Şirince
benim hayatımdaki dönüm noktasıdır. Şirince’ye ilk 1992’de geldim, 1995’te
temelli yerleştim. Ondan sonraki yirmi yıl orada bir ütopya, bir hayat projesi
inşa etmekle geçti.
Köye
geldiğimde 36 yaşındaydım. Ondan önceki hayatım (çocukluk ve ilk gençliği
saymazsan) iki döneme ayrılır. 1974-1984 akademik kariyer hedefi ve
hazırlığıyla geçti. İddialı, hatta aşırı iddialı bir öğrenciydim. Günlerim teori ve etütle,
felsefe, edebiyat, tarih ve siyasetle
geçti. Yanısıra Türkiye’deki sol-sosyalist-devrimci siyasi hareketle
ilgilendim. Bir bakıma 1968 sonrası batılı üniversite hayatının tipik bir
ürünüydüm; onun düşünce ve yaşam biçimlerini, değer yargılarını, özgürlük
anlayışını, şımarıklığını ve fildişi kulesini paylaşıyordum. Bir yandan da o
dünya bana hep küçük geldi, konferans salonu ve akademik dergiyle sınırlı bir
hayatı hor gördüm. Türkiye’de veya Washington’da siyasete atılmayı, iş kurup
zengin olmayı, Amazonlarda kaybolmayı, hukukçu olup büyük kavgalara girmeyi,
hatta yasa dışı işlere girip kendi imparatorluğumu kurmayı düşledim. Önüme bir
fırsat çıktığında akademik dünyayı hiç arkama bakmadan terk ettim.
1984-1992
bir arama ve kaybolma dönemiydi. Entelektüel kimliğimden uzaklaştım. Bir
projeden diğerine savruldum. Firma kurup yönettim. Büyük bir şirkette normal
bir işe girip çalışmayı denedim. Borsada büyük para kazanma hayali kurdum.
Seyahat yazarlığı yaptım. İstanbul, Mainz ve New York arasında mekik dokudum.
Kendimi arıyordum. Akademik dünyanın terk ettiğim konforunu, global şehir
hayatının sunduğu diğer seçeneklerle kolay kolay telafi edemeyeceğimi anladım.
Yoğun
sayılacak bir sosyal hayatım vardı. İstanbul’da o dönemde benim kuşağımdan olan
kayda değer insanların pek çoğuyla tanıştım -- iş adamları, yayıncılar,
sanatçılar, gazeteciler, yaşamına yön arayan elit okul mezunları, bar ve kafe
sosyetesi. Hemen hepsi beni zeki, orijinal ve kültürlü bir adam olarak takdir
ettiler ve dostluk eli uzattılar. Hemen hepsi, belli bir mesleği ve tanımlanmış
bir toplumsal kimliği olmayan bir adama kuşku ve çekingenlikle yaklaştılar.
Casus olduğumu ya da akıl ermez komplolar içinde olduğumu zannettiler.
Tanıdıklarım çoktu; ama gerçek dostum hemen hiç olmadı.
Şirincenin Keşfi
Şirince
tutkum işte tam bu ortamda doğdu. Köye ilk gittiğim gün oraya aşık oldum. Bir
iki yıl sonra başka yerde yaşayamayacağımı anladım. Orada, kimsenin emrine
boyun eğmeden, sadece kendi imkanlarımla ve hayal gücümle (ve tabii
Müjde’ninkilerle) sınırlı bir yaşam alanı inşa etmeye giriştim. İnsanın içinde
yaşadığı dünyayı şekillendirmesi büyük, zorlu, çok güzel bir mücadeledir.
Şirince’nin öyle bir mücadeleye uygun bir yer olduğunu ilk günden hissettim.
Mücadele etmeye değecek kadar özel, mücadeleyi kazanma şansı olacak kadar
küçük, mücadele sürecinde insana mutluluk verecek kadar güzel bir yerdi. Müjde
bu kararda büyük rol oynadı. Şirince’de yaşama fikrini ilk önce düşünen ve o
adımı atmaya cesaret eden oydu. Cesurdu; yeni bir dünya kurmayı göze alacak
enerjiye sahipti. Şirince projesi benim için Müjde ile ortak bir hayat kurma
projesi oldu.
Proje
derken bilinçli olarak düşünülmüş, planlanmış bir şey kastetmiyorum.
Başlangıçta sadece kendi evimizi inşa ettik (1992-1997). Mimarların ve
alışkanlıkların hazır kalıplarından uzak, her ayrıntısı tutkuyla, akılla ve
güzellik aşkıyla düşünülmüş fantastik bir ev ve aynı derecede obsesif bir
tutkuyla tasarladığımız bir bahçe yarattık. Sonra bunun gibi başka evler yapıp,
büyük şehirden dostlarımızı köye getirme sevdasına düştük (1997-2001). O hayal
benim 2001’de ilk kez hapse girişimle sekteye uğrayınca, otelimizi ideal bir
yaşamın prototipi olarak kurgulamaya giriştik (2001-2005). O yetmeyince İlyastepe’de
modern dünyanın huzursuzluk kaynaklarından mümkün mertebe arınmış bir ütopya
köyünün peşinden koştuk (2006-2007). Turizme konsantre olmanın ruhumuzu
daralttığını hissedince eğitim düşüncesi öne geçti; özgür ve özerk -- yani
kendi yasalarını kendi oluşturan -- bir eğitim komünü hayal ettim. Hayalimi Ali
Nesin’le paylaştım. Onun tecrübesi ve imkanlarıyla matematik köyü kuruldu
(2007-2008). Benim açımdan Matematik Köyü, daha büyük bir fikrin sadece ilk
basamağıydı. O merdiveni çıkmaya Tiyatro Medresesi ile devam ettim (2010-2011).
Arada bir siyasi meydan okumayı (Hodri Meydan Kulesi) ve belki daha büyük bir
metafizik başkaldırıyı (Kaya Mezarı) temsil eden anıtlar yaptım. 2013’te
tamamlanan Nişanyan Kütüphanesi de üniversite hayali ile ölümsüzlük düşüncesini
bir araya getiren bir projedir.
Hüsran
Şimdi
geriye baktığımda bu büyük ve soylu projenin kendi açımdan büyük ölçüde
başarısızlıkla sonuçlandığını görüyorum. Matematik Köyü şüphesiz başarılı bir
şekilde sürüyor ve umarım daha sürecek. Fakat Matematik Köyü bugün Ali Nesin’in
yönetiminde farklı bir yöne evrilmiştir; benimle fazlaca bir manevi bağı
kalmamıştır.
Benim
açımdan dönüm noktası sanırım 2008’de Müjde’den ayrılmamdı. Belki ikimizin
tempoları birbirine uymadı. Ben çok hızlandım. Belki o yapmaya çalıştığımız
işin büyüklüğünü kavrayamadı, ya da bedelini ödemek istemedi. Sonuçta on altı
yıldan beri ruhumla ve emeğimle yaratılmasına katkıda bulunduğum evimizden
ayrılmak zorunda kaldım. Köyde uyduruk bir gecekonduya taşındığım gün,
krallığımızı taşıyan direklerden biri kırıldı; on altı yıldan beri bizi
aralıksız ileriye iten dinamik sarsıldı. Ondan sonra ben sık sık yanlışlar
yaptım. Megalomaniye kapıldım; ya da hep var olan megalomanimi açık etmeye
başladım. İnsanlardan uzaklaşıp içime kapandım. O eğilim de eskiden beri vardı
bende; ama Müjde’nin abartılı sosyalliğiyle dengeleniyordu. Müjde gidince
insanlarla aramdaki arayüz zayıfladı. Çevremdeki insanlar beni uzak ve yalnız
biri olarak görmeye başladılar; bir lidere duyulması gereken sevgi ve güveni
yitirdiler. En kötüsü, tek başıma benim üzerime kalan otelin işletmesine olan
ilgim azaldı. Otel yıpranmaya, cilasını kaybetmeye başladı. Gelirimiz düştü.
Gelir düştükçe hayallerimin enginliği ile imkânlarımın kıtlığı arasındaki makas
açıldı, göze batmaya başladı.
O süreçte
kısacık bir an için Aynur’u bir kurtuluş umudu olarak görmüş olabilirim. Feci
bir saçmalıktı. Kötüye gidişi hızlandırmaktan başka bir sonucu olmadı. Mamafih
şimdi o sıkıntılı konulara girmesek daha iyi olur.
Özgürlük Hülyası
Neydi
Şirince hayaline yön veren düşünceler? Hiçbir zaman bunları sistemli bir
şekilde formüle etmeye, bir şablon, bir manifesto çıkarmaya teşebbüs etmedim.
Her şey doğaçlama gelişti; gerektikçe ve gerektiği ölçüde kavramsallaştırıldı.
Belki şimdi biraz düşünüp anlamaya çalışmanın zamanıdır.
Temel
motivasyon şüphesiz özgürlüktü. Başkalarına bağımlılığı mümkün ölçüde sıfırlayıp,
kendi dünyamızı, kendi aklımızla, kendi değer yargılarımızla, kendi estetik
duyarlığımızla kurma hayaliydi. Fiziksel mekana şekil verme özgürlüğü bunun bir
boyutuydu. Diğer boyut, ilkinin zorunlu koşulu olan ekonomik bağımsızlıktı.
Başlangıçta turist rehberliği ve gezi kitabı yazarlığıyla yetinebileceğimizi
düşündük. Sonra Küçük Oteller Kitabı ve Nişanyan Evleri ile az veya çok
ekonomik bağımsızlığa kavuşur gibi olduk.
Düşünürsen
her ikisi de kendi yıkımını içinde taşıyan paradoksal başarılardı. Mekânımıza
şekil verdikçe, dar anlamda kendi evimizle yetinemeyeceğimizi idrak ettik. Evi
korumak için bahçeyi, onu finanse etmek için oteli, oteli ayakta tutmak için
köyü, köyü dengelemek için Matematik okulunu, onu tamamlamak için eğitim
vadisini düşünmek zorunda kaldık. Gördük ki gerçek anlamda bağımsız olabilmek
için dünya imparatorluğu kurmaktan başka çare yok. İskender’i Hindistan’ın
kenarına, Napolyon’u Moskova’ya süren şey hırs değildi düşünürsen;
mecburiyetti.
Aynı
şekilde KOK ve NE’yi ilk başta bir özgürleşme olarak yaşadık. Kendimizi nasıl
boğucu bir zorunluluk ve sorumluluk ağına mahkum ettiğimizi ancak zamanla fark
ettik. Yılın 365 günü üç yüz küsur küçük otelin sorunlarıyla uğraşmaktan
boğulduğumu hissettiğim gün Küçük Oteller Kitabı’nı başımdan attım (2008).
Otelden de belki o gün kurtulmalıydım. Yapamadım. Her şeyimle otele bağımlı
hale gelmiştim. Her Allahın günü, günde 24 saat otelin görünümüyle, müşterinin
memnuniyetiyle, hukuki sorunlarla, personel krizleriyle, elektrik faturasıyla,
artezyenle, hidroforla, kaloriferle, web sitesiyle, bankalarla, belediyeyle,
şarap stoklarıyla, yoldaki çukurlarla, bahçıvanla, acentelerle, komşuyla,
köylüyle, jandarmayla uğraşmaktan başka çarem olmadığını dehşetle fark ettim.
2013’te biraz da bu yüzden, bir ateş topunu elimden atar gibi oteli Müjde’ye
devrettim. Çözüm değildi. Çözüm olmadığı hemen anlaşıldı. Halâ otele
bağımlıyız. Halâ ondan kurtulma hayalleri kuruyoruz. Muhtemelen
kurtulamayacağız. Belki amansız bir bela gibi çocuklarımıza aktaracağız.
Güzellik Peşinde
Temel
motivasyon özgürlüktü dedik. Peki o özgürlüğün içini neyle doldurmalı? İpini
kopartıp çayıra çıktın, hangi otu yemeli?
Benim
açımdan belirleyici unsur güzellikti. Akılla terbiye edilmiş, bağırmaktan
ziyade fısıldayarak konuşan bir güzellik hayalini el yordamıyla tanımlamaya ve
yakalamaya çalıştım. Şirince-öncesi dönemde o kadar bunalmamın bir sebebi,
belki de, okuduklarımla, gezip gördüklerimle ve aldığım eğitimle kazanmış
olduğum estetik duyarlığın, içinde yaşadığım dünyada, bana neredeyse fiziksel
acı verecek ölçüde hırpalanmasıydı. Şirince’de içinde yaşadığım mekana şekil
verme özgürlüğü kazanınca, ruhuma ve aklıma merhem olacak güzel şeyleri yaratma
sevdasına kapıldım -- ya da çirkinlikleri ayıklama diyelim, belki daha doğru
olur.
Müjde’nin
vurguları biraz farklı olsa da genel perspektifte çoğu zaman mutabıktık.
Obsesif bir tutkuyla her ayrıntıyı inceden inceye düşünüp saatlerce ve günlerce
tartıştık. Mutfak dolabının alınlığının oranları ne olmalı? Pencere doğramasını
dört bölme mi altı bölme mi yapmalı? Bahçeye dikilecek ağaçların dizilişinde ne
kadar katı bir geometri uygulanmalı? Taşd uvarı yamarken Beylikiçi’nin sarı
taşı mı yoksa vadinin beji mi daha uyumlu olur? Günde bunun gibi yirmi, otuz,
kırk karar, adeta bir ölüm kalım meselesi gibi saatlerce tartışıldı; acımasız
bir estetik ve işlev (ve fiyat) süzgecinden geçirilerek sonuca bağlandı.
O
tartışmalarda dile getirilen temalardan birkaçını hatırlamaya çalışayım.
Bir,
estetiği asla işleve, işlevi asla estetiğe feda etme. İkisini birden tatmin
eden çözümü buluncaya kadar kafa patlat. Fiyat ikinci plandadır; göz ardı
edilebilir.
İki,
kalabalığın rağbet ettiği şablonlardan uzak dur. Alışılmış ve klişeleşmiş
olandan kaçın. Yarattığın her detaya orijinalliğin ve kişiselliğin damgasını
vur.
Üç (ikinin
devamı), avam tabakasının şablonlarına boyun eğmediğin gibi, şehirli yeni
zengin zümresinin şablonlarını da reddet. “Marka” kullanma: Marka dediğin şey
bir toplumsal sınıfın koyunluk belgesidir. Gücü ve zenginliği veya bir
toplumsal zümreye aidiyeti sergilemek için yapılan jestlerden, gösteriş ve
israftan kaçın.
Dört,
imkanın varsa doğal malzeme kullan. Beş bin yıldan beri kullanılan malzeme yüz
yıldan beri kullanılandan, yüz yıldan beri kullanılan malzeme dün piyasaya
çıkandan daha iyidir. Denenmiş ve sınavı geçmiştir.
Beş, klasik
orantılara dikkat et. Altın oranı ve basit aritmetik oranları (1/2, 2/3, 2/5
gibi) kullan. İlham için antik mimariye, İtalyan Rönesansına, ya da (Türk ve
Yunan) eski vernaküler mimarinin geleneklerine danış. Yaptığın her şey sakin ve
kalıcı olsun. Yüzlerce yıldan beri hep oradaymış ve yüzlerce yıl hep aynı
şekilde kalacakmış hissini versin.
Altı,
kendini göster ama bağırmadan göster. Özgünlüğünü ve kişiliğini espriyle, göz
kırparak, alçak sesle bildir. Çoğunluk bunu tevazu sanacaktır, daha derini
görenler tevazu olmadığını bilecek fakat takdir edecektir.
Yedi, İnsan
bedeninin boyutlarını gözet. Tüm detaylarda ayak, bel, göz, kafa hizalarını
vurgula. Dev tasarımlar da yapsan, insan bedeniyle orantılı birimlere bölmeyi
ihmal etme. Modern mimari brutaldir. İnsanı ezer. Sen, her köşe ve bucağında
insanın evinde ve güvende hissedeceği mekânlar yarat.
Sekiz,
sadece ön yüzünü düşünme. Yaptığın iş poposu çıplak bir manken olmasın; hangi
açıdan bakılırsa bakılsın farklı bir güzelliğe, monotonlaşmayan bir kişiliğe
sahip olsun. En saklı ve işlevsel alanlara da güzellik ve özen kat. Kalorifer
dairesinin kemeri de ön cepheninki kadar insan kalbine heyecan versin.
Dokuz, renk
kullan. Renklerle oynarken cesur ol. Renk insana sevinç verir. Ama çiğ
endüstriyel renkten kaçın; doğanın kırık renklerinden uzaklaşma. Emin olamazsan
Monet’ye danış.
On,
Monotonluktan kork. Tekrarlanan motifleri bir süre sonra boz. Egemen kuralı bir
süre sonra sorgula. Yaramazlık yap, insanlarla oyun oyna; sıkılmalarına izin
verme. Gerçek dehaya sahipsen yaptığın oyunlar Bach’ın müziği gibi, organik bir
mantıkla, genel kuralın içinden türer. O kadarını başaramıyorsan da kapristir
der geçersin; sevimli ve ölçülü olması için dua edersin.
Geleneğe Saygı
Müjde’nin
hareket noktasındaki benden farkı Şirince’nin mimari geleneğine önem
vermesiydi. Müjde köye benden birkaç yıl önce gelmişti; Şirince’ye gönül
vermişti. Ben ise, daha çok bir özgürlük idealine tutkuluydum. Köyün vernaküler
diline saygı göstermeyi Müjde’den öğrendim. Köyün eski mimarisine ayak
uydurmak, pusulasız yola çıktığımız estetik denizinde işimizi kolaylaştıran bir
rehberdi: karar veremiyorsan geleneğe uy. Yaptığımız işin boyutları büyüyüp köy
sathına yayıldığında, ister istemez daha çok köy ölçeğinde düşünmeye başladık.
Kendi sübjektif tercihlerimizden öte, köyün bütünsel uyumu önem kazandı,
özellikle 1996-2005 döneminde Şirince’nin mimari geleneği üzerinde kafa yordum.
Eski evleri inceledim; restorasyon ustaları için bir el kitabı yazdım. Yaptığımız
her işin “yüz yıl önce Şirince’li ustaların yapabileceği bir iş” olmasına
dikkat ettim.
Bu çerçeve
bana (2005 dolaylarından sonra “biz” demeyeceğim, bana) dar gelmeye başlayınca,
köyden görülmeyen bir arka vadinin yamacında, Şirince’nin klasik köy mimarisinden farklı bir tarzda,
ama yine Şirincelilerin köy dışındaki bağ evlerinde kullanmış oldukları
usullerle İlyastepe yerleşkesini inşa etmeye başladım. İlyastepe yeni bir
adımdı. Şirince’nin seküler geleneğinin sınırlarını aşıp, her türlü kültürel
konvansiyondan uzaklaşıp, sadece doğal coğrafyanın ve iklimin koşullarını veri
alarak, mutlak anlamda güzel ve konforlu mekanlar yaratılabilir mi? Üç beş yıl
bu problemle cebelleştim. Önceleri İlyastepe’yi elektriksiz (fakat internet
bağlantılı) ve tarımsal anlamda kendine yeterli bir mezra olarak düşündüm.
Matematik Köyü’nün 2007-2008’deki ilk dönem yapılarında aynı arayışı daha
iddialı, işlevsel anlamda daha cüretkâr bir düzleme taşıdım. 21ci yüzyıla ait
bir eğitim kampüsü, çağdaş teknolojiden ve yakın çağların kültürel
şablonlarından mümkün mertebe kendini arındırıp bir mezra mantığıyla inşa
edilebilir mi? Ali Nesin’le sonsuz didişmeler pahasına, bir iki yıl bu hayalin
peşinden koştum.
Matematik
Köyünde işler büyüyünce referans çerçevemizi genişletmek zorunda kaldık. Mezra yapmak iyi güzel de, mezrada 250 kişilik amfi olmaz; balçıkla ve
taşla yaptığın binaya seksen bin kitaplık kütüphane sığmaz. Mezrayı bırak,
Şirince köyünün geleneksel dokusunda da bunlar için emsal bulamazsın. Sonuçta
deneyerek, yanılarak, vicdanımızla çarpışarak, ikna ve diyalektik
yeteneklerimizi sonuna kadar zorlayarak, şöyle bir formülasyona vardık:
“Yirminci yüzyıldan önceki iki bin yılda Ege havzasında yapılmış ve
yapılabilecek olan her şey referanstır.” Bir dizi cüretkâr anıt bu anlayışla
yapıldı; ya da, dürüst olmak gerekirse, bu anlayışla savunuldu ve ibra edildi.
Hamam (14. yüzyıl Batı Anadolu beylikleri), kaya mezarı (M.Ö. 5. yüzyıl
Likya’dan daha geniş bir alan), Hodri Meydan Kulesi (Gürcü ve Yunan ortaçağı?),
Tiyatro Medresesi (emperyal Roma - Osmanlı sentezi), kütüphane (romanesk
bazilika? ağa konağı?). Risk
belirgindi, buna rağmen Disneyland yahut temalı Rixos otelleri tuzağından
kaçınabildik sanıyorum. Ölçekte tevazudan, dokuda doğallıktan çok uzaklaşmadık.
Yaptığımız her şeye biraz harabe tadı kattık, bin yıldır o çevreye ait olmuş,
onunla beraber eskimiş yapıların lezzetini yakalayabildik. Ege ve Akdeniz’in
ıssız bir dağında dolaşırken karşılaşıldığında insanı yadırgatmayacak
görüntüler oluşturmaya özen gösterdik.
[Son
paragraf genel istek üzerine kesildi.]
I did not read your blog about Sirince, (I don't mean disrespect but it is more of a self preservation, I get depressed deeply). I don't get people like you (my comments are not about us Armenians or any other ethnicity), when odds are so overwhelmingly stacked up against you why would you waste your life in a place you basically know having no chance? I knew this fact before I was a teenager. Growing up in Istanbul, visiting Germany when I was 13..I knew I was living in land as a foreigner....I did not know (then) 10% of my history, except Mayrik's tales of Kesim (butchery, the word she used)..even then it sounded like a bad dream...
Anyway, I won't keep it long....I made it to US,(long ago) left the personal anguish, mental carnage behind...Never looked back... I know the places you are talking about, therein lies places beyond beauty...But at what cost....
I for one never, ever wanted to have anything to do with the land of my ancestors......
Those Lands, encompassing Ani, are not as important as a single Armenian (like Hrant).....
And yet you chose to stay, I feel for you.
http://annschauen.blogspot.com/2014/10/aslanl-yolda-ozgurlugu-ararken.html