Thursday, July 30, 2020

Lenin ve Stalin

Yaşamımın bir döneminde Lenin hayranlığına kapıldım.

Hayır, teorik eserleri değil mevzu. (Aşırı ironi ve nefret aklı karartır, entelektüel dürüstlüğe pay bırakmaz. Atatürk’ün Nutuk’u da öyledir; Mein Kampf daha beteridir.) Kurduğu yahut kurulmasında rol oynadığı rejim hakkındaki görüşlerim de her zaman ikircikliydi; hem olumlu, hem olumsuz.

Ekim İhtilaline giden yoldaki olağanüstü performansıydı beni hayran bırakan. Finlandiya İstasyonu’ndaki nutku ile Nisan Tezleri’nden (1917) Ekim darbesine giden altı aylık sürede ürettiği söylevler, demeçler, bildiriler, makaleler, kararnameler Toplu Eserler’de iki kalın cilt tutar. 1979’da 22 yaşındaydım; hepsini virgülüne kadar okudum, analiz ettim, sabahlara kadar tartıştım; gerektiğinde arkadaşlara ayak üstü Türkçeye tercüme ettim (İngilizceden tabii). Üç saatlik bir konferans/sohbet oluşturup olmadık yerlerde sundum. (12 Eylül darbesinden sonra savcılık o sunumların peşine düşmüş; kimdi o gözlüklü piç kurusu diye epey soruşturmuş; bir şey çıkmamış.)

Taktik dehasıydı beni etkileyen: Muazzam bir dinamizm, ışık hızıyla evrilen bir sürece ayak uydurma becerisi, anlık pozisyon geliştirme ustalığı, partideki arkadaşlarının ve diğer herkesin bir fersah önünden giden siyasi öngörü. Devletin ve her türlü otoritenin adım adım çöktüğü bir süreçte kendi iktidarını nasıl oluşturursun? Her kafadan bir ses çıktığı ortamda kendi sesinin duyulmasını ve milyonların senin peşine takılmasını nasıl sağlarsın? Sıfırdan başlayarak altı ayda nasıl Devlet gücünü ele geçirirsin?

Devrim nasıl yapılır konusunda bir el kitabı lazımsa ilk okunacak eserdir Lenin’in 1917 yazıları.

O günlerden beş yıl sonra Columbia’da doktora öncesi sözlü sınavına girdim. Heyette Amerikan siyaset biliminin üç ağır topu, Seweryn Bialer, Giovanni Sartori, Douglas Chalmers. İlk soruyu Bialer sordu: 1917’de Rus devrimi başarıya ulaşırken 1919’da Almanya’da komünist ayaklanmanın başarısız kalmasının sebebi nedir? Sosyolojik analiz, sivil toplum yapısı, kapitalizmin gelişme düzeyi vs. dememi bekliyor tabii. Tereddütsüz cevap verdim: Bir, zamanlama yanlıştı. İki, Rosa Luxemburg’un taşakları yoktu. Bialer’in kirpi gibi kaşlarının üç santim yukarı fırlaması hala gözümün önündedir. Devamını ciddi getirdim tabii. O zamanlar anti-sosyolojist siyaset bilimi ekolünün yılmaz savunucusu idim. Siyasi analiz taktik ve strateji üzerine kurulmalıdır tezini savundum. Sınavdan yaldızlı A ile çıktım.

1917’den sonrası, imkansız ötesi koşullarda devlet otoritesini kurma mücadelesidir. Elli kişiyle ele geçirdiğin hükümet binasını nasıl elde tutarsın? Öldürülmemek için kaç kişi öldürmen gerekir? Seni iktidara taşıyan anarşiyi peyderpey baskı altına alırken, anarşi döneminin simge ve söylemlerini ne ölçüde koruyabilirsin; nasıl içini boşaltıp bir Devlet ideolojisine dönüştürürsün? Marksist teori filan o aşamada artık tıraştır. Vahşi bir kaplanın içgüdüleriyle yönetmek zorundasın. Yoksa cesedini sokaktan toplarlar.

*

Stalin’in elbette kötü olduğuna inanarak yetiştik. Yukarıda anlattıklarımdan yıllar önce, daha lisedeyken Curzio Malaparte’nin Hükümet Devirme Tekniği’ni okumuş, Stalin’e karşı Troçki’yi tutmayı öğrenmiştim. Üniversitedeyken Wolfgang Leonhard’ın dillere destan Sovyetler Birliği Tarihi dersini aldım; bürokratik diktatörlüğe, devlet terörüne, parti içi tasfiyelere, devlet eliyle yaratılan kıtlığa, ideolojik kemikleşmeye nefretle bakmaya alıştım. 1989-1990’da eski Sovyet bloku ülkelerine yaptığım geziler de o bakış açısını iyice pekiştirdi. Stalin rejiminin insanlığa karşı bir suç olduğu kanısına vardım.

Sonradan fırsat buldukça okumaya devam ettim. Simon Montefiore’nin Young Stalin’ini 2006 dolayında Şirince’de okumuş olmalıyım; bakış açımı pek etkilemedi. 2016’da, Menemen Kapalı Cezaevi’nin en kötü günlerinde Robert Service’in 900 sayfalık Stalin biyografisini devirdim. Orada beni çarpan şey, ne alaka diyeceksiniz belki, genç Cugaşvili’nin Gori ve Tiflis’teki Gürcülük yıllarıydı. Ermeni ustasının kunduracı dükkanında çalışmış, iyi Ermenice bilirmiş, şair olmuş, polisten kaçmış, gözaltında işkence görmüş, banka soymuş... Tanıdık biri. Kader onu şer imparatorluğunun başına sürüklemese ne olurdu? Bizden biri olarak kalırdı herhalde. Şehit devrimci? Göbekli esnaf?

Ben onun yerinde olsam ne yapardım sorusunu hep sormak lazım. Tsaritsyn’de – sonraki adıyla Stalingrad, şimdi Volgograd – devrimci terör tekniklerini geliştirmese hayatta kalabilir miydi? Bolşevik rejim ayakta kalabilir miydi? Meşruiyetten yoksun bir iktidar nasıl korunur, nasıl istikrara kavuşur? Devleti devlet yapan korku ve itaat dengesi başka nasıl kurulur? Elli kişiyle darbe yapmışsın. Başkasının yarın sabah yüz kişi yahut bin kişiyle kapıya dayanmasını nasıl önlersin?

Yok hayır, Stalin sevdalısı değilim. Ama onun yerinde ben olsam, daha sevimli biri olmayı başarabilir miydim, bilmiyorum. 3000 kişinin idam emrini imzalarken votkamı yudumladığımı tahayyül edemiyorum. Ama hayat onu gerektirmişse ne yapsın adam, gazoz mu içsin?

*

Lenin’le Stalin’i aynı kefeye koyamazsın demiş biri. Pekala koyarsın. Tarihteki herhangi iki kişiyi de koyarsın, yeterince hayal gücün ve analiz yeteneğin varsa.

Şahane bir sınav sorusu söyleyeyim size. Al insanlık tarihinden rastgele seçilmiş iki kişi, mesela bir antik çağ filozofuyla bir Alman biyolog, bir Çin generaliyle bir Amerikalı senatör. Aralarında üç benzerlik, üç de farklılık bul. Muazzam bir egzersizdir. Ufkunu perde gibi açar. Öğrencinin kavrayış ve zekasını daha iyi sergileyecek bir soru bulamazsın.

Gençliğinde biraz olsun Plutarkh okumuş olan bilir.

Wednesday, July 29, 2020

1917 karşı-devrimi?

Aleksey Tolstoy'un romanından uyarlanmış The Road to Calvary (Azap Yolları) dizisini Netflix'te izlerken alınmış bir not. Eski düzeni ironik bir özlemle anan Tolstoy'un, devrimcileri amansızca eleştirirken Lenin'e ince bir sempatiyle bakması sansürden midir? Yoksa hakiki bir gerekçesi var mıdır?

Anna Karenina yazarı Tolstoy değil, başka Tolstoy.

1917 olayını şöyle de okumak mümkün.

Asıl devrim, yani rejimin ve devletin yıkılması Şubat 1917 darbesi ile başlayan kaostur. Çarlık devleti, köhnemiş bir bina gibi, kısım kısım çöktü. Lenin ve arkadaşlarının Ekim (Kasım) ayında başlattığı süreç ise karşı-devrimdir. Yıkılmış olan devlet otoritesini binbir zahmetle yeniden inşa ettiler.

Yeni rejim elbette devrimin retoriğini bir ölçüde korumak, kendi meşruiyetini onun üzerine kurmak zorundaydı. Eski egemen sınıf zaten devrilmişti; devrileni tekmelemeye devam ettiler. "İşçi sınıfı ve köylüler" söylemini korudular. Eskisinden daha katı bir devlet kapitalizmi kurup, işçi ve köylüyü karın tokluğuna çalıştırdılar. Kırk yıla yakın süre, Çarlık rejiminin tahayyül bile edemeyeceği çapta artı değer sömürdüler.

İhtilalden ve anarşiden en çok nefret edenlerin bir kısmı, bu nedenle Lenin ve Stalin'i en azından ehven-i şer olarak değerlendirdi. Adamlar Bolşevik molşevik, ama Rus Devletini kurtardılar, değil mi?

Tuesday, July 21, 2020

Atalarımız çapulcu muydu?

Efe yazmış, demiş ki:
“Yanlış Cumhuriyet'te ve bazı yazılarınızda İttihâd Terakki'nin-Cumhuriyet'in Orta Asya'dan Türkiye'ye göç anlatısını eleştirirken Orta Asya halkları için ''davar çobanları, çapulcular'' gibi ifâdeler kullanmanız beni şaşkınlığa sevk etti. Cengiz ve Timur gibi askeri tarihin en büyük dehâlarını-insanlık târihinin en büyük mâcerâ-perestlerini yetiştirmiş, asırlar boyunca Ferdûsî'den Cürcânî'ye Cüveynî'den Reşîdü'd-dîn'e ve Tûsî'ye dek İslâm târihinin en önde gelen entellektüellerini yönetici olarak himâye etmiş liderler (Gazneli Mahmûd, Tîmûr, Hülâgu, Olcaytu vs.) çıkarmış toplulukları -her ne kadar böyle ifâdeleri İttihâd Terakki ve Cumhuriyet'in tarih kurgusunu eleştirmek için sarf etseniz de- ''davar çobanları ve çapulcular'' olarak isimlendirmenizi doğru bulmadığımı iletmek istiyorum. Sizin benden çok daha iyi bildiğinize emin olduğum bu bilgileri size hatırlatmaktan hicâp duyduğumu da belirtmek isterim.
Cevap yazdım:
Cengiz ve Timur büyük askeri dehalar olabilir ya da sadece şansları yaver gitmiş olabilir, bilmiyorum, ancak “insanlığın ortak müktesebatı” anlamında medeniyete bir katkılarını ben anımsamıyorum. Önemsiz bir ayrıntı mıdır sence?
Bildiğim kadarıyla Asya Türklerinin medeniyete katkısı üzenginin keşfi veya yaygınlaştırılmasıyla sınırlıdır. Biruni veya Cevheri gibi Türk kökenli bazı İslam alimlerinin varlığı Türk medeniyetinin değil İslam-Arap medeniyetinin başarısıdır. Öbür türlüsü Mimar Sinan’ı ‘Ermeni mimarisinin önde gelen temsilcisi’ ya da Donald Trump’ı ‘meşhur Alman siyasetçisi’ saymakla eşdeğerdir; gülünç olur. Her çağda ve her toplumda yabancı soydan, hatta en ilkel kabile toplumlarından gelen bireyler çocuk yaşta yüksek bir kültürün eğitimini, dilini benimseyerek, o kültürün kurumları içinde yer alarak önemli başarılara imza atabilmişlerdir. Yüksek kültürün kendilerine sunduğu imkanlar olmasa, sırf genetik gayretiyle, davar çobanlığından – yahut ata kültürlerinin müktesebatı her ne ise ondan – öteye evrilebileceklerine dair bir ipucu göremiyorum.
Buraya kadar beni takip ettiysen ne ala. Şimdi biraz daha karmaşık fakat önemli bir şey söyleyeceğim.
Ortaasya Türk toplumu farzedelim ki medeniydi, hatta trigonometrinin kanunlarını ve şeftali ırklarını da onlar keşfetti. Lakin Cumhuriyet ideolojisinin 1920-30’lardan itibaren dayattığı milli anlatıda bu keşifler ya hiç anılmaz ya da son derece marjinal bir yer tutar. Ön plana çıkarılarak övülen şey Türk atalarının bahadırlığı, savaşçılığı, akıncılığı, fetihçiliği, örgütçülüğü, ‘askeri dehası’dır. Cumhuriyet’in ilk çeyrek yüzyılında yayımlanmış “Ünlü Türkler”, “Milli Destan” vb. literatürünün neredeyse tamamını okudum. Orada övünçle bahsedilen ataların hemen hepsi askeri dehası ve kan akıtmak ve mal gaspetmekteki başarıları ile temayüz eden kişilerdir. Aralarında şairler, bilim insanları, masalcılar, tabipler, hukukçular, tarihçiler, dil bilginleri, din bilginleri, seyyahlar, devrimciler, peygamberler... sayıca yüzde üçü, beşi bulmaz.
Dünyanın hiçbir medeni toplumunun bu denli ilkel bir milli kimlik anlatısı kurguladığını sanmıyorum. Batıyı bırak, ne Araplar, ne İranlılar, ne Hintler, ne Gürcüler, ne Brezilyalılar, ne de Avustralya yerlileri.
Farzedelim “gerçek” tarih böyle değildi; Türkler de pekala kendi çaplarında medeni sayılabilecek uğraşlara önem verdiler. Bunun önemi yok. Mesele ‘hakiki eski Türkler’ değil, Cumhuriyet ideolojisinin kurguladığı eski Türklerdir. Eleştirmeye çalıştığım şey bin sene önce günahıyla sevabıyla kaybolup gitmiş bir toplum değil, 20ci yüzyılda Türkiye çocuklarına dayatılan rezil milli anlatıdır. O ANLATIDAKİ Türklerin medeniyetle uzak yakın bir alakası yok.  “Askeri deha” oldukları ileri sürülen birtakım çapulcular var.
Cumhuriyetin kurucu ideologlarından Besim Atalay’ın ilk 1923’te basılan Türk Büyükleri adlı derlemesi vardır. Bir göz at istersen. 1934’ten itibaren dayatılan Yeni Türk adları repertuvarının ana kaynağıdır. Kozanoğlu’nun Kızıltuğ’unu, 20. yy Türkçesinin en popüler romanı olan Atsız’ın Bozkurtlar’ın Ölümü’nü incele. Daha da kuşkun kalırsa Karaoğlan, Kaan, Malkoçoğlu vb. koleksiyonlarına bakıver, internetten bulunabiliyor.

Monday, July 13, 2020

Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz

1.

Ayasofya’nın cami olması 2010’larda başlayan rota değişiminin doruk noktasıdır. Kubbenin kilit taşı diyelim. Kilit taşı konuncaya dek kubbe kendini taşıyamaz; iskele sökülünce yıkılır. Kilit taşı konduktan sonra mesele bitmiştir.

Türkiye artık bir İslam cumhuriyetidir. (“Cumhuriyet” kavramını da tartışırız, ama şimdilik kalsın.) İslamın yüceltilmesini ve fetih arzusunu, ulusal kimliğinin ana unsuru olarak deklare etmiştir. Eğitim politikasını, kültürel simgelerini, dış politikasını bu hedefler üzerine inşa etmiştir. Bu yönde güçlü bir ulusal konsensus oluşturmuştur. CHP’nin tavrı konsensusun başarılı olduğunu gösteriyor. Belki bir kısım Kürtler dışında, ortak ulusal iradeyi paylaşmayan kayda değer bir siyasi aktör kalmamıştır.

Değişimin başlangıcı ve itici gücü Avrupa (Birliği) ile ilişkilerin bozulması idi. Sorumlusu elbette – sadece – Türkiye değildir. Boşanmayı Avrupa zorladı. Türkiye’nin cevabı pekala rasyonel bir dış politika kararı sayılabilir. Avrupa dünyanın egemeniyken, zorla da olsa onlarla birlikte olmak mantıklıydı. Seni istemeyen bir düşkünler evinde ne işin var?

Geriye iki soru kalıyor:

a)     Avrupa ile köprüleri atan Türkiye’nin İslam dünyasında desteği var mıdır? Şu anda görünen şu ki, yön değişimi Avrupa’dan çok İslam dünyasında tepki ve düşmanlığa yol açmıştır. İslam ülkeleri yeni bir Osmanlı ağası arayışında değildir. Tarihi hatırlayın: 15. yy’da birleşik Avrupa güçlerini ezip geçen Osmanlı’nın, sonraki yüz yılda Orta Doğu savaşlarıyla bitkin düşmesi tesadüf müdür?

b)     Çağdaş dünyada İslam derin bir kaygı ve düşmanlık konusudur. Avrupa’da öyle; Amerika’da, Rusya’da, Çin’de, Hindistan’da ve Afrika’nın büyük bir kısmında da öyle. Avrupa ve NATO çapasını kaybeden Türkiye’nin, İslami bir zeminde tek başına ayakta duracak – ekonomik, askeri, kültürel – gücü var mıdır?

Avrupa hızla gerileyen ve belki kısa sürede marjinalleşecek bir güç diyelim. Peki, İslam buna alternatif midir?

2.

İlan edilen İslam cumhuriyeti, Atatürk Türkiye’sinin sonudur deniyor. Doğru fakat eksik. Gerçekte iki yüz yıllık ‘Batılılaşma’ macerasının sonudur. Terk edilen şey sadece 1920-30’ların cılız ve göstermelik reformları değil, asıl büyük rota değişikliği olan Tanzimat'tır.

Tanzimat ile Osmanlı devleti beş yüz yıllık varoluş felsefesini bir yana bırakan bir irade beyanında bulundu:

a)      Osmanlı bir Avrupa devleti olarak kabul edilecek.

b)      Nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan gayrimüslim tebaa eşit hak sahibi paydaşlar sayılacak. Yani: Ulusal kimlik yeniden tanımlanacak.

Kimsenin hatırlamak istemediği bir detay var. Ayasofya’nın sıvanmış mozaiklerini gün yüzüne çıkaran Atatürk’ün müzesi değil, 1850’lerde Sultan Abdülmecit’in izniyle Fossati biraderlerdi. Benzerine dünya tarihinde ender rastlanan bir karardır. Devletin egemenlik simgesi olan tapınağın içinde, diğer (rakip) dinin görkemli simgelerinin sergilenmesine razı olundu. [Edit: Pardon bu bilgi yanlışmış. Fossati yapıyı güçlendirmiş; bir kısım mozaikleri keşfedip çizimlerini çıkarmış. Mozaikler Atatürk zamanında Amerikalıların Bizans Enstitüsü tarafından ortaya çıkarılmış. Düzelttiler, öğrendim.]

Atatürk cumhuriyeti bugünkü sonuca giden yolun başıdır. Cumhuriyetin temel tasarrufu Türkiye’nin gayrimüslim nüfustan arındırılmasıydı. Birtakım cılız ve gelip geçici reformlar dışında, Atatürk Türkiyesi’nin kalıcı olan, sosyolojik anlamda ‘çağ değiştirici’ olan başarısı budur. Milyonlarca yurttaş Müslüman olmadığı gerekçesiyle sınırdışı edildi; yerine dünyanın dört bucağından Müslüman nüfus ithal edildi. Bununla yetinilmedi. Ülkenin tarihinden gayrimüslim izleri silindi. Binlerce kilise devlet eliyle yıktırıldı; kalanlar askeriyeye atış talimgahı ve vatandaşın davarına ahır yapıldı. Mezarlıklar yok edildi. Yer adları değiştirildi. Ülkenin tarihi yeniden yazıldı; gasp ve fetih, akın ve talan yüceltildi. Binlerce yıllık medeniyet ocağı olan bir ülkenin halkının, Orta Asya’dan at sırtında gelen birtakım yağmacıların soyu olduğu fikri genç kuşaklara aşılandı.

Devlet eliyle 1930’larda, 40’larda ve o günden bu yana geçen her gün binlerce tarihi kilise yağmalanıp yok edilirken Ayasofya’nın müze yapılması iğrenç bir iki yüzlülük örneğidir. Daha da önemlisi, altta yatan bir çıkmazın dışa vurumudur. İslami bir simge reddedilmiştir. Yerine konan şey sahte bir dekordur. Turistlerden para tahsil etme dışında işlevi olmayan bir devlet işletmesidir. Manevi bir anlamı yoktur; kimsenin gönlünde gerçek bir yer tutmaz.

Aradan bir süre geçtikten sonra milletin neredeyse oy birliğiyle geriye – hem doksan yıl değil yüz doksan yıl geriye – dönmek istemesi şaşırtıcı mı?  

3. 

Ulusal kimliğini İslam ve fetih üzerinden tanımlayan bir ülkede gayrimüslimlere yaşam alanı kalmamıştır. Düne kadar – kendilerini kandırma pahasına da olsa – kendilerini ulusun birtakım hak ve özgürlüklere sahip bireyleri olarak görmeleri mümkündü. Artık değildir. Bugün fiili bir saldırı olmasa da, yarın önemli veya önemsiz bir kavgada haklarını savunabilecekleri bir zemin, başvurabilecekleri bir merci kalmamıştır. Bir süre daha yaşarlar belki; onurla yaşayamazlar.

Önemsiz bir azınlıktır, ne fark eder denebilir. Doğrudur. Lakin daha önemli başka azınlıklar da gelen fırtınada ayakta kalma imkanlarını yitirmiştir.

a)      Egemen dini konsensusu paylaşmayan Alevilerin yeni düzende insan ve vatandaş olmaktan ileri gelen haklarını koruyabileceğini düşünen hayal kurar. Düne dek ‘Atatürk’ simgesine sıkıca sarılarak kendilerinin de bu ülkede (ve devlette) paydaş olduklarını iddia edebilmekteydiler. O simge yıkıldığında, tutunabilecek başka dalları yoktur. Benimsedikleri parti bugün onları Ayasofya’da Sünnilerle beraber namaz kılmaya davet ediyor.

b)      Türkiye’nin diplomalı sınıflarının büyük bir kesimi halk çoğunluğunun dini hassasiyetlerini paylaşmaz. Bugünkü ortamda bu kesimin kendini ortak ulusal kimliğe ‘ait’ hissetmesi neredeyse imkansız hale gelmiştir. O yüzden, yarın devlet onları – bireysel olarak veya topluca – ‘vatan haini’ veya ‘halk düşmanı’ ilan ettiğinde dayanabilecekleri bir zemin kalmamıştır. İtiraz bile edemezler, hak vermek zorunda kalırlar.

“Sayıları kaç ki” sorusu gene sorulabilir elbette. Aleviler belki harcanabilir; bilmiyorum. Hele tek olası direniş odağı olan Kürtlerle işbirliği yapmazlarsa daha kolay harcanacakları kesin.

Ama uluslararası sahalarda top koşturabilecek bir avuç kalifiye insanını kaybetmiş bir Türkiye, dünyaya tek başına meydan okuma triplerini nereye kadar sürdürebilir, onu kestirmek zor değil.

4.

“Dünyanın” Ayasofya’yı dert ettiğini düşünmüyoruz, hayır. Ayasofya’nın tarihteki mana ve ehemmiyetini hatırlayan kaç kişi kaldı? Türkiye’deki turistik bir binanın biletli müze yerine çoraplı cami olması kaç kişiyi ırgalar? Nitekim sekizinci sıradan bir habercik olarak kaydedildi ve geçti.

Fakat Türkiye’nin niyeti gözden kaçmamıştır. Dünyaya meydan okuyan kof kabadayı tavırları not edilmiştir. “Neye güveniyor bunlar, bütçeleri kaç para, kadroları neye yarar” soruları sorulmuş ve cevaplanmıştır. “Yakında Viyana’yı da fethederler, neme lazım aman dost olalım” diyenlerin sayısının çok fazla olduğunu sanmıyorum. Uluslararası medyada Türkiye’nin laf arasında gitgide artan bir oranda “an Islamic dictatorship” diye tanımlanması hayra alamet midir?

İnsanlar dünyasında genellikle en çok meydan okuyan değil sağlam dostluklar kuran kazanır. Ülkeler dünyasında farklı olduğu düşünür müsünüz?

5.

Ayasofya kararından canı yanacak tek ülke, o yapıyı kendi geçmiş ulusal ihtişamının simgesi ve şaheseri sayan Yunanistan’dır. Türkiye’yi yönetenler elbette bu gerçeğin farkındadır. Kararı verirken doğrudan bu ülkenin tepkisini göz önüne almış olmaları kuvvetle muhtemeldir.

Türkiye birkaç yıldan beri Yunanistan’a karşı adım adım yükselttiği bir provokasyon politikası uyguluyor. Bu politikanın mantığı var mıdır ve varsa nedir? Cevabı bilmiyorum. Düşünebildiğim tek mantıklı senaryo var: Türkiye batı komşusunu Avrupa Birliği’nden koparmaya çalışıyor; bu yüzden AB’nin Yunanistan üzerindeki güvenlik kalkanını test ediyor. Derinleşen bir krizde Avrupalıların – artık norm haline gelen kısır çıkarcılıklarıyla – Yunanistan’ı yalnız bırakabileceklerini hesaplıyor. Ya da belki Yunan yöneticilerini bu ihtimale alıştırmaya çalışıyor. Almanlar Yunan'ı satar mı? Belki satar, kim bilir.

İlk bakışta mantıklı duran bir senaryodur, kabul edelim. Yalnız Türk dışişlerinin diplomatik zekasını alkışlamadan önce gene aynı soruları sormayı ihmal etmeyelim. Kof kabadayılıkla alınabilecek olan mesafe nedir? Haksız şantaj karşısında normal olarak insanlar – ve ülkeler – siner mi, yoksa, Yunanistan’da son aylarda net olarak görüldüğü gibi, kabarır mı? Tüm hesaplarını tehdit ve sindirme üzerine kuranlar, acaba fazla Kurtlar Vadisi izlemiş olmanın akıl bükücü etkilerinden mi mustariptir?

6.

Türk milli politikalarını yönlendirenlerin akılsız olduğunu düşünmüyorum; hiçbir zaman da öyle bir düşünceye kapılmadım. 

Yalnız, Türk Milli Eğitimi ile yetişenlerin insan ve toplum psikolojisi, ahlak felsefesi ve (gerçek) tarih gibi konularda yeterli donanıma sahip olabileceklerini sanmıyorum.  Türkçü  faşizmin ‘emir komuta’ fetişizmine gönül verenlerin, gerçek dünyanın karmaşık denklemleri karşısında yeterli zihinsel esnekliği gösterebileceklerine de pek ihtimal vermiyorum.