Friday, January 31, 2020

Macarlı hasbıhal

Uçakta yanıma bir Macar düştü. Subaymış, Avrupa Sınır Gücü tarafından Samos'a görevlendirilmiş.
Dünya ahvali konuştuk. Bu yıl Trianon Antlaşmasının yüzüncü yılıymış. Antlaşmanın mühleti dolacak, Avrupa'da sınırlar değişecekmiş. Kesin bilgi mi diye sordum. Kendisi bilmiyordu tabii, ama Macaristan'da öyle deniyormuş. İyi bari dedim, siz bize haber verin, 2023'te Lozan'ın yüzü dolunca ne olacağını bilelim.
Trianon Birinci Harpten sonra Macaristan'a dayatılan Sevr antlaşmasıdır. Topraklarının üçte ikisini, sanayilerinin yüzde yetmişini kaybettiler. Orduları tasfiye edildi. Üstüne de -- Türkiye'yi esirgedikleri -- dehşetli bir savaş tazminatına mahkum edildiler.
Meğer yüz yıldır Trianon bitecek, Macaristan yeniden doğacak hayalindeymişler. Sempatik adamdı, hak verdim. Macarlar en iyisine layıktır diyerek empati yaptım.
*
Mülteci sorununun çözümü olmayan dev bir problem olduğu konusunda mutabık kaldık. Düşün dedim, 1100 sene önce Macarlar aynen böyle gelmişti Avrupa’ya. Avrupalılar yıllarca uğraştılar, savaştılar, yendiler, ama kovmayı başaramadılar. Önce şaşırdı, sonra hak verdi. Hiç o açıdan düşünmemiş konuyu.
Önlenebilir mi bilmiyorum dedi. Asıl mesele başkaymış. Göçü örgütleyenler kim, nasıl yapıyorlar, ilişki ağları nedir, onu çözmeye çalışıyorlarmış.
Aklımdan geçti, Söke cezaevinde bir iki ay yatın hepsini öğrenirsiniz demek. Dilimi tuttum.
Ben oradayken Söke emniyet amirliği kadrosunun galiba tamamı tutuklanmıştı. Aralarından biri ötmüş, bütün teşkilat ortaya çıkmış. Öten arkadaşı önce bizim koğuşa verdiler. Öldürüleceğinden emindi, hepimizi potansiyel şişçi görüyordu. Sevan Abi’nin bulunduğu koğuşta yanlış olmaz diyerek teskin etmeye çalıştık ama nafile. İki gün sonra başka yere aldılar.
*
Macar milliyetçiliği öteden beri ilgimi çeken bir konu. Bir vakitler Budapeşte hakkında bir gezi rehberi yazmıştım, orada bizim malum zındıkvari üslupla bir iki dokandım, Allahtan fark etmediler de linç eden çıkmadı.
19. yüzyılda romantik milliyetçiliğin zirvelerini fethetmiş millettir Macarlar. 1848’de Avusturya egemenliğine karşı verdikleri Milli Mücadele, devrimciliğin, vatanseverliğin, terakki ve hürriyet ruhunun en soylu örneği olarak Avrupa solunun kalbine kazınmıştır.
Yıllarca uğraştılar, nihayet 1918’de hakları olan bağımsız vatana kavuştular. Lakin o süreçte ufak bir detayı gözden kaçırmışlardı. Bin yıllık Macaristan diyarında Macarlar egemen fakat azınlıktı. Macar toprak sahibinin arazisinde kiracı ve maraba olan Slovaklar, Hırvatlar, Romenler, Rutenler ile Macar kasabalarında dükkancılık yapan Almanlar, sayıca Macarların iki katına yakındı. Macarlar milliyetçilik sevdasına düşünce onlar da, haliyle, hani bize demeyi öğrendiler. Sonuç: Bir zamanlar Avrupa’nın en büyük ve zengin ülkelerinden biri olan Macaristan uyduruk bir Doğu Avrupa cumhuriyeti oldu; ikili monarşi altında bir süre Avrupa’nın kültür ve finans merkezi olmaya soyunan Budapeşte’den geriye, üç günlük paket turlarına satılan içi kof bir süslü cephe kaldı.
Elbette bu öyküde de vatan millet aşığı başka ülkeler için ibretler vardır. 

1880 yılına ait Macaristan etnik haritası

Thursday, January 30, 2020

Hem ırkçı, hem faşist, üstelik halk düşmanı


Namussuzluk sanırım Türkiye’de Corona virüsünden daha bulaşıcı bir hastalık. Bunları yazan Cafer Solgun adında, kırk yıldır “solculuk” ve “devrimcilik” satarak geçimini temin eden bir vatandaş. Sıfır entelektüel birikim, sıfır emek, sıfır üretimle işini sürdürenlerden.
Bu adamı kudurtan ne biliyor musunuz? Çok basit, çok düz bir hadise. “Yedi ceddini sikeceğiz, Ermeni dölü, dedeni siktik, gavur, bekle geliyoruz, Türk’ün intikamı, ay yıldızlı bayrağı bilmem nerene dikeceğiz” mealinde bin beş yüz (daha sonra dört bin) mesaj geldikten sonra, “bunların tümü geberse dünya daha güzel bir yer olmaz mı” diye yarı ciddi sormuşum. Mesele bu. Çıldırtmış Cafer Ağayı. Tıpkı ülkücü-bayrakçı tosuncuklar gibi, “devrimci” arkadaşımız da kaldıramamış bu denli vahim bir ırkçılığı.
Bunu neden ırkçılık olarak algılamış, esas enteresan olan mevzu o. İyi düşünün bakın, o detayı anlarsanız gerisi çorap söküğü gibi gelir. Arkadaş Nişanyan görünce otomatik refleksle “Ermeni” düşünüyor; başka bir şey düşünemiyor.  Eh Ermeni olduğuna göre soykırım davası güdüyordur (biz “solcu” olduğumuzdan bunu anlayışla karşılarız), Elazığlıları da -- %91 oranında faşist, %100’e yakın oranda cahil, bağnaz, saldırgan ve tecavüz saplantılı oldukları için değil -- soykırım davasından öldürmek istiyordur. Başka neden istesin ki? 
Nişanyan görünce otomatik refleksle “Ermeni dölü” düşünen harbi faşistten özünde bir farkı olmadığını görüyorsunuz bunun değil mi? Kelime seçiminde fark var sadece. Harbi faşist gavurdan korkar ve nefret eder. Bunlar teorik bir düzlemde seni kendilerine müttefik sayar, “sen de mazlumsun gardaş” makamından girer. Ama beklediği ve tahmin ettiği tarzda müttefik çıkmazsan harbi faşistten beter ağzını bozar. İşin özü bu: Sana bakınca SADECE gavur, pardon “Ermeni kardeşimiz” görüyor. Düşünceleri, kişiliği, “özgül ağırlığı” olan bir birey olman ihtimali bunların DA kitabında yok.
Ağzını bozmadan bir satır evvel mutlaka Hrant Dink adı rahmetle ve hafifçe ses titreterek anılacaktır. Çünkü Hrant tam onların beklediği ve beğendiği tarzda müttefiktir, “mazlum gardaş”tır. Ermeniye yakışır bir şekilde boynu bükük bir güvercin olmayı bilmiştir. Kimliğini, tam da bekledikleri gibi, “Ermenilik” üzerine kurmuştur. Ya da öyle zannetmek işlerine gelir. Hrant’ın silahlı Marksist-Leninist devrim örgütü üyeliği yıllarını anımsamak istemezler.
Attığım tweet’lerde ima yollu dahi olsa Ermenilik davası, yahut Ermeni-Türk meselesi var mıydı? Elazığlılar bir ırk mı? Onu bırak, soykırım davası güden bir insan, yaşamının altmış yılını Türkiye’de, üstelik Ermeni gettosundan manen ve maddeten fersahlarca uzak yerlerde geçirebilir mi? Akıl var mantık var yahu! İki defa Türkle evlendim, beş çocuğumun en az üçü az çok Türk sayılır. Onlara da mı kan davası güdeyim?
Türklük benim nazarımda bir ırk değil bir kültürdür; her zaman da böyle düşündüm. Bu kültürün, Devlet ideolojisi ve Milli Eğitim kurumları güdümünde son yüz yılda evrilmiş olduğu biçimleri, evet, nefret edilesi buluyorum. Çoğu zaman iyimser olup, akıl ve mantık ve eğitim yoluyla bu habis kültürün giderilebileceğine ya da en azından geriletilebileceğine inanıyorum veya inanmak istiyorum. Bazen umutsuzluğa kapılıp “gebersin deyyuslar” dediğim de oluyor. Türkçülerden, vatanmillet sakaryacılardan, bayrakçılardan tiksiniyorum. Ama Türklerle bir derdim yok. Hiçbir zaman olmadı. Objektif bakarsanız basbayağı Türküm. Yabancı biri hiç tereddütsüz beni öyle görür. O kadar kirletilmiş bir sözcük olmasa, sorulduğunda - belki hafifçe omuz silkip - “Türküm” derim.
Doğrusu Ermeni olmak bir yerde işime geliyor. Eskiden beri bilirdim de son 12-13 yılda bunun daha fazla farkına vardım. Kendimi toplum vasatının dışında konumlandırmama yardımcı oluyor. Türk kültürüne farklı bir perspektiften, “dışarıdan” bakmamı kolaylaştırıyor. Kendini Kürt, Laz, LGBT, hatta ayıptır söylemesi feminist olarak konumlayan arkadaşların birçoğunda da benzeri bir kaygı seziyorum. “Ben sizden değilim kardeşim” deme ihtiyacına dayanak arayışı. Kara bir heyula gibi memleketin üstüne çökmüş konformizm kabusuna nanik çekme cesareti veren bir kuvvet şurubu.
Soykırım meselesindeki tavrımı da kırk defa anlattım, bir daha şey edeyim sıkılmadınızsa. Ortada birazcık tarih bilen kimsenin inkar etmeyi aklından dahi geçiremeyeceği bariz bir olgu var. Bunu yalanlayanların a) cehaleti, b) ikiyüzlülüğü beni hasta ediyor. Bazen gözlerine gözlerine sokmaktan zevk alıyorum. Lakin bunca tarihi boşuna okumadım. Bizimkilerin - ve solculuk oynayan kardeşlerimizin çoğunun - aksine, Çerkes soykırımını da bilirim, Rumeli tehcirini de bilirim, Peloponnes’in ve Eğriboz adasının Türklerden nasıl arındırıldığını da bilirim. Bizimkiler can ötekiler patlıcan demeyi kendime yediremem; diyenleri de feci surette itici bulurum.
Hoş, “biz” kim onu bile hiç bilmedim ki?
Elazığ’a ilişkin sohbetimizde eski tarihe ilişkin sadece bir küçük değinme vardı. “Gasp edilmiş emlak üzerine kurulu” dedim. Türkiye’nin büyük kısmı ve özellikle doğu illeri çoğunlukla böyledir, evet, Elazığ köyleri de bunun şahikalarından biri. Ama derdim mal davası değil: bana ne maldan? Mesele gayrımeşru olarak edinilmiş malın doğurduğu ahlaki yozlaşmadır. Dünün değil BUGÜNÜN problemidir. İsterik hale gelmiş olan bağnazlığın, saldırganlığın, elindeki tek silahı olan penisiyle etrafa gözdağı verme hırsının temelinde kısmen bu olgu yatar diye tahmin ediyorum.
Elazığ özelindeki diğer belirleyici olgu ise Kürt aşiretlerinin baskı altında Türkleşmesidir, ki ona da değindim meşhur tweetlerde.
Korkan insan gaddar ve ikiyüzlü olur. O döngü üç, dört, beş kuşak boyunca katmerlenerek kendini beslemişse artık korku mazeret sayılamaz; gaddarlık ve ikiyüzlülük o insanların ikinci doğası haline gelmiştir; kent kültürünün belirleyici ögesi olmuştur. Oturup düşünmek gerekir, bu insanlar ne olacak, Corona virüsü gibi insanlığa verdikleri ve verebilecekleri zarar nasıl önlenecek.
*
Namussuz takımının tekrarlamalara doyamadığı diğer temayı da okuyoruz yazıda. Gerzeklerin kavramaktan aciz olduğu bu lafları Nişanyan neden söylüyormuş? “İlgi ve dikkat çekmeyi” çok sevdiğinden.
Kabul edelim: bir insan yazı yazıyor yahut sahneye çıkıyorsa elbet ilgiden hoşlandığı için yapıyordur, yoksa neden çeksin o çileyi? Cafer Ağa da belki işçi sınıfı ve ezilen halklar yazılarından istifade edecek diye kendini kandırıyor olsa da, son tahlilde her yazar gibi “bak bana, bak bana, ne gozel yazıyorum” duygusundan nefsini arındırmış değildir, sanmam.
Cenabı hakkın takdiri ya da cezasıdır, bilmem, ilk çocukluğumdan beri bulunduğum her ortamda her zaman ilgi ve dikkati üzerime çektim. Bunun için belirgin bir şey yapmam gerekmedi; istesem de istemesem de öyle oldu.  Doğrusunu isterseniz usandım. Hele cehelenin ilgisinden her zaman nefret ettim. Bir bok anlamazlar, kafalarını bürümüş duman bulutları içinden bir şey gördüklerini sanırlar, öyle değil deyince “vay bana aptal dedin” deyip düşman olurlar. Al başına belayı.
Burada “halka” hitap etmiyorum. Öyle bir isteğim ya da niyetim yok. Özenle budamaya çalıştığım aşağı yukarı on bin kişilik bir kitleyle, birtakım kafamı meşgul eden sorunları, birtakım meraklarımı ve keyiflerimi paylaşıyorum. Hepsi bu. Sorduğum bazı sorular ya da vardığım bazı sonuçlar bazılarını irkiltebilir. Normaldir, beni de irkiltiyor bazen. Haritasız yolculuk öyle bir şey; ummadığın şeyler çıkar karşına. Ama tahmin ediyorum ki irkilen ve şaşıranların birçoğu dahi aşağı yukarı ne yapmaya çalıştığımı anlıyor, ya da, yolda zorluklar da olsa, geziden hoşlanıyordur.
Şok geçirip sayıklamaya başlayanlar bellidir. Cahil takımının doğal refleksiyle hemen terbiyesizleşirler. Dakika sektirmeden onları blokluyorum. Bloklu hesap sayısı on bini buldu sanırım. Salaklara dert anlatmak gibi isteğim yok. Bilmesinler, okumasınlar, şoke olmasınlar: onlara da yazık.
Peki şimdi soralım: insanları şoke edeyim, ilgi çekeyim diye kıvranan birisi, şoklanma potansiyeli yüksek olan klas müşteriyi neden dükkanından kovar ki sizce?

Tuesday, January 28, 2020

İsim çalışmaları: Akşit

Akşit adını İngilizce talihsiz çağrışımlarından dolayı tanıyoruz. 1934-35’te sahaya sürülen Yeni Türk adlarından biri. Hem önad (84 erkek, 27 kadın), hem soyad olarak kullanılıyor. Baha Akşit Denizlili, vaktiyle Demokrat Parti milletvekili. Güldal Akşit Malatyalı, AKP milletvekili.
TDK sözlüğüne göre ‘Akşit Muhammed b. Tuğac’ adlı Türk komutan 935 senesinde Mısır’da İhşidî hanedanını kurmuş. Akşit ise “1. Kutlu, uğurlu. 2. Nur, aydınlık” anlamına geliyormuş. Ak hadi nurla aydınlıkla alakalı olsun, şit ne demek onu açıklamamışlar. Eski ve yeni hiçbir Türkçede bu sözcüğün izi yok. Beyaz bir şit nasıl şeydir, bilmiyoruz.
İslam Ansiklopedisi’ne başvuruyoruz. Bir kere babasının adı Tuğac değil Tuğc; en azından birinci elden bilgi veren Arap tarihçileri böyle yazmışlar. Hareke hatası mıdır, adamın adı Toğuş veya hatta Tunc muydu, bilmeye imkan yok. Adı değil ama unvanı ise Arapça yazıda daima İxşîd, yani إخشيد . Tek hareke farkıyla Axşid أخشيد okumak mümkün müdür acep? Sanmıyorum. Arap tarihçileri el-Makrizi, el-Halebi, İbn ül-Esir, İbn Hallikan, İbn Haldun, es-Suyuti ve onlara istinaden Wüstenfeld, konuya ilişkin klasik referans eseri Die Statthalter von Ägypten zur Zeit der Chalifen’de (1875), böyle aktarıyorlar. Mış.
Peki İxşîd neymiş? Semerkand ve Fergana’nın Türkleşmesinden önceki dönemde orada hüküm süren Soğd hükümdarlarının unvanı olan xşîd’in Arapçaya uydurulmuş haliymiş. Yakut el-Hamavi, klasik devir Arap coğrafyacılığının başeserlerinden olan Mu’cemül Buldan’da dünyadaki çeşitli ülke hükümdarlarının unvanlarını sayarken Fergana’da Soğd hükümdarı ixşid’i anıyor. 750’li yıllarda Fergana’nın ixşid’i Arap yayılmacılığına karşı Çinlileri yardıma çağırınca meşhur Talas savaşı oldu diye İbnül Esir anlatıyor. Talas’tan sonra oraları Türkleşmiş, ama anlaşılan ixşid unvanı saygınlığını korumuş. Tuğc oğlu Muhammed’in dedesi İltekin oğlu Cuff Fergana’lıymış; Bağdat’a Abbasi ordusunda profesyonel askerlik için gelmiş. Oğlu ve torunu İslam devletinde mühim mevkilere ulaşmışlar. Atalarının Fergana’da hakan soyu olduğunu söylemişler. Muhammed Mısır valisi iken 939 yılında makamı babadan oğula geçecek şekilde sülalesine mal edince ixşid unvanını benimsemiş. Kendisinden sonra Mısır'da hüküm süren iki oğlu ile torunu da aynı unvanı taşımışlar.
Sanırım burada ince bir ideolojik/hukuki problem var. 890’lardan sonra Abbasi devleti çözülmeye başlamıştır. Ancak teoride halife hala tek meşru hükümdardır. ‘Melik’ İslami teoride kötü şöhretlidir. ‘Sultan’ henüz tedavüle girmemiştir. ‘Padişah’ açıkça halifeye meydan okumak anlamına gelir. Buna karşılık ‘emîr’ ve ‘vali’ artık yetersiz gelmektedir. Egzotik bir terim olan ixşid, ne yana çeksen oraya gidecek bir ara çözüm olabilir: müstakil hükümdar desen değil, bağımlı vali desen o da değil. Tıpkı aynı şekilde, 19. yy’da Mehmet Ali Paşa sülalesi Mısır’da fiilen bağımsız hükümdar olduğunda, hala ‘vali’de ısrar eden Osmanlı protokolünü gocundurmamak için, hem vezir hem hükümdar anlamına gelen antika bir Farsça unvan olan xedîv (hıdiv) küflü sandıklardan çıkarılıp canlandırılacaktır. Patron değil, ama müdür de değil, CEO belki.
Bosworth’un Encyclopaedia of Islam’daki makalesi Soğdca sözcüğün ya Avesta dilinde xşaeta kökünden “ışık, aydınlık” (karş. Farsça xor-şîd “güneş”) ya da Eski Persçe xşāyathiya sözcüğünden “şah, hükümdar” anlamına geldiğini belirtiyor; tüm ikincil kaynaklarda bu iki olasılık tekrarlanmış. Bediüzzaman Gharib’in Soğdca-Farsça sözlüğü birinci teoriyi benimsemiş, ancak “chief, commander – reis, fermandeh” tanımını vermiş. Bana ikinci teori sanki daha makul geliyor. Eski Türklerde mesela Kür-şad adında geçen şâd (“bey, emir”) unvanı da besbelli aynı kökten. Eski Türklerdeki egemenlik unvanlarının birçoğunun İrani kökten geldiğine, başta Bailey ve Clauson olmak üzere, birçok yazar işaret etmiştir.
TDK sözlüğü “nurlu, aydınlık” tanımını belli ki İslam Ansiklopedisi’nden almış. Lakin bunun Türkçe değil başka bir dilde olduğunu ve sadece bir ihtimal olduğunu belirtmeye gerek görmemiş. “Kutlu, uğurlu”yu nereden bulmuşlar bilemedim.

Sunday, January 26, 2020

Deprem oldu diye Elazığlıları bağrımıza mı basalım?

24 Ocak 2020’de Elazığ’da olan deprem üzerine yazdığım tweet genişçe bir kesimi galeyana getirdi.
Elazığ Tr'nin en bağnaz, en cahil, en paranoyak, cinsel saplantılı, maddi ve manevi tecavüz kültürü gelişkin kentidir. Gasp edilmiş emlak üzerine kuruludur, inkar edilmiş kimliklerden örülü bir hapishanedir. İdolü Mehmet Ağar'dır.
Çocuklara yazık tabii, onlar suçsuz.
Gelen 1500 kadar cevabın ezici çoğunluğu, benim, anamın, kızımın, sülalemin, ırkımın, fikrimin, kravatımın ırzına geçme fantezileri içeriyordu. Bir tweet daha attım:
Yorum yazan 1500 kişi Elazığ ortalamasını temsil ediyorsa, demek ki %99,7'si a) bağnaz, b) düzgün cümle kuramayacak kadar cahil, c) paranoyak, d) ırkçı, e) akılları fikirleri tecavüzle meşgul kişilerdir.
Kalan binde üçten özür dileyerek soralım, yaşasınlar mı sizce?
Bu tweet üzerine, enteresan bir şekilde, depremde ölenlerin sorumlusu olduğuma hükmedildi.
Cevap yazdım. 

Elazığ karmaşık fay hatları üzerine oturan çok katmanlı bir il. Karakoçan tarafı candır, severim. Palu bağnazdır, gasp üzerine inşa edilmiştir, ama insanı dobradır, belki 1925'ten sonra çektiği acılarla olgunlaşmıştır, orayı da sevdim. Guleman'da yıllar önce iki gün misafir oldum. Evsahibimiz Alevi bir mühendisti, köyden nefret ediyordu, bizi epey doldurdu. Yakın bir dostumuz var Baskil kökenli, ondan da lehte, aleyhte birçok şeyler duydum.
Şehre yolum kırk yılda dört beş defa düştü. Baştan beri kötü bir yerdi, adım adım büsbütün çirkinleşip iğrençleşmesine tanık oldum. Yobazlık diz boyu, saldırganlık bir hayat tarzı olmuş, dış dünyaya karşı korku ve nefret iliklerine işlemiş. Sokaklarda kadın yok, olanlar korku ve nefretle büzüşmüş, sürekli kaçış halinde. Erkek nüfusu abazanlıktan kudurmuş, başkalarının cinselliğini önlemeyi milli dava edinmiş.
O şehre yolu uğrayıp da "batsın bunlar" diye içinden beddua etmemiş normal bir insan bulunduğunu sanmam.
20. yy başında, biliyorsunuz, kent nüfusunun yaklaşık yarısı ve Elazığ ovasındaki köylerin %35 kadarı Ermeniydi. Şimdiki nüfusun büyük bir bölümü profesyonel katil olarak oraya getirilen aşiret Türkmenleridir. Gerisi Kürt iken aslını inkar eden, kraldan fazla kralcı olunca günahlarının affedileceğini uman problemli bir kesimdir. Medeniyetten biraz nasiplenmiş olanlar genellikle Dersim göçmenleridir. Az miktarda Ermeni dönmesi de varmış diyorlar ama tanışmadım.
*
Deprem görmüş acılı insanlara bu sözler reva mı diye soruyorlar. Doğrusunu isterseniz, deprem olunca acı hakikatlerin hükmü kalkar diye bir kanun bilmiyorum. Gerçekler maalesef böyle. Ölseler de böyle, kalsalar da böyle.
Ha, "deprem yapalım mı Sevan abi ölsünler" diye biri bana teklif etse muhtemelen yapmayalım derim, neme lazım, bin tane puştun arasında üç tane masum zarar görse yazık. Lakin onca puştun arasında puştluğa boyun eğmeden yaşamayı başarmış kaç kişi vardır, o konuda da bir fikrim yok.
Çocuklar konusunda da samimiyim. Soyu ne olursa olsun çocukların günahı yok. Eğitildikçe puşta dönüşüyorlar. Eğitilmemişleri dünyanın her yerinde aynıdır, düzgün bir ortama düşseler pekala insanlaşmaları mümkün.
*
Türkiye'de ne zaman deprem olsa birileri "oh olsun" der. Van'da deprem olduğunda Kemalci kardeşlerimizin zil takıp oynamadığı kalmıştı. İstanbul'da deprem olduğunda "zinacıdır bunlar, müstahaktır" diyenler oldu. Doğrusunu isterseniz ben ikisinden de fazla gocunmadım. Fiilen üçüncü şahıslara gerçek bir zarar vermedikçe insanların fikir ve duygularını ifade etmekte serbest olmaları gerektiğini düşünürüm. Hoşuna gitmiyorsa vay gerzo der geçersin, fikri disiplin sahibiysen "acaba söylediğinde bir doğruluk payı var mı" diye sorup beş dakika düşünürsün.
Devlet tapıcısı Türk ve Türkçü Sünnilere "oh olsun" demeye kimsenin maçası sıkmamıştı bugüne dek. O şeref de bana nasip oldu sanırım.

Sunday, January 12, 2020

Duçarhi ile devr-i âlem

2012’nin ilk aylarında kaya mezarımı tamamlayıp açılışını yaptım, diğer yandan Aslanlı Yol adını verdiğim anılarımı yazdım. Bir süre beni epey meşgul eden Tiyatro Medresesi’nin yapımı (parasızlıktan) durmuştu. Üçüncü evliliğim kötü bitmiş, canım gibi sevdiğim küçük kızımı kaybetmiştim. Nişanyan Otel bir rutine oturmuştu; günde bir iki saat mesai yetiyordu. Sıkılıyordum. Şirince’deki misyonumun sonuna geldiğimi hissediyordum.
Bisikletle uzun bir yola gitmeye karar verdim. İran ne zamandır aklımdaydı. İsfahan’a kadar gider miyim? Giderim. Baktım yapabiliyorum, doğuya devam ederim. Tıkandığım yerden dönerim. Belucistan çölünü göze alırsam Pakistan’a geçerim. Sonra Hindistan? Neden olmasın.
Büyük kızım İris panikledi, “babiş senin geri gelmeye niyetin yok galiba” dedi. Belki de yoktu, bilemiyorum. En azından bir ihtimaldi. Ama İris’in endişesi etkiledi beni sanırım. Yolculuğu kısa kesip dönmeme yol açan faktörlerden biri odur. Diğer faktör daha basit: Yollara düşünce gönlüm ferahladı, sıkılmalar geçti. Daha yapacak çok iş var, şu da var, bu da var hesapları kafamda fingirdemeye başladı.
Selçuk’tan pedal bassam üç hafta Türkiye, daha İran’a varmadan tükenme riski var. O yüzden bisikleti THY’ye emanet edip Van’a uçtum. Van havaalanında baktım uçağın yanında mahzun duruyor bizimki, piste çıkıp bisiklete atladım, dingaling çekilin yoldan, bagaj kalabalığının arasından sürüp yollara düştüm.
Özalp’ta otel motel yokmuş, Saray’a git dediler. Tüm yolculuğun en şahane etabıydı galiba: 2000 metre rakım ama yol düz, enfes bahar havası, etrafta karlı dağlar, sıfır trafik. Saray’da da otel değil anca Öğretmenevi varmış. Dört kişilik bir koğuşa verdiler. Öbür arkadaşların ikisi Taraf gazetesinden beni izlermiş, acayip mutlu oldular. Sohbetler edildi, bir el satranç oynandı, sabahın birinde yatıldı.
Sabah altıda silahlı polisler geldi, Sevan Beydurus Nişanyan sen misin, karakola gideceğiz. Selçuk’taki mahkemeden zorla getirme emri varmış, mahkemenin açılması beklenecek. Karakoldaki polislerle sohbet edildi, mecbur. Taraf’ı beğenmezlermiş, çünkü Ahmet Altan kadın memesine vatanı satarım demiş. Evladım dedim, vatan emretse sen karını, kızını, kardeşini satar mısın? Hangisini seçersin? Hee dediler, Altan onu mu kastetmiş, haklıymış lan.
Mahkemeye çıktık. Hakim genç, çıtı pıtı bir hanım. “Mahkeme celbine cevap vermemişsiniz, neden?” dedi. “Kısmet” dedim, “burada sizinle tanışmak nasipmiş.”  Zabıt katibi de kadın, kıpkırmızı oldu, kendini tutmaya çalıştı, sonra “pfiyt” diye bir ses çıkarıp gülmeye başladı. İfadeyi verdim, yola devam ettim.
*
İlk dört gün Hoy, Salmas, Urmiye. Hafiften hayal kırıklığı. Otantik bir yer beklerken, Türkiye’nin doğusundan çok daha modern, sıradan, monoton yerler. Ancak Kürt şehri Mehabad’da ülkeyi ufaktan sevmeye başladım. Karakter sahibi bir yerdi. Karakter mühim. Bir ülkeyi, yahut şehri, yahut oteli, yahut kişiyi sevilir kılan o.
*
İki haftada Hemedan’a vardım. Rotayı çevirmeye orada karar verdim. Yenilgiydi bir bakıma. Bir kere iklim: Mayıs başı şahane bir havada yola çıkmışım, Mayıs sonu güneş beynimde boza pişirmeye başlamış. Her tarafımda pişikler çıkmış, bunalmışım. Hemedan’da (ilk kez) düzgünce bir otel buldum, birkaç gün kalıp dinlenmek istedim. Bir kafede üniversiteli çocuklarla tanıştım, uzun sohbetler ettik. Sohbet iyiydi iyi olmasına, ama nedense modern dünyada herkes aynı, keşfedecek bir şey yok artık, boşuna geziyorsun duygusuna kapıldım. Kuzeye dönersem en azından hava biraz serin olur deyip rotayı Hazar Denizi’ne kırdım. Belki Türkmenistan üzerinden Rusya?
Reşt’te iki üç gün kaldım. Sevimli bir şehirdi, İran’ın Antalya’sı bir çeşit. Ama kara örtülü kadın görmekten ve yemekte bir bardak bira içememekten içime fenalık geldi. Daha medeni yerdir diye Bakü’ye devam etmeye karar verdim.
Gerisini Aslanlı Yol’da anlatmıştım, oradan okursunuz.


Wednesday, January 8, 2020

İran'ı küçümsemeyin bence

Hatırlarsınız, 2012’de bisikletimle İran’ı turlamıştım. Batı yarısında kaldım gerçi, Tahran ve İsfahan’ı görmedim. (Gördüklerim: Hoy, Salmas, Urmiye, Sakkez, Sanandac, Kermanşah, Hemedan, Reşt, Astara, Erdebil, Tebriz ve Merağa ile aradaki tüm köyler.) Yüzeysel de olsa bir fikir edindim sanırım. Birkaç notumu paylaşayım.
1.
Modern kapitalizmin nimetleri açısından Türkiye’den çok geri. Otomobiller 1970 modeli ve dökülüyor; AVM’yi unutun, doğru dürüst süpermarket bile yok; kıyafetler rençber stayl.
Buna karşılık sosyal refah ve eğitim düzeyi açısından, görebildiğim kadarıyla, Türkiye’den epey ileri. Göze çarpan fakirlik hiçbir yerde yok; ortalama konut standardı Türkiye’den yüksek; şehirleşme daha düzgün ve homojen; okuryazarlık oranı yüksek. En önemlisi, sokaklarda başıboş köpek sürüsü gibi dolaşan işsiz erkek güruhlarına pek rastlanmıyor.
2.
Başka bir şey ekleyeceğim şimdi, sıkıca bir yere tutunun ve sakin olmaya çalışın. Kadınların durumu Türkiye’den daha iyi görünüyor. Bağdat Caddesi ile değil, Maraş, Elazığ, Erzurum, Bayburt gibi afet bölgeleriyle kıyaslayınca bu çok net.
Hepsinin karafatmalar gibi giyinmesi sinir bozucu elbette. Ama mesela Türkiye taşrasıyla kıyaslanmayacak kadar çok sayıda kadın araç sürücüsü var. Ücretli çalışanların açık çoğunluğu kadın. Doktorların epey yüksek bir yüzdesi kadın. Daha önemlisi: yabancı bir erkek sokakta göz teması kurunca gülümseyip kıkırdayanlar çoğunlukta. Elazığ’da deneyin isterseniz, dayak yemeden olay yerini terk edebiliyor musunuz.
Önemlidir bu detay bence. Bir ülkeyi yaşanır kılan faktörlerin başında gelir.
3.
Eski Sovyet ülkeleri gibi her yanda dini-hamasi sloganlar, posterler (“Peygamberin Şanlı Yolunda Hep İleri”, “Hazreti Ali Diyor Ki, Sigara Sağlığa Zararlıdır”). Lakin ortalama vatandaşın dini önemsediğine ya da ciddiye aldığına dair en ufak belirti görmedim. Camiler bomboş; umumi yerde namaz kılan yok; dini kıyafetle soytarılığa çıkan yok; olur olmaz yolu düşene dini önyargılarını kusan ender, ya da bana rast gelmedi. Türkiye’den gelen biri için çok şaşırtıcı bir şekilde, konuştuğum herkes İslam konusunda umursamazlıktan başlayıp radikal kuşkuculuğa uzanan bir yelpaze içindeydi. Daha önemlisi, mollakrasiden yaka silkmeyen hiç kimseye rastlamadım.
4.
Ülkeyi bir molla oligarşisi yönetiyor. 1980’lerin Sovyetler Birliği ile paralellik son derece çarpıcı. Çağı geçmiş, kimsenin artık inanmadığı bir ideolojinin simgeleri ardına sığınıp iktidarı sonsuza dek elde tutmaya çalışıyorlar. Sakal cüppe aksesuardır; altta yatan gayet modern bir diktatörlük. Tüm büyük işletmeler, medya, bankalar, devlet kurumları, güvenlik örgütleri onların kontrolünde. İdeolojik tutarlılığı yitirdikleri anda Gorbaçov (yahut Honecker yahut Çauşesku) gibi tepe taklak geleceklerini biliyorlar. O yüzden tükenmiş (ve muhtemelen tükenmişliğini kendilerinin de bildiği) rejim söylemini terk edemiyorlar.
5.
ABD 2001’den itibaren hem Afganistan hem Irak’ı işgal ederek İran’ı askeri açıdan kuşattı. Molla rejimi doğal olarak kuşatmaya direndi; şu aşamada görüldüğü kadarıyla da beklenmedik ölçüde başarılı oldu.
Amerikalılar Irak’ı tank gibi ezdiler. Sonuç: bugün ülkenin üçte ikisi İran kontrolünde; son kalan Amerikan birlikleri de kovulacak görünüyor. Afganistan’ı 18 yıl işgal ettiler. Sonuç: İran’ın ve belki Pakistan’ın el altından Taliban’a verdikleri destekle yenildiler. Suriye’de (Türkiye’deki salak profesörü de gaza getirip) üçüncü cephe açtılar; yetmiş türlü cihatçı manyağı, Suriye’deki – maalesef – tek yarı-medeni seçenek olan Esed rejiminin üstüne sürdüler; devirmeyi başaramadılar. Yemen’de İran yanlısı rejime karşı araya Suudi’yi koyup eşine az rastlanır barbarlıkta bir yıldırma savaşı açtılar; zerrece sonuç alamadılar. Lübnan’da iç savaştan sonra binbir zorlukla kurulmuş dengeyi dinamitleme pahasına rejim değiştirmeye çalıştılar; şimdilik başaramadılar.
Kasım Süleymani’nin Afganistan’da bir rolü var mıydı bilmiyorum. Diğer saydığım yerlerde tek başına İran’ın başarısının hem mimarı hem uygulayıcısı olduğu söyleniyor.
Kendine ve rejimine güveni yıpranmış bir ülkede, son yılların tek gerçek ulusal kahramanı olarak bağırlara basılmasını doğal görmek gerek.
6.
İran’ın stratejik başarılarının net sonucu nedir, onu da gözden kaçırmayalım. Sünni İslam’ın iki tarihî başkentinin ikisi de bugün Şiilerin kontrolündedir. Bağdat 1600’lerden beri ilk kez Şiilere düştü. Şam'ı Sünni Araplar adına fethetme girişimi akim kaldı. Lübnan ve Lazkiye üzerinden Akdeniz’e sağlam bir çıkış kapısı açıldı. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yayılma emelleri ile Arabistan Yarımadası arasına şimdilik aşılması güç görünen bir duvar örüldü.
Fena oldu diyebilir miyiz? Yahut kimileri için fena da olsa, İran haksızdır diyebilir miyiz?
7.
Irak’ı kim kontrol edecek kavgasında Basra ve Bağdat İran’dan yana saf tutarken Erbil Amerikalılara güvenmeyi tercih etti, bu yüzden İran yanlısı grupların düşmanca eylemlerine maruz kaldı. Kerkük’ün düşürülmesinde baş rolü Kasım Süleymani oynadı deniyor. Dolayısıyla Kürt dostlarımızın bu kişiye karşı nefretle dolu olmalarını anlamak mümkün.
Ancak uzun vadede bunun akılcı bir yaklaşım olduğundan ben o kadar emin değilim. Kuzey Irak yönetimi hem İran hem Irak’a tek başına kafa tutabilir mi? Amerika’nın yarın Suriye’deki gibi “hadi bana baybay” demeyeceğinden emin olabilir mi? Öyle bir ihtimalin vukuunda Türkiye uslu komşu oyununu daha kaç yıl sürdürür sizce?
Adam düşman da olsa “mert düşmandı rahmetli” gibi bir mesajla cenazeye taziye göndermek daha akılcı bir tutum olurdu bence.
8.
Amerikan dış politikasında hep bir rasyonellik aradım. Öğrencilik yıllarımda o politikanın yapılış usulleri ve kadroları hakkında epey malumat biriktirdiğimden, rasyonelliği çoğu zaman buldum ya da bulduğumu zannettim.
Son yıllarda o  beyhude çabadan vazgeçtim sanıyorum. Rogue state diye bir kavram var, duymuş olanınız vardır. Aslı rogue elephant’tır, öfkelenip gözü dönmüş, önüne gelen her şeyi ezip geçen azgın fil. ABD bugün kelimenin tam anlamıyla bir rogue state görüntüsü çiziyor. Dönüm noktası belki 2001’deki İkiz Kuleler vakası idi. O günden beri sırasıyla Afganistan’ı, Irak’ı, Sudan’ı, Somali’yi, Libya’yı, Suriye’yi, Yemen’i tuzla buz ettiler. Demokrasiydi, barıştı, cihadistleri tepelemeydi, bunların komple tıraş olduğu belli. Bu yerlerin hiç biri Amerikan saldırısından sonra daha demokratik olmadı; hiç biri bir daha barış görmedi; cihadizm azalmadı, aksine katlandı.
Bu politikanın rasyonelliği varsa nedir? İnanın bilmiyorum. Girdiği savaşların hiç birini Amerika kazanmadı; hiç birini tatmin edici bir sonuca bağlayamadı; bağlamaya pek niyetli de görünmedi. Sanki durmadan esmer adamları delik deşik edecek Holivut aslanları üretmek ve bu uğurda sonsuz miktarda teknolojik hardware zayi etmek yeterliymiş gibi davrandı.
ABD silahlı kuvvetlerinin GÜNLÜK bütçesi 700 milyon dolarmış. Acaba mesele bu mudur? Bu kadar basit midir? Hiç ara vermeden Gürcistan’da, Ukrayna’da, Estonya’da, Çin Denizi’nde, Kuzey Kore’de, Venezuela’da, Küba’da, Meksika’da, Pakistan’da bela aramalarının sebebi de aynı mıdır?
9.
Kazanır mı bu savaşı ABD? Oyumu az önce belli ettim sanırım. Yirmi senedir girdiği hiçbir savaşı kazanmadı, bunu niye kazansın?
Şüphesiz ellerindeki teknik ve ekonomik imkanlar İran’ı haritadan silmeye yeter. Ancak konvansiyonel savaşın sınırlarını aşmaya yeltenmeleri Rusya ve Çin’in müdahalesini davet edecektir; müdahale edemeseler bile Rus-Çin ittifakını perçinleyecektir. Bunu göze alacaklarını sanmıyorum. Yirmi yıl önce ABD geniş bir uluslararası ittifaka öncülük edebilecek durumdaydı. Bugün yanında hemen hiç kimse kalmamıştır. Avrupa Birliği ile araları açık. Türkiye ile tepişmenin eşiğindeler. Pakistan Türkiye’den de beter anti-Amerikan havalarında.
Bu yüzden bana sorarsanız bu savaşı kazanamazlar. Kazanamayacaklarını bildikleri için çatışmaya gireceklerini de pek sanmıyorum.
Her şeye rağmen Washington’da hesap yapmayı bilen insanlar vardır, ve umalım ki tek bildikleri hesap generallere bugün kaç para bonus yazılacak hesabı değildir.

Friday, January 3, 2020

Askercilik oyunu

Farzedelim ki ABD İran’a saldırmaya karar verdi. Varsayım bu, yani faraziye. Saldırır demiyoruz, ya saldırmak istese diyoruz.
Kimlerin yandaş olacağı belli: İsrail, Suudi Arabistan, BAE, Mısır. İlki teknoloji, iki ve üçüncüsü para ve belki üs, üçüncüsü üs ve gerekirse nefer temin edebilir.
Kimden destek istense vermeyeceği de belli. Türkiye her ne bahasına olursa olsun savaşın dışında kalmak isteyecektir. Mecbur kalırsa karşı cephede savaşması olasılığı da büsbütün zait değildir.
Rusya kavgaya bulaşır mı? Hiç sanmıyorum. Her iki tarafı yıpratacak bir savaşta Rusya neden elini taşın altına koysun? Bence bekler. İran şayet çöker yahut kaosa düşerse belki “güvenliği sağlamak ve kan dökülmesini önlemek” için kuzeyden sarkabilir. 1907’de ve 1941’de öyle yaptı, gene yapması en mantıklısı.
Maksat diyelim ki a) Türkiye’yi savaşa zorlamak, ve b) en azından, olası bir savaşta ters tavırlar sergilemesini önlemek olsun. Siz Amerika olsanız ne yapardınız?
İlk yöntem ödüldür. Buyur Suriye’nin doğusu senin olsun, bak askerimi de çektim. Lakin o yöntem işlemez. Hem Rusya, hem Avrupa, hem Arap dünyası isyanlara geçince Türkiye çeşmeye gider, susuz döner. Eşantiyon mahiyetinde bir tane kasaba kalır elinde.
Diğer yöntem tehdittir: İstediğimi yap, yoksa! Yoksa ne? Mesela kredini keserim, askeri malzemeni keserim, bankerlerini tutuklatırım, Ermeni tasarısı şey ederim, daha olmadı Kürtleri ayaklandırırım.
Kredi meselesi zor, çünkü Türk bankaları batsa Avrupa da batar. Ayrıca Türkiye Batı dışında da birtakım finans kaynakları bulmuş görünüyor, o kadar kolay dize gelmez. Öyleyse Katar’ı da şey edelim? Mümkün, ama çok riskli. Türkiye gitti oraya askeri üs kurdu. Başlarında İran varken bir de Türkiye’ye savaş açmayı göze alırlar mı?
Askeri malzemeyi kesmek? Bir yere kadar evet, ama çok hırpalarsan Türkiye yarın öbür gün müttefik olarak da işe yaramaz hale gelebilir. İçeriden çöker veya kendini savunamayacak hale gelirse Rusya’nın iştahı kabarabilir, sonra ayıkla pirincin taşını. Türkiye gibi ballı müşteriyi kovup kendi savunma sanayiini küstürmek de akıl kârı değil, mazallah ceplerindeki kırk senatörü aleyhine döndürüverirler, Amerikan tarihinde hapse giren ilk başkan olursun.
Ermeni tasarısı? Türkiye omuz silker geçer, nasıl olsa o maçı çoktan kaybettiğini biliyor. Çok zorlarsan tosuncukları galeyana getirir, birkaç Ermeni boğazlatır, tasarı masarı unutmak zorunda kalırsın.
Kürt isyanı? En tehlikelisi budur. Orada çakacak bir kıvılcım bütün ülkeyi ateşe verir. O yüzden Türk rejimi birkaç senedir büyük sıkıntılar pahasına o ihtimalin tedbirini alıyor. Belediyeleri zaptetmesinin mantığı nedir sizce? Bir daha oralarda seçim meçim olduramayacak denli kendini sakatlıyor, ama karşı tarafın elinde günü geldiğinde işe yarayacak en ufak bir örgütsel nüve bırakmamaya özen gösteriyor.
Ne yapalım öyleyse? Mesela Doğu Akdeniz doğal gazı?
O olur pekala. Türk ekonomisini düze çıkaracak fırsattı, Rusya ve Azerbaycan’a gaz bağımlılığını da sona erdirecek imkandı. Mısır ile İsrail Kıbrıs’la anlaştı, gazı Yunanistan’a teklif ettiler. Ekonomik mantığı olmayan bir tekliftir. Yunanistan’a yapılmış bir kıyaktır. Karşılığında ne isterler sizce? Olası bir hır gürde Türkiye’yi batıdan meşgul etmek belki?
Türkiye şahmatla karşı karşıyadır. Gözünü karartır, açıkça savaş riski içeren bir hamle yapar. Akdeniz’in orta kısmını kendi ekonomik bölgesi ilan eder. Bunun anlamı, boru döşemeye kalkan gemiyi batırırım, gerekirse İsrail, Mısır ve Yunan ittifakına savaş açarım demektir. Etkili midir? Belli olmaz, belki caydırıcı olabilir, borudan – şimdilik – vazgeçiverirler.
Akdenizin yarısını zimmetine geçirmek için bir partner lazımdır. Olası tek partner Libya’daki Trablus rejimidir. Teklif edilir. Trablus’takiler “he vallah” der, “sen iste Atlantiği de verelim. Yalnız bizim durumlar biraz yaş, bir miktar asker gönder hemen basalım imzayı.” El mecbur, Türkiye asker yollamayı kabul eder.
Bana sorarsanız blöf oyununa benziyor. Ama blofün nerede boş çıkacağını kim bilebilir? Usta blöfçünün beş benzemezle oyun aldığını çok gördük.
Turizmcilik günlerimden bildiğim bir şey var: Halı pazarlığını Amerikalı turist hep kaybeder. Lakin Amerikalı turist Kapalıçarşı’ya cruise füzesiyle gelirse ne olur, onu bilmiyorum.