“Falan milletin ezeli ve ebedi yurdu” türünden söylemler boş hamasettir. Hiçbir yerin tapusu hiçbir millete verilmemiş. Toplumlar gelip gitmiş. Bir süredir Rumeli’nin köy ve kasabalarına bakıyorum. Bazı yerler var ki takip edersen başın döner: Rum gitmiş Çerkes muhacir iskan etmişler, onlar tehcir edilmiş Bulgar yerleşmiş, komünist rejim boşaltmış bu sefer Türkler dolmuş. 100 değil 110 yıl önce Drama ilinin yarısı Müslüman ve Hıristiyan Bulgar, diğer yarısı Türkmüş; Rum yok gibi bir şey. Şimdi tamamı Karadeniz muhaciri Rum. Gidenin gelenden daha mı fazla “hakkı” var? Yeniler eskilerden daha mı kötü insan? Gelmeyip ne yapacaklardı? Denize mi dökülseler, evsiz mı kalsalar? Başka yer: Bir zamanlar deden Nablus’a birkaç zeytin ağacı dikti diye orası ebediyen senin mi oluyor?
Kültürel miras belki bir
çeşit manevi hak yaratır. Adam yaşamakla kalmamış, eser vermiş, köy ve kasaba
yapmış, yaşam gustosunu dillendirmiş. Onların öksüz kalması acı, evet. Ecdadın orada inşa ettiği cami ile
medresenin bilmeyen ellerde heder olması, mezarlarına otopark açılması,
hatıralarının hoyratça çiğnenmesi insan olanın kalbini burkan şeyler. Ama
yazık ki hayat işte böyle. Dededen kalma konak mirasçılara dert olur; sonunda yıkılır. Aynı milletin evlatlarının elinde kalsa sonuç çok mu
farklı olacaktı? Anadolu’da kaç tane tarihi çarşı kalmış ki Rumeli’dekilerin
tahribi o denli isyan ettirsin?
*
Asıl trajedi bir toplumun
silah zoruyla yerinden sökülmesidir. 20. yüzyıl bunun yakıcı örnekleriyle dolu,
1945’te Doğu Avrupa Almanlarının sürgününden tut, 1947’de Hindistan’da
Müslümanlarla Hinduların karşılıklı göçüne dek. Hemen hepsinde hesapsız kan akmış;
aileler dağılmış, mal mülk perişan olmuş, anılar parçalanmış, yeni bir ülkede
sıfırdan hayat kurmanın acıları bir kuşak, bazen iki kuşak boyunca aşılamamış.
Yakından tanıdığım şeyler bunlar benim. Yalnız Amerika’ya, Fransa’ya göçmeye
zorlanmış Ermeni akraba ve tanıdıkları değil, Selanik mübadili olan Şirince
köylülerini de bilirim. Ana babası Sudetenland sürgünlerinden olan Alman sevgilimi
de başka yerde anlatmıştım. (Hindistan göçünü merak ederseniz William
Dalrymple, City of Jinns’i okumanızı öneririm.)
İnsan olmanın oldukça basit
bir gereği bence. İstila ve etnik temizlik kötü bir şey. Geçmişte kalmışsa
ayıplanmalı, halen ihtimal sahasındaysa karşı çıkılmalı ve önlenmesine gayret
edilmeli. Dağlık Karabağ ezkaza Azerilerin eline düşecek olursa katliam güçlü
olasılıktır; bir şekilde o önlense dahi oradaki Ermenilerin kitlesel sürgünü veya
firarı kaçınılmazdır. O halde önlenmeli. İsrail kazara gardını düşürür ve Arap
ordularının istilasına uğrarsa olacak olanlar bellidir; o halde tedbiri
alınmalı ve Kudüs’ü fethetmekten dem vuran sorumsuz demagoglar lanetlenmeli.
1922’de İzmir’de olan, özetle, bir milyonu aşkın Anadolu Rumunun yurdundan
sökülüp atılmasıdır. Bayram diye kutlayanlara iyi gözle bakılmamalı.
Oldukça basit, değil mi?
İlk başta söylediklerimle
çelişiyor mu? Sanmam. İki ayrı perspektif, iki ayrı hakikat düzlemi. Biri diyor
– misal – insanlar ölümlü; öbürü diyor insan öldürmek kötü. İlki diyor ki,
kardeşim sürüldüysen sürüldün, geçmişe mazi, bir zamanlar deden orada otururdu
diye bir hak iddia edemezsin. İkincisi diyor ki insanları yurdundan sürmek kötü
bir şey, yapanlar ve niyet edenler kınanmalı. Var mı bir çelişki?
*
Toplumsal yapı az çok
sağlamsa, yeni ülkeye intibak süreci on ila yirmi yıl, bilemedin bir kuşak sürer,
yani otuz yıl. Yeni hayat kurulur, dil öğrenilir, iş yaratılır, oranın yerlisi
olan yeni bir kuşak yetişir. Bazı yaralar hiç iyileşmez belki, bazı anılar
ölünceye dek insanın peşini bırakmaz. Ama hayat dediğin şeyin acısız olduğu
nerede görülmüş? Olsa zaten pek yavan olurdu. Kaldı ki eskileri kovup yurdunu
sahiplenenlerin de geldikleri yerde oluşan bir hayatı var. Yirmi veya otuz yıl sonra
yetişen yeni kuşakları var. Babalarının zaptettiği yerlerde doğup büyüyenler
neden doğup büyüdükleri yerin yerlisi sayılmasın?
Sanırım yirmi veya otuz
yıl limit olmalı. Zorla zaptedilen yerleri o süre içinde sahiplerine iade
edebiliyorsan ne ala, elinden geleni ardına koma. Ama otuz yıl sonra konu kapanmıştır.
Gidenler yeni hayatlarına ayak uydurmuş, oranın yerlisi olan bir kuşak
yetişmiştir. Gelenler yerlileşmiş, babalarının günahına ortak edilemeyecek bir
nesil doğmuştur. El sıkışırsın. Eskilerin hatırasına belki bir iki heykel
meykel koyarsın. Çözülmemiş mal mülk vakıf davaları varsa parasal bir hal
çaresi ararsın. Meşruiyet kuşkusu ve kaybetme kaygısı ortadan kalkarsa belki
galipler de eskilere karşı daha komplekssiz olma imkanı bulur; onların
anılarını ve eserlerini varoluşsal bir tehdit değil, kültürel bir miras gibi
algılamayı öğrenir.
Filistin davası en geç
otuz yıl içinde halledilmeliydi. Yenildin, rövanşı birkaç kez denedin,
yapamadın. Bitti: Yeni hayatını kurmaya odaklan. Arap devletlerinin ve Avrupa
riyakarlığının kurbanı olan Birleşmiş Milletler, bu hakikatle yüzleşemediği
için bence çok büyük hata yapmıştır. Realiteyle bağı kalmamış bir ilkede ısrar
etmek meseleyi kanserleştirmiş, barışa değil sürekli gerilime ve savaş
tehdidine zemin hazırlamıştır. BM’in inandırıcılığına vurulan ilk ve en büyük
darbe Filistin meselesindeki tavrıdır.
Daha sonra aynı aptalca
hata Kıbrıs’ta tekrarlandı. Olmuş bitmiş ve düzeltilmesi açıkça imkansız
görünen bir durumu normalize etmek yerine, Güney ve Kuzey Kıbrıslıların sükunet
içinde yaralarını sarıp yaşamlarını yeniden inşa etmelerine yardım etmek
yerine, Kuzey Kıbrıs yok sayıldı. Galip tarafın kendiliğinden boyun eğmesi
beklendi. Şimdilik 46 yıl oldu bekliyorlar.
Gerçeklerle dinamik bir
şekilde yüzleşmek yerine eski günlerin miadı dolmuş takıntılarına saplanıp kalmak
geriyatrik bir belirtidir: kurumsal demans diyelim. Birleşmiş Milletler’in
demansı 1990’lardan sonra büsbütün belirginleşti. Dağlık Karabağ bariz
vakalardan biridir: Yurtlarından sökülüp atılmamak için altı yıl dehşetli bir
mücadele verip galip gelen Ermeniler resmen yok sayıldı ve otuz yıl boyunca barışı
sağlamak için hiçbir şey yapılmadı. Aynı şey Bosna’da, Moldova’da, Keşmir’de
tekrarlandı; şimdi Kırım’da, Somali’de, Mali’de tekrarlanıyor. Gerçek dünya ile
BM’in eski günlerden hatırladığı dünya haritası arasındaki makas gitgide
açıldı. Açıldığı için, BM’in gerçek dünyadaki problemlere müdahale etme ve
çözüme yardımcı olma imkanları ortadan kalktı.
Bunak amcalar olur,
bilirsiniz, dertlere pratik çözüm bulmak yerine aynı bayat mavalları hikmet
yumurtası yumurtlar gibi yüzüncü defa anlatmayı sever. Öyle bir şey.
(Arada parantez açıp
belirteyim. Bu dediklerim Dağlık Karabağ’ın kendisi için. Otuz yıldan beri boş
ve harap duran etrafındaki Azerbaycan toprakları buradaki tanımların hiç birine
uymaz.)
*
Bir şey daha ekleyeyim
mi, bilemedim. Bilimsel kanıt beklemeyin benden, bu söyleyeceğim sadece bir
his. Ama elli seneden beri, çorap koklar gibi bir alışkanlıkla, yenilmiş, zaptedilmiş,
marjinalleşmiş dağ ülkelerini gezip tanımayı seven bir adamın hissiyatı.
Ova ülkeleriyle dağ
ülkeleri farklıdır. Düz ovaların kendine has bir karakteri yoktur. Kavimler
gelir, kavimler gider, pek bir şey değişmez. Aynı ürünler yetiştirilir. Aynı
köyler iskan edilir, ya da onlar terk edilip yanı başına tıpkı onlara benzeyen yeni
köyler inşa edilir. Aynı kasabalarda aynı pazarlar kurulur, aynı tezgahtarlarla
aynı muhabbetler sürer.
Sarp dağ ülkeleri başka. Oralarda
yaşamı sürdürmek, bir kuşağın ömrüyle sınırlanamayacak bilgi birikimi
gerektirir. Her vadinin, her kayanın adı vardır; her birinin huyu ayrıdır. Bir
yerden bir yere ulaşmak için düz bir rota çizmek yetmez. Hangi kayanın ardından
hangi tehlikenin çıkacağını bilmek için, kuşaktan kuşağa aktarılan anıları hatırlaman
gerekir. Bunlardan habersiz olanlar dağda bir sene bile dayanamaz, yenilirler.
Sanırım bu gerçekleri
bildiklerinden olacak eski devletler dağlık bölgeleri az çok kendi hallerine
bırakmışlar, halkını boşaltıp kendilerine daha sadık olanlarla değiş tokuş
etmeye çaba göstermemişler. Buyurun Dersim, Hakkari, Hizan, Sason, Zeytun,
Hemşin. Yahut Girit, Mani, Suli, Rodoplar, Koca Balkan dağı, Arnavut dağları. Beri
tarafta Svaneti, Çerkesler, Çeçenler, Dağıstan. Dağlık Karabağ’da durum sanırım
aynı. Elli tane Ermeni köyünü yerle bir etmek İran devleti ya da onun yerini
alan Rus devleti için çok büyük problem olmasa gerek. Ama etti diyelim; yerine
koyduğu köylülerin oradaki çalıları, kayaları, dereleri, vadileri, pınarları ve
onlarda yaşayan cinleri öğrenmesi kaç kuşak sürecek?
Kaç kuşak süreceğini görmek
için bugün Kürdistan adını alan bölgenin dağlarını dolaşın derim; ufuk açar. Bomboş
kalmış Dersim dağlarından başlayın, sefalet ve cehalet içinde boğulan Hizan
veya Sason’u, iki bin yıllık bir kültürün yerle bir edildiği dağlarda Kızılay
konteynerlerinde Afrika’nın açları gibi sürünen Şırnak köylerini dolaşın. Rodop’ların
kuzey yamacında Bulgarlar yerli Pomakları susturup gözden uzak tutmakla
yetinmişler. Güney yamacında eski nüfus boşaltılmış, yerine Pontus muhacirleri
yerleştirilmiş. Bugün güney yamaçtaki yüzlerce eski Pomak ve Türk köyünün hepsi
boş. Çoğunu orman yutmuş. Bir iki hanenin hala direndiği bir köyde köyün tek
bakkalı, canından bezmiş, ‘Pontos Genocide’ posterinin altında sinek avlıyor.
Onun için, affınıza
sığınarak ve gayri-bilimselliği peşinen göze alarak diyorum ki, düz yerleri
fethedip halkını sürmek insanlık ayıbı ve suçsa, dağlık yerlerde iki misli suç
sayılmalı.