Hayır, teorik eserleri
değil mevzu. (Aşırı ironi ve nefret aklı karartır, entelektüel dürüstlüğe pay
bırakmaz. Atatürk’ün Nutuk’u da öyledir; Mein Kampf daha
beteridir.) Kurduğu yahut kurulmasında rol oynadığı rejim hakkındaki görüşlerim
de her zaman ikircikliydi; hem olumlu, hem olumsuz.
Ekim İhtilaline giden
yoldaki olağanüstü performansıydı beni hayran bırakan. Finlandiya İstasyonu’ndaki
nutku ile Nisan Tezleri’nden (1917) Ekim darbesine giden altı aylık sürede ürettiği
söylevler, demeçler, bildiriler, makaleler, kararnameler Toplu Eserler’de
iki kalın cilt tutar. 1979’da 22 yaşındaydım; hepsini virgülüne kadar okudum,
analiz ettim, sabahlara kadar tartıştım; gerektiğinde arkadaşlara ayak üstü Türkçeye tercüme
ettim (İngilizceden tabii). Üç saatlik bir konferans/sohbet oluşturup olmadık
yerlerde sundum. (12 Eylül darbesinden sonra savcılık o sunumların peşine
düşmüş; kimdi o gözlüklü piç kurusu diye epey soruşturmuş; bir şey çıkmamış.)
Taktik dehasıydı beni
etkileyen: Muazzam bir dinamizm, ışık hızıyla evrilen bir sürece ayak uydurma becerisi,
anlık pozisyon geliştirme ustalığı, partideki arkadaşlarının ve diğer herkesin bir
fersah önünden giden siyasi öngörü. Devletin ve her türlü otoritenin adım adım
çöktüğü bir süreçte kendi iktidarını nasıl oluşturursun? Her kafadan bir ses
çıktığı ortamda kendi sesinin duyulmasını ve milyonların senin peşine
takılmasını nasıl sağlarsın? Sıfırdan başlayarak altı ayda nasıl Devlet gücünü
ele geçirirsin?
Devrim nasıl yapılır konusunda
bir el kitabı lazımsa ilk okunacak eserdir Lenin’in 1917 yazıları.
O günlerden beş yıl sonra
Columbia’da doktora öncesi sözlü sınavına girdim. Heyette Amerikan siyaset
biliminin üç ağır topu, Seweryn Bialer, Giovanni Sartori, Douglas Chalmers. İlk
soruyu Bialer sordu: 1917’de Rus devrimi başarıya ulaşırken 1919’da Almanya’da
komünist ayaklanmanın başarısız kalmasının sebebi nedir? Sosyolojik analiz,
sivil toplum yapısı, kapitalizmin gelişme düzeyi vs. dememi bekliyor tabii.
Tereddütsüz cevap verdim: Bir, zamanlama yanlıştı. İki, Rosa Luxemburg’un
taşakları yoktu. Bialer’in kirpi gibi kaşlarının üç santim yukarı fırlaması hala
gözümün önündedir. Devamını ciddi getirdim tabii. O zamanlar anti-sosyolojist
siyaset bilimi ekolünün yılmaz savunucusu idim. Siyasi analiz taktik ve
strateji üzerine kurulmalıdır tezini savundum. Sınavdan yaldızlı A ile çıktım.
1917’den sonrası,
imkansız ötesi koşullarda devlet otoritesini kurma mücadelesidir. Elli kişiyle
ele geçirdiğin hükümet binasını nasıl elde tutarsın? Öldürülmemek için kaç kişi
öldürmen gerekir? Seni iktidara taşıyan anarşiyi peyderpey baskı altına
alırken, anarşi döneminin simge ve söylemlerini ne ölçüde koruyabilirsin; nasıl
içini boşaltıp bir Devlet ideolojisine dönüştürürsün? Marksist teori filan o
aşamada artık tıraştır. Vahşi bir kaplanın içgüdüleriyle yönetmek zorundasın.
Yoksa cesedini sokaktan toplarlar.
*
Stalin’in elbette kötü
olduğuna inanarak yetiştik. Yukarıda anlattıklarımdan yıllar önce, daha
lisedeyken Curzio Malaparte’nin Hükümet Devirme Tekniği’ni okumuş,
Stalin’e karşı Troçki’yi tutmayı öğrenmiştim. Üniversitedeyken Wolfgang
Leonhard’ın dillere destan Sovyetler Birliği Tarihi dersini aldım; bürokratik
diktatörlüğe, devlet terörüne, parti içi tasfiyelere, devlet eliyle yaratılan
kıtlığa, ideolojik kemikleşmeye nefretle bakmaya alıştım. 1989-1990’da eski
Sovyet bloku ülkelerine yaptığım geziler de o bakış açısını iyice pekiştirdi.
Stalin rejiminin insanlığa karşı bir suç olduğu kanısına vardım.
Sonradan fırsat buldukça okumaya
devam ettim. Simon Montefiore’nin Young Stalin’ini 2006 dolayında
Şirince’de okumuş olmalıyım; bakış açımı pek etkilemedi. 2016’da, Menemen
Kapalı Cezaevi’nin en kötü günlerinde Robert Service’in 900 sayfalık Stalin
biyografisini devirdim. Orada beni çarpan şey, ne alaka diyeceksiniz belki,
genç Cugaşvili’nin Gori ve Tiflis’teki Gürcülük yıllarıydı. Ermeni ustasının
kunduracı dükkanında çalışmış, iyi Ermenice bilirmiş, şair olmuş, polisten
kaçmış, gözaltında işkence görmüş, banka soymuş... Tanıdık biri. Kader onu şer
imparatorluğunun başına sürüklemese ne olurdu? Bizden biri olarak kalırdı herhalde.
Şehit devrimci? Göbekli esnaf?
Ben onun yerinde olsam ne
yapardım sorusunu hep sormak lazım. Tsaritsyn’de – sonraki adıyla Stalingrad,
şimdi Volgograd – devrimci terör tekniklerini geliştirmese hayatta kalabilir
miydi? Bolşevik rejim ayakta kalabilir miydi? Meşruiyetten yoksun bir iktidar
nasıl korunur, nasıl istikrara kavuşur? Devleti devlet yapan korku ve itaat
dengesi başka nasıl kurulur? Elli kişiyle darbe yapmışsın. Başkasının yarın
sabah yüz kişi yahut bin kişiyle kapıya dayanmasını nasıl önlersin?
Yok hayır, Stalin
sevdalısı değilim. Ama onun yerinde ben olsam, daha sevimli biri olmayı
başarabilir miydim, bilmiyorum. 3000 kişinin idam emrini imzalarken votkamı
yudumladığımı tahayyül edemiyorum. Ama hayat onu gerektirmişse ne yapsın adam,
gazoz mu içsin?
*
Lenin’le Stalin’i aynı
kefeye koyamazsın demiş biri. Pekala koyarsın. Tarihteki herhangi iki kişiyi de
koyarsın, yeterince hayal gücün ve analiz yeteneğin varsa.
Şahane bir sınav sorusu
söyleyeyim size. Al insanlık tarihinden rastgele seçilmiş iki kişi, mesela bir
antik çağ filozofuyla bir Alman biyolog, bir Çin generaliyle bir Amerikalı
senatör. Aralarında üç benzerlik, üç de farklılık bul. Muazzam bir egzersizdir.
Ufkunu perde gibi açar. Öğrencinin kavrayış ve zekasını daha iyi sergileyecek
bir soru bulamazsın.
Gençliğinde biraz olsun
Plutarkh okumuş olan bilir.