Aslanlı Yol kitabımın
yazımı bittikten sonra bisikletimle İran turuna çıktım. 16 Mayıs’ta Van’dan
yola koyuldum. Hoy, Salmas, Urmiye, Mehabad, Bukan, Kermanşah, Hemedan, Reşt,
Astara, Tebriz, Mako üzerinden 31 Mayıs’ta Doğubeyazıt’a döndüm. Notları sıcağı sıcağına Doğubeyazıt'ta yazdım.
Kadın
15 gün İran’dan sonra Doğubeyazıt’ta ilk izlenim: Sokaklarda
kadın yok. Olanların büyük çoğunluğunun başı örtülü. Açık olanların yüzünde,
kibirle nefret karışımı bir savaş maskesi: Dokunursan yakarım! Göz göze
gelmenin imkanı yok.
İran’ın her yerinde sokak halkının yarısı kadın. Hepsi
örtülü tabii ama epey bir kısmının yüz ifadesi cıvıl cıvıl, kafanın arkasına
kaymış uyduruk bir eşarp. Gözlerine baksan gülmeye başlıyorlar.
Hemedan’da beş sürücüden biri kadın. Mehabad ve Senendec
gibi ağır taşra kasabalarında on sürücüden biri kadın. Doğubeyazıt’ta bir tane
kadın sürücü görmedim.
Şiddet
Diğer fark: Havaya sinmiş şiddet hissi. Doğubeyazıt
çarşısında amaçsızca dolanan bir sürü erkek, onar-on beşerli gezen ayakkabı
boyacısı çocuklar, gözlerinde çakal pırıltısı. Sınırdan girer girmez, “humm
hümmm htannn htünnn” diye hömkürerek talim yapan askeri birlik, elde otomatik
tüfekler. Adım başı polis, ağır silahlı. Biliyorum, doğu böyle, batı o kadar
kötü değil. Gene da var memleketin havasında bir şeyler.
İran daha yumuşak, daha mülayim. İnsanlar genellikle
nazik. Polis Türkiye’yle kıyaslanmayacak kadar az, çoğu temiz suratlı genç
çocuklar, soru sorunca utangaç utangaç gülümsüyorlar. Uçsuz bucaksız bir Yozgat
çarşısı düşün: Öyle. Daracık bir dünya içinde kendince kibar, konuksever. Daha
alçakgönüllü.
Trafik kaotik, ama genellikle Türkiye’den daha saygılı.
Diğer sürücülere sövüp sayan az. Arabanın biri küt diye önüme kırdı. Ben “oha”
hareketi yapınca adam arabadan indi, el salladı, özür diledi.
Harici (yabancı) görünce
şaşırıyorlar. Otomatik refleks, buyur, çay içelim, sohbet edelim. Fakat bizdeki
o yapışkan ısrar da yok.
Bisikleti hiçbir yerde kilitleme gereği hissetmedim (hoş,
zaten kilidim yoktu). Doğubeyazıt’ta ilk kez biraz endişelendim. Otelin avlusu
bile pek güvenli gelmedi.
Kırk kişiden duyduğun mantra: “İran’da emniyyet waar,
azadî yoox.”
Kitap
İran’a girerken gümrükte ilk izlenim. Çantamdaki
kitaplara takıldılar. Bunlar ne? Abrahamian, A History of Modern İran. Geert Mak adlı Hollandalının In Europe isimli gezi/tarih kitabı
(nefis bir eser, okuyun derim). J. M. Synge, The Aran Islands, İrlanda romantik milliyetçiliğinin klasiği. Bir
de Sedat Laçiner’in İçimizdeki İsrail
adlı hezeyannamesi. Bu kitaplarla İran’a giremezmişim. O zaman girmem dedim.
Epey tartıştık. Sonunda saldılar.
Memleketi biraz tanıyınca anlıyorsun. Alışık değiller.
Piyasada kitap diye bir şey yok. Urumiye 400.000 kişilik şehir, Kermanşah
700.000, Hamedan 300.000 ama bir sürü üniversitesi var. Allah için bir tane
kitapçı dükkânı yok. Ders kitapları okulda fotokopi olarak verilirmiş, din
kitapları da camide. Başkaca kitap yok. Tahran’ı bilmem ama taşrada görülmüş
şey değil.
Doğubeyazıt çarşısında 100 metre dahilinde üç tane kitapçı/kırtasiyeci.
Üçünde de güncel çoksatanlar, bir sürü Kürt propagandası, aşk romanları. Fakat
sonuçta seviyesi yerlerde sürünse de kamu fikriyatını ilgilendiren bir sürü
kitap var ve anlaşılan satıyor da. Soner Yalçın’ın boktan kitabının bile bir
memleket için ne büyük lüks olduğunu idrak ediyorsun.
Sosyalizm
İlk gün Hoy, ertesi gün Salmas. Ben bu duyguyu tanıyorum.
Evet, 1980 Çekoslovakya, ya da 1990 Erivan. Aynı kasvetli kıstırılmışlık
havası, sosyalist rejimin riya ve propaganda dolu zehirli atmosferi. Adım başı,
vatandaşa ulusal görevini hatırlatan propaganda tabelaları: Namaz sütun-e İslam
est, Allahü ekber, Ya Ali ya Veli vs. Marx ve Lenin yerine, Hazreti Ali
portreleri, aynı devrimci ciddiyet, çatık kaş, kalkık çene. Tüm sokak adlarında
rejim propagandası: Oktobr İhtilali yerine Şehidan caddesi, Leninski Prospekt
yerine Veliülasr bulvarı, Proletarski yerine Vahdet veya Risalet meydanı.
Bunları ciddiye alan bir Allah’ın kulu var mıdır? Sanmam.
Orta kademedeki memurun bir üst kademeye sadakat bildirme eylemidir bunlar.
Yoksa sokaktaki adamın umurunda bile değil. Mollaların sülalesine küfredip
geçiyor, o kadar.
Buradaki kasvetin sosyalist rejim kasvetinden tek farkı
küçük girişimciyi yok etmemişler. Aksine, memleket bir baştan bir başa küçük
dükkâncı, küçük tamirci, küçük taksici, küçük pazarcı, küçük imalatçı ile dolup
taşıyor. Esnaf Cumhuriyeti. “Küçük kapitalist sosyalizmi” desek uyar mı acaba?
Kapitalizm
Küçük sermayeyi serbest bırakırken, büyük sermayeye nefes
aldırmamışlar. Büyük işletmelerin tamamına yakını devlet tekelinde. Hayır,
devlet demek yanlış, molla mafyasının tekelinde: Siyasi sadakat ve korku
üzerine kurulu dev bir çıkar çarkı. Eski Sovyetlerdeki parti mafyasının
eşdeğeri.
Büyük üretim durmuş, çürümüş. Taşıt araçlarının hepsi
1970’ler modeli ve dökülüyor. Beyaz eşya sektörü Türkiye’nin kırk yıl önceki
seviyesinde: Kaba, ilkel, özensiz. Benzin istasyonları çöplük görünümünde, her
birinin önünde yüzlerce araçlık kuyruk. İnşaat sektörü kasaba taşeronluğu
seviyesinin ötesinde hayat belirtisi göstermiyor Tahran belki farklıdır,
bilmem; Tebriz’deki yeni binalara bizim Selçuk belediyesi dönüp bakmaz.
Televizyon beş yahut yedi kanal; hepsinde aynı içi geçmiş
molla propagandası, devlet bültenleri, ilkokul müsameresi tadında diziler,
çiçekli fonda Kuran ayetleri. Reklam sektörü taş devrinde çünkü reklamı
yapılacak marka yok. Doğru dürüst büyük mağaza yok. Starbucks yok. AVM yok.
Turizm yok. Her şehirde Şah zamanında yapılmış bir iki otel, Tusan otelleri
tadında, belli ki o günden beri tamirat görmemiş. Çoğunda o günden beri
çarşaflar da pek değiştirilmemiş.
Kredi kartı ile daha tanışmamışlar. Oto kiralarlar mı
diye araştırdım, henüz öyle bir şey duyulmamış.
Büyük kapitalizm olmaz olsun, peki. Fakat o olmayınca, o
kapitalizmin ve onun getirdiği gelir ayrışmasının gölgesinde büyüyen özgürlük
adacıkları da hak getire (ne sanat galerileri ne özgün butikler, kaçık kafeler,
sıra dışı lokantalar, duyulmamış müzikleri çalan radyolar, alışılmamış
fikirleri söyleyen yazarlar). Her yerde aynı sıradanlık, aynı ucuzluk, aynı
uçsuz bucaksız ve çıkışsız vasatlık. İlk bir iki gün sempatik gelebiliyor
doğrusunu istersen: Yozgat çarşısı da sevimlidir, bir yere kadar. Fakat hayat
boyu buna mahkum olduğunu düşün!
Doğubeyazıt’ta MM Migros vardı. Tavaf eder gibi dolaştım,
rafları okşadım. O bolluk, o ihtişam, o emek! Bir sürü alacalı bulacalı işe
yaramaz mal belki, evet. Fakat başka ve uzak bir dünyaya açılan bir kapı.
İnsanları o sefil kasaba yaşantısının ötesine çağıran bir siren şarkısı.
Dünya
Dünyadan çok kopuklar.
Resmi televizyon içler acısı. Sanırım başörtüsüz kadın
göstermek yasak olduğundan hayvanlar alemi belgeselleri dışında yabancı film
oynatamıyorlar. Basın beş on sayfalık propaganda bültenlerinden ibaret. Kitap
yok. Yabancı basına ulaşmak imkansız ötesi. İnternette bildiğin büyük sitelerin
hepsi (face, twitter, blogger, youtube) yasak. Türk basınının çoğu yasak. Aradıklarımdan
sadece Taraf serbestti nedense; o da paralı olduğundan, kredi kartının
duyulmadığı bir ülkede kimseye faydası yok.
Turizm yok: 15 günde, bir iki Türk kamyon şoförü ile
Suriyeli bir üniversite öğrencisi dışında tek yabancıya rastlamadım. Yabancı
dil bilen yok gibi bir şey. Pasaport almak çok zor değilmiş. Lakin herhangi bir
ülkedeki fiyat düzeyi İran’ın ortalama beş ila on katı olduğundan servet sahibi
olmadıkça yurt dışına seyahat etmek zor.
Herkeste uydu varmış gerçi. Batıdaki Türk vilayetlerinde
millet sadece Türk televizyonu izliyor. Oradan bakınca Türkiye refahın,
zenginliğin, uygarlığın, özgürlüğün adeta Kâbesi. Reklamlara bak, ağzın açık
kalır. Ne mutlu insanlar! Ne kibar bankalar! Özgürlüğün güvencesi, esnek ve
emici pedler!
Türkiye’nin bu derece ezici bir kültürel/ekonomik
üstünlük kazandığı bir dünyada, yarın öbür gün İran’ın başına bir şey gelirse
beş yüz yıldan beri Acemlerle yaşamaktan memnun görünen İran Türkleri ne tepki
verir? Türkiye’nin başına bundan dolayı hangi gaileler açılır? Doğrusu
kestirmek kolay değil.
Türkler
İran’da herkes Türkçe bilir diye anlatırlardı. Tam doğru
değil. Son derece net bir coğrafi bölünme var. Doğu ve Batı Azerbaycan, Erdebil
ve Zencan vilayetlerinde toplam sekiz milyon kadar Türk yaşıyor. Bu bölgelerde standart
konuşma dili Türkçe. Sokakta herhangi birine hiç tereddüt etmeden Türkçe hitap
edebiliyorsun. Köy isimlerinin birçoğu Türkçe. Hoy ve Maku civarındaki Kürt
azınlık da ikinci dil olarak Türkçe konuşuyor. Astara civarında Talış dili
konuşan Sünni azınlık çarşıda gündelik iletişim dili olarak Türkçe kullanıyor.
Türk bölgesinin dışına çıkınca Türkçe bilen insan binde
bir. Güneye doğru inince Mehabad’dan öteye standart dil Kürtçe. Daha güneyde,
Kermanşah’ı geçince Lurice başlıyor. Hazar Denizi kıyısındaki Reşt civarında
yerli ahali Farsçanın yanı sıra Gilaki konuşuyor; Türkçe bilen yok. Harbi
Farsileri sadece Hemedan’da gördüm galiba.
Erdebil-Tebriz-Merend-Maku üzerinden Doğubeyazıt’a gelmek
tuhaf bir duygu. Türk diyarından çıkıp Kürdistan’a geliyorsun.
İslam
On beş gün boyunca İran’da alenen namaz kılan kimseye
rastlamadım. Türkiye’ye geçince dakika bir gol bir, Gürbulak gümrüğünde amca
kamyonun yanına seccadeyi sermiş, akşam namazında. İlk Cuma Salmas’ta, ikinci
Cuma Fuman’da Cuma camiine uğrayıp kapıdan içeri baktım. Ahım şahım bir
kalabalık yok, bizim Selçuk’taki Tahsin Ağa camii daha işlektir.
Karşılaştığım herkes, istisnasız, Humeyni’nin,
Ahmedinejad’ın, mollanın, rejimin ebesini sinkaf etme kararlılığındaydı. On beş
ayrı şehirde belki yüz kişiyle sohbetin akışı: “İran’ı nasıl buldun?” “Ehm, çok
yahşı, ehali mihmanperveer, gak guk.” Muhatabın yüzünde acıma ve küçümseme
ifadesi belirir. Mollanın ve Ahmedinejad’ın ebesi anılır. Sohbet ilerlerse
Humeyni de anma faslından nasibini alır.
Hatırlar mısınız, eski Sovyet bloku ülkeleri dünyada
sosyalizme inanan kimsenin bulunmadığı yegane ülkelerdi. İran da galiba o
yolda, Müslümanlığa inanan kimsenin kalmadığı bir ülke. Ben (Hemedan’da iki
üniversiteli genç dışında) entelektüel kesimden kimseyle karşılaşmadım ama
bizim Celal Mordeniz’in anlattığına göre, dünyanın hiçbir yerinde Tahran’daki
kadar çok ve radikal ateiste rastlamamış.
Türkiye’nin de böyle bir molla tedavisine ihtiyacı var
mıdır acaba?
Bu üç ülkenin toprakları ulus-devlet çizgisine yönelinmeden önce Müslümanlarla Hristiyanların birarada yaşadığı topraklardı. Bölgeden bölgeye Müslüman/Hristiyan oranı önemli değişiklikler göstermiş olabilir, ama sonuçta Müslüman da Hristiyan da yaşıyordu bu topraklarda. Onun için ne Azerbaycan'daki medeniyet tamamen Müslümanlara maledilebilir, ne de Ermenistan ve Gürcistan'daki medeniyet tamamen Hristiyanlara maledilebilir. Ortada keskin medeniyet sınırları yok; içiçe geçmelerin ve birbirine eklemlenmelerin bol olduğu bir dünya bu.
Size ulaşamıyorum. Blog'unuzda "bana ulaşın" sekmesi" malumunuz her bilgisayarda outlook kurulu olmadığından çalışmıyor. (en azından bende)
size nasıl ulaşabilirim yorum ve sorularım için.
dönüş yaparsanız çok mutlu olurum.
teşekkurler.
Saka bir yana, ben de bu aksam bu muhterem zatı TV'de izledikten sonra, sinirli sinirli nette dolaniyordum. Sizin yaziniza düştüm de keyfim yerine geldi. Adam ciddi ciddi su son "peygambere hakaret" filminin Obama'ya yönelik bir Yahudi-Siyonist komplosu anlatmaya başladı. Delil? Yok! Güler mısın, ağlar mısın. Buna cevap verilmez ama, bir defa, Amerikalı Yahudilerin ekseriyeti demokrat hatta liberaldir. Bunu Netanyahu bile milim degistiremedi. Sonra, ulan bunlar madem bu kadar zengin - ki evet zenginler- neden böyle kitipyoz bir film cektirsinler. Uç: bunlar manyak mı, isleri mı yok.
Bu zat ve cevresi dinlerine saygı istiyorlar. Güzel, haklaridir. Peki adama sormazlar mı, senin ulkende, gazetende, televizyonunda her Allah'ın gunü Ermenilerin, Yahudilerin, o da yetmeze Alevilerin kutsal bildigi her seye ve en çok da bizzat bu topluluklara mensup kisilere kufredilmiyor mu, hakaret edilmiyor mü? Tutarlilik hani?
Neyse, İttihatcilarla kurduğunuz analoji de cuk oturmuş. Öfkemi de aldı götürdü valla.
Su yazıları da "feristahli" kitap gibi toplasaniza.
Sevgiler