Monday, October 13, 2014

Cumhuriyetin Batılı olması değil mesele, olamaması - Bölüm 1

Değer verdiğim ve yazılarını çoğu zaman beğenerek okuduğum bir yazar olan Ümit Kardaş’ın Taraf’ta çıkan “Cumhuriyetin Oryantalizmi” başlıklı yazısına ilişkin notlar.
“Osmanlı aydını, Batılılaşmayı ya da medenileşmeyi sadece aydınlanma olarak anlamıştır. [Oysa Batı sadece 18. yüzyıl düşüncesi olan aydınlanmadan ibaret değildir.]”
Demiş Ümit Kardaş. Bu doğru değil. Velev ki kısmen doğru da olsa, temelinde yatan çıkmazı gözardı edersek yanılırız.
İlk baştan beri Osmanlı eliti, Batı medeniyetinin Hıristiyanlıkla (daha doğrusu Hıristiyanlığın Batı versiyonlarıyla) ilgisini doğru olarak, hatta belki biraz abartarak teşhis etti. Evliya Çelebi’de, 18. yüzyıl sefaretnamelerinde, Namık Kemal’de, Şinasi’den Hüseyin Rahmi’ye uzanan Tanzimat romanlarında bu vurgu gayet nettir. Osmanlı kültürel yaşamının gözardı edilmemesi gereken bir unsurunu oluşturan gayrimüslim toplumlarında, batılılaşma-modernleşme tartışmasının ana ekseni daima mezhep meselesi oldu. Protestan yahut Katolik olmadan Batılı olunabilir mi? Osmanlı modernleşmesinde de Tevfik Fikret ve Dr. Abdullah Cevdet’in sekülarist çizgisi egemen değildir, ikinci kanaldır.
Sonuçta gerçi çıkış yolu ikinci kanalda bulundu. Çünkü birincisi çıkmaz yoldu. Ermenilerin ve Rumların bir kısmı için Protestanlık veya Katoliklik gerçekçi bir çözüm olabilirdi belki. Türkler için değildi. Din değiştirmeyi reddedince geriye iki seçenek kalıyordu: Bir, Batıyı tümden reddetmek, ya da iki, Batının laik-seküler-antiklerikal damarını seçmek. İkinciyi seçtiler. Başka çare olmadığından seçtiler, şuursuzluktan değil.
Kavga derin ve acıtıcı bir düzeyde verildi. Tevfik Fikret’in, Türk aydınlanmasının Prometheus’u olarak tahayyül ettiği oğlu Haluk, ABD’ye göçüp Protestan vaızı oldu. Mecelle müellifi Cevdet Paşa’nın torunu, paralarda resmi olan Fatma Aliye Hanımın kızı, evden kaçıp Katolik rahibelere sığındı. Laiklik, biraz da bunların cevabıdır.
Türk modernleşmesinin gizli ve mütevazı kahramanları olan yabancı okullar, “modern” oldukları için değil, potansiyel Hıristiyanlık yuvası olarak görüldükleri için, eski ve yeni Türk devletinin ölmez nefretine konu oldular. Oysa bu okulların Türk mezunları Hıristiyan olmadılar. Ezici çoğunlukla laik ve seküler, hatta Batıda eşine ender rastlanır ölçüde tutarlı bir şekilde laik ve seküler oldular. İyi ki oldular. Bu memleket Şarklılığın lağım çukurunda henüz boğulmadıysa, o birkaç bin değerli insanın yüzü suyu hürmetinedir.
*
Batı medeniyetinin Hıristiyanlıktan da, anti-Hıristiyan sekülarizmden de daha belirleyici olan bir başka boyutu vardı ki bu topraklarda hiç ilgi görmedi. Batı Avrupa’nın gerçekten tekil olan, başka ülkelere benzemeyen yanı toplumsal elitlerin devlet karşısındaki nispi özerkliğidir. Soyluların, din adamlarının, burjuva entelektüellerin krala “orada dur reis” deme hakkına, gücüne ve alışkanlığına sahip olmaları geleneğidir.
Osmanlı koşullarında akla bile getirilemeyecek bir öneriydi. Çünkü buraların eliti oradakine benzemez. Buraların devleti de kendisine kafa tutanları yumuşatıp ehlileştirecek güçten ve otoriteden yoksundur. “Nispi özerklik” deyince dış vilayetlerde isyan, iç vilayetlerde eşkıyalık ve zorbalık anlaşılır. O yüzden Batı’nın bu en belirgin hasleti buralarda ağza bile alınmadı, mutlak sessizlikle geçiştirildi.
Oysa daha 16. yüzyılda Floransa’dan bu tarafa bakan Machiavelli durumun farkındaydı. Prens’in Fransa ile Türkiye’yi kıyasladığı bölümünde, Osmanlı’nın bu yüzden uzun vadede yenilgiye mahkum olduğunu doğru olarak teşhis eder. Oysa Türk Batıcılarının en ciddi ve radikal olanlarında bile bu meselenin izini göremezsiniz. Mithat veya Vefik Paşa’lar, Babanzade, Ağaoğlu Ahmet, Ziya Gökalp, elitlerin devletten nasıl yakasını kurtaracağı meselesine değinmezler. Cumhuriyet devrinde de değişen bir şey yoktur. En sağdan en sola, en Müslümanından en sosyalistine kadar Cumhuriyet aydınlarının tümü için, devlete icabında kafa tutma imkan ve dayanaklarına sahip olan elitler – mesela kompradorlar, işbirlikçiler, Boğaza karşı viski içenler, Yahudiler, kozmopolitler, toprak ağaları, Kürt feodalleri, masonlar, tarikatlar, Pensilvanya – devlete ve millete yönelik vahim birer tehlike olarak görülür ve lanetlenirler.
Bu yüzden Türkiye’nin Batılılaşması hayal olmaktan ileri gidememiştir ve bundan sonra da gidemeyecekir.
*
“Batılılaşma, Cumhuriyet rejiminin birincil meşrulaştırma aracıdır,” demiş Ümit Kardaş.
Bu da doğru değil. Batılılaşma, rejimin ancak metropol seçkinlerine yönelik söyleminde bir rol oynadı. Geniş kitlelere yönelik endoktrinasyonda kullanılan ana meşruiyet teması Batı filan değildi, vatan-millet-sakarya idi, Milli Mücadele idi, denize dökülen düşmandı, yedi düvele meydan okuyan Gazi’ydi. Yanlış hatırlamıyorum herhalde, ilk ve ortaokulda boğazımıza dayadıkları millî bulamaçta “Batılılaşma” diye bir şey yoktu. Ama bol miktarda şehit ve gazi vardı, düşman vardı, al bayrak vardı, Allah Allah nidalarıyla huruc eden Mehmetçik vardı, susmayacak ezanlar, zalim Haçlılar vardı. “Düşman”, kuşkuya yer bırakmayacak bir netlikte Batı idi. Emin Oktay’ın tarih kitaplarında Avrupa ve Avrupalılar hakkında bir olumlu kelime okuduğumu hatırlamıyorum.
Cumhuriyetin kurucu ideolojisi İslami bir ideoloji ve İslami bir propagandadır. Bunu görmemek için hakikaten kör olmak lazım. Revize edilmiş bir İslamdır, evet. Araplardan ve Arapçadan arındırılmış, uhreviyatı azaltılmış, ahlaki retoriği minimize edilmiştir. Ama sonuç olarak İslamdır. “Biz” ve “düşman” olarak ikiye böldüğü dünyada, biz dediği şey “Türk” diye yeni bir ad taktıkları babadan kalma İslam milletidir. Düşman ise bin dört yüz seneden beri aşina olunan Rum ve Frenk keferesidir. Cumhuriyetin üfürükten kazanımlarını bir yana bırak, geriye kalıcı ve çağ değiştirici olan bir tek eser kalır: Yüzyıl başında %25 gayrimüslim nüfusu olan bir ülkede yüzde doksan dokuz virgül dokuz İslam çoğunluğu yaratmak!
Cumhuriyet ideolojisinin dışladığı şey İslam değildir. İslam’ın eski sürümüdür. Hedefi İslam’ı silmek değildir, devlet kontrolüne almaktır. Daha belirgin ifade edelim: Belli bir konjonktürde, devletin yüksek menfaatlerinin gerekli kıldığı birtakım reformlara “İslam” adına direnme eğiliminde olan unsurları bertaraf etmektir. Bir şekillendirme operasyonudur. Hadise bundan ibarettir.
*
Cumhuriyetin ieolojik yapızında bunun yanısıra Batıcılık da vardı elbette. Neden vardı? Üç sebep sayayım:
1. Konjonktür dayattı. Türkiye Batıya – 30’larda İngiltere’ye, hini hacette Almanya’ya, 1945’ten sonra ABD’ye – muhtaçtı. Lozan’da verilmiş sözler vardı.
2. İstanbul ve İzmir’in Avrupaî elitleri ile Ankara yönetimi arasında Milli Mücadele yıllarında kopma noktasına gelen iplerin tamiri gerekti. Ekonomik ve sosyal açıdan Ankara o zümrelere muhtaçtı. Onlara taviz vermesi gerekti.
3. Askeri erkan, Abdülhamid’in 1880’lerdeki reformlarından bu yana kendini “Avrupai” sayan bir kurumsal kültüre sahipti. Bu kültür, ikinci maddede andığımız metropol elitlerinin Avrupailiğinden farklıdır. Prusya imalatıdır. Aynı devirde Japonya’da zuhur eden modernleşmeci militarizmle akrabadır. Batı medeniyetinin gelenek ve alışkanlıklarının çoğuna yabancıdır. Papazdan ve misyonerden korkar, kapitaliste güvenmez, fikir adamlarıyla aynı dili konuşmaz. Ama nihayetinde kendini “Batılı” sayar ve içinden çıktığı Şark dünyasını küçümser.
Bakın, üç sebep saydım. İlk ikisi şartların zorladığı şeylerdir; samimi değildir, ikiyüzlüdür. Üçüncüsü samimidir, ama savunduğu kültür Batı’yı Batı yapan her şeyden soyulmuş bir tuhaf kışla kültürüdür, Batı’nın robot resmidir.
Cumhuriyet rejimini “Batıcılıkla” suçlarken bunları da göz önünde bulunduralım.
*
“Cumhuriyet yönetimi, Batı teknolojisi ile yerli kültür arasındaki sentezi veya içeriden bir reformu kabul etmeyen radikal bir tavrı sergiledi... Osmanlı döneminde geleneksel ile Batılı değerler arasında ... senteze gidilmeye çalışılmıştı. Cumhuriyet ise geleneği tamamen ret ediyordu.”
“Vah vah keşke reddetmeseydi” dediğimiz yerli kültürün iki ufak kusuru vardı, onları da anmış olalım.
Bir, batmıştı. İki yüz elli senelik feci bir can çekişme sürecinin ardından, Budin ile Basra arasındaki hemen her haneye ateş düşürerek çökmüştü. Batan geminin donanımının ne kadarı, nasıl kurtarılabilirdi, tartışırız elbette. Ama öyle bir batışın ardından “lanet olsun” deyip her şeyi çöpe atma psikolojisine giren insanları çok da suçlayamazmışız gibi geliyor bana.
Osmanlı’nın pek matah bir şey olduğu tezi son zamanlarda tekrarlana tekrarlana tekerleme oldu. Dünya tarihinin en görkemli çöküş hikayelerinden biri olduğunu hatırlayan pek yok. Hatırlatmış olduk.
İki, “yerli kültür” dedikleri şey, Batı’ya ait her şeyi gavur ve murdar sayan bir zihniyetin elinde rehindi. O zihniyetin dışında, başka herhangi bir gerçek içeriği kalmış mıydı, onu da tartışırız isterseniz.
Sen Batı’nın tekniğinden öte bir şeylerini ithal etmeye niyetlenmişsen (öyle bir niyet neden ve ne kadar vardı, az sonra), Batı’nın teknolojisini “şeytan icadı”, ahlakını “fuhuş”, yemeğini “domuz”, kıyafetini “dinden çıkma”, siyasetini “Haçlı emperyalizmi” diye gören adamlarla neyin sentezini yapacaksın?
Memleketin iliğine işlemiş gavur düşmanlığı olgusuyla yüzleşmeden ne sentezi, neyin reformu?
*
“Teknoloji almak yetmez, kültür de alalım” diyenlerin tezinde anlaşılmayacak bir şey yoktu.
Teknolojiyi almaya zaten elin mahkum: dünyanın hiçbir yerinde o teknolojiyi almayan toplum yok. Moğolistan’la Habeşistan’ın bile aldığı teknolojiyi sen almayıp da ne yapacaksın?
Peki o teknolojiyi üreten güç nedir? Beş yüz yıldan beri Batı dünyasını baş döndürücü bir yaratıcılıkla her gün yeni bir dünya keşfetmeye zorlayan itki nedir, hangi kültürel veya ekonomik veya yasal veya siyasal altyapıdır? O şey her neyse, ondan bir şeyler kapmazsan, elin mahkum teknolojinin tüketicisi olarak kalırsın. Onlar iPhone çıkarır sen kuyruğa girersin; onlar kıtalar keşfeder sen televizyona bakıp çekirdek çitlersin.
İşin teorisi buydu. Cumhuriyet’in bulduğu bir şey değildi, Tanzimat’tan beri Osmanlı-Türk elitinin gayet net olarak bildiği ve kavradığı bir şeydi. Cumhuriyet’in kurucularının, vatan-millet-sakarya ve Ziya Gökalp gölgesiyle bulanıklaşmış olan Batı sevdası, Osmanlı elitininkinden daha radikal veya daha cüretkar değildir.
*
Peki fiiliyatta ne yaptılar? Batı’nın hangi kültürünü ithal ettiler? Fonograf ve tayyare dışında memleketin nesi batılılaştı?
Aklıma üç madde geliyor: kıyafet, sanat, hukuk. Üçü de kuvvetli gerekçeleri olan reformlardır. Cumhuriyet kurucularının keyfi tercihlerine indirgenemezler.
Üçünün de Batı toplumlarına has üretkenlikle illiyet bağı yoktu, varsa da pek dolaylıydı. Asıl mevzuya bir türlü gelinmedi desek yeridir.
1. Kıyafet batılılaştı. En cüretkar, en göze batan, en geniş kesimleri etkileyen adım buydu. En çok direnişle karşılanan bu oldu. Hala da en çok direnişle karşılanan budur.
Hangi akla hizmet etti? Sanırım akıldan çok duygulara hizmet etti. Dikkat edersen, memleket tarihindeki iki büyük kıyafet reformunun ikisi de büyük bir askeri hezimeti izler. İlki 1828 felaketinin ardından gelen 2. Mahmut’un ceket-pantolon ve fes reformudur. İkincisi 1. Dünya Harbi faciasını izleyen kıyafet devrimidir. Bir nevi kabuk değiştirme ritüelidir. Yenilginin ve çöküşün müsebbibi olarak görülen yerli kültürün köhne otoritesine karşı başkaldırı hareketidir.
Her iki seferinde değişim spontane olarak başladı. Bir süre sonra devlet işe el koydu, reformu zaptu rapt altına aldı, kıyafet nizamnamesi ve şapka kanunu çıkardı.
Israrla gözden kaçırılan bir detaydır: Cumhuriyet’in kıyafet devriminin can alıcı adımı olan peçe inkılabı Cumhuriyet rejiminin eseri değildi. 1919 yazında, yabancı işgali altındaki İstanbul ve İzmir’de gerçekleşti. İstanbul’da ilk caz müziğinin ve ilk tangonun duyulduğu o yaz, Türk seçkinlerinin kadınları sessiz bir mutabakatla peçesiz sokağa çıkmaya başladılar. (Dize çıkan etekler Batı’da ilk 1917-18’de görülmüştü. 1919’da İstanbul’da gayrimüslim kızların o modaya uyduğunu biliyorum; Türklerden emin değilim.) Ankara rejimi, “gayrımilli” bulduğu bu davranışı ayıpladı. Ancak 1922’de Kemal Paşa İzmir’de peçesiz kızlarıyla meşhur Uşşakizadelerin evinde kalarak Ankara’nın politikasını İstanbul ve İzmir elitinin çizgisine taşıyacaktı.
Bir özgürlük isyanının, aradan üç yıl geçmeden, Kastamonu’da, Şark tipi bir zorbalık gösterisine dönüşmesini, bu ülkenin değişmez kaderiyle ilgili bir tecelli saymamız gerekir.
2. Sanat batılılaştı. Edebiyat ve plastik sanatlar hızla ve bütünüyle Batı formlarını benimsediler. Müzik bir süre direndi ve tamamen teslim olmadı.
Bu da Cumhuriyet’in zoruyla olmadı. Esas dönüşüm Cumhuriyet’ten bir, hatta iki kuşak önce gerçekleşti. Sanatla uğraşan zümre, Batı referansını iştiyakla ve oy birliği ile benimsedi. Çünkü Osmanlı sanatı tükenmişti. Resim zaten yoktu. Edebiyat, daha 1820’lerde, Enderunlu Vasıf ve Keçecizade İzzet devrinde, tükenmişliğinin farkındaydı. Aruz ittifakla terk edildi. İbnülemin gibi bir eksantrik dahiyi saymazsan, eski Osmanlı nesrine dönmeyi savunan tek kimse çıkmadı. Hat ve tezhip sanatını sürdürmeye çalışanlar, entelektüel itibardan yoksun esnaftı. Marjinalleştikçe ucuzlayıp tükendiler.
Müzik biraz daha uzun direndi. Ama o da yaşayamadı. 1950’lere gelindiğinde Osmanlı musıkisinden geriye salya sümük bir meyhane böğürtüsü kalmıştı. Suçlusu rejim değildir. Gazi’nin son yıllarındaki kısa bir cinnet dönemi dışında, devlet radyosunda Türk halk ve “sanat” müziğine ayrılan süre, Batı müziğinden hiçbir zaman daha az olmadı. Buna rağmen yürümedi.
3. Medeni Hukuk batılılaştı. Bizde bu olay kadın hakları açısından ele alınır. Oysa asıl dava, ticaret ve mülkiyet hukukunu sağlam temellere dayamaktı. Eski fıkhın safsatalar deryası üzerine bir şey inşa edilemeyeceğinin farkına daha yüz yıl önce varılmıştı. Yüz yılda Mecelle dahil çeşit çeşit sentez, çeşit çeşit “içeriden reform” denendi. Hiç biri tutmadı.
Lozan’da Batılılar Medeni Kanunu dayattılar. Objektif ve kolay anlaşılır bir hukukun yokluğunda, yerli ve yabancı gayrimüslimler için kapitülasyon benzeri istisnalar talep etmekte ısrarcı oldular. Türk tarafı uzun zamandan beri zaten o tartışmanın içindeydi. Fazla zorlanmadan adımı attılar.
Özetlersek, Türkiye’nin misler gibi bir yerli kültürü vardı da, ne güzel yürüyüp gidiyordu da, Cumhuriyet rejimi geldi, horlayıp zorladı ... yok öyle bir şey! 1699 Karlofça Antlaşması’ndan beri batmış bir ülke, tükenmiş bir kültür ve çıkış yolu arayan bir toplumsal elit vardı. Hoyratlıktan ileri gelen birtakım hatalar yapılsa da, sonuçta bir çözüm aradılar. Böyle buldular.
*
Peki, attıkları taş ürküttükleri kurbağaya değdi mi? Kıyafeti rötuşlayıp sanatla hukuku sil baştan edince Batılılıktan umulan faydalar hasıl oldu mu? Her mahallede bir Galileo, her sanayi sitesinde bir Edison yahut Steve Jobs türedi mi? Yozgat’ta Mars kaşifleri sıraya girdi mi?
Soruyu doğru sorarsan cevabı yarı yarıya vermiş olursun. Batı’yı ilginç kılan şey teknolojisi değildir. O teknoloji, üç beş sene sonra, bizde de var. Yeni teknolojiyi – ve yeni fikirleri ve yeni sanatı ve yeni yönetim ve örgütlenme biçimlerini ve yeni ticaret yollarını – üretme yeteneğidir. O yaratıcılık, “yerel kültüre” saygıyla olmaz. Saygısızlıkla olur. Geleneği ve otoriteyi hiçe sayan, hakikati arama aşkından başka kanun tanınmayan arıza insanlarla olur. “Bütün hoca efendiler ve halk dünyanın düz olduğunu söylüyor; ama onlar haksız ben haklıyım” diyebilenlerle olur. Bunların yüzde doksan dokuzu yanlış çıkar, ama yüzde biri gider Amerika’yı keşfeder.
Bana sorarsanız “Batılılaşma” denilen davanın püf noktası bu tip insanların özgürlüğüne saygı gösteren, onların hakikat aşkına pay bırakan, başardıklarında meydanlara heykellerini diken kurumsal kültürü kurmaktı. Kurulmadı. Kurmak akıllardan bile geçmedi. “Milli birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla muhtaç olduğumuz şu zor günlerde” öyle lükslere harcanacak zaman yoktu. “Vatan” sizden hizmet bekliyordu, ukalalık değil.
Nazım Hikmet devlet başkanının soytarısı olmayı reddettiği için 28 yıl hapse mahkum edildiği gün Cumhuriyet’in batılılaşma davası bitmişti bana sorarsanız. Ya da peki, pardon, cüretinden dolayı idam edilen adam Batı’da da çok var. Memleketin aydın sınıfının tamamı devlet başkanının yalakası, onun “Yeni Türkiye” davasının propagandacısı olmayı kabul ettiği gün bitmişti. Ondan sonrası Batı Matı değildir. Batı cilası sürülmüş Şark despotluğudur. Yeni kisve giydirilmiş Osmanlı – yahut Timur, yahut Memluk – padişahlığıdır.
Zaten resmi söylemdeki Batı referansı da o noktadan sonra kayıplara karışır. Rejimin güncel kaygılarla itiraz ettiği bazı Osmanlı temalarından ayıklanmış bir Şark alemi, Alpaslan ve Attila’sıyla, Mevlana’sıyla, Oğuz Kağan’ıyla, Tuna’dan şimşek gibi geçen akıncılarıyla, memleketin kültür ufkunu kara kargalar gibi sarar, Ziya Gökalp’in tahayyül ettiği kültür sentezini başarıyla gerçekleştirir.
*
“Halkın geri, İslam ve Arap etkisine açık kabul edilmesi, oryantalist bir bakışla ötekiyi işaret eder. (...) Modernleşmeci milliyetçilikler, Batı oryantalizminin bir sonucu olarak ortaya çıkarlar ama aynı zamanda kendi oryantalizmlerini de üretirler. Yerli seçkinler bunu kendi halklarını medenileştirmeye çalışmakla yaparlar. Türkiye buna örnektir ve halkın büyük çoğunluğu bu kolonyal- oryantalist zihniyet ve uygulamaların mağduru olmuştur.” (Ümit Kardaş)
Elitizm bu ülkeye Cumhuriyetle ya da modernleşmecilerle gelmedi. Devlet seçkinlerinin burnundan kıl aldırmaz kibri, Osmanlı kültürünün en belirgin özelliğidir. Kendi halkını reaya yani “davar” diye adlandırılan bir rejimden başka ne beklersin? Devlet dışındaki aktörlerin manevi ve siyasi özerkliği fikrine yabancı olan bir kültürden ne beklersin?
Şimdiki İslamcı popülistlerin Osmanlıcılığına kulak asma, Osmanlı’ya dair cehaletleri diğer her konudaki cehaletlerinden az değildir. Osmanlı seçkinlerinin gözünde halk – ister Müslim ister gayrimüslim olsun – nâpâktır, yani “pis”; bî-hissü idraktir, yani “duyarsız ve kavrayışsız”. Osmanlı eliti devletin elitidir; halkı en iyi ihtimalle sadık kul, en kötü ihtimalle cahil ve zararlı bir mahluk olarak görür. Ebussuud Efendi ile Hoca Sadeddin Efendi’de de böyledir, Şinasi ile Ahmet Vefik Paşa’da da böyledir. En gavurcu Tevfik Fikret’in elitizmiyle, en anti-gavurcu Namık Kemal yahut Basiretçi Ali Bey’in elitizmi arasında fark göremezsin. Osmanlı kültürünün timsali Karagöz değil Hacivat’tır. Karagöz, bu ülke halkının Osmanlı’ya karşı küskün ve sonuçsuz öfkesinin dışa vurumudur sadece.
Cumhuriyet’in ilk kuşaklarının, bugünkü bakış açımızla sakil duran elitizmi Batı’dan öğrenilmiş bir “oryantalizmin” eseri değildir. Kadim geleneğin devamıdır. Tam tersine köylünün ve kasabalının da tanımaya değer bir “kültürü” olabileceği fikri, ilk sarsak adımlarını Cumhuriyet’le beraber atar. Daha doğrusu, ondan on sene kadar önce, Jön Türk “modernleşmecileriyle” atar. Türk(çe) basın tarihinde ilk kez bir İstanbul gazetesi, Tanin, 1909’da taşraya muhabir gönderir. 1913-1914’te Refik Halit ilk Anadolu Hikayeleri’ni yazar. 1920’lerde kara Afrika’yı keşfeden Livingstone edasıyla ilk Anadolu romanları yazılır. Küçümseyicidirler, evet, önyargılarla maluldürler, evet, ama gene de bu ülke tarihinde ilktir. Seçkinci söylemin görkemli bedeninde açılmış bir gediktir. Osmanlı-Türk elit kültürünün 1950-2010 arasında çöküşüne giden yolun ilk adımlarıdır.
*
“Batı eşittir elit, İslam eşittir halk” söylemi, ucuz siyasi propagandadan öte bir değer taşımaz.
Birkaç yüzyıl boyunca İslam – İslam’ın bir türü – Osmanlı elit kültürünün kilit unsuruydu. “Cahil” halka dayatıldı. 19. yüzyılda o İslam’ın artık kıymeti harbiyesi kalmadığı, ayak bağı haline geldiği idrak edildi. Elit zümrenin ittifakıyla Batımtırak bir yeni sentez inşa edildi. “Cahil” halka dayatıldı. Eski elitin rota değişimine direnen, ya da sosyolojik nedenlerle ayak uyduramayan unsurları – bazı medrese hocaları, bazı tarikat şeyhleri, kimi Kürt ve Arnavut feodalleri – önce marjinalize, sonra tasfiye edildi. Olay bundan ibarettir.
Önceki iki yazıda vurguladığımız gibi, getirdikleri şey “Batı” değildi. Batı soslu bir sentezdi. Her şeyden önce Batı’nın bir dini vardı; o dinin alınması söz konusu olmadı. Dolayısıyla yapılan sentez ismen ve ruhen İslami bir sentez olarak kaldı. Kurulan yapı Batı’ya karşı derin bir güvensizlik ve düşmanlık altyapısı üzerine kuruldu. Elitlere “merak etmeyin yakında Batılılaşıyoruz” diye göz kırpılırken, halk kitlelerine vatan-millet-sakarya söylemiyle gavur düşmanlığı ve İslami aidiyet aşılandı. Daha önemlisi, Batı medeniyetini özgül ve ilginç kılan esas unsura – bireysel özerklik, ya da seçkinlerin özerkliği fikrine – zerrece geçit verilmedi. O yönde atılan her adımın görüldüğü yerde başı ezildi. İfade ve inanç özgürlüklerini, hak ve kazanç güvencelerini önemseyen herkese, ister filozof ve bilim adamı, ister tüccar ve maceracı, ister şair ve derviş olsun, TC sınırları dar edildi.
Bu yüzden, Batımtırak sentezin sahibi olan elit zümre 1950-2010 sürecinde çöktüğünde, o sentezden geriye kala kala Hürriyet gazetesinin magazin eki kaldı. Miadı yüzlerce yıl önce dolmuş saçma sapan bir hurafeler yığını, memleketin Cumhuriyet-öncesi kimliğinin tek ifadesi, “yerel” kültürün biricik temsilcisi olarak önümüze konabildi.
Ha, peki, bir de ODTÜ ile Boğaziçi var. Bir de Alsancak’taki kafeler. “Yerel”in bizdeki alternatifi.


3 comments:

  1. her şey tamam da bundan sonrasi icin cumhuriyet nereye evrilir? türkiyeye yeniden tanzimat dayatilir mı ?başladığımız yere geri mi döneceğiz

    ReplyDelete
  2. Cumhuriyet ideolojisinin hedefi Islam'ı silmek değil, devlet kontrolüne almaktır.

    eyvallah. peki cumhuriyet ideolojisinin hedefi islami silmek olsaydı, yapabilir miydi bunu ? Yoksa yapamaz miydi

    ReplyDelete
  3. Zeka ve düşünce ustalığına sahip olanlar, gençlerin ağzına sıçmaya devam ediyorlar… Mesela, Uğur Mumcu, gözlerimin önünde yüzlerce genci ölüme göndermişti. Siz de yüzlercesini beyin ölümüne gönderiyorsunuz.

    ReplyDelete