Değer
verdiğim ve yazılarını çoğu zaman beğenerek okuduğum bir yazar olan Ümit
Kardaş’ın Taraf’ta çıkan “Cumhuriyetin Oryantalizmi” başlıklı yazısına ilişkin
notlar.
“Osmanlı
aydını, Batılılaşmayı ya da medenileşmeyi sadece aydınlanma olarak anlamıştır.
[Oysa Batı sadece 18. yüzyıl düşüncesi olan aydınlanmadan ibaret değildir.]”
Demiş Ümit Kardaş. Bu doğru değil. Velev ki
kısmen doğru da olsa, temelinde yatan çıkmazı gözardı edersek yanılırız.
İlk baştan beri Osmanlı eliti, Batı
medeniyetinin Hıristiyanlıkla (daha doğrusu Hıristiyanlığın Batı
versiyonlarıyla) ilgisini doğru olarak, hatta belki biraz abartarak teşhis
etti. Evliya Çelebi’de, 18. yüzyıl sefaretnamelerinde, Namık Kemal’de, Şinasi’den
Hüseyin Rahmi’ye uzanan Tanzimat romanlarında bu vurgu gayet nettir. Osmanlı
kültürel yaşamının gözardı edilmemesi gereken bir unsurunu oluşturan
gayrimüslim toplumlarında, batılılaşma-modernleşme tartışmasının ana ekseni daima mezhep
meselesi oldu. Protestan yahut Katolik olmadan Batılı olunabilir mi? Osmanlı
modernleşmesinde de Tevfik Fikret ve Dr. Abdullah Cevdet’in sekülarist çizgisi egemen değildir, ikinci kanaldır.
Sonuçta gerçi çıkış yolu ikinci kanalda bulundu. Çünkü birincisi çıkmaz yoldu. Ermenilerin ve Rumların bir kısmı için Protestanlık veya Katoliklik
gerçekçi bir çözüm olabilirdi belki. Türkler için değildi. Din değiştirmeyi
reddedince geriye iki seçenek kalıyordu: Bir, Batıyı tümden reddetmek, ya da
iki, Batının laik-seküler-antiklerikal damarını seçmek. İkinciyi seçtiler. Başka
çare olmadığından seçtiler, şuursuzluktan değil.
Kavga derin ve acıtıcı bir düzeyde verildi.
Tevfik Fikret’in, Türk aydınlanmasının Prometheus’u olarak tahayyül ettiği oğlu
Haluk, ABD’ye göçüp Protestan vaızı oldu. Mecelle müellifi Cevdet Paşa’nın
torunu, paralarda resmi olan Fatma Aliye Hanımın kızı, evden kaçıp Katolik
rahibelere sığındı. Laiklik, biraz da bunların cevabıdır.
Türk modernleşmesinin gizli ve mütevazı
kahramanları olan yabancı okullar, “modern” oldukları için değil, potansiyel
Hıristiyanlık yuvası olarak görüldükleri için, eski ve yeni Türk devletinin
ölmez nefretine konu oldular. Oysa bu okulların Türk mezunları Hıristiyan
olmadılar. Ezici çoğunlukla laik ve seküler, hatta Batıda eşine ender rastlanır
ölçüde tutarlı bir şekilde laik ve seküler oldular. İyi ki oldular. Bu memleket
Şarklılığın lağım çukurunda henüz boğulmadıysa, o birkaç bin değerli insanın
yüzü suyu hürmetinedir.
*
Batı medeniyetinin Hıristiyanlıktan da,
anti-Hıristiyan sekülarizmden de daha belirleyici olan bir başka boyutu vardı ki bu topraklarda hiç ilgi görmedi. Batı
Avrupa’nın gerçekten tekil olan, başka ülkelere benzemeyen yanı toplumsal
elitlerin devlet karşısındaki nispi özerkliğidir. Soyluların,
din adamlarının, burjuva entelektüellerin krala “orada dur reis” deme hakkına,
gücüne ve alışkanlığına sahip olmaları geleneğidir.
Osmanlı koşullarında akla bile getirilemeyecek
bir öneriydi. Çünkü buraların eliti oradakine benzemez. Buraların devleti de kendisine kafa tutanları yumuşatıp ehlileştirecek
güçten ve otoriteden yoksundur. “Nispi özerklik” deyince dış vilayetlerde
isyan, iç vilayetlerde eşkıyalık ve zorbalık anlaşılır. O yüzden Batı’nın bu en
belirgin hasleti buralarda ağza bile alınmadı, mutlak sessizlikle geçiştirildi.
Oysa daha
16. yüzyılda Floransa’dan bu tarafa bakan Machiavelli durumun farkındaydı.
Prens’in Fransa ile Türkiye’yi kıyasladığı bölümünde, Osmanlı’nın bu yüzden
uzun vadede yenilgiye mahkum olduğunu doğru olarak teşhis eder. Oysa Türk
Batıcılarının en ciddi ve radikal olanlarında bile bu meselenin izini
göremezsiniz. Mithat veya Vefik Paşa’lar, Babanzade, Ağaoğlu Ahmet, Ziya Gökalp,
elitlerin devletten nasıl yakasını kurtaracağı meselesine değinmezler.
Cumhuriyet devrinde de değişen bir şey yoktur. En sağdan en sola, en
Müslümanından en sosyalistine kadar Cumhuriyet aydınlarının tümü için, devlete
icabında kafa tutma imkan ve dayanaklarına sahip olan elitler – mesela
kompradorlar, işbirlikçiler, Boğaza karşı viski içenler, Yahudiler,
kozmopolitler, toprak ağaları, Kürt feodalleri, masonlar, tarikatlar,
Pensilvanya – devlete ve millete yönelik vahim birer tehlike olarak görülür ve
lanetlenirler.
Bu yüzden
Türkiye’nin Batılılaşması hayal olmaktan ileri gidememiştir ve bundan sonra da
gidemeyecekir.
*
“Batılılaşma, Cumhuriyet rejiminin birincil
meşrulaştırma aracıdır,” demiş Ümit Kardaş.
Bu da doğru
değil. Batılılaşma, rejimin ancak metropol seçkinlerine yönelik söyleminde bir
rol oynadı. Geniş kitlelere yönelik endoktrinasyonda kullanılan ana meşruiyet
teması Batı filan değildi, vatan-millet-sakarya idi, Milli Mücadele idi, denize
dökülen düşmandı, yedi düvele meydan okuyan Gazi’ydi. Yanlış hatırlamıyorum
herhalde, ilk ve ortaokulda boğazımıza dayadıkları millî bulamaçta
“Batılılaşma” diye bir şey yoktu. Ama bol miktarda şehit ve gazi vardı, düşman
vardı, al bayrak vardı, Allah Allah nidalarıyla huruc eden Mehmetçik vardı,
susmayacak ezanlar, zalim Haçlılar vardı. “Düşman”, kuşkuya yer bırakmayacak
bir netlikte Batı idi. Emin Oktay’ın tarih kitaplarında Avrupa ve Avrupalılar
hakkında bir olumlu kelime okuduğumu hatırlamıyorum.
Cumhuriyetin
kurucu ideolojisi İslami bir ideoloji ve İslami bir propagandadır. Bunu
görmemek için hakikaten kör olmak lazım. Revize edilmiş bir İslamdır, evet.
Araplardan ve Arapçadan arındırılmış, uhreviyatı azaltılmış, ahlaki retoriği
minimize edilmiştir. Ama sonuç olarak İslamdır. “Biz” ve “düşman” olarak ikiye
böldüğü dünyada, biz dediği şey “Türk” diye yeni bir ad taktıkları babadan
kalma İslam milletidir. Düşman ise bin dört yüz seneden beri aşina olunan Rum
ve Frenk keferesidir. Cumhuriyetin üfürükten kazanımlarını bir yana bırak,
geriye kalıcı ve çağ değiştirici olan bir tek eser kalır: Yüzyıl başında %25
gayrimüslim nüfusu olan bir ülkede yüzde doksan dokuz virgül dokuz İslam
çoğunluğu yaratmak!
Cumhuriyet
ideolojisinin dışladığı şey İslam değildir. İslam’ın eski sürümüdür. Hedefi
İslam’ı silmek değildir, devlet kontrolüne almaktır. Daha belirgin ifade
edelim: Belli bir konjonktürde, devletin yüksek menfaatlerinin gerekli kıldığı
birtakım reformlara “İslam” adına direnme eğiliminde olan unsurları bertaraf
etmektir. Bir şekillendirme operasyonudur. Hadise bundan ibarettir.
*
Cumhuriyetin
ieolojik yapızında bunun yanısıra Batıcılık da vardı elbette. Neden vardı? Üç
sebep sayayım:
1.
Konjonktür dayattı. Türkiye Batıya – 30’larda İngiltere’ye, hini hacette
Almanya’ya, 1945’ten sonra ABD’ye – muhtaçtı. Lozan’da verilmiş sözler vardı.
2. İstanbul
ve İzmir’in Avrupaî elitleri ile Ankara yönetimi arasında Milli Mücadele
yıllarında kopma noktasına gelen iplerin tamiri gerekti. Ekonomik ve sosyal
açıdan Ankara o zümrelere muhtaçtı. Onlara taviz vermesi gerekti.
3. Askeri
erkan, Abdülhamid’in 1880’lerdeki reformlarından bu yana kendini “Avrupai”
sayan bir kurumsal kültüre sahipti. Bu kültür, ikinci maddede andığımız
metropol elitlerinin Avrupailiğinden farklıdır. Prusya imalatıdır. Aynı devirde
Japonya’da zuhur eden modernleşmeci militarizmle akrabadır. Batı medeniyetinin
gelenek ve alışkanlıklarının çoğuna yabancıdır. Papazdan ve misyonerden korkar,
kapitaliste güvenmez, fikir adamlarıyla aynı dili konuşmaz. Ama nihayetinde
kendini “Batılı” sayar ve içinden çıktığı Şark dünyasını küçümser.
Bakın, üç
sebep saydım. İlk ikisi şartların zorladığı şeylerdir; samimi değildir, ikiyüzlüdür.
Üçüncüsü samimidir, ama savunduğu kültür Batı’yı Batı yapan her şeyden soyulmuş
bir tuhaf kışla kültürüdür, Batı’nın robot resmidir.
Cumhuriyet
rejimini “Batıcılıkla” suçlarken bunları da göz önünde bulunduralım.
*
“Cumhuriyet yönetimi, Batı teknolojisi ile
yerli kültür arasındaki sentezi veya içeriden bir reformu kabul etmeyen radikal
bir tavrı sergiledi... Osmanlı döneminde geleneksel ile Batılı değerler
arasında ... senteze gidilmeye çalışılmıştı. Cumhuriyet ise geleneği tamamen
ret ediyordu.”
“Vah vah
keşke reddetmeseydi” dediğimiz yerli kültürün iki ufak kusuru vardı, onları da
anmış olalım.
Bir,
batmıştı. İki yüz elli senelik feci bir can çekişme sürecinin ardından, Budin
ile Basra arasındaki hemen her haneye ateş düşürerek çökmüştü. Batan geminin
donanımının ne kadarı, nasıl kurtarılabilirdi, tartışırız elbette. Ama öyle bir
batışın ardından “lanet olsun” deyip her şeyi çöpe atma psikolojisine giren
insanları çok da suçlayamazmışız gibi geliyor bana.
Osmanlı’nın
pek matah bir şey olduğu tezi son zamanlarda tekrarlana tekrarlana tekerleme
oldu. Dünya tarihinin en görkemli çöküş hikayelerinden biri olduğunu hatırlayan
pek yok. Hatırlatmış olduk.
İki, “yerli
kültür” dedikleri şey, Batı’ya ait her şeyi gavur ve murdar sayan bir
zihniyetin elinde rehindi. O zihniyetin dışında, başka herhangi bir gerçek
içeriği kalmış mıydı, onu da tartışırız isterseniz.
Sen
Batı’nın tekniğinden öte bir şeylerini ithal etmeye niyetlenmişsen (öyle bir
niyet neden ve ne kadar vardı, az sonra), Batı’nın teknolojisini “şeytan
icadı”, ahlakını “fuhuş”, yemeğini “domuz”, kıyafetini “dinden çıkma”,
siyasetini “Haçlı emperyalizmi” diye gören adamlarla neyin sentezini
yapacaksın?
Memleketin
iliğine işlemiş gavur düşmanlığı olgusuyla yüzleşmeden ne sentezi, neyin
reformu?
*
“Teknoloji
almak yetmez, kültür de alalım” diyenlerin tezinde anlaşılmayacak bir şey
yoktu.
Teknolojiyi
almaya zaten elin mahkum: dünyanın hiçbir yerinde o teknolojiyi almayan toplum
yok. Moğolistan’la Habeşistan’ın bile aldığı teknolojiyi sen almayıp da ne
yapacaksın?
Peki o
teknolojiyi üreten güç nedir? Beş yüz yıldan beri Batı dünyasını baş döndürücü
bir yaratıcılıkla her gün yeni bir dünya keşfetmeye zorlayan itki nedir, hangi
kültürel veya ekonomik veya yasal veya siyasal altyapıdır? O şey her neyse,
ondan bir şeyler kapmazsan, elin mahkum teknolojinin tüketicisi olarak
kalırsın. Onlar iPhone çıkarır sen kuyruğa girersin; onlar kıtalar keşfeder sen
televizyona bakıp çekirdek çitlersin.
İşin
teorisi buydu. Cumhuriyet’in bulduğu bir şey değildi, Tanzimat’tan beri
Osmanlı-Türk elitinin gayet net olarak bildiği ve kavradığı bir şeydi.
Cumhuriyet’in kurucularının, vatan-millet-sakarya ve Ziya Gökalp gölgesiyle
bulanıklaşmış olan Batı sevdası, Osmanlı elitininkinden daha radikal veya daha
cüretkar değildir.
*
Peki
fiiliyatta ne yaptılar? Batı’nın hangi kültürünü ithal ettiler? Fonograf ve
tayyare dışında memleketin nesi batılılaştı?
Aklıma üç
madde geliyor: kıyafet, sanat, hukuk. Üçü de kuvvetli gerekçeleri olan
reformlardır. Cumhuriyet kurucularının keyfi tercihlerine indirgenemezler.
Üçünün de
Batı toplumlarına has üretkenlikle illiyet bağı yoktu, varsa da pek dolaylıydı.
Asıl mevzuya bir türlü gelinmedi desek yeridir.
1. Kıyafet
batılılaştı. En cüretkar, en göze batan, en geniş kesimleri etkileyen adım
buydu. En çok direnişle karşılanan bu oldu. Hala da en çok direnişle karşılanan
budur.
Hangi akla
hizmet etti? Sanırım akıldan çok duygulara hizmet etti. Dikkat edersen,
memleket tarihindeki iki büyük kıyafet reformunun ikisi de büyük bir askeri
hezimeti izler. İlki 1828 felaketinin ardından gelen 2. Mahmut’un
ceket-pantolon ve fes reformudur. İkincisi 1. Dünya Harbi faciasını izleyen
kıyafet devrimidir. Bir nevi kabuk değiştirme ritüelidir. Yenilginin ve çöküşün
müsebbibi olarak görülen yerli kültürün köhne otoritesine karşı başkaldırı
hareketidir.
Her iki
seferinde değişim spontane olarak başladı. Bir süre sonra devlet işe el koydu,
reformu zaptu rapt altına aldı, kıyafet nizamnamesi ve şapka kanunu çıkardı.
Israrla
gözden kaçırılan bir detaydır: Cumhuriyet’in kıyafet devriminin can alıcı adımı
olan peçe inkılabı Cumhuriyet rejiminin eseri değildi. 1919 yazında, yabancı
işgali altındaki İstanbul ve İzmir’de gerçekleşti. İstanbul’da ilk caz
müziğinin ve ilk tangonun duyulduğu o yaz, Türk seçkinlerinin kadınları sessiz
bir mutabakatla peçesiz sokağa çıkmaya başladılar. (Dize çıkan etekler Batı’da ilk
1917-18’de görülmüştü. 1919’da İstanbul’da gayrimüslim kızların o modaya
uyduğunu biliyorum; Türklerden emin değilim.) Ankara rejimi, “gayrımilli”
bulduğu bu davranışı ayıpladı. Ancak 1922’de Kemal Paşa İzmir’de peçesiz
kızlarıyla meşhur Uşşakizadelerin evinde kalarak Ankara’nın politikasını
İstanbul ve İzmir elitinin çizgisine taşıyacaktı.
Bir
özgürlük isyanının, aradan üç yıl geçmeden, Kastamonu’da, Şark tipi bir
zorbalık gösterisine dönüşmesini, bu ülkenin değişmez kaderiyle ilgili bir
tecelli saymamız gerekir.
2. Sanat
batılılaştı. Edebiyat ve plastik sanatlar hızla ve bütünüyle Batı formlarını
benimsediler. Müzik bir süre direndi ve tamamen teslim olmadı.
Bu da
Cumhuriyet’in zoruyla olmadı. Esas dönüşüm Cumhuriyet’ten bir, hatta iki kuşak
önce gerçekleşti. Sanatla uğraşan zümre, Batı referansını iştiyakla ve oy
birliği ile benimsedi. Çünkü Osmanlı sanatı tükenmişti. Resim zaten yoktu.
Edebiyat, daha 1820’lerde, Enderunlu Vasıf ve Keçecizade İzzet devrinde,
tükenmişliğinin farkındaydı. Aruz ittifakla terk edildi. İbnülemin gibi bir
eksantrik dahiyi saymazsan, eski Osmanlı nesrine dönmeyi savunan tek kimse çıkmadı.
Hat ve tezhip sanatını sürdürmeye çalışanlar, entelektüel itibardan yoksun
esnaftı. Marjinalleştikçe ucuzlayıp tükendiler.
Müzik biraz
daha uzun direndi. Ama o da yaşayamadı. 1950’lere gelindiğinde Osmanlı
musıkisinden geriye salya sümük bir meyhane böğürtüsü kalmıştı. Suçlusu rejim
değildir. Gazi’nin son yıllarındaki kısa bir cinnet dönemi dışında, devlet
radyosunda Türk halk ve “sanat” müziğine ayrılan süre, Batı müziğinden hiçbir
zaman daha az olmadı. Buna rağmen yürümedi.
3. Medeni
Hukuk batılılaştı. Bizde bu olay kadın hakları açısından ele alınır. Oysa asıl
dava, ticaret ve mülkiyet hukukunu sağlam temellere dayamaktı. Eski fıkhın
safsatalar deryası üzerine bir şey inşa edilemeyeceğinin farkına daha yüz yıl
önce varılmıştı. Yüz yılda Mecelle dahil çeşit çeşit sentez, çeşit çeşit
“içeriden reform” denendi. Hiç biri tutmadı.
Lozan’da
Batılılar Medeni Kanunu dayattılar. Objektif ve kolay anlaşılır bir hukukun
yokluğunda, yerli ve yabancı gayrimüslimler için kapitülasyon benzeri
istisnalar talep etmekte ısrarcı oldular. Türk tarafı uzun zamandan beri zaten
o tartışmanın içindeydi. Fazla zorlanmadan adımı attılar.
Özetlersek,
Türkiye’nin misler gibi bir yerli kültürü vardı da, ne güzel yürüyüp gidiyordu
da, Cumhuriyet rejimi geldi, horlayıp zorladı ... yok öyle bir şey! 1699
Karlofça Antlaşması’ndan beri batmış bir ülke, tükenmiş bir kültür ve çıkış
yolu arayan bir toplumsal elit vardı. Hoyratlıktan ileri gelen birtakım hatalar
yapılsa da, sonuçta bir çözüm aradılar. Böyle buldular.
*
Peki,
attıkları taş ürküttükleri kurbağaya değdi mi? Kıyafeti rötuşlayıp sanatla
hukuku sil baştan edince Batılılıktan umulan faydalar hasıl oldu mu? Her
mahallede bir Galileo, her sanayi sitesinde bir Edison yahut Steve Jobs türedi
mi? Yozgat’ta Mars kaşifleri sıraya girdi mi?
Soruyu
doğru sorarsan cevabı yarı yarıya vermiş olursun. Batı’yı ilginç kılan şey
teknolojisi değildir. O teknoloji, üç beş sene sonra, bizde de var. Yeni
teknolojiyi – ve yeni fikirleri ve yeni sanatı ve yeni yönetim ve örgütlenme
biçimlerini ve yeni ticaret yollarını – üretme yeteneğidir. O yaratıcılık,
“yerel kültüre” saygıyla olmaz. Saygısızlıkla olur. Geleneği ve otoriteyi hiçe
sayan, hakikati arama aşkından başka kanun tanınmayan arıza insanlarla olur.
“Bütün hoca efendiler ve halk dünyanın düz olduğunu söylüyor; ama onlar haksız
ben haklıyım” diyebilenlerle olur. Bunların yüzde doksan dokuzu yanlış çıkar,
ama yüzde biri gider Amerika’yı keşfeder.
Bana
sorarsanız “Batılılaşma” denilen davanın püf noktası bu tip insanların
özgürlüğüne saygı gösteren, onların hakikat aşkına pay bırakan, başardıklarında
meydanlara heykellerini diken kurumsal kültürü kurmaktı. Kurulmadı. Kurmak
akıllardan bile geçmedi. “Milli birlik ve beraberliğe her zamankinden fazla
muhtaç olduğumuz şu zor günlerde” öyle lükslere harcanacak zaman yoktu. “Vatan”
sizden hizmet bekliyordu, ukalalık değil.
Nazım
Hikmet devlet başkanının soytarısı olmayı reddettiği için 28 yıl hapse mahkum
edildiği gün Cumhuriyet’in batılılaşma davası bitmişti bana sorarsanız. Ya da
peki, pardon, cüretinden dolayı idam edilen adam Batı’da da çok var. Memleketin
aydın sınıfının tamamı devlet başkanının yalakası, onun “Yeni Türkiye”
davasının propagandacısı olmayı kabul ettiği gün bitmişti. Ondan sonrası Batı Matı
değildir. Batı cilası sürülmüş Şark despotluğudur. Yeni kisve giydirilmiş
Osmanlı – yahut Timur, yahut Memluk – padişahlığıdır.
Zaten resmi
söylemdeki Batı referansı da o noktadan sonra kayıplara karışır. Rejimin güncel
kaygılarla itiraz ettiği bazı Osmanlı temalarından ayıklanmış bir Şark alemi,
Alpaslan ve Attila’sıyla, Mevlana’sıyla, Oğuz Kağan’ıyla, Tuna’dan şimşek gibi
geçen akıncılarıyla, memleketin kültür ufkunu kara kargalar gibi sarar, Ziya
Gökalp’in tahayyül ettiği kültür sentezini başarıyla gerçekleştirir.
*
“Halkın geri, İslam ve Arap etkisine açık kabul
edilmesi, oryantalist bir bakışla ötekiyi işaret eder. (...) Modernleşmeci
milliyetçilikler, Batı oryantalizminin bir sonucu olarak ortaya çıkarlar ama
aynı zamanda kendi oryantalizmlerini de üretirler. Yerli seçkinler bunu kendi
halklarını medenileştirmeye çalışmakla yaparlar. Türkiye buna örnektir ve
halkın büyük çoğunluğu bu kolonyal- oryantalist zihniyet ve uygulamaların
mağduru olmuştur.”
(Ümit Kardaş)
Elitizm bu
ülkeye Cumhuriyetle ya da modernleşmecilerle gelmedi. Devlet seçkinlerinin
burnundan kıl aldırmaz kibri, Osmanlı kültürünün en belirgin özelliğidir. Kendi
halkını reaya yani “davar” diye adlandırılan bir rejimden başka ne beklersin?
Devlet dışındaki aktörlerin manevi ve siyasi özerkliği fikrine yabancı olan bir
kültürden ne beklersin?
Şimdiki
İslamcı popülistlerin Osmanlıcılığına kulak asma, Osmanlı’ya dair cehaletleri
diğer her konudaki cehaletlerinden az değildir. Osmanlı seçkinlerinin gözünde
halk – ister Müslim ister gayrimüslim olsun – nâpâktır, yani “pis”; bî-hissü
idraktir, yani “duyarsız ve kavrayışsız”. Osmanlı eliti devletin elitidir;
halkı en iyi ihtimalle sadık kul, en kötü ihtimalle cahil ve zararlı bir mahluk
olarak görür. Ebussuud Efendi ile Hoca Sadeddin Efendi’de de böyledir, Şinasi
ile Ahmet Vefik Paşa’da da böyledir. En gavurcu Tevfik Fikret’in elitizmiyle,
en anti-gavurcu Namık Kemal yahut Basiretçi Ali Bey’in elitizmi arasında fark
göremezsin. Osmanlı kültürünün timsali Karagöz değil Hacivat’tır. Karagöz, bu
ülke halkının Osmanlı’ya karşı küskün ve sonuçsuz öfkesinin dışa vurumudur
sadece.
Cumhuriyet’in
ilk kuşaklarının, bugünkü bakış açımızla sakil duran elitizmi Batı’dan
öğrenilmiş bir “oryantalizmin” eseri değildir. Kadim geleneğin devamıdır. Tam
tersine köylünün ve kasabalının da tanımaya değer bir “kültürü” olabileceği
fikri, ilk sarsak adımlarını Cumhuriyet’le beraber atar. Daha doğrusu, ondan on
sene kadar önce, Jön Türk “modernleşmecileriyle” atar. Türk(çe) basın tarihinde
ilk kez bir İstanbul gazetesi, Tanin, 1909’da taşraya muhabir gönderir.
1913-1914’te Refik Halit ilk Anadolu Hikayeleri’ni yazar. 1920’lerde kara
Afrika’yı keşfeden Livingstone edasıyla ilk Anadolu romanları yazılır.
Küçümseyicidirler, evet, önyargılarla maluldürler, evet, ama gene de bu ülke
tarihinde ilktir. Seçkinci söylemin görkemli bedeninde açılmış bir gediktir.
Osmanlı-Türk elit kültürünün 1950-2010 arasında çöküşüne giden yolun ilk
adımlarıdır.
*
“Batı
eşittir elit, İslam eşittir halk” söylemi, ucuz siyasi propagandadan öte bir
değer taşımaz.
Birkaç
yüzyıl boyunca İslam – İslam’ın bir türü – Osmanlı elit kültürünün kilit
unsuruydu. “Cahil” halka dayatıldı. 19. yüzyılda o İslam’ın artık kıymeti
harbiyesi kalmadığı, ayak bağı haline geldiği idrak edildi. Elit zümrenin
ittifakıyla Batımtırak bir yeni sentez inşa edildi. “Cahil” halka dayatıldı.
Eski elitin rota değişimine direnen, ya da sosyolojik nedenlerle ayak
uyduramayan unsurları – bazı medrese hocaları, bazı tarikat şeyhleri, kimi Kürt
ve Arnavut feodalleri – önce marjinalize, sonra tasfiye edildi. Olay bundan
ibarettir.
Önceki iki
yazıda vurguladığımız gibi, getirdikleri şey “Batı” değildi. Batı soslu bir
sentezdi. Her şeyden önce Batı’nın bir dini vardı; o dinin alınması söz konusu
olmadı. Dolayısıyla yapılan sentez ismen ve ruhen İslami bir sentez olarak
kaldı. Kurulan yapı Batı’ya karşı derin bir güvensizlik ve düşmanlık altyapısı
üzerine kuruldu. Elitlere “merak etmeyin yakında Batılılaşıyoruz” diye göz
kırpılırken, halk kitlelerine vatan-millet-sakarya söylemiyle gavur düşmanlığı
ve İslami aidiyet aşılandı. Daha önemlisi, Batı medeniyetini özgül ve ilginç
kılan esas unsura – bireysel özerklik, ya da seçkinlerin özerkliği fikrine –
zerrece geçit verilmedi. O yönde atılan her adımın görüldüğü yerde başı ezildi.
İfade ve inanç özgürlüklerini, hak ve kazanç güvencelerini önemseyen herkese,
ister filozof ve bilim adamı, ister tüccar ve maceracı, ister şair ve derviş
olsun, TC sınırları dar edildi.
Bu yüzden,
Batımtırak sentezin sahibi olan elit zümre 1950-2010 sürecinde çöktüğünde, o
sentezden geriye kala kala Hürriyet gazetesinin magazin eki kaldı. Miadı
yüzlerce yıl önce dolmuş saçma sapan bir hurafeler yığını, memleketin
Cumhuriyet-öncesi kimliğinin tek ifadesi, “yerel” kültürün biricik temsilcisi
olarak önümüze konabildi.
Ha, peki,
bir de ODTÜ ile Boğaziçi var. Bir de Alsancak’taki kafeler. “Yerel”in bizdeki alternatifi.
her şey tamam da bundan sonrasi icin cumhuriyet nereye evrilir? türkiyeye yeniden tanzimat dayatilir mı ?başladığımız yere geri mi döneceğiz
ReplyDeleteCumhuriyet ideolojisinin hedefi Islam'ı silmek değil, devlet kontrolüne almaktır.
ReplyDeleteeyvallah. peki cumhuriyet ideolojisinin hedefi islami silmek olsaydı, yapabilir miydi bunu ? Yoksa yapamaz miydi
Zeka ve düşünce ustalığına sahip olanlar, gençlerin ağzına sıçmaya devam ediyorlar… Mesela, Uğur Mumcu, gözlerimin önünde yüzlerce genci ölüme göndermişti. Siz de yüzlercesini beyin ölümüne gönderiyorsunuz.
ReplyDelete