Thursday, March 19, 2020

Avrupa Reform yapar, taassup biter

“Avrupa 16. yy’da Protestan Reformu yaptı. Kilisenin toplumdaki tahakkümü kırıldı. Bu sayede Avrupa ilerledi.”
Doğru mu? Türkiye’de alışılmış olan tarih anlatısına bakılırsa tartışılmaz doğru. Anglo-Amerikan ekolünün ilkokul-lise seviyesindeki anlatısında da veri kabul edilir. Fakat gerçekle alakası yok. Hiç yok. Deli saçması.
Birinci veri: Reform, Avrupa’nın büyük kısmında başarısız oldu. İtalya, İspanya, Fransa, o devirde Avrupa’nın ikinci en büyük gücü olan Avusturya, Alman devletlerinin yarısı, İsviçre ve Holanda’nın büyük kısmı Katolik kaldılar. Katolik kalan Fransa ile Katolik kilisesini deviren İngiltere arasında, mesela, 19. yy sonlarına dek ciddi bir “ilerilik” farkı yoktur.
İkinci veri: “Kilise tahakkümü” deyimiyle eğer a) kilisenin eğitim kurumlarına ve müfredata hakimiyeti, b) norm-dışı dini görüşleri cezalandırma yetkisi, c) dini söylemlerin siyasette belirleyici olmasını kastediyorsak, bu tahakküm 16. yy’dan sonra azalmadı, aksine feci surette arttı. Dini konularda Avrupa’nın mesela 15. yy başındaki rahatlığı, 17. yy ile kıyaslanmayacak derecede ileridir. Reform sonrası pekişen kilise tahakkümü, ancak 1789 Fransız devriminden ve bilhassa 1848’de tüm Avrupa’yı saran devrim hareketlerinden sonra liberal/sekülarist görüşlerin yaygınlık kazanmasıyla kırılmıştır. 19. yüzyılın eseridir. İsterseniz 1740’larda Voltaire ile başlayıp 1918’de I. Dünya Savaşı ile noktalanan bir süreçtir de diyebilirsiniz, yanlış olmaz.
Reformun öncesi
Roma kilisesinin Avrupa çapında siyasi ve hukuki egemenlik iddiası, üç yüzyılı aşan bir mücadelenin ardından 1378-1417 arası Büyük Bölünme (Schism) ile berhava oldu. Avrupa, birbiriyle savaşan birkaç papa arasında bölündü. Kilisenin manevi otoritesi çöktü. Bohemya’da, Aşağı Ülkelerde, Kuzey Almanya’da, İskoçya’da kilise karşıtı hareketler belirdi. Kilisenin aracılığı olmaksızın, doğrudan iman ya da amel yoluyla tanrıya ulaşmayı savunan düşünce akımları güç kazandı.
5. Nikolas (1447-1455) ve 2. Pius (1458-1464) devrinde Papalık, tüm Avrupa’dan topladığı gelirlerin yardımıyla mali durumunu düzene soktu, İtalya politikasında yeniden etkin bir güç olmayı başardı. Bunu izleyen yüz yılın Papalık devleti, sürekli çatışan bir düzineyi aşkın İtalyan devletlerinden biri, çoğu zaman en güçlüsüdür. Servet ve şaşaa içinde yüzer. Dünyanın en iyi sanatçılarını istihdam eder; en yeni ve cüretkar fikirlere kanat gerer. Rönesansın ve ‘Hümanist’ akımın başlıca destekçisidir. Antik Yunan ve Roma’nın yeniden keşfine önayak olur. Roma saraylarının çıplak tanrıça heykelleriyle bezenmesini, edebiyatta dini erdemleri hiçe sayan dünyevi kahramanların kutsanmasını teşvik eder. Avrupa tarihinin en çarpıcı “sekülerleşme” hamlelerinden birinin öncüsüdür. Yeni Roma imparatorluğudur. Hıristiyan dininin adeta “modası geçmiştir”.
Avrupa’nın geri kalan kısmı bu gelişmeleri dehşetle izler. Roma kilisesinin şaşaasını finanse etmek için başvurduğu yöntemlere karşı homurdanır. Roma’nın “ahlaksızlığını” yaklaşan kıyametin belirtisi sayar. Nihayet 1517’de Martin Luther önderliğinde isyan bayrağını kaldırır.
Reform nedir?
Reform dini egemenliğe karşı bir başkaldırı değildir. Tam tersine, “Babil Orospusu” (Whore of Babylon) adını taktığı Roma kilisesinin dinsizliğine tepkidir. Kelimenin tam anlamıyla Selefi bir harekettir. Dinin “aslına” dönmeyi, yaşamın tümünü dini esaslara göre yeniden düzenlemeyi önerir. Dinsiz yazarlar yasaklanmalı, kâfirlerin ahlak dışı heykelleri kamu yerlerinden kaldırılmalıdır. Kiliseler süsten arındırılmalı, aziz kültleri ve gösterişli törenler dinden dışlanmalıdır. Daha önce kitap girmemiş evlere – matbaa sayesinde yaygınlaşan – İncil girmeli ve aileler çocuklarını sadece İncil okuyarak yetiştirmelidir.
Hem hümanist hem Reformcu olan Erasmus, Melanchthon gibi birkaç figür bir yana bırakılırsa, Protestan Reformu Rönesansa karşı bir harekettir. Rönesans'ın elitizmine karşı dini taassubun şahlanmasıdır.
Birçok yönüyle, bugün İslam dünyasında kol gezen fundamentalist akımları andırır. İŞİD’cilerin türbe yıkmasıyla İngiltere’de VIII. Henry’nin manastırları ve aziz kabirlerini yağmalaması arasındaki benzerlik, sanıldığından daha güçlüdür.
Protestan İngiltere'de dini çılgınlık 1642-1660 iç savaşında zirveye ulaşır, ardından yumuşamaya başlar. Amerikan kolonilerinde Puritanlar 1620'lerden itibaren Hıristiyanlık tarihinde eşine az rastlanan bir dini taassup rejimi kurarlar. 1610'larda Hollanda'da aşırı Kalvinistlerle en aşırı Kalvinistler arasında iç savaş yaşanır.
Katolik Karşı-Reformu
Protestan dünyasında bunlar olurken Katoliklerin eli elbette armut toplamaz. Biraz gecikerek 1545’te toplanan Trent Konsilinde, sonradan Karşı-Reform (Counterreformation) adı verilen süreç başlatılır. Din adamlarının eğitimi sıkı merkezî kurallara bağlanır; ruhban kadroları bir kaç kat artırılır; üst hiyerarşinin din adamları üzerindeki denetim yetkisi sıkılaştırılır; kilise içi çok seslilik radikal olarak kısıtlanır; Yasak Kitaplar Listesi (Index Librorum Prohibitorum) ilk kez 1559’da yayınlanır.
1540’ta kurulan İsa Cemaati (Jesuit’ler, bizde bilinen adıyla Cizvitler) eğitim ve propaganda işlerine yoğunlaşır. Kısa sürede Avrupa’nın her büyük kentinde Cizvit kolejleri açılır. Yüksek eğitim önemli oranda onların denetimine girer; Ortaçağdan kalma eski üniversitelerin birçoğunda Cizvitlerin borusu öter. Lakin itiraf edelim, akademik düzeyleri yüksektir. Çeşitli bilimlerde ciddi atılımlar yaparlar.) Latin Amerika ile Güney ve Doğu Asya’daki Hıristiyan topluluklarında Cizvitler çoğu zaman devlete rakip bir iktidar odağı haline gelirler. Papalık 16. yy ortalarından 18. yy ortalarına dek canla başla Cizvit hareketini destekler; kimilerine göre tamamen Cizvitlerin kontrolüne girer.
Katolik ülkelerde 1550’leri izleyen iki yüz yılda kültürel ve entelektüel yaşamın kiliseden bağımsızlaştığına dair en ufak bir bir belirti göremiyoruz. Descartes ve Spinoza gibi seküler birkaç isim ancak Hollanda ve İsviçre gibi nispeten özgür ceplerde yaşam şansı bulurlar. Jansenizm gibi, Katolik kilisesi çerçevesinde bir tür Protestanlığa meyleden denemeler kısa sürede Papalık tarafından yasaklanıp bastırılır.
Dönüm noktası belki Cizvit cemaatinin Fetöcü ilan edilip yok edilmesidir. 1764’te Fransa’da, 1767’de İspanya’da, 1782’de Avusturya’da Cizvitler yasaklanır, kurum ve malları müsadere edilir. Katolik Kilisesi 1776’da Cemaati resmen lanetler; ileri gelenleri tutuklanır, birçoğu idam edilir.
Katolik Avrupa’nın edebiyatından dini temalar 1740-50’lerden itibaren zayıflar, hatta kaybolmaya yüz tutar. Viyana'nın saraylarında, Prag'ın görkemli kütüphanelerinde, Fransız ressamlarında, Cizvitlerin bastırılmasını izleyen yirmi-otuz yılda Katolik dinine ait motifler tarihe karışır. Fransız İhtilalinde Katolik kilisesinin topyekün yasaklanmasına giden yol, ihtilalden önceki yıllarda döşenmiştir.
İhtilal ve sonrası
1792’de kurulan Fransa Cumhuriyeti Katolik dinini yasaklar. Manastırlar lağvedilir; tüm kiliseler kamulaştırılır. Devlete sadakat yemini etmeyen rahipler idama mahkum edilir. Pazar tatili ve Miladi takvim kaldırılır. Dini bayramların kutlanması yasaklanır.
Üç-dört yıl süren cinnet hali sürdürülemez; 1815’te muhafazakar düzen yeniden galip gelir. Ancak şişeden çıkmış olan cin, geri girmeyi reddeder. Fransız devriminden ilham alan anti-klerikal (papaz karşıtı) akımlar, tüm Avrupa ülkelerinde, özellikle üniversite talebeleri, şairler, avukat ve doktor gibi meslek erbabı arasında etkinliğini korur. Yepyeni bir fenomen olan “profesyonel devrimciler” türer; Viyana Kongresi’ni izleyen çağın ağır baskı ortamında “halk kahramanı” payesini kazanırlar.  Önceleri “cumhuriyetçi” adıyla anılırken, daha sonra “liberal”, “progresist” (ilerici), “sosyalist” gibi etiketler kazanırlar. 1848’de Avrupa çapında büyük bir ayaklanmaya öncülük ettikten sonra yenilirler. 1850 ve 60’larda yeniden bir reaksiyon dönemi yaşanır; “gericiler” muzaffer görünür.
Ancak 1870’lerde rüzgar temelli döner. İngiltere’de Liberallerin iktidara gelmesi, Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet’in kurulması, İtalya’da eski profesyonel devrimcilerden Garibaldi öncülüğünde kurulan yeni devlet, Macaristan’da yine ’48 kuşağının devrimcilerinden Andrassy’nin başbakanlığı, “ilericilik” mezhebine resmi saygınlık kazandırır. “Muhafazakarlık” etiketini takınan Kilise yandaşları gitgide artan oranda entelektüel itibarlarını yitirir; cahillikle, gericilikle, dar ufuklu çıkarcılıkla anılmaya başlarlar. Nihayet 1914-1918 savaşını izleyen büyük çalkantılarda, kolektif akıl üzerindeki etkilerini – bir süreliğine – tamamen yitirirler.
Kıssadan hisse
“İslam dininde reform yapalım, bunlar akıllanır, bilim ve teknik yoluna gelirler” diyenlerin zannettiği kadar kolay olmuyormuş bu işler.

Tuesday, March 17, 2020

İslam medeniyeti neydi, neden çöktü, şimdi ne durumda

“Altın Çağ” denilen 9. ila 15. yy’da İslam uygarlığının ilginç özelliklerinden biri, askeri ve siyasi olaylarla sosyal/kültürel hayat arasında hemen hiçbir gözlemlenebilir bağ olmaması.
Bu çağın İslam kültürü son derece şehirli ve kozmopolittir. İlk başlarda “şehir” deyince aklımıza sadece Bağdat gelir. 11. yy’a doğru Konya’dan Delhi’ye, Kurtuba’dan Hive’ye kadar yüzlerce şehir Bağdat’ın rolünü devralır. Hepsinde aynı dil(ler) konuşulur, aynı kitaplar okunur, aynı mimari modalar bir iki sene gecikmeyle benimsenir. İnsanlar alim, talebe, tüccar ve derviş kılığında durmadan şehirden şehire seyahat eder. Sosyal hareketlilik başdöndürücüdür: bir kişi bugün köle, yarın vezir, sonraki gün derviş olabilir. Her şehirde, dünyada eşi olmayan sanat eserleri yaratma iddiası güden sanatkarlar bulunur. Edebiyatta sözü edilen kadınların hemen hepsi entrikacı, şehvet ve iktidar düşkünüdür: “başörtülü bacı” modeli henüz keşfedilmemiştir. Köylüler ve göçebeler hemen hemen görünmezdir: kimse onlardan söz etmez.
Siyasi olaylar sonucu şehirler el değiştirebilir, yıkılabilir, halkı kılıçtan geçirilebilir. Ancak bu olaylar, geniş çapta hiçbir sonuç doğurmaz. Diğer kentlerde şehir yaşamı aynen sürer. Fikir dünyası, hukuk, ticaret, eğitim sistemi, edebi üretim üzerinde siyasi olayların etkisi çok nadiren görülür.
Moğolların 1258’de Bağdat’ı yıkması bu kentin kültürel bir merkez olarak sonunu getirmiştir. Ancak genel olarak İslami dünyanın ekonomik canlılığı veya kültürel üretkenliği üzerinde kayda değer bir etkisi olduğunu sanmıyorum. 15. yy ortalarına dek Kahire’de, Hindistan’da, İsfahan ve Şiraz’da, Semerkant’ta, Herat’ta, hatta Edirne ve Bursa’da kültürel gerileme belirtisi görülmez. Dönüm noktası bence 1450 ile 1500 arasındaki bir tarihte aranmalı.
*
İspanya’dan Hindistan’a uzanan coğrafyada ortak dil Arapçadır. 10. yy sonlarına dek yazılı üretimin tamamı Arapçadır. Bu tarihten sonra Yeni Farsça, edebiyat ve ticaret alanında gitgide önemi artan bir ikinci lingua franca niteliğini kazanır. 1300-1310 yıllarından itibaren Türkçe, diğer ikisine oranla marjinal de olsa, üçüncü bir kültür dili olarak ortaya çıkar. Ancak hukuk, matematik, tıp gibi gibi alanlarda Arapça tek ortak dil olarak kalır.
Kültür üreticileri arasında Fars, Türk, Hint, Berberi, hatta Yahudi ve Süryani kökenli olanlar sayıca çoktur. Fakat tümünün ortak yazı dili Arapçadır. Temel ve yüksek eğitim, ilgili ülkelerin tümünde Arapça verilir. Edebi biçimler, bilimsel standartlar, temel başvuru eserleri Arapçada üretilmiştir. Bu nedenle 800-1400 döneminin İslam medeniyetine kısaca ‘Arap Medeniyeti’ adını vermek yanlış olmaz.
‘İslam Medeniyeti’ midir? Bundan şüphe duymak için ben bir sebep göremiyorum. İslam dininin ana referans metinleri başka bir çağın ve başka bir ahlakın ürünü olabilir. Ancak belli ki bu farklı referans, 7. yüzyıl Arabistan’ının ilkel kabile kültürüne hiç benzemeyen sofistike bir şehir medeniyetinin oluşmasına engel olmamıştır. İnsan aklının sonsuz adaptasyon yeteneği diyelim: okuryazarlıktan habersiz, yağmacı bir mezhebin ve liderinin menkıbesi, dünya tarihinin en gelişkin kent medeniyetlerinden birinin simgeler dünyasına pekala uydurulabilmiştir.
Engel olmasa bile ayak bağı olmuş mudur? Onu tartışırız. Belki Kuran değil, fakat Kuran’a ve hadise istinaden Abbasiler çağının başında oluşturulan muazzam hukuk aparatı ayak bağına dönmüştür: kendi ağırlığıyla kendini tıkamış, yenilenme kapasitesini yitirmiştir. Belki Kuran’ı tartışılmaz “tanrı kelamı” sayan anlayış entelektüel gelişmenin önüne aşılmaz sınırlar koymuştur. Bunlar mümkündür. Hukukta eğer içtihat kapısı kapanmasa ve tanrı kelamının mecazi yorumları daha geniş kabul görse İslam uygarlığı daha esnek bir gelişme imkanı bulur muydu? Bundan sonra bulabilir mi? Sormaya değer sorular bence bunlardır.
Yoksa aradan geçen 1400 yılı yok sayıp İslam medeniyetini “peygamberin sidiği içilir miydi” sorunsalına, ya da tipik bir modern çağ ürünü olan “başörtülü bacı” modeline indirgemekle bir yere varılamayacağı açık.
*
Neden yıkıldı? Yıkılması mukadder miydi?
İslam medeniyetinin 1450-1500’den sonra yıkılması, en azından Roma medeniyetinin yıkılması kadar muamma bir konudur. Bin kişi bu konuda fikir beyan etmişse, bini ayrı şeyler söylemiştir. Bizim de söyleyeceklerimiz, karanlıkta el yordamıyla yürümekten çok ileri gitmez.
O tarihte neler oldu da böyle oldu diye sorarsak belki bir ipucu yakalarız. İlk hadise belki Avrupalıların Amerika’yı, ve belki daha önemlisi, Hindistan’a deniz yolunu keşfetmesidir. İslam dünyasının ticaret yolları kurumuştur. Medeniyetin temel koşulu olan ekonomik altyapı sarsılmıştır. Kadim İslam şehirleri küçülmüş ve solmuştur.
İkinci yenilik Osmanlı’nın (ve daha sınırlı bir düzeyde Mısır Memluklarının) egemenliğidir. Osmanlı devletinin yapısı önceki İslam devletlerine benzemez. Beş yüz yılı aşan bir süre devam eden askeri anarşiye son verir. Bununla birlikte merkezi askeri yapı toplumun her hücresine nüfuz eder. Tarım devlet kontrolüne alınır; köylü köleleştirilir. Başkent dışındaki kentler marjinalleşir. (Osmanlı devletinin İstanbul ve biraz Edirne dışında hiçbir kentinde 1520’lerden sonra kayda değer bir mimari faaliyet görülmez.) Medrese eğitimi – İslam tarihinde ilk kez – devlet denetimine alınır. Askeri ve siyasi yapıyla kent kültürü arasında İslam medeniyetinin alameti farikası olan kopukluk giderilir. Bir bakıma, kadim Bizans devletini yıkan hatalar tekrarlanır.
Görünürde mantıklı bir yoldur. Ekonominin hızla daraldığı bir çağda merkezi yönetimin avantajlı olacağı düşünülür. Avrupa’nın – bilhassa İtalya’nın – içinde bulunduğu siyasi anarşi ibretle ve küçümseyerek izlenir. Milli birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla ihtiyaç vardır. Gayri-merkezi Avrupa modelinin uzun vadede daha iyi sonuç vereceğini kimse fark etmez. Lakin o tarihte Avrupa’da da bunu fark eden kaç kişi vardır?
*
İslam dünyasının son yıllarda hızlı bir büyüme dönemine girdiğini düşünüyorum. İslam ülkelerinin bugün içinde bulunduğu kaotik durum bizi bu gerçeğe köreltmemeli. Nüfus hızla artıyor. İslamın egemenlik alanı Afrika’da ve güney Asya’da hızla büyüyor. Avrupa’da 16. yüzyılda duran ve 19. yüzyılda gerileyen fetih dalgası yeniden canlanmış görünüyor. Batı medeniyeti özgüvenini ve savunma güdüsünü kaybetmiştir. Çin ve Hindistan belki Asya’da İslami atılımı bloke edebilirler; fakat Afrika’da bunu önleyecek bir güç görünmüyor.
Bu manzarada, İslamın pek yakında çökeceğine, çağının geçtiğine vb. ilişkin öngörüleri ciddiye almakta ben zorlanıyorum. İslam dünyasının yakın gelecekte çökeceğine dair bir belirti yok. Tersine, Batının çöküşüne ilişkin beklentiler şimdilik daha gerçekçi olabilir.
Eğer medeniyetin geleceğini hala önemsiyorsak, “bitti, öldü, zaten hepsi geri zekalı” gibi yaklaşımlar yerine, ne kurtarılabilir ve nasıl kurtarılabilir diye sormak daha akılcı olmaz mı?

Monday, March 16, 2020

Gerçek İslam bu değilse hangisi...

Gerardus Cremonensis
İtalya’nın Cremona kentinden Gerardus, Avrupa’da bilimlerin içinde bulunduğu içler acısı durumdan yakınarak, Arap kaynaklarını daha yakından incelemek umuduyla 1144 yılında İspanya'nın Toledo kentine gitti. Toledo bu tarihten kısa bir süre önce Araplardan Hıristiyanlara geçmişti. Kentte hala Arapça bilen büyük bir nüfus ve – 400.000 kitaplık kütüphanesiyle Avrupa’da bir numara olan Endülüs’teki Kurtuba kadar olmasa da – Araplardan kalma birçok değerli kitaplık vardı. Daha önemlisi, 1080’llerden 1110’lara dek Zaragoza hakimi iken Hıristiyanlara sığınan İbn el-Hud ailesinin mirasçıları 1141’de Toledo’ya yerleşmiş ve muhtemelen dede Yusuf el-Mutemin ibnü Hud’un kütüphanesinden kurtarabildiklerini de kente getirmişti. Zaragoza emiri iken el-Kâmil adlı bir geometri kitabı yazan Yusuf’un kütüphanesinde Euklid’in Elementler’inin, Perge’li Apollonios’un konik kesitler hakkındaki kitabının, Arşimet’in küreler ve dairelere dair risalesinin ve el-Hwarizmi’nin Zîc’ine dair bir eserin  bulunduğunu biliyoruz, yazılı kaydı var.
Toledo’da kilise yönetimi Gerardus’a çalışmaları için bir ev ve katedrale bitişik bir ofis tahsis etti. El-Hud’ların evi aynı mahallede ve muhtemelen aynı sokaktaydı. Gerardus, Galib adlı birinden Arapça dersi aldı. Galen çevirisinin önsözünden öğrendiğimize göre, “her konuda Arapça kitapların zenginliğinden ve Latinlerin bu konulardaki fakirliğinden keder duyarak”, kente yerleşmeye ve yaşamının geri kalanını Arapçadan çeviri yapmaya adadı. Yaklaşık otuz yılda Latinceye çevirdiği kitapların üçü mantık ve diyalektik, 17’si geometri, 12’si astronomi, 11’i felsefe, 24’ü ise tıp üzerineydi.
Aralarında en ünlüsü Ptolemaios’un Almagest çevirisidir.[1] 147/148 yılında İskenderiye’de yazılan eser, 1400 yıl boyunca astronomi biliminin temel referans kaynağı olacaktır. Yeryüzü-merkezli modeli daha sonra aşılacak olsa da, gezegenlerin yörüngesine ilişkin kurduğu matematiksel çerçeve sonraki tüm astronomi çalışmalarının hareket noktasıdır. Batı’da Ptolemaios’un eserinin 6. yüzyılda Boethius tarafından yapılmış kısa özeti bilinmekteydi. Tam metin ilk kez Gerardus tarafından, İshak b. Huneyn ve Sabit b. Kurra’nın 9. yy sonlarında Bağdat’ta yapmış olduğu Arapça çevirisinden çevirildi.[2]
Gerardus’un diğer önemli eseri, Toledo’lu Ebu İshak el-Zarkali’nin 1080 dolayında (henüz kent İslam egemenliğinde iken) hazırladığı Zîc, yani yıldız katalogunun çevirisidir. Bu tablo 1270’lerde yine Toledo’da Kastilya kralı X. Alfonso’nun himmetiyle yenilenecek ve yüzyıllarca Avrupa üniversitelerinde Tabulae Alphonsinae adıyla referans kitabı olarak okutulacaktır. Bu kaynak sayesinde Batı dillerinde 20. yy sonlarına dek hemen tüm yıldız isimleri Arapça olarak kullanılacaktır. Şu sayfada 200 küsur isimlik enfes bir liste bulabilirsiniz: https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_Arabic_star_names#A
Gerardus’un çevirdiği bir başka eser, Kazakistan kökenli Bağdatlı alim El-Farabi’nin Kitab-ı İhsa el-Ulûm’udur. Çağın tüm bilimlerinin özeti niteliğindeki yapıt De Scientiis (“bilimlere dair”) adıyla ünlenmiştir. En azından 13. yy sonlarına dek Paris Üniversitesinde temel ders kitabı olarak okutulduğunu biliyoruz.
Constantinus Africanus
Batı’da tıp eğitiminin piri sayılan Constantinus Tunusludur; muhtemelen Arap ve Müslümandır. Asıl adını bilmiyoruz. Sonradan yazılan biyografilerde Mısır’da eğitim gördüğü, Bağdat ve Hindistan’a seyahat ettiği yazar, ancak bu bilgiler güvenilir nitelikte değildir.
1060 yılı dolayında ticaret amacıyla gittiği Salerno’da hastalandı. Tedaviye gelen İtalyan doktorların bilgisizliği karşısında dehşete kapıldı. Yurduna dönüp üç yıl tıp eğitimi aldı; esaslı bir tıp kütüphanesi oluşturduktan sonra kitaplarıyla birlikte Salerno’ya döndü. Burada tıp konusunda bir eser sahibi olan Salerno Piskoposu Alfano’nun desteğiyle çeviri çalışmalarına başladı. Salerno kenti Normanlar tarafından zaptedilince Monte Cassino manastırına çekilerek keşiş oldu. Çevirilerini 1090’ların sonuna dek sürdürdü.
Başlıca eseri, İran kökenli Bağdatlı tabip Ali b. Abbas el-Mecusi’nin dev boyutlu bir tıp ansiklopedisi olan Kitab-ı Kâmil’inin kısaltılmış uyarlamasıdır. Batıda Liber Pantegni (“her şeyi kapsayan kitap”) adıyla tanınan eser, 16. yy’a dek Avrupa üniversitelerinde standart ders kitabı olarak okutuldu.[3]
Bunu Ebubekir El-Razi’nin, yine genel bir tıp ansiklopedisi niteliğinde olan Kitab-ı Havi’si (Liber Continens), Galenos’un yüzlerce ciltlik tıp derlemesinin Huneyn b. İshak tarafından yapılan Arapça çevirilerine giriş niteliğindeki Articella, Süleyman b. İshak’ın nabız ve idrar üzerine risaleleri, İshak b. İmran’ın melankoli (depresyon) üzerine eseri ve çeşitli Arap kaynaklarından derleme De Coitu (“Cinsel ilişkiye dair”) kitabı izledi.
Constantinus’un ölümünden sonra talebeleri Arapçadan çeviri çalışmalarını sürdürdüler. 12. yy’ın ilk çeyreğinde Constantinus ekolünün eserleri Salerno’da Articella başlığı altında gün geçtikçe kapsamı genişleyen bir tıp eğitimi müfredatına dönüştü. Yüzyıl sonlarına doğru beş yıllık tıp programı standart hale geldi. 13. yy başlarında beş yıllık tıptan önce üç yıllık mantık ve diyalektik eğitimi ve ardından bir yıl pratik staj zorunlu hale getirildi.
Universitas tabirinin ilk kez 1205 dolayında Bologna’da kullanıldığını biliyoruz. Ancak üniversite kurumunun Bologna’dan bir kuşak önce Salerno’da şekillendiğini, dolayısıyla Konstantin’in izinden yürüyen Salerno tıp mektebinin Avrupa’daki ilk “üniversite” olduğunu söyleyebiliriz.
*
İslam dinini bugün içinde bulunduğu entelektüel sefaletle ya da 7. yüzyılda yaşamış okuryazar olmayan bir Arap liderinin sözlerinden derleme kitapla değerlendirenler, bu bilgilerin ışığında belki konuya biraz daha geniş açıdan bakma imkanı bulabilirler.




[1] Eserin özgün adı Mathematikí Syntaksis’tir. İ Meghistí (“büyük sintaksis”) olarak anılan uzun versiyonu Arapçaya el-Mecistî olarak çevrilmiş, Arapçadan Batı dillerine Almagestus olarak aktarılmıştır. Kısa versiyonu günümüze gelmemiştir.
[2] Almagest’in bir başka Arapça kopyası Gerardus ile aynı yıllarda Henricus Aristippus tarafından Sicilya’dan Salerno’ya getirilmiş ve 1160 dolayında adsız biri tarafından Latinceye çevrilmişti. Ancak bu çeviri yaygınlık kazanamadı. Özgün Yunanca metnin Batı’da bilinen ilk kopyası 1390 dolayında şair Petrarca’nın gayretiyle İstanbul’dan İtalya’ya getirildi ve İstanbullu Manuel Chrysoloras’ın öğrencileri tarafından Latinceye çevirildi. Ancak bu çeviri de yaygınlaşmadığı için, 1462'de Trabzonlu Bessarion'un Avusturyalı Johannes Regiomontanus'a ısmarladığı özet çeviri (Epitome Almagesti) Avrupa'da standart haline geldi. Eserin ilk basımı 1496'da Venedik'te ünlü hümanist Aldus Manutius tarafından gerçekleştirildi.
[3] El-Mecusi’nin eserinin 1127’de Antakyalı Stephanus tarafından yapılan tam çevirisi daha sonra Constantinus’un çevirisinin yerini almıştır.

Saturday, March 14, 2020

Yurtta sulh cihanda sulh konusuna devam

Osmanlı'nın fütuhat çağı 1699'da kapanır. Bunu izleyen 210 yılda Osmanlı'nın yeni bir toprak fethetme çabası olmamıştır. Resmi ideoloji ve kültür buna paralel olarak değişmiş, var olan değerleri korumak Osmanlı-Türk düşüncesinin temel unsuru haline gelmiştir.
Bu durum, 1910'u izleyen iki üç yılda aniden değişir. Enver Paşa öncülüğünde İttihat ve Terakki kadroları, bugünküne şaşılacak ölçüde benzeyen bir üslupla, vatan-millet, şehit, şanlı ordumuz, Cengiz Han, fatihlerin torunları, cihan hakimiyeti vb. sevdasına kapılırlar.
Dönüşümün sebepleri nedir?
1. Sınıfsal. Osmanlı tarihinde ilk kez meşruiyetini saraydan değil ordudan ve "halktan" alan örgütlü bir zümre iktidara gelmiştir. Avamı galeyana getirmenin etkili bir iktidar yöntemi olduğunu keşfederler.
2. Eğitsel. Abdülhamit zamanında kurulan yeni okulların müfredatı, dış dünyaya kuşku ve düşmanlıkla bakan taşra milliyetçiliğini beslemiştir. Yakın dönemde “Atatürkçü” milli eğitim politikalarının da benzeri bir sonuç doğurduğunu söyleyebiliriz.
3. Global. İngiltere ve Fransa'dan dünyaya yayılan emperyalizm cinneti Türk fikir dünyasını da etkilemiştir. İngilizler Afrika'yı, Amerikalılar Filipinleri fethediyorsa biz neden bir şeyler kapmayalım?
4. Diplomatik. Almanya'nın yükselişi Avrupa dengelerini altüst etmiştir. Rusya'nın çökmesi beklenmektedir. O hengamede bize de bir pay düşebilir.
5. Askeri. Abdülhamit zamanında başlayan ve 1908'den sonra hızlanan ordu reformu, Türk Silahlı Kuvvetlerinin artık dünya çapında bir güç haline geldiği inancını beslemiştir. 1912 Balkan Harbi arifesinde Osmanlı basınında Türk ordusunun gücüne dair çıkan yazılar, bugünkü emsallerine taş çıkartır.
Sonuç, Birinci Dünya Savaşıdır. Osmanlı orduları bu savaşta tarihte eşine az rastlanır bir hezimete uğrar. Devlet yıkılır. Zar zor yenisi kurulur. Biraz şansı yaver gittiği için, biraz İngiltere'nin himmetiyle, hiç kimsenin beklemediği kadar az zararla Lozan'dan çıkar.
*
1923-1936 döneminin Türk dış politikası son derece temkinli ve statükocudur. Günahı Enver'e yüklenen İ-T politikası ülkeye felaket getirmiştir. Yeni devlet darmadağındır. İçte egemenliği zayıftır: Lozan sınırları içinde devlet otoritesini kurmak zaman alacaktır. Ordu sefil haldedir. Mali durum felakettir. Güneyde Halep ve Musul, zamanın iki süper gücünün koruması altındadır; o yönde bir teşebbüs düşünülemez. Doğuda Gürcistan ve Ermenistan, keza, Rusya'nın korumasındadır. Doğu Trakya mucize kabilinden elde edilmiştir; henüz doğru dürüst iskan edilmemiştir; Batı Trakya bu aşamada düşünülecek konu değildir.
Mustafa Kemal'in temkinli ve realist kişiliği, genç Türkiye Cumhuriyetinin izlediği barışçı politikada belirleyici olmuş mudur? Bu sorunun cevabını şöyle aramak doğru olur sanıyorum. Başta MK değil de mesela İsmet İnönü, Fevzi, Karabekir, Rauf veya Fethi olsa sonuç farklı olur muydu?
Kişiliklerine baktığımız zaman bu isimlerin EN AZ Mustafa Kemal kadar temkinli ve realist olduklarını, hatta birçok olayda onun gösterdiği fevri çıkışlardan kaçındıklarını görüyoruz. Demek ki belirleyici olan tek liderin feraseti değildir. Zamanın ruhudur – ya da ülkenin gerçekleridir. 1918 felaketinden sonra memlekete akıl ve itidal gelmiştir. O ruha ayak uydurabilener öne çıkmış, uyduramayanlar Tacikistan dağlarında telef olmuştur.
Kaldı ki akıl ve itidal, ülkenin tanımadığı hasletler değildir. Özetle, 1910 öncesine dönülmüştür. Mustafa Kemal’de yahut az önce saydığımız öbür kişilerde teşhis ettiğimiz yaklaşımlar, Tanzimat sonrasında ülkeyi yönetenlerin – mesela Abdülhamit’in, Sait ve Kâmil Paşaların, Âli ve Fuat Paşaların, Mustafa Reşit Paşanın – dış politikadaki ılımlı ve dengeci tutumundan hiç de farklı değildir.
*
Liderin kişiliği belirleyici olmasa da etkili midir? İyi ki başkası değil o varmış başımızda diyecek bir durum var mıdır?
Bu sorunun cevabı kolay değil. 1918-öncesi serüvenlerde MK henüz bağımsız bir aktör olarak rol almadığı için, farklı farklı koşullarda nasıl politikalar izleyeceğini kestiremiyoruz. Enver’in ideolojik saplantılarını ve megalomanisini eleştirdiğini biliyoruz. Ancak bu tavrının nedeni kişilik veya akıl farkı mıdır, yoksa ilk gençliğinden beri hor gördüğü Enver’in – hasbelkader – başa geçmiş olmasının getirdiği bir tepki midir? Onun yerinde olsa farklı mı davranırdı? Bunu bilmemize imkan yok.
Aksini düşündüren ipuçlarına bakalım. Fetih ve cihat ruhunun yeni devirde ilk tezahürü olan Libya macerasında Enver’le beraberdir. 1914-1917’de Cemal Paşa’nın felaketle sonuçlanan Süveyş maceralarına karşı çıktığına dair bir belirti yoktur. 1930 Kürt isyanında ve 1936-38 Dersim harekatında – ikincisinde İnönü’nün sert muhalefetine rağmen – izlediği politikalar da, yurtta ve cihanda sulh ilkesine gönülden bağlı biri izlenimini vermez.
Sonuç olarak, ülke koşullarının gerektirdiği mutedil ve barışçı politikalara ayak uyduracak kadar gerçekçi biridir. Fakat sınırsız iktidarın getirdiği megalomaniden nefsini koruyacak kişilik gücünden yoksun olduğunu söylemek, sanırım haksız bir yargı sayılmaz.
*
1930’ların ortalarından itibaren dünya dengeleri yeniden değişir. Almanya’da Hitler’in genişleme politikaları başarılı olacak görünür. Yeni bir dünya savaşı ufukta belirir. Yurtta sulh cihanda sulh politikası hızla gözden düşer.
1936’yı izleyen üç yılda Türkiye, kısmen askeri tehdit ve kısmen diplomatik pazarlık yoluyla Hatay’ı ele geçirir. 1699’dan bu yana Türkiye’nin kazandığı ilk toprak parçasıdır. Fetihtir. On üç yıllık bir aradan sonra Türkiye Cumhuriyeti toprak genişletme politikasına geri dönmüştür.
Hatay’ın alınması iyi mi oldu? Kürt isyanlarının kan ve ateşle bastırılması iyi mi oldu?
Bu soruların cevabını vermek için vaktin henüz erken olduğunu sanıyorum. İlkinin net sonucu Türkiye ile Suriye ilişkilerinin bir daha düzelmeyecek şekilde zehirlenmesidir. 1940’lardan itibaren sürekli olarak kanayan bu yara her iki ülkede Kürt meselesinin içinden çıkılmaz bir hal almasına yol açmış, sonuçta bugünkü felaketlere zemin hazırlamıştır. Fransa’dan 1946’da bağımsızlığını kazanan Suriye’de Türkiye fırsatçı hırsız yerine “büyük ağabey” rolünü oynamayı tercih etse bugün nerede olurduk? Fırat doğusunda Kürtlerin katili değil hamisi rolünü oynayan bir Türkiye bugün daha mı zayıf daha mı güçlü bir devlet olurdu?
Cevapları bildiğimi iddia etmeyeceğim.

------------
Bu yazıdan birkaç gün önce şöyle bir not paylaşmıştım. Ona gelen tepkiler üzerine yazdım.
“Yurtta Sulh Cihanda Sulh” nedir, ne anlama gelir. Var mı bilen?
1931'de Balkan Paktı müzakereleri bağlamında söylenmiş bir sözdür. İtalya ve Macaristan'ın I. Dünya Savaşı sonrası statükoyu bozmaya yönelik çabalarına karşı bir Balkan ittifakı yaratma çabasının ifadesidir. Türkiye'nin Lozan düzeninden memnun olduğunu bildirir.
Yurtta ve cihanda sulhten söz eden zat, 1936'dan itibaren kapsamlı askeri operasyonla Dersim'i yerle bir eden, 1937'de Hatay'ı Suriye'den koparmak için orduyu Adana'ya sevkeden kişidir.
Siyasetçilerin her sözüne inanmamak aklın gereğidir. 

Monday, March 9, 2020

Halim ve Selim'den bir bölüm: Kutsal Kitaplar rehber midir? (2017 ürünü)

HALİM: Kuran-ı Kerim’in hemen her ayetinde insanlara yol gösterici yönergeler var. İncil de farklı değil yanılmıyorsam. Tevrat daha da net, gıda normlarından ceza yasalarına kadar gayet ayrıntılı kurallar getirmiş.
SELİM: Tevrat ve Kuran’da somut yasalar var, doğru. Kurban nasıl kesilir, hangi etleri yemek caizdir, günde kaç kez ibadet etmek gerekir, zinanın cezası nedir vb. Bunlar bence spesifik bir toplumun spesifik bir tarih aralığındaki töresini yansıtan kurallar, prensip olarak Hammurabi kanunnamesinden ya da İsviçre Medeni Kanunundan bir farkı yok.
Daha genel ahlaki yönergelere gelince iki olasılıkla karşılaşıyoruz. İlki, alabildiğine sıradan genel geçer doğrulardır: “anana babana saygı göster, kimseye zulmetme, ölçü ve tartıda adil ol” gibi. Bunların tersini söyleyen zaten olmamış, olsa da hiçbir toplum onları hatırlamaya değer bulmamış. İkincisi, eğer söylenen sözde en ufak bir özgünlük ya da belirleyicilik varsa mutlaka tam tersi öğütle dengelenmiştir. Sundukları şey gerçekten ilginç bir ahlak teorisi olsa fazla sübjektif olurdu zaten, kutsal kitap olmazdı. Kutsal kitap olması için, bin yıllar boyunca her cins, ırk ve eğilimdeki insana hitap edebilmesi, kuşaklar boyunca tartışılıp dersler çıkarılmaya yatkın olması lazım. Bunun için de en azından gerçek hayat kadar çok katmanlı ve çelişik olması şart. İnsan içgüdülerinde karşılığı olan her değer yargısına bir şekilde cevap verebilmesi gerekiyor. Ne yana çekerseniz oraya giden bir rehberin rehberlik değeri ne olabilir?
Tevrat’ı ele alalım. Metnin ana gövdesi ilk bakışta alabildiğine katı bir aşiret ahlakının sözcüsüdür. Temel ödeviniz kavim töresine uymaktır; bizden olmayan düşmandır, şehirlerini yıkmak vaciptir, ve saire. Ama okumaya devam edin. Süleyman Özdeyişleri ve Vaiz’de (Ecclesiastes) bununla taban tabana zıt bir skeptisizmin, Mezmurlar ve Eyüp’te son derece bireysel bir dizi vicdan hesaplaşmasının izlerini bulursunuz.
İncil’de anlatılan İsa hakikaten orijinal bir ahlaki öğreti koyar ortaya: düşmanını sev, aileni ve malını terk et, ruhen fakir ol, vs. Fakat, bu anlayışla bağdaştırılması güç şeyler de söyler. Sıra Pavlos’un mektuplarına gelince, güneşin altındaki aşağı yukarı her ahlaki önermeyi destekleyecek bir söz bulabilirsiniz. Bu tutarsızlıklar sayesindedir ki bunca yüzyıldan beri akla ve hayale gelebilecek her türlü ahlaki tutum, eylem, değer yargısı ve siyasi ilke, Yahudilik ve Hıristiyanlık adı altında savunulabilmiş; her görüş için Eski ve Yeni Ahit’ten lehte ve aleyhte yüz tane kanıt gösterilebilmiş.
Bana öyle geliyor ki kutsal kitaplar bir eylem kılavuzundan çok bir ortak müzakere dili, bir referans çerçevesi sağlamış. İnsanlar bu kitaplardan aldıkları kavramları, deyimleri, meselleri, mitleri kullanarak tartışmışlar. Bunlarla ahlaki tercihlerini dillendirmeye ve temellendirmeye çalışmışlar. Şüphesiz insanlık tarihinde çok önemli rol oynamış bu kitaplar. Yol gösterici olarak değil, çünkü yol gösterici olarak değerleri sıfıra yakın, ama simgesel sistem olarak önem taşımışlar. Koca kültürler onların etrafında şekillenmiş. Onların diliyle konuşmuş, meramını onların simgeleriyle anlatmış.
HALİM: Bravo, güzel söylediniz. Manevi dünyamızın dayanağı onlar.
SELİM: Öyle imişler, doğru. Lakin bugün için artık bu rolü taşıyabileceklerine inanmıyorum. İçerik çok eskimiştir. Bugünkü yaşam tarzımıza ve bilgi dağarcığımıza çok yabancı kalmıştır. Bugünkü kültür çeşitliliği ve metinler bolluğu karşısında, tek ya da ana referans kaynağı olarak korunabilmeleri mümkün değildir. Tıpkı Homeros destanları ve Dede Korkut masalları gibi, geçmiş bir çağın edebi mirası olarak okunmalarında, manevi kültürümüzün birer unsuru olarak korunmalarında bir sakınca yok. Hatta sakınca olmamasından öte, kendimizi tanımak ve geçmişimizi bilmek açısından sonsuz yarar var. Fakat bugün artık Kenanlı koyun çobanlarının veya Mekkeli kervan soyucularının davranış normlarıyla yaşayamayız. Ürdün ırmağında vaftiz olmaya kalksak herhalde kimyasal atıklardan zehirleniriz. Dünya o dünya değil. Bilgi dağarcığımız, Allah altı günde dünyayı yarattı diyen aşiret masalcılarının bilgi dağarcığı değil.
HALİM: Demin kutsal kitaplar ahlak kılavuzu olamaz diyordunuz, şimdi ahlak kılavuzu olarak bugüne uymaz diyorsunuz. Bu iki tez birbiriyle çelişir. Bugüne uymadığına göre düne uyuyor muydu?
SELİM: Haklısınız, iyi ifade edemedim. Binlerce yıl önce yazılmış olan kitapların ahlaki müzakere terimleri bugünkü dünyanın ahlaki ve bilişsel problemlerini kucaklamakta yetersiz kalır demeliydim. O simgelerle, o mesel ve emsallerle bugünü anlamlandıramayız. Deve kervanıyla Mars’a gidemeyiz; Hz. Ali’nin kılıcıyla kanseri tedavi edemeyiz.
HALİM: Bugünün problemlerinin cevabını kutsal kitaplarda bulduğuna inanan milyonlarca insan var dünyada. Hepsi yanılıyor mu?
SELİM: İnsanoğlunun hayal gücü sınır tanımaz. Tutarsız metinlerden vaktiyle anlam çıkarmayı nasıl başarmışsa bugün de iddia edebilir ki ben kutsal kitaplarda her derdimin devasını görüyorum, her sorumun cevabını buluyorum. Allah zihin açıklığı versin, dünyadaki her haberi kahve falında okuyabilen de var. Ama marifet Ayşe teyzeyi memnun edecek bir masal anlatmak değil, sorgulama yeteneğine ve alışkanlığına sahip insanları ikna edecek bir masal anlatmak. O zor işte.
İlkel pastoral aşiretlerde ya da nüfusu taş çatlasa yirmi bini bulmayan şehirlerde yaşayan insanların fikir ve simgeler dünyası elbette bugünün insanına da bir şeyler anlatabilir. Sonuçta ahlaki problemlerimizin bir kısmı yeniyse bir kısmı taş devri kadar eskidir. Ben şahsen Eski ve Yeni Ahit’in bazı bölümlerini okumaktan büyük bir haz alıyorum; başkalarının da Kuran’dan ya da Purana’lardan benzeri bir manevi haz almasını anlayabiliyorum.
Ama şu gerçeği unutamayız. Bunları yazanlar insanlığın çocukluk çağının temsilcisidir. Düşünün, nelerden haberi yok. Amerika’yı ve Çin’i bilmiyor. Apartman ve uçak görmemiş. Trafik sorunundan haberi yok. Sosyal sigorta ve emeklilik maaşı bilmiyor. Banka bilmiyor, kredi kartı taksiti bilmiyor. Üniversite bilmiyor. Bırakın üniversiteyi, ilkokuldan haberi yok. Yatırım teşvikleri ve işsizlik konusunda fikri yok. Şizofreni ve depresyon konularını düşünmemiş. İç güvenlik ve polis yasaları hakkında söyleyecek sözü yok. Otoyol ihalelerinde yolsuzluk meselesini irdelememiş. İnternet güvenliği ve yapay zeka konularının kıyısına uğramamış. Eşcinsel evliliğini düşünmemiş. Nüfus yaşlanması problemine önerisi yok. Ölüm hakkına dair fikri yok. Kürtaj konusunda kör cahil. Sanayi devrimini bilmiyor. Freud’u duymamış. Matbaanın sosyal yapıya etkilerini bilmiyor. Gecekondulaşma nasıl önlenir bilmiyor. Sosyal konut görmemiş. Gösteri yürüyüşü görmemiş. Nükleer silahları duymamış. Fransız ihtilalinden habersiz. Moda bilmiyor. Siyasi parti bilmiyor. İnsan hakları teorisi bilmiyor, anayasa bilmiyor, İsviçre Medeni Kanunu bilmiyor. Hayatında restoran görmemiş, gece kulübüne gitmemiş, paket tura katılmamış. Dilenciye sadaka ver diyor ama üç milyon Suriyeli gelirse ne yapacağını söylemiyor. Doğum kontrol yöntemlerinden ve bunların cinsel ahlaka dair sonuçlarından bihaber. Hayvan haklarından bihaber. Genetik mühendislikten bihaber. Kat mülkiyeti kanununu bilmiyor. Esnek çalışma saatlerini duymamış. Gazeteciliğin ahlaki normlarından behresi yok. Bireysel silahlanma hakkını tartışmamış. Çiçek aşısını duymamış. Organ nakli aklının ucuna uğramamış.
Neyin kılavuzu, allahaşkına? Bırakın çözüm önermeyi, bu konuları anlamlı, anlamlıyı geçtim, ruha hoş gelir bir şekilde tartışmaya imkan veren kavramları ve emsalleri mi var? Yok. Sıfır. Bu konuları kutsal kitaplar üzerinden tartışmaya kalktığınızda sonuç kakofonik bir kör döğüşüdür, kulak vermeye değecek bir tek fikir kırıntısı üretmez.
O yüzden diyorum ki bu kitapların çağı geçmiştir. Geçmişte bazı toplumlara ortak bir dil, ortak ahlaki müzakere zemini sağlamış olabilirler. Bugün öyle bir işlevleri kalmamıştır. Kütüphanede Homeros ve Dede Korkut masallarıyla aynı rafa konmaları gerekir.
HALİM: Hangi raf o?
SELİM: Mitoloji.
HALİM: Kuran-ı Kerim’de güncel ve evrensel değeri olan sayısız ahlaki önerme buluyoruz. Dünyada çok sayıda insan için bunlar hala ahlaki yol göstericilik vasfını koruyor.
SELİM: Ne diyor? Mesela “ananıza saygı gösterin” diyor. Ee, bunu demeyen yok ki? Tarihteki her insan topluluğunda, ortalama aklı temsil eden her ahlakçı söylemiş bunu. Söylemese zaten döve döve kovarlardı ya da hatırlamaya değer görmeyip unuturlardı.
Marifet bunu söylemek değil. Başka neler diyebilirdi de demedi, onu düşünün. Ananız kafir olsa – yani sizinle aynı kutsal değerleri paylaşmasa – ne yapacaksınız? Ananız kafir olmayıp “evladım bu Müslüman şeyine bulaşma, evde otur sana börek yapayım” dese ne yapacaksınız? Ananız Gestapo tarafından sorguya çekilip örgütü ele vermeye meyletse ne yapacaksınız? “Lezbiyen oldum evladım, Şükufe Teyzeyle tanış” dese ne yapacaksınız? Biyolojik ananızla taşıyıcı ananız mahkemelik olursa ne yapacaksınız? Ananız Alzheimer olup saçmalasa yahut ölümcül kanser olup “öldürün beni” diye yalvarsa ne yapacaksınız? Ananız altınlarını yastık altına istifleyip sizin dünyayı kurtaracak projenize destek olmayı reddetse ne yapacaksınız? Bir ahlak teorisi bu sorulara cevap veriyor veya vermeye teşebbüs ediyorsa değerlidir; yoksa sade suya tirit bir klişeler yığınıdır. Kuran’da var mı insanı heyecanlandıran, “vay, bu açıdan hiç düşünmemiştim” dedirten bir norm ya da öğüt? Ben şahsen bulamadım, siz belki yardımcı olabilirsiniz.
Kaldı ki “ananıza saygı gösterin” dedikten iki satır sonra zıddını da söylemiş. Hicret edin demiş, aile ve akrabanızı terk edin, onlara karşı cihattan imtina etmeyin, ederseniz doğruca cehenneme gidersiniz diye uyarmış. Ne yana çekerseniz çekin. Radikal bir ihtilalcilik de çıkarmak mümkün bundan, ıhlamur kokulu bir nostalji de. Bir ahlak devrimi öneriyor, ama aynı zamanda muhafazakar olun yerleşik normlara uyun diyor.
Gerçekten insan zihnini kurcalayan, zımnen sahip olduğumuz normların beklenmedik köşelerini aydınlatan bir ahlak teorisi istiyorsanız Sokrates okuyun. Budist kanonu okuyun, cidden derin bir tefekkürün ürünüdür. İsa okuyun, evet – Kefernahum dağındaki vaazı ahlak öğretisinin başyapıtlarındandır. Sadi’nin Gülistan ile Bostan’ını okuyun, Yunus Emre okuyun, Fuzuli okuyun: İslam zemini üzerinde inşa edilseler de olgun bir kültürün eserleridir. Dante okuyun: Akla gelecek her türlü insan davranışı hakkında söyleyecek sözü vardır. Martin Luther’in vaazlarını okuyun: Bağnaz fakat aynı ölçüde cüretkar bir düşünürdür. Spinoza okuyun, Kant okuyun, Rousseau okuyun, Tolstoy okuyun, Sartre okuyun, Hannah Arendt okuyun. Slavoj Žižek bile okuyabilirsiniz, hafif olsun baş ağrıtmasın derseniz.

Tabii Muhammed de okursunuz isterseniz, ama şampiyonlar liginde yer almaz.

'Aydınlanma' nedir?

1700’lerin ilk yıllarından itibaren Avrupa bir “Lale Devrine” girdi. Refah ve servette çarpıcı bir artış yaşandı. Fransa’da dönüm noktası biraz daha erken, belki 1680’lerdir; fakat 14. Louis’nin son yıllarının kasvetinin dağılıp toplumun topyekün canlanması 1715’e tarihlenebilir. İngiltere 1688’den itibaren iç savaşın yaralarını aşıp yeni bir döneme girer; 1694’te Bank of England’ın kuruluşu ekonomideki muazzam canlanmanın habercisi olur. Avrupa’nın üçüncü başkenti olan Viyana’nın parlak çağı 1705 dolayında başlar.
Siyasi ve ekonomik güç, her ülkede sayıları yüzleri veya binleri bulan aristokrasinin elindedir. 14. Louis modeli “iğdiş edilmiş” bir aristokrasidir: Askeri niteliğini hızla kaybeden, korunaklı kalelerini terk edip Versailles taklidi, formel bahçeli, yüzlerce konuk ağırlamaya müsait, neoklasik ‘şatolara’ taşınan bir zümre. 1690’lardan itibaren “savaşçı” modeli bıyık ve sivri sakalın modası geçer, bebek poposu gibi matruş suretler norm haline gelir.
Aristokrasinin şanı, beslediği (besleyebildiği) elemanların kalitesidir. Herkes bilir ki dük hazretleri bir simgedir; kafası da fazla çalışmayabilir. Lakin sarayda ve kamuoyunda onu temsil eden personeli ışıltılı olmalıdır. Şatosunda şairler, diplomatlar, filozoflar, yakışıklı gençler, bilim adamları, mimarlar, can yakıcı kadınlar cirit atmalıdır. Bunların hemen hepsi orta sınıflardan gelirler. Birkaçı aristokrasinin düşük kademelerindendir; tek tük de olsa alt tabakalardan gelenler vardır. Aristokratın himmeti ve ihsanıyla yaşarlar. Patronu savunurlar, ama (özellikle 18. yy’ın ikinci yarısına doğru) biraz da hor görürler.
18. yüzyılın parlak isimlerine bak. Voltaire’den Rousseau’ya, Locke’tan Gibbon’a, Haydn’dan Fischer von Erlach’lara dek hepsinin ömrü bir şatodan diğerine misafirlikle geçmiş. Üniversitedeki işiyle geçinen (Kant), yahut kilise veya belediye gibi kurumlarca istihdam edilenler (Vivaldi, Bach) küçük bir azınlıktır.
*
‘Aydınlanma’ (İng Enlightenment, Fr Age des Lumières, Alm Aufklärung) denilen hadise bu zümrenin yarattığı muazzam entelektüel devrimdir. İnsanlık tarihinin en çarpıcı, en üretken, en devrimci fikir ve sanat açılımlarından biridir.
Önceki çağa bir tepkidir. Temel hareket noktası, Avrupa’yı iki yüz yıl meşgul eden din ve mezhep kavgalarının manasızlığıdır. Dini inanç – çağın kabulüne göre – elbette gerekli ve güzeldir; lakin karşı tarafı ikna etme imkanı olmadığına göre, kavgasını vermenin ne anlamı var? İkincisi, yerel töre ve egemenlik kavgalarının önemsizleştirilmesidir. Avrupa’nın hızla homojenleştiği ve tüm dünyaya egemen olmaya başladığı bir çağda, düşünceler, bilgiler ve zevkler de evrensel olmalıdır. Enetelektüel sınıf bugün tahayyül bile edemeyeceğimiz bir ölçüde kozmopolittir: Fransa’da patronuyla bozuşan Rusya’da hami bulur, Almanya’da başlayan kariyerler İtalya’da devam eder, İngiltere’de zirve yapar. Ortak bir dil (Latincenin yerini alan Fransızca) ve ortak düşünce iklimi, evrensellik inancını besler.
Mezhep ve töre eleştirilecekse yerine ne konacaktır? Oy birliğiyle seçilen cevap, Akıldır. Yeterli vakit ve sabırla, akıl her problemi çözebilir. Buyur, evrenin ve fiziğin binlerce yıldan beri insanları çaresiz bırakan sırlarını Newton akılla çözmedi mi? İnsan ruhunun ve toplum yönetiminin sırları da eninde veya sonunda akla teslim olmayacak mı?
Aklın sınıfsal – elitçi – bir kavram olduğu gerçeği pek fark edilmez, ya da fark edilse de göz ardı edilir. Aklın egemenliği, akla sahip olan bir zümrenin egemenliğini varsayar. Biz, yani Aydınlanmış Olanlar, aramızda yeterince sakin ve dürüst bir diyalogla her zorluğun altından kalkabiliriz! Yeter ki akılsızlar gölge etmesin.
Kibirli bir bakış açısıdır. Ancak bu kibirli bakış açısının ürettikleri azımsanacak şeyler değildir. “Aydınlanma”yı kötüleyenler, mesela Voltaire okuyarak derslerini çalışmaya başlayabilirler. O denli keskin bir zekaya, ahlaki metanete, entelektüel cesarete kim duyarsız kalabilir? Hume kadar radikal bir fikir devrimcisi hangi çağda görülmüş? Encyclopèdie gibi muazzam bir kültür projesinin herhangi bir sayfasını tüyleri diken diken olmadan okuyabilecek kaç kişi vardır?
Üslubun zarafeti de ayrı bir lezzet.
*
Elbette Aydınlanma’nın da çağı geçti. Zirvesi ve yıkım noktası Fransız İhtilali idi. Tüm töreleri ve kurumları radikal eleştiriye tabi tutarsan, sonunda kurumlar ve töreler yıkılır. Geriye insan ihtiraslarının çiğ ve kanlı tablosu kalır.
Aydınlanmanın öncüleri, 1760’lardan itibaren – kaçınılmaz bir mantıkla – kendilerini besleyen eli ısırmaya yöneldiler. Atadan kalma tüm töreler sorgulanacaksa, elbette aristokrasi gibi çağdışı bir kurum da o sorgudan nasibini alacaktı. Amerikan Devrimi ile başlayıp Napolyon’la sonlanan süreçte (1776-1815) Avrupa aristokrasisi çöktü. Onunla birlikte, aristokrasinin gölgesinde maddi kaygıları unutup Akıl tapınağını inşa etmeye girişen sınıf da berhava oldu.
Sonraki kuşağın aydınları öncelikle duyguların ve atadan kalma inançların insan davranışlarındaki önemini keşfettiler. İngiltere’de Burke, Fransa’da Chateaubriand ve ondan çok daha nüanslı bir düzeyde B. Constant o keşfin öncüleri arasındadır. Goethe, insanoğlunun akla indirgenemeyecek kadar karmaşık bir varlık olduğu gerçeğiyle büyülendi ve Avrupa’yı büyüledi. Ardından, kalabalıkların gücünden korkma ve kalabalıkların gücüne tapma çağı geldi. Daha gerçekçi ve daha ucuz bir çağdır.
*
Bütün bu süreçlerden habersiz bazı ülkelerde ise, demiryolu yaparak, şapka giyerek ve dini inançları zapturapt altına alarak “Avrupalı” olunabileceğine inananlar oldu.