeledir. Şirince’nin öyle bir mücadeleye uygun bir yer olduğunu ilk günden hissettim. Mücadele etmeye değecek kadar özel, mücadeleyi kazanma şansı olacak kadar küçük, mücadele sürecinde insana mutluluk verecek kadar güzel bir yerdi. Müjde bu kararda büyük rol oynadı. Şirince’de yaşama fikrini ilk önce düşünen ve o adımı atmaya cesaret eden oydu. Cesurdu; yeni bir dünya kurmayı göze alacak enerjiye sahipti. Şirince projesi benim için Müjde ile ortak bir hayat kurma projesi oldu.
Proje derken bilinçli olarak düşünülmüş, planlanmış bir şey kastetmiyorum. Başlangıçta sadece kendi evimizi inşa ettik (1992-1997). Mimarların ve alışkanlıkların hazır kalıplarından uzak, her ayrıntısı tutkuyla, akılla ve güzellik aşkıyla düşünülmüş fantastik bir ev ve aynı derecede obsesif bir tutkuyla tasarladığımız bir bahçe yarattık. Sonra bunun gibi başka evler yapıp, büyük şehirden dostlarımızı köye getirme sevdasına düştük (1997-2001). O hayal benim 2001’de ilk kez hapse girişimle sekteye uğrayınca, otelimizi ideal bir yaşamın prototipi olarak kurgulamaya giriştik (2001-2005). O yetmeyince İlyastepe’de modern dünyanın huzursuzluk kaynaklarından mümkün mertebe arınmış bir ütopya köyünün peşinden koştuk (2006-2007). Turizme konsantre olmanın ruhumuzu daralttığını hissedince eğitim düşüncesi öne geçti; özgür ve özerk -- yani kendi yasalarını kendi oluşturan -- bir eğitim komünü hayal ettim. Hayalimi Ali Nesin’le paylaştım. Onun tecrübesi ve imkanlarıyla matematik köyü kuruldu (2007-2008). Benim açımdan Matematik Köyü, daha büyük bir fikrin sadece ilk basamağıydı. O merdiveni çıkmaya Tiyatro Medresesi ile devam ettim (2010-2011). Arada bir siyasi meydan okumayı (Hodri Meydan Kulesi) ve belki daha büyük bir metafizik başkaldırıyı (Kaya Mezarı) temsil eden anıtlar yaptım. 2013’te tamamlanan Nişanyan Kütüphanesi de üniversite hayali ile ölümsüzlük düşüncesini bir araya getiren bir projedir.
Hüsran
Şimdi geriye baktığımda bu büyük ve soylu projenin kendi açımdan büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandığını görüyorum. Matematik Köyü şüphesiz başarılı bir şekilde sürüyor ve umarım daha sürecek. Fakat Matematik Köyü bugün Ali Nesin’in yönetiminde farklı bir yöne evrilmiştir; benimle fazlaca bir manevi bağı kalmamıştır.
Benim açımdan dönüm noktası sanırım 2008’de Müjde’den ayrılmamdı. Belki ikimizin tempoları birbirine uymadı. Ben çok hızlandım. Belki o yapmaya çalıştığımız işin büyüklüğünü kavrayamadı, ya da bedelini ödemek istemedi. Sonuçta on altı yıldan beri ruhumla ve emeğimle yaratılmasına katkıda bulunduğum evimizden ayrılmak zorunda kaldım. Köyde uyduruk bir gecekonduya taşındığım gün, krallığımızı taşıyan direklerden biri kırıldı; on altı yıldan beri bizi aralıksız ileriye iten dinamik sarsıldı. Ondan sonra ben sık sık yanlışlar yaptım. Megalomaniye kapıldım; ya da hep var olan megalomanimi açık etmeye başladım. İnsanlardan uzaklaşıp içime kapandım. O eğilim de eskiden beri vardı bende; ama Müjde’nin abartılı sosyalliğiyle dengeleniyordu. Müjde gidince insanlarla aramdaki arayüz zayıfladı. Çevremdeki insanlar beni uzak ve yalnız biri olarak görmeye başladılar; bir lidere duyulması gereken sevgi ve güveni yitirdiler. En kötüsü, tek başıma benim üzerime kalan otelin işletmesine olan ilgim azaldı. Otel yıpranmaya, cilasını kaybetmeye başladı. Gelirimiz düştü. Gelir düştükçe hayallerimin enginliği ile imkânlarımın kıtlığı arasındaki makas açıldı, göze batmaya başladı.
O süreçte kısacık bir an için Aynur’u bir kurtuluş umudu olarak görmüş olabilirim. Feci bir saçmalıktı. Kötüye gidişi hızlandırmaktan başka bir sonucu olmadı. Mamafih şimdi o sıkıntılı konulara girmesek daha iyi olur.
Özgürlük Hülyası
Neydi Şirince hayaline yön veren düşünceler? Hiçbir zaman bunları sistemli bir şekilde formüle etmeye, bir şablon, bir manifesto çıkarmaya teşebbüs etmedim. Her şey doğaçlama gelişti; gerektikçe ve gerektiği ölçüde kavramsallaştırıldı. Belki şimdi biraz düşünüp anlamaya çalışmanın zamanıdır.
Temel motivasyon şüphesiz özgürlüktü. Başkalarına bağımlılığı mümkün ölçüde sıfırlayıp, kendi dünyamızı, kendi aklımızla, kendi değer yargılarımızla, kendi estetik duyarlığımızla kurma hayaliydi. Fiziksel mekana şekil verme özgürlüğü bunun bir boyutuydu. Diğer boyut, ilkinin zorunlu koşulu olan ekonomik bağımsızlıktı. Başlangıçta turist rehberliği ve gezi kitabı yazarlığıyla yetinebileceğimizi düşündük. Sonra Küçük Oteller Kitabı ve Nişanyan Evleri ile az veya çok ekonomik bağımsızlığa kavuşur gibi olduk.
Düşünürsen her ikisi de kendi yıkımını içinde taşıyan paradoksal başarılardı. Mekânımıza şekil verdikçe, dar anlamda kendi evimizle yetinemeyeceğimizi idrak ettik. Evi korumak için bahçeyi, onu finanse etmek için oteli, oteli ayakta tutmak için köyü, köyü dengelemek için Matematik okulunu, onu tamamlamak için eğitim vadisini düşünmek zorunda kaldık. Gördük ki gerçek anlamda bağımsız olabilmek için dünya imparatorluğu kurmaktan başka çare yok. İskender’i Hindistan’ın kenarına, Napolyon’u Moskova’ya süren şey hırs değildi düşünürsen; mecburiyetti.
Aynı şekilde KOK ve NE’yi ilk başta bir özgürleşme olarak yaşadık. Kendimizi nasıl boğucu bir zorunluluk ve sorumluluk ağına mahkum ettiğimizi ancak zamanla fark ettik. Yılın 365 günü üç yüz küsur küçük otelin sorunlarıyla uğraşmaktan boğulduğumu hissettiğim gün Küçük Oteller Kitabı’nı başımdan attım (2008). Otelden de belki o gün kurtulmalıydım. Yapamadım. Her şeyimle otele bağımlı hale gelmiştim. Her Allahın günü, günde 24 saat otelin görünümüyle, müşterinin memnuniyetiyle, hukuki sorunlarla, personel krizleriyle, elektrik faturasıyla, artezyenle, hidroforla, kaloriferle, web sitesiyle, bankalarla, belediyeyle, şarap stoklarıyla, yoldaki çukurlarla, bahçıvanla, acentelerle, komşuyla, köylüyle, jandarmayla uğraşmaktan başka çarem olmadığını dehşetle fark ettim. 2013’te biraz da bu yüzden, bir ateş topunu elimden atar gibi oteli Müjde’ye devrettim. Çözüm değildi. Çözüm olmadığı hemen anlaşıldı. Halâ otele bağımlıyız. Halâ ondan kurtulma hayalleri kuruyoruz. Muhtemelen kurtulamayacağız. Belki amansız bir bela gibi çocuklarımıza aktaracağız.
Güzellik Peşinde
Temel motivasyon özgürlüktü dedik. Peki o özgürlüğün içini neyle doldurmalı? İpini kopartıp çayıra çıktın, hangi otu yemeli?
Benim açımdan belirleyici unsur güzellikti. Akılla terbiye edilmiş, bağırmaktan ziyade fısıldayarak konuşan bir güzellik hayalini el yordamıyla tanımlamaya ve yakalamaya çalıştım. Şirince-öncesi dönemde o kadar bunalmamın bir sebebi, belki de, okuduklarımla, gezip gördüklerimle ve aldığım eğitimle kazanmış olduğum estetik duyarlığın, içinde yaşadığım dünyada, bana neredeyse fiziksel acı verecek ölçüde hırpalanmasıydı. Şirince’de içinde yaşadığım mekana şekil verme özgürlüğü kazanınca, ruhuma ve aklıma merhem olacak güzel şeyleri yaratma sevdasına kapıldım -- ya da çirkinlikleri ayıklama diyelim, belki daha doğru olur.
Müjde’nin vurguları biraz farklı olsa da genel perspektifte çoğu zaman mutabıktık. Obsesif bir tutkuyla her ayrıntıyı inceden inceye düşünüp saatlerce ve günlerce tartıştık. Mutfak dolabının alınlığının oranları ne olmalı? Pencere doğramasını dört bölme mi altı bölme mi yapmalı? Bahçeye dikilecek ağaçların dizilişinde ne kadar katı bir geometri uygulanmalı? Taşd uvarı yamarken Beylikiçi’nin sarı taşı mı yoksa vadinin beji mi daha uyumlu olur? Günde bunun gibi yirmi, otuz, kırk karar, adeta bir ölüm kalım meselesi gibi saatlerce tartışıldı; acımasız bir estetik ve işlev (ve fiyat) süzgecinden geçirilerek sonuca bağlandı.
O tartışmalarda dile getirilen temalardan birkaçını hatırlamaya çalışayım.
Bir, estetiği asla işleve, işlevi asla estetiğe feda etme. İkisini birden tatmin eden çözümü buluncaya kadar kafa patlat. Fiyat ikinci plandadır; göz ardı edilebilir.
İki, kalabalığın rağbet ettiği şablonlardan uzak dur. Alışılmış ve klişeleşmiş olandan kaçın. Yarattığın her detaya orijinalliğin ve kişiselliğin damgasını vur.
Üç (ikinin devamı), avam tabakasının şablonlarına boyun eğmediğin gibi, şehirli yeni zengin zümresinin şablonlarını da reddet. “Marka” kullanma: Marka dediğin şey bir toplumsal sınıfın koyunluk belgesidir. Gücü ve zenginliği veya bir toplumsal zümreye aidiyeti sergilemek için yapılan jestlerden, gösteriş ve israftan kaçın.
Dört, imkanın varsa doğal malzeme kullan. Beş bin yıldan beri kullanılan malzeme yüz yıldan beri kullanılandan, yüz yıldan beri kullanılan malzeme dün piyasaya çıkandan daha iyidir. Denenmiş ve sınavı geçmiştir.
Beş, klasik orantılara dikkat et. Altın oranı ve basit aritmetik oranları (1/2, 2/3, 2/5 gibi) kullan. İlham için antik mimariye, İtalyan Rönesansına, ya da (Türk ve Yunan) eski vernaküler mimarinin geleneklerine danış. Yaptığın her şey sakin ve kalıcı olsun. Yüzlerce yıldan beri hep oradaymış ve yüzlerce yıl hep aynı şekilde kalacakmış hissini versin.
Altı, kendini göster ama bağırmadan göster. Özgünlüğünü ve kişiliğini espriyle, göz kırparak, alçak sesle bildir. Çoğunluk bunu tevazu sanacaktır, daha derini görenler tevazu olmadığını bilecek fakat takdir edecektir.
Yedi, İnsan bedeninin boyutlarını gözet. Tüm detaylarda ayak, bel, göz, kafa hizalarını vurgula. Dev tasarımlar da yapsan, insan bedeniyle orantılı birimlere bölmeyi ihmal etme. Modern mimari brutaldir. İnsanı ezer. Sen, her köşe ve bucağında insanın evinde ve güvende hissedeceği mekânlar yarat.
Sekiz, sadece ön yüzünü düşünme. Yaptığın iş poposu çıplak bir manken olmasın; hangi açıdan bakılırsa bakılsın farklı bir güzelliğe, monotonlaşmayan bir kişiliğe sahip olsun. En saklı ve işlevsel alanlara da güzellik ve özen kat. Kalorifer dairesinin kemeri de ön cepheninki kadar insan kalbine heyecan versin.
Dokuz, renk kullan. Renklerle oynarken cesur ol. Renk insana sevinç verir. Ama çiğ endüstriyel renkten kaçın; doğanın kırık renklerinden uzaklaşma. Emin olamazsan Monet’ye danış.
On, Monotonluktan kork. Tekrarlanan motifleri bir süre sonra boz. Egemen kuralı bir süre sonra sorgula. Yaramazlık yap, insanlarla oyun oyna; sıkılmalarına izin verme. Gerçek dehaya sahipsen yaptığın oyunlar Bach’ın müziği gibi, organik bir mantıkla, genel kuralın içinden türer. O kadarını başaramıyorsan da kapristir der geçersin; sevimli ve ölçülü olması için dua edersin.
Geleneğe Saygı
Müjde’nin hareket noktasındaki benden farkı Şirince’nin mimari geleneğine önem vermesiydi. Müjde köye benden birkaç yıl önce gelmişti; Şirince’ye gönül vermişti. Ben ise, daha çok bir özgürlük idealine tutkuluydum. Köyün vernaküler diline saygı göstermeyi Müjde’den öğrendim. Köyün eski mimarisine ayak uydurmak, pusulasız yola çıktığımız estetik denizinde işimizi kolaylaştıran bir rehberdi: karar veremiyorsan geleneğe uy. Yaptığımız işin boyutları büyüyüp köy sathına yayıldığında, ister istemez daha çok köy ölçeğinde düşünmeye başladık. Kendi sübjektif tercihlerimizden öte, köyün bütünsel uyumu önem kazandı, özellikle 1996-2005 döneminde Şirince’nin mimari geleneği üzerinde kafa yordum. Eski evleri inceledim; restorasyon ustaları için bir el kitabı yazdım. Yaptığımız her işin “yüz yıl önce Şirince’li ustaların yapabileceği bir iş” olmasına dikkat ettim.
Bu çerçeve bana (2005 dolaylarından sonra “biz” demeyeceğim, bana) dar gelmeye başlayınca, köyden görülmeyen bir arka vadinin yamacında, Şirince’nin  klasik köy mimarisinden farklı bir tarzda, ama yine Şirincelilerin köy dışındaki bağ evlerinde kullanmış oldukları usullerle İlyastepe yerleşkesini inşa etmeye başladım. İlyastepe yeni bir adımdı. Şirince’nin seküler geleneğinin sınırlarını aşıp, her türlü kültürel konvansiyondan uzaklaşıp, sadece doğal coğrafyanın ve iklimin koşullarını veri alarak, mutlak anlamda güzel ve konforlu mekanlar yaratılabilir mi? Üç beş yıl bu problemle cebelleştim. Önceleri İlyastepe’yi elektriksiz (fakat internet bağlantılı) ve tarımsal anlamda kendine yeterli bir mezra olarak düşündüm. Matematik Köyü’nün 2007-2008’deki ilk dönem yapılarında aynı arayışı daha iddialı, işlevsel anlamda daha cüretkâr bir düzleme taşıdım. 21ci yüzyıla ait bir eğitim kampüsü, çağdaş teknolojiden ve yakın çağların kültürel şablonlarından mümkün mertebe kendini arındırıp bir mezra mantığıyla inşa edilebilir mi? Ali Nesin’le sonsuz didişmeler pahasına, bir iki yıl bu hayalin peşinden koştum.
Matematik Köyünde işler büyüyünce referans çerçevemizi genişletmek zorunda kaldık. Mezra yapmak iyi güzel de, mezrada 250 kişilik amfi olmaz; balçıkla ve taşla yaptığın binaya seksen bin kitaplık kütüphane sığmaz. Mezrayı bırak, Şirince köyünün geleneksel dokusunda da bunlar için emsal bulamazsın. Sonuçta deneyerek, yanılarak, vicdanımızla çarpışarak, ikna ve diyalektik yeteneklerimizi sonuna kadar zorlayarak, şöyle bir formülasyona vardık: “Yirminci yüzyıldan önceki iki bin yılda Ege havzasında yapılmış ve yapılabilecek olan her şey referanstır.” Bir dizi cüretkâr anıt bu anlayışla yapıldı; ya da, dürüst olmak gerekirse, bu anlayışla savunuldu ve ibra edildi. Hamam (14. yüzyıl Batı Anadolu beylikleri), kaya mezarı (M.Ö. 5. yüzyıl Likya’dan daha geniş bir alan), Hodri Meydan Kulesi (Gürcü ve Yunan ortaçağı?), Tiyatro Medresesi (emperyal Roma - Osmanlı sentezi), kütüphane (romanesk bazilika? ağa konağı?). Risk belirgindi, buna rağmen Disneyland yahut temalı Rixos otelleri tuzağından kaçınabildik sanıyorum. Ölçekte tevazudan, dokuda doğallıktan çok uzaklaşmadık. Yaptığımız her şeye biraz harabe tadı kattık, bin yıldır o çevreye ait olmuş, onunla beraber eskimiş yapıların lezzetini yakalayabildik. Ege ve Akdeniz’in ıssız bir dağında dolaşırken karşılaşıldığında insanı yadırgatmayacak görüntüler oluşturmaya özen gösterdik.
[Son paragraf genel istek üzerine kesildi.]


14 yorum:

  1. sevan nişanyan : iç döküş,mizah,politik tavır,öz eleştiri,edebiyat,felsefe,ruhsal çalkantı...ve daha bir çok şey.. teşekkürler sevan...ve selamlar...
    Yanıtla
  2. Özgün ve Özgür insan, bu Dünya'ya fazla gelir. Yermemi, beğenmemi anlamam.
    Yanıtla
  3. Alt ve ust bilinc her zaman vasata hizmet edegelmistir.
    Yanıtla
  4. Başarısız olduğunuz kesinlikle doğru değil, belki biraz hızlı olduğunuz söylenebilir bu anlamda Müjde Hanımın doğal bir öngörüyle hissettiği ama dile getiremediği itirazları ciddi ye almalıymışsınız.Fakat bazen yenilmenin de hayata dair olduğunu unutuyoruz. gelecekte buralarda yaşayacak mimarlar ve sosyal bilimciler sizi çok ciddiye alacak bundan emin olun.
    Yanıtla
  5. Sevan,
    I did not read your blog about Sirince, (I don't mean disrespect but it is more of a self preservation, I get depressed deeply). I don't get people like you (my comments are not about us Armenians or any other ethnicity), when odds are so overwhelmingly stacked up against you why would you waste your life in a place you basically know having no chance? I knew this fact before I was a teenager. Growing up in Istanbul, visiting Germany when I was 13..I knew I was living in land as a foreigner....I did not know (then) 10% of my history, except Mayrik's tales of Kesim (butchery, the word she used)..even then it sounded like a bad dream...
    Anyway, I won't keep it long....I made it to US,(long ago) left the personal anguish, mental carnage behind...Never looked back... I know the places you are talking about, therein lies places beyond beauty...But at what cost....
    I for one never, ever wanted to have anything to do with the land of my ancestors......
    Those Lands, encompassing Ani, are not as important as a single Armenian (like Hrant).....
    And yet you chose to stay, I feel for you.

    Yanıtla
  6. Yazınızı başından sonuna kadar büyük bir keyifle okudum. Şirince'ye ilk gittiğimde yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. Evlerin mimari dokusunun güzelliği ne yazık ki yaşayanların sığ sularda boğulan hırslarıyla görünmez olmuş. Para hırsı bilginin önüne geçmiş. Kaçarak uzaklaşırken Matematik Köyü'ne gittim. Aynı coğrafi konumda birbirine neredeyse sırt sırta yapışık duran bu iki bölgenin ruhunun farklılığı çok keskindi. Matematik Köyü aynı Hayao Miyazaki'nin çizgi filmlerindeki tapınakları ve ruhu çağrıştırdı bana. Sonsuza kadar yaşayacak bir ruh orada doğmuş ve büyün taşları tülden bir sırla kaplamış gibiydi sanki. Sessizlikte sözleri, karanlıkta ışığı görebilmeniz için tasarlanmıştı her şey. Durmak sadece durmak istedim. Aynı hissi Tiyatro Medresesi'nde de yaşadım. Nişanyan Oteli ise hepsinin tam üstünde tatlı bir tevazu ve muziplikle gülümsüyordu. Teşekkürler bu ruhu görebilmemi sağladığınız ve yaşattığınız için...
    Yanıtla
  7. Abi böyle biyografi işlerine girşmişken.. Böyle bi yazı yazılmış vaktiyle, ne diyorsun?

    http://annschauen.blogspot.com/2014/10/aslanl-yolda-ozgurlugu-ararken.html
    Yanıtla

    Yanıtlar



    1. ben de merak ettim kitabı

  8. şirince gercekten huzurlu yer.
    Yanıtla

    Yanıtlar



    1. Hadi canım sen de. Nişanyan Evleri huzurlu, Şirince değil.

  9. Sizi içeride tutan zihniyete lanet olsun. Bu ülkeye kendimi bildim bileli aidiyet hissetmedim ve sanırım ölene kadar da hissetmiyeceğim. Ölünce toprağına karışmaktan başka. Bulunduğunuz çukurdan dahi ışık saçıyorsunuz. Bu zift karası zihniyetin gözleri kamaşıyor ışığınızdan. Sizin için ve bizler için iyi şeyler olmayacak galiba bu coğrafyada. Bir an önce aramıza dönmeniz dileği ile.. Sevgiler saygılar hocam..
    Yanıtla
  10. Güzel ve içten bir iç hesaplaşma olmuş. Zevkle okudum.
    Yanıtla
  11. Toplum olmayan yerde birey olmaya kalkmak en büyük suçtur, Sevanyan'a çektirilen kefaretin asıl nedeni maalesef budur.
    Yanıtla

Saturday, July 2, 2016

Grönland'ın buzu


Son yıllarda Grönland'ın buzu da eridi diyorlar, şimdi ne kalmıştır bilmem. 90'lı yıllarda kalınlığı üç bin küsur metreymiş. Biri Amerikalı biri Avrupalı iki ekip adanın tam ortasında iki mil arayla iki kamp kurmuşlar,  kapılara kilit deliği açmak için kullandığımız dairesel matkapla buza girip üç biner metrelik iki kesit çıkarmışlar. Richard Alley, The Two-Mile Time Machine ("İki Millik Zaman Makinası" Princeton U. Press, 2000 ve 2014)  mütevazi ve esprili bir dille, o macerayı anlatıyor. Menemen cezaevindeki tecrit hücresinde bir iki gün onunla geçti.

Grönland'ın buzu yüz bin yıllıkmış. Daha önce havalar bir müddet sıcak olduğundan kar yağmamış, yahut erimiş. Yazın yağan kar kışa oranla daha pürtüklü ve bulanık olduğundan, tıpkı ağaç gövdesinin halkaları gibi, her yılın buz tabakası net bir şekilde ayırt edilebiliyor. Arkadaşlar üşenmeden beş sezon çalışıp, yüz bin tabakayı teker teker kayda geçirmişler. Her tabakanın elektrik iletkenliğini ölçüp buzdaki asit oranını -dolayısı ile asitliğe yol açan volkan püskürmelerini, dünyanın öbür ucundaki orman yangınlarını- tespit etmişler. Buzun içinde kalmış tozları polen kalıntılarını analiz etmişler. Sudaki izotop oranından her yılın ortalama sıcaklığını hesaplamışlar. Buzun içindeki hava kabarcıklarını inceleyip, atmosferdeki karbondioksit, metan vb. oranını ölçmüşler. Çıkardıkları buz kolonu erimesin diye eksi otuz derecede çalışmışlar. Sonra kolonu parça parça paketleyip, daha fazla inceleme için, ABD'deki araştırma enstitüsüne yollamışlar.

Ölçtükleri şeylerin sınırı yok. Mesela buzdaki kurşun oranı normalde sıfır iken, bundan 2000 yıl önce başlayıp 1700 yıl önce biten aralıkta gramda bir iki pikograma (gramın trilyonda birine) yükseliyor. Bunu Roma İmparatorluğu döneminde kentlere kurşundan su boruları döşenmesiyle açıklıyorlar. Sonra düşmüş; sanayi devriminden sonra 50 pikogram dolaylarına çıkmış, 1960'larda 300 pikogramı aşmış. Kurşunlu benzinin kullanımdan kalkmasıyla son yıllarda ciddi bir düşüş görülüyormuş. Burası Grönland'ın dağı , en yakın trafik sıkışıklığı birkaç bin kilometre ötede.

Tarihlendirmeyi test etmek için İzlanda'da 1783'deki devasa volkan püskürmesini esas almışlar. Kül katmanını hemen bulmuşlar, ama ilk bakışta olması gerekenden üç yıl geç çıkınca kafalar karışmış. Bir süre çözememişler. Sonra anlaşılmış ki kayıt hatası var, arada bir yerde üç tabaka deftere aktarırken atlanmış. O duyguyu bilirsiniz: Dükkan hesabı eksik çıkar. Sabaha kadar saçını yolar, açığı bulamazsın. Oysa çözüm gözünün önündedir. Keşfettiğin an elindeki iş gün gibi ışır. Aha, evreka, işte hakikat!

Üstteki tabakaların alttakini ezmesi ölçümleri nasıl etkiler diye geliyor akla. Problem değilmiş; basit bir matematiksel modelle ezilme oranı hesaplanıyormuş. Aynı şekilde, buzun yanlara "akması" ile oluşan kayıp da modellenebiliyormuş. En yeni tabakalar yıllık yaklaşık altmış santim; en diptekiler bir santimden ince. O ince katmanın gençken kaç santim olduğunu kolayca hesaplayabiliyorsun.

Peki ne bulmuşlar?

Birincisi, son onbir bin beş yüz yılda dünya iklimi daha önce görülmemiş ölçüde istikrarlı bir ılık dönem yaşamış. Maksimum yıllık ortalama ile minimum yıllık ortalama arasında sıcaklık en çok beş-altı derece oynamış. İlginçtir ki bu 11.500 yıllık süre, insanoğlunun tarımla uğraştığı döneme tam olarak denk geliyor. Yani medeniyet dediğin çok dişli canavar belki de hava durumunun bir ürünü.

11.500 yıldan öncesi yalnızca daha soğuk değil, ayrıca feci derecede istikrarsız. Bir yüzyıldan ötekine korkunç soğumalar ve korkunç ısınmalar görülmüş. Yıllık ortalama bazen otuz kırk derece oynamış. Mesela Yeni Drayas denilen 1300 yıllık buzul dönemi iki üç yıl içinde pat diye sona ermiş. O koşullarda kolaysa bahçende marul yetiştir bakalım.

Daha ilginç bir ayrıntı göze çarpıyor, ki kitabın asıl üzerinde durduğu konu da bu. Yüz bin yılda altı-yedi kez ısınma dönemlerini, çok kısa süre sonra aynı derecede ani ve şiddetli soğumalar izlemiş. Bunu açıklayan en inandırıcı tez şimdilik şu: Ani ısınma sonucu kuzey buzları eriyince okyanuslar soğuk ve tatlı suyla doluyor. Bunun sonucunda, dünyanın en önemli ısı dağıtım mekanizması olan Kuzey Atlantik akıntısı "batıyor".  Yani Ekvator'dan gelip Norveç kıyılarına uzanan ılık tuzlu su akımı soğuk tatlı suyun altına iniyor.  Bir daha kendini toparlaması yüzlerce yıl sürermiş. Ekvator bölgesi aşırı ısınırken Kuzey yarımküre anormal bir kış dönemine girmiş olmalı.

Gene olur mu? Kitap bu konuda kesin bir tavır almaktan kaçınıyor.  Atmosferdeki karbondioksit oranının, daha önceki normallerin iki-üç katına çıkmasının sonucu ne olur? Buna da sadece parmak ucuyla değiniyor. Çıkardığı sonuç kısaca şu: İklime güvenme. 11.500 senedir iyi gitmesi, hep öyle gidecek anlamına gelmez. Biraz geniş açıdan bakarsan, normal olan iklimin düzgün gitmesi değil, gitmemesi. Hesabını ona göre yap.

Neydi o filmin adı? Day After Tomorrow, hani buz çağı bastırınca New York Şehir Kütüphanesine sığınıyorlar. Galiba ilhamını bu kitaptan, ya da akıntı batması tezinin asıl sahibi olan Columbia Üniversitesinden Wally Broeker'den almışlar.

3 yorum:

  1. Hocam daha kaç sene içeridesin? 12-13 yıl ceza aldığını okudum ama o kadar yatmazsın herhalde. sen aslında akıllı adamsın ama biraz kendine hakim olamıyorsun ya da çok sivri görünüp popüler olma yolundasın. Yani bu kadar müslüman bir iktidarın seni rahat bırakacağını düşünmen biraz saflık. Ben olsam kapağı yurtdışına atardım. Belki senin gibi okuyup yazmayı seven birisi için hapishane o kadar da kötü değildir. Çünkü okuyan ve yazan çok insan zaten 4 duvar arasında yaşıyor. Yani görüşlerin benim gibi agnostik biri için çok orjinal değil ama senin adına üzgünüm. He burada senden hoşlanıyor değilim fikirlerinin bazıları bence takıntı düzeyinde olsada düşüncen nedeni ile içeride olman beni üzüyor. Yazılarını takip edicem. Şu son dönem işid olayları hakkında neler düşünüyorsun? Benim düşüncem bunların amerikan seçimleri öncesi çoğalacağı yönünde. Tekrar geçmiş olsun üstad. umarım tez zamanda çıkarsın. (sence hapishane terbiye edici bir deneyim mi? )
    Yanıtla
  2. eminim ki,tecritte bulunduğunuz günlerde sizin için umut ve direniş kaynagı olmuştur bu okuduklarınız...az da olsa ,insanlık için umut var...az sayıdaki aydınlık insanlar sayesinde...selamlar...
    Yanıtla
  3. Harika bir yazı olmuş. Iyi ki bilim insanları varlar ki anlaşılmaz dünyayı anlaşılır kılıyorlar diyesi geliyor insanın.
    Yanıtla