Menemen Kapalı Cezaevinden kızım Anahit'e yazdığım bir mektup.
Bebişkom, bir iki aydan beri kafamda bir roman fikri dolanıyor. Bir değil aslında iki tane, birbiriyle alakasız iki hikaye.
Bebişkom, bir iki aydan beri kafamda bir roman fikri dolanıyor. Bir değil aslında iki tane, birbiriyle alakasız iki hikaye.
Birincisi
eskilerin pikaresk dediği cinsten, bir seyahat romanı. Biraz sana anlattığım
gezi hikayeleri gibi olsun, ama az da olsa bir olay örgüsü ve anlatı yapısı
olsun istiyorum. Günümüzde değil geçmiş bir çağda geçecek, ya da belki çağlar
arasında zıp zıp zıplayabilir. Tadında biraz Don Kişot, biraz Dekameron olsun
istiyorum, ama en çok da Voltaire’in Candide’i. (Okudun mu bunları? Henüz
okumadıysan mutlaka liseyi bitirmeden önce oku üçünü de. Dünyaya espri ve
bilgelikle bakmana yardımcı olacak kitaplardır. Anlatı sanatının
başyapıtlarıdır. Aklındaki – ve eğer kullanıyorsan – kalemindeki izleri hayat
boyu silinmez.)
Kahramanımız
dünyanın merkezi olan İstanbul’dan yola çıkar. Belki Chaucer’ın Canterbury
Hikayeleri’nin kahramanları gibi İspanya’daki Santiago de Compostela’ya hacca
gidecektir. Yolda başına bin bir türlü absürt olaylar gelir. Rastladığı kişiler
ve ülkeler hakkında gözlemler yapar; epigramlar yumurtlar; o ülkelerin
gelecekteki evrimi hakkında kehanetlerde bulunur. Her gittiği yerde kadınlarla
karma karışık gönül maceralarına girer. Sevilla’ya uğramışken Don Juan’ın,
şimdi yaşlı kadınlar olan eski sevgilileri Donna Elvira ve Donna Anna ile
tanışır. Cezayir korsanlarına esir düşer. Onlardan kurtulup bir süre Marakeş’in
büyük meydanında dilencilik yapar. Orada tanıştığı insanlarla beraber Sahra
çölünü geçip Mali sultanlığına ulaşır. Sultanla dostluk kurar. Esir tüccarı
olur. Servet kazanır, kaybeder. Başına felaketler gelir. Dahomey kralının
zindanlarına düşer. Tam idam edilecekken eski sevgilisi ile Fransız konsolosu
olan bir tanıdığının yardımlarıyla canını kurtarır. Bir gemiyle Amerika’ya
kaçar. Amazon ormanlarında altın madencilerine katılır. Kazandığı serveti
Santiago de Compostela’ya adamak için tam yola çıkacakken başına başka şeyler
gelir. Ölür.
Felsefi bir
roman olsun istiyorum. İçinde insan yaşamına, kadın erkek ilişkilerine, topluma
ve dünyaya ilişkin komple bir felsefe olsun, ama katiyen uzun paragraflar ve
teorik laflar olmasın. Hantallık olmasın, her cümlenin ve her kelimenin
altından kıvrak bir espri göz kırpsın. Cümleler kısa, anlatı somut ve berrak
olsun; on üç yaşında bir genç kolayca anlasın ve sevsin. Tarih ve coğrafya
bilgileri manik bir titizlikle doğrulanmış olsun. Mesela Marakeş meydanındaki
dükkanların sayısı ve detayları doğru bilinsin, Dahomey kralının unvanları
tarihi kaynaklara uygun olsun, Donna Anna’nın babası olan kumandanın rütbesi ve
maaşı Kastilya kraliyet arşivindeki bilgilerle uygunluk arz etsin. Tıkandığım
nokta da orası zaten. Her şeyi gerçeğe uygun yapmaya kalkarsan hayal gücüne yer
kalmıyor. Hiper-realist bir dünyanın içine masalı yerleştiremiyorsun. Çiğ
kalıyor, sırıtıyor.
Yalanı
sevmiyorum, ya da beceremiyorum. Oysa roman demek uzun ve tutarlı bir yalan
anlatmak demek.
Bu birinci
roman. Öbürü son bir haftadır aniden kafamı meşgul etmeye başladı. Türk
kamuoyunu bu günlerde ilgilendiren Rıza Zarrab adlı İranlı bir iş adamı var.
Görüntüsü şımarık bir diskotek çocuğu, birtakım karanlık işlerle akıllara
durgunluk veren bir servete kavuştu, ünlü bir şarkıcıyla evlendi, Boğaziçi’nde
bir değil iki yalı sahibi oldu. Sonra iskambil kağıtlarından inşa ettiği o şato
yıkıldı, Rıza Amerika’da hapse atıldı, bir daha çıkıp çıkamayacağı belli değil.
Şarkıcı olan eşi bu olaylar olurken aniden yüz seksen derece dönüş yaptı,
boşanma davası açtı, kocasının servetinden arta kalanları ele geçirme çabasına
girişti.
Bir roman
yazsam ve tam o ihanet anını anlamaya çalışsam nasıl olur diye geçiyor
aklımdan. İsim tabii ki vermeyeceğim, biyografilerle serbestçe oynayacağım.
Kadın kahramanımız mesela sefil bir çocukluktan ve pavyon şarkıcılığından
gelmiş olsun. İlk gençliğinde Bollywood filmlerine layık bir aşk ve ihanet
öyküsü yaşamış olsun, hatta öyle birkaç öykü olsun. Yeni koğuşumda Yılmaz adlı
bir hükümlü var, akıllı ve duyarlı bir adam. Urfa ve Diyarbakır
batakhanelerinde yıllarca fedailik, garsonluk, şarkıcılık yapmış. Oturup
konuşturuyorum, akıllara durgunluk veren tutku, şiddet ve felaket öyküleri
anlatıyor. Onları derlesem, bizim şarkıcının hayat hikayesiyle harmanlasam,
birinci sınıf bir roman, o olmadı film senaryosu çıkar ortaya.
Bunun da
ilham kaynağı Mario Vargas Llosa’nın Conversación en la Catedral’indeki
Hortensia karakteri olabilir belki. Müthiş bir romandır. Hortensia ününün zirvesindeyken
düşer, ucuz pavyonlarda şarkıcı olur, sonunda öldürülür. Gazeteci kahramanım
Santiago’nun o cinayeti çözmesi ve gerçek anlamını adım adım kavraması,
herhalde Sofokles’in Kral Oidipus’undan bu yana anlatılmış olan en tüyler
ürpertici keşif hikâyesi olmalı. Ben o kadarını yapabilir miyim? Sanmıyorum. O
kadar uzun boylu değil yeteneklerim. Ama belki oradan ilham alabilirim, en
azından bakış açımı biraz oradan alacağım esinle besleyebilirim.
İşte
Bebişkom, babacığın birkaç haftadır bu gibi mevzulara daldı, bu yüzden sana
yazacağı mektupları ihmal etti. Umarım beni affedersin.
No comments:
Post a Comment