Sekülarizm: umumca tanınan dini kuralları ve o kuralların sözcülerini kamu yönetiminde bağlayıcı saymayan anlayış.
Başka tanımlar da
olabilir; laiklikle sekülerlik aynı mı değil mi sonsuza dek tartışılabilir.
Şimdilik ben bunu önereyim. “Umumca tanınan” şartı önemli. Çünkü aklınıza
gelebilecek her ahlak kuralı ve/veya yönetim ilkesi din bazında savunulabilir. Din
uğruna anadan doğma gezen Üryan Babalar olmuş tarihte; komünist hıristiyanlar
da olmuş. O yüzden din derken dinin “aslını” değil (her ne demekse), ümmetin
icmaını kastediyoruz. “Kamu yönetiminde” yerine “bireysel ahlakta” diyebilirdik;
o da geçerli bir bakış açısı. Ama burada o kastedilmedi. Bir yönetim ilkesinden
söz ediyoruz.
Türkiye’de sekülarizm
konusu 19. yy’ın ilk yarısında gündeme gelir. Tek ve bariz bir hareket noktası
vardır: Anadolu ve Rumeli nüfusunun yaklaşık yarısını oluşturan gayrimüslimlerin
haklarını müslümanların zulmünden korumak. “Gerçek İslam o değil” diye hemen
atılmayın lütfen. İslam hukuku zimmileri kısıtlı haklara sahip ikinci sınıf
insan olarak tanımlar. Bunun teorik gerekçesi neyse ne, gerçek dünyada pratik
sonucu, birtakım güçlü kişilerin, hukuken üstün olan konumlarını istismar
ederek gayrimüslimlere keyfince zulmetmesidir. Dolayısıyla prensipte basit ve
hatta “İslama uygun” bir talep gibi görünen zimmilere adalet talebi, uygulamada
İslam hukukunun – şeriatin – kısmen dahi olsa lağvını, yahut güncel koşullar
ışığında “yeniden yorumlanmasını” gerektirir. Dolayısıyla sekülerleşme.
Konu gündeme gelmiştir
çünkü 1820’lerde imparatorluğun iki mühim bileşeni, Sırplar ve Yunanlar, isyan
etmişler ve Avrupalıların desteğini kazanıp devletten büyük birer lokma
koparmayı başarmışlardır. Kuzeydoğuda Ermeniler eziyete daha fazla tahammül
etmektense Rusların vaatlerine kanıp 1828’de topyekün göçmeyi seçmiş, koca Erzurum
eyaleti bu yüzden viran ve hoban kalmıştır. Suriye’de Hıristiyan isyanı büyük
yıkım pahasına önlenebilmiş, Cebel-i Lübnan’da önlenememiştir. Gidişin tehlikesini
gören Osmanlı devlet aklı bu nedenle uykusundan uyanıp 1) Tanzimat fermanı ile
müslim ve gayrimüslim arasında eşitlik ilkesini ilan etmiş, 2) Islahat Fermanı
ile devletin amir kademelerinde gayrimüslimlerin görev almasını kabul etmiştir.
Her ikisi İslam tarihinde ilktir. Her ikisi Hanefi İslam hukukuna açık ve kesin
olarak aykırıdır. Kuran’ın açık ayetlerine, peygamberin hadislerine, Hz. Ömer’in
adaletine, dört mezhebin fıkhına da aykırıdır. Din eğer ümmetin icmaı ise, din
elden gitmiştir.
Elbette Avrupalılar da
teşvik ettiler. Elbette Avrupalıların o güne dek benzeri görülmemiş teknik, ekonomik,
askeri, kültürel, ahlaki başarıları da Osmanlı yönetici sınıfının gözünden
kaçmadı. Gâvurlar bunu başarıyorsa gâvurlukta bir hikmet mi var acaba?
Neden olmadı
Deney başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Çünkü:
1) Özellikle taşradaki müslim
ahali, islamın yüzyıllardan beri kendilerine sağladığı ayrıcalıklı konumu ( = tasallut
ve yağma özgürlüğünü) terk etmek istememiş, reformcu Osmanlı yönetim kadrosu da
onları hizaya getirecek iradeyi ve gücü sergileyememiştir.
2) Yüzyılların
baskısından kurtulan gayrimüslimler, bence yeterli titizlikle henüz tetkik
edilmemiş nedenlerle, çok büyük hızla kalkınmaya başlamış ve toplumun birçok
katında başat konuma gelmişlerdir. Doğal olarak bu durum müslim ahalinin tepkisine
yol açmıştır. (Yok hayır, gayrimüslimler eskiden beri zengin değildi, 19. yy’ın
ikinci yarısında kalkındılar.)
3) Gayrimüslimler devletin
niyetine ve daha mühimi gücüne yeterince güvenmedikleri için Avrupalının
(Rus dahil) desteğini aramaya devam etmiştir. Avrupalının canına minnet, bunu
fırsat sayıp imparatorluğun etinden et koparmaktan bir an geri durmamıştır.
Yorgan gitti, neden
kavga bitmedi
Sonuçta Osmanlı eliti,
memleketin gayrimüslim nüfusunu topyekün tasfiye etmekten başka çözüm yolu
bulamamıştır. Bu fikir 1878 hezimetinden – Doksanüç Harbi – sonra yavaş yavaş
olgunlaşır, 1895 katliamında ilk deneme sahasını bulur, 1912 Balkan
hezimetinden sonra Osmanlı-Türk yönetici sınıflarının oy birliğini kazanır,
1923 nüfus mübadelesi ile hızını kaybetme sürecine girer. Hak istediler verdik,
en azından verir gibi yaptık; bu uğurda dinimizi bile sattık, en azından
sattığımıza kendimizi inandırdık. Yetinmediler. Daha ne yapalım, günah bizden
gitti.
Peki sekülerlik deneyinin
sonu 1915-1923’te gelmiş midir? Hayır, gelmemiştir. Çünkü Osmanlı eliti ve
onların kesintisiz devamı olan ilk cumhuriyet seçkinleri Reform’a samimiyetle
inanmıştır. Bu uğurda yaşam tarzını ve yönetim felsefesini değiştirmiştir. Batı
kıyafet modalarına özenmiş (hayır, şapka devrimi değil, çok önceden, II. Mahmut
reformlarından beri), Batının kültürel normlarını şiar edinmiş, Batı sanatına
öykünmüş, kendi aralarındaki fikir ve bilgi tartışmalarında Batıyı hakem kabul etmiş,
Batı dillerinden tercüme yeni bir dil oluşturmuş, Batının bıyık ve sakal modellerini,
yemek yeme usullerini, eğlence kalıplarını, eğitim kurumlarını, yazı üslubunu,
hatta din ve ahlak anlayışını, hatta namahreme bakış açısını sadakatle taklit
etmiştir. Şimdi memlekette irtica muzaffer olmuşken bunların geleceği ne
olacak?
Evet, irtica muzafferdir.
Milli Mücadele yıllarında taşra erkânı, taşra ahlakı, taşra müslümanlığı yakın
tarihte hiç olmadığı kadar güçlenmiş ve ulusal söyleme hakim olmuştur. Şimdi
gâvur hazır denize dökülmüşken gâvurun içteki yoldaşı olan Türk elitlerinin,
mesela İzmirli Uşşakizadelerin, yahut istediği kadar vatan-millet diye
yırtınsın Amerikan Kolejliliği üstünden atamayan Halide Edip’in denize dökülmemesi
için sebep var mıdır?
Türk elitinin kültürel modeli
ve sosyal dayanağı olan, ona modacı, eğitmen, garson, banker, editör, mimar, matbaacı,
tarım danışmanı ve piyano hocası olarak hizmet eden yerli gayrimüslimler gidince
bu zümre Anadolu taşrasında – taşrayı bırak, metropollerde – nasıl
tutunacaktır? İnsanoğlunun en kutsal varlığı olan seçkinliğini nasıl sürdürecektir?
Yeni rejimin Osmanlı’dan
miras seçkin zümreyi kollaması için haklı nedenler vardır. Eldeki insan
malzemesi bundan ibarettir. Yedek kadrolar yoktur; olanlar savaşta heba
edilmiştir. Rusya’daki gibi radikal bir sınıf değişiminin altyapısı yoktur (Bolşevik
kadroların büyük bölümü düzgün eğitim almış fakat Çarlık rejiminden dışlanmış
entelektüellerdi; Türkiye’de iseidadi veya üstünü okumuş olan herkes zaten
Osmanlı yönetim kadrosu içindeydi). Daha önemlisi, bütün dünyada Avrupa
kayıtsız ve şartsız olarak egemen görünmektedir. Onların dilini konuşmaz,
onların usullerini benimsemezsen hayatta kalma şansın yoktur. Onların dilini
konuşan da, malum bir avuç azınlıktır. O azınlık korunmalıdır.
Yeni model, laiklik
Laiklik, Osmanlı
sekülarizminin Cumhuriyet dönemindeki yeni adıdır. Maksat yine nettir, maksat islam-dışı
azınlığı islami inanç ve asabiyetin tasallutundan korumaktır. Bazı insanlar
namaz kılmayabilir, oruç tutmayabilir, şarap içebilir, islami tesettüre aykırı giyinebilir,
ehl-i harbin değer ve duyarlıklarını paylaşabilir, onların müziğini tercih
edebilir, Kuran’ın açık hükmü hilafına gayrimüslimle dostluk ve hatta izdivaç
edebilir, kızlarını islamın namahrem ilkelerine meydan okuyacak tarzda
yetiştirebilir. Fakat devlet, bu insanların hukukunu korumaya kararlıdır. Bir başka
deyimle Devlet, dinin emir ve yasaklarından bağımsızdır. Meşruiyet kıstasları
dininkinden farklıdır.
Cumhuriyet laikliğinin çelişkileri
çok tartışıldı; burada onlar üzerinde fazlaca durmayacağım. Yalnız belki
yeterince farkına varılmayan bir çelişkiye değinmekte fayda görüyorum. ‘Laiklik’
yoluyla kendini korumaya alan zümre daha dün ülkenin gayrimüslim nüfusunu imha
etme kararını oy birliğiyle alıp uygulayan, onların yağmalanmış mal varlığıyla
gücünü pekiştiren aynı zümredir. Kendilerini savunmak için dayandıkları ilke, yani
sekülarizm, daha dün büyük bir hunharlıkla çiğnemeyi ‘milli destan’ saydıkları
aynı ilkedir. Varoluşları dehşetli bir iki yüzlülüğe dayanır; bir ahlaki ucubedir.
İslamı reddederler; ancak mantıken islamın antitezi olan bir dine
meyledemezler. Çünkü ‘mevcudiyetlerinin yegane temeli’ olan cumhuriyetin
kuruluş öyküsü, bizzat kendilerinin, o dinin mensuplarını ülke sathından
temizlemesinin öyküsüdür. Temizlik operasyonu islam adına yürütülmüştür; ancak
bu gerçek asla itiraf edilemez, çünkü cumhuriyet eliti 1923’ten sonra varoluş
mücadelesini aynı islama karşı vermektedir.
Bu çelişkinin yarattığı
boşlukta palazlanan yeni inanç veya mezhebe ‘Türk milliyetçiliği’ adı verilir. Denir
ki gayrimüslim nüfus din yüzünden değil, ‘millet’ yüzünden imha edilmiştir.
Cumhuriyet eliti ise meşrudur, çünkü onlar ‘millidir’. Unutulur ki millet
Osmanlıca “din” demektir. 1900’lerin başına dek o anlamda kullanılmıştır.
Türk milliyetçiliği, bir
riyakârlığın adıdır. İslama boyun eğmeyenler yok edilmelidir; ancak islama
boyun eğmeyenler eğer ‘Türk’ ise korunmalıdır. Buyurun, Türk milliyetçiliği.
Bu.
Neden yenildiler
Kökteki bu derin çelişki,
laikliğin şemsiyesi altına sığınan Osmanlı-Türk elitinin zaman içinde tıkanıp
tükenmesine yol açacaktır. Cumhuriyet’in ilk günlerinden beri yeni nesiller hıristiyanlığa
ve gayrimüslimlere karşı kuşku ve nefretle yetiştirilmiştir. ‘Milli’ olan
iyidir. Buna karşılık gayri-islami yaşam tarzına sahip olanlar korunmalı ve
hatta yüceltilmelidir. İyi de, neden?
Diğer yandan modern
dünyanın koşulları devlet bürokrasisinin sınırsızca büyütülmesini, dolayısıyla
gereği gibi eğitilememiş kitlelerin yönetici kadroya dahil edilmesini
gerektirmektedir. Bir süre sonra bu kitlenin inanç ve önyargıları Cumhuriyet
elitine baskın gelmeye başlayacaktır.
‘Laiklik’ davasının
öznesini oluşturan gayri-islami yaşam tarzına sahip seçkinler 1960 ve 1980
askeri darbelerini izleyen iki dalgada siyasetten ve devlet yönetiminden
tasfiye edilecektir. 1960’lar tasfiyesi sosyolojik açıdan ilginç bir dönemeçtir.
27 Mayısta büyük devrimi gerçekleştirmek amacıyla idareyi ele alan askerler, geleneksel kentli seçkin
vs. taşra halkı ikileminin dışında, sınıfsız, köksüz, idealist askerlerden ve
onlara bağlı devlet uzmanlarından oluşan yeni bir yönetici zümre oluşturma
hülyasına kapılmışlar, fakat çok kısa sürede yenilip tasfiye edilmişlerdir. 12
Eylül darbesini izleyen dönemde ise, eski Osmanlı elitinin devamı olan ‘laik’
cumhuriyet seçkinlerinin devlet yönetiminde yer alması neredeyse imkansız hale
gelmiştir.
1980’den sonra sözkonusu
seçkinlerin yaşam alanı – hariciye ve istihbarat gibi bir iki istisna ile – devlet-dışı
alanlarla sınırlıdır: üniversiteler, tıp, basın ve görsel medya, yayın ve sanat
dünyası, reklam sektörü, finans sektörü, uluslararası şirketlerin Türkiye temsilcilikleri.
Kısacası, TÜSİAD-land. Kısıtlı istihdam ve iktidar fırsatı sunan bu sahalarda
yer bulamayanlar, Özal döneminden itibaren artan bir hızla yurt dışına göçmeye
başlayacaktır.
Günümüzde filmin sonu
görünmüştür. Anılan sektörlerin her birinde tasfiye hızlanmıştır. Hemen her gün
başka bir mevziin düştüğü haberi gelmektedir. ‘Laik’ zümre artık kendine ait
saydığı sahaların her birinde inisyatifi kaybetmiş, üç dört kentin birer
semtine hapsedilmiş, anlamlı istihdam olanaklarından yoksun, kendini kanıtlama
sahası olarak bir avuç kafe ile instagramdan başka seçeneği kalmamış bir
marjinal gruptur.
Bu dönüşümün Erdoğan
rejiminin “suçu” olduğunu zannetmek bence fazlaca naif bir bakış açısı olur.
Erdoğan, olsa olsa, ebedir. Dönüşümü getiren güçler ondan çok daha büyük ve
derindir. Yarın Erdoğan gitse de bir şey değişmeyecektir. Bir devir kapanmıştır.
Geçmiş olsun.
Geriye ne kaldı
Buna rağmen Türkiye’de
hala sekülarizm davasının – az da olsa – güncelliği varsa üçüncü bir ümmet-dışı
grubu, Alevileri, hesaba katmamız gerekiyor. Türkiye’de bugün yeni devlet
düzeni önündeki başlıca engel, başka bir konu olan Kürtlerin yanısıra, müslüman
zulmüne karşı korunma talep eden Alevilerdir.
O konuyu başka zamana
bırakalım.