Monday, June 1, 2015

"İslamın Faydaları" yazısına gelen yorumlardan bir potpuri

Patlıcan Amerikan icadı değil, Hint asıllı bir bitki. 14. yy’a ait Farsça ve Türkçe kelime listelerinde bādincan ve bādilcan olarak adı geçiyor. Klasik Arap lugatlerinde karşılığı yok; Orta Farsça’da ve Kaşgarî’nin Divan’ında da yok. Demek ki 10-11. yy’dan sonra çıkmış olmalı. Tahminimce Gazneli Mahmud’un 11. yy’da Hindistan’ı istila edip yağmalaması ardından Yakındoğu’ya akan Hint ürünlerinden biridir.
İslam mimarisi
Endülüs’e gitmedim maalesef, gitmek isterdim. Epeyce okudum ama. Daha geçen ay Washington Irving’in Stories of the Alhambra’sını bitirdim. 19. yy başının henüz kaşarlaşmamış Şark romantizmi; etkilenmemek imkânsız.
Mısır’ı bilmiyorum; ama Suriye’yi, Kudüs’ü, İran’ı, Hindistan’ı gezdim. Şam’daki Emevi Camiinde, Mescid-i Aksa’da, Delhi’nin Kızıl Mescid’inde, Tac Mahal’de, Ekber’in Fetehpur Sikri’deki harap sarayında vakit geçirdim. Gözlerim açıktı sanıyorum.
Türkiye’de Sinan’ın irili ufaklı otuz-kırk eserini alıcı gözle görmüşlüğüm vardır. Rehberlik yaptığım yıllarda bir ara adı “Klasik Osmanlı Mimarisi ve Mimar Sinan” olan bir tur yapıyordum, İstanbul-Bursa-Edirne, on gün, muhatabım bir sürü ukala İngiliz sanat tarihi meraklısı. Mecburen ne bulduysam okudum, Ömer Lütfü Barkan’ın yayınladığı Süleymaniye Camii inşaat defterleri dahil. İşçilere kaç para yevmiye verilmiş filan, az çok aklımda kalmış.
İçime işleyen yer, meşhur camilerden çok, Edirne’deki Bayezidiye külliyesidir. Alabildiğine soyut ve formel bir labirent: Osmanlı’nın ruhunu, ayak kokusu ve ucuz lamba ve agresif avamlık tasallutundan uzak, sükûnetle okuyabileceğin bir yer. (O yıllarda metruktu. Şimdi fakülte mi ne olmuş, kim bilir ne haldedir.) Sinan’ın aklımda yer eden başyapıtı ise Payas’taki Sokollu külliyesidir. Tüyler ürperten bir yerdir. Ezici boyutları ve acımasız bir geometrisi vardır. Nedense insana Hitler’in Nürnberg’deki parti kurultayını hatırlatır.
İbni Haldun
Üniversitede Arapça ikinci sene hocam Prof. Franz Rosenthal idi, tanınmış bir Şarkiyatçı, İbn Haldun’un eleştirel edisyonunu yapmış, İngilizceye çevirmiş. Bir sömestr boyunca İbn Haldun’u Arapça orijinalinden okutmaya çalıştı, canımızı çıkardı. O vesileyle İngilizcesini de (tek ciltlik kısa versiyonunu) okudum.
Orijinal bir düşünürdür. Şaşılacak kadar “laik” bir dünya görüşü vardır. Anlattığı öyküde tanrılar rol oynamaz, vahiy ve kıyamet perspektifine değinilmez, tarihin itici gücü olarak onların yerini sosyal evrimin yasaları alır. Bir bakıma Batı Rönesansının seküler bir tarih teorisi oluşturma çabasını 100-150 yıl öncesinden haber vermiştir. Yanılmıyorsam 16. yy’da Latinceye çevrilmiş; Rönesans-sonrasının önemli ismi Giambattista Vico ondan esinlenmiş. Oradan da dilerseniz Hegel’e, Marx’a uzanan bir etki zinciri kurabiliriz.
Seküler tarih yazımı elbette ondan önce de vardı. Antik çağ tarihçileri sağlamdır; Polybius’un, Titus-Livius’un, Tacitus’un tarihleri alabildiğine dünyevi ve gerçek bir beşer dünyasında cereyan eder. İslam tarihçilerinin iyileri de, vahiy faslını bir kez atlattıktan sonra, insanlar alemine sadıktırlar. Mesela Taberi’nin 42 ciltlik tarihinin, peygamberden sonraki 35 cildi boyunca Allah yeryüzü işlerinden elini eteğini çekmiş görünür. İbn Haldun’da orijinal olan şey sanırım sekülerliği değil, tarihte (tanrıdan başka) bir soyut yönetici güç araması. Bir tarih teorisi önermesi. İyi bir şey midir? Emin değilim. Belki de Allah’tan boşalan yere onun kadar hayali bir başka soyut aktör koymaya teşebbüs etmiş. Ha Uhud savaşına katılan melekler, ha “üretici güçler” yahut “devlet ruhu” veya “sınıflar” – aynı derecede mitolojik birer soyutlama değil mi?
Batıda tanınmasa bugün İslam dünyasında İbn Haldun’u hatırlayan olur muydu? Sanmam. Fazla seküler.
Ömer Hayyam
Babamın kütüphanesinde nefis gravürleri olan bir Ömer Hayyam kitabı vardı, İngilizce, 1890’lar baskısı. Çocukken resimlerine bakardım. Lisede İngilizce okumaya cesaret ettiğimde ele aldığım ilk şiir kitabı odur. [Lise 1’deyken kendi başıma okumayı başardığım ilk İngilizce kitap Maurice Ravel’in biyografisiydi. Bu da aynı günler ya da ertesi yaz olmalı.]
Yıllar sonra Farsça öğrenmeye teşebbüs ettiğimde Ömer Hayyam ile Hafız’ın birkaç şiirini önüme koyup, Ferheng-i Ziya’nın yardımıyla okumaya çalıştım. Şimdi Farsça bildiğimi söyleyemem, ama on tane beyit verseniz beşini sözlüksüz çat pat çözebilirim.
Sözlük
Sözlüğü Araplar icat etti dedik. Kelime listeleri eskiden beri vardı elbette, neredeyse yazının icadıyla başlamış. Akatça-Sumerce vokabüler listelerinden Kelimebaz’da söz etmiştim. Gerçek anlamda bir sözlüğe Antik çağın en sonunda yaklaşmışlar. Yunancada Hesykhios’un Leksikon’u 5. yy; Latincede Sevilla’lı Isidore’nin Etymologia’sı 6. yy olmalı. Ama ikisi de tematik sözlüktür, yani sözlükten çok ansiklopedidir. Belli bilgi alanlarının terminolojisini özetlerler.
Tamamen soyut bir listeye ilk kalkışanlar Araplardır. Klasik Arapça sözlüklerden Muhit ve Sıhah (11. yy başı) yanlış hatırlamıyorsam ilk alfabetik sözlükler olacak. Firuzabadi’nin Kamus’u (15. yy) çağının başyapıtıdır; devasa bir literatürü tarar ve her kelimenin farklı ve marjinal kullanımlarını tartışır. Avrupalılar o seviyeyi ancak 16. yy’da yakaladılar, 17. yy’da aştılar.
İslam Medeniyeti
Klasik devir İslam medeniyeti, bugün “İslam” diye bilinen şeyden de, Kuran’ın temsil ettiği ilkel gaza kültüründen de çok farklı bir şey. Son derece formel, soyut, rasyonel bir eğilimi var. Düzene ve simetriye tutkun; kuralcı ve sadeleştirici. Bu anlamda sözlüğü (bir dilin kelime hazinesinin tamamını listelemek gibi çılgın bir fikri) keşfetmeleri tesadüf değil. Yetmiş bin hadisi isnat zincirleriyle tasnif etmek, binlerce sahabenin ayrıntılı biyografilerini çıkarmak; 42 ciltlik dünya tarihi yazmak, aynı sistematik zihniyetin bir yansıması. Tabii bunun zirvesi fıkıh: yaşamın her detayını (dişini nasıl fırçalayacağından yengesinin üçüncü kuzenine kaç para kalacağına kadar) mutlak ve rasyonel bir kurallar manzumesine bağlama hırsı – bir bakıma totaliterliğin varabileceği son nokta.
İslam görsel sanatı non-figüratif ve geometriktir, belli motiflerin sonsuza kadar tekrarlanmasına dayanır. İçinde insan yoktur, soyut ve rasyonel bir düzen vardır. Anti hümanisttir; şoke edici ölçüde “moderndir”. Suriye’deki Emevi sarayları, devasa boyutlarda bir kare içinde, aynı geometrik birimlerin sürekli ve simetrik bir şekilde tekrarına dayanır, daha önceki hiçbir mimari tarzına benzemez.
Aynı ruhu yüksek Osmanlı mimarisinde görürsün. Emperyal ve askerî bir tarzdır. Yerel geleneği ve topografyayı hiçe sayar. Tıpkı şimdiki AVM’ciler gibi önce araziyi dümdüz eder, tepeleri traşlar, vadileri doldurur. Sonra ister Budin’de ister Basra’da olsun, hazır katalogdan çıkma kalıp projeyi çakar. Yerel birikime veya bireysel yaratıcılığa cevaz vermez. Ebedi bir düzenin matematiğini temsil eder. Ezici ve rasyoneldir; duygusallığı ve sevimliliği yoktur. Esprisi yoktur.
Edebiyatta aynı şey. Masal anlatmaya kalkmışlar, aynı motifleri tekrarlayan bin bir tane olması gerekmiş. Geçenlerde Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ının 1317’de yapılmış Türkçe çevirisini okudum: sanki Borges’in akıl bükücü hikâyelerini, ya da Robbe-Grillet’nin 1960’lardaki modernist deneylerini hatırlatan bir mantık labirenti. Daha önce Garipname ile epey uğraştım. 1330’da yazılmış, Türkiye Türkçesinin ilk orijinal edebi eseri. Adam dini ve ahlak felsefesini matematiksel bir modele uydurmaya çalışmış. Eser on bölüm; ilk bölümün konusu bir, ikinci bölümün konusu iki, onuncu bölümün konusu on. Her bölüm, kendi sayısı kadar alt-bölüme ayrılıyor, o sayıyla ilgili dizileri ele alıyor: bir tanrı, yedi erdem, on parmak vb.
Bugün İslam denince benim aklıma bunlar gelmiyor; ağlak bir santimantalizmle başıboş bir öfkenin karışımını görüyorum, başka da bir içerik göremiyorum. Bunun klasik İslam medeniyetiyle bir anlamlı bağı var mı? Bir neden-sonuç ya da evrim ilişkisi var mı? Anlamakta güçlük çekiyorum. Daha ziyade, yüzyıllarca kötü yönetilmenin, toplumsal ve kültürel çürümenin doğurduğu hastalıklı bir sonuç gibi geliyor bana. Bir tür toplumsal patoloji. Medeniyet demek zor; daha ziyade bir tefessüh hali.
İslamın Faydaları - 2
Mamafih “İslamın Faydaları” yazısının konusu İslam kültürünün neyinden hoşlanıyoruz, neyinden hoşlanmıyoruz değildi, başka bir şeydi. İnsan evladının bilgi ve beceri birikimine ne katkıda bulunmuş? Bu idi konu.
Bundan on iki bin sene önce henüz koyunu, keçiyi, buğdayı, çanak çömleği, kumaşı, tekerleği, ev ve köy yapmayı bilmeyen sefil bir memelinin bugün geldiği yere bak. İslam medeniyetinin bu maceradaki yeri nedir? Katkısı nedir?
Cevap bence olabildiğince nettir. 700 ile 1200 yahut 1300 arasında bir sürü katkısı olmuş. Bunlar gerçi çok orijinal şeyler değil, Eski Yunan’ın yaratıcı enerjisiyle kıyaslanamaz; çoğu Antik Yunan’ın üzerine inşa edilmiş ya da Hindistan’dan aktarılmış. Ama yok sayılacak şeyler de değiller: alkol, sözlük, trigonometri, sıfır, üniversite, kayısı, şeftali, ut vb..
1200’den, hadi diyelim 1500’den sonra durmuş. O günden bu güne geçen beş yüz küsur yılda hiçbir katkı yok. Hiç yok. Sıfır. Nul. İnsanlığın evriminde bir adım sayılacak bir tanecik fikir, bir tanecik beceri ya da bilgi kırıntısı ortaya koymamışlar. Sadece tüketmişler. Son devirde tüketmekle de yetinmiyorlar; bir de üstelik öfkeleniyorlar.
Oturduğun yerde etrafına bak. Son beş yüz yılda birtakım insanların alın teriyle yaratılmış en az yüz tane eser göreceksin. Elektrikle işleyen her şeyi geç. Matbu olan her şeyi geç. Gazeteyi, kâğıt parayı, kredi kartını, taksitli kredi kartını geç. Numaralı gözlüğü ve kontakt lensi, ayrıca bifokal lensi ve astigatizmi düşün. Birkenstock sandalların kavisli tabanını ve yirmi senede eskimeyen mantarını düşün. Pet şişeyi ve pet şişenin üzerindeki yivleri düşün. Apandisit ameliyatını ve kan dolaşımını, tansiyon hapını ve şeker ilacını düşün. Mısır hiyerogliflerinin ve Orhun yazıtlarının okunmasını düşün. Jüpiter’in aylarını, işçi sendikasını ve sosyal sigortayı, emekli aylığını, Nutella’yı, Amerika’nın ve Avustralya’nın keşfini, buharlı gemiyi, Kalaşnikov’u, parlamentoyu ve güven oylamasını, Lego’yu, yüz katlı binaları, karbüratör memesini, spiral telli defteri, çıtçıtlı tırnak makasını, plaj şezlongunu, kuşe kâğıdı, ince uçlu pilot kalemi ve verem aşısını düşün. Bunların her bir tanesi birtakım insan evladının canhıraş çabasının ürünüdür. Emekle ve yaratıcılıkla ve binbir fedakârlıkla ortaya konmuşlardır. O yetmez, bu insanları eğiten, teşvik eden ve ödüllendiren yapılar yüzyıllar boyunca sonsuz emek ve özveriyle tasarlanmış, kurulmuş, korunmuş, onarılmış, yenilenmiştir. O da ayrı bir emektir.
İstisnasız hepsi, Batı Avrupalıların ve onların şubesi olan Kuzey Amerikalıların eseridir. İslam aleminin beş yüz yıllık katkısı sayıyla sıfırdır.
Ha belki Behçet hastalığı var, bilmem. [Çiçek aşısını da ayrıca tartışırız isterseniz.]
Oryantalizm?
Olaya bu açıdan bakınca meşhur “oryantalizm” muhabbeti bana pek anlamsız geliyor. Emek veren emek vermeyene neden saygı göstersin? Üreten üretmeyenle neden aynı onuru paylaşsın? Öylesi, çalışıp üretene hakaret olmaz mı?

9 yorum:

  1. Her zamanki gibi pek lezzetli, ellerinize sağlık.
    Yanıtla
  2. 500 yıllık üreten Batı, tüketen İslam dünyası denkleminde Uzak Doğu ülkelerinin yeri nedir ? Son 50 yılın gelişen teknoloji- bilgi birikimi yalnızca Batı Avrupa- K.Amerika' nın mı eseridir ?
    Yanıtla
  3. Islam kılıçla yayılmamıştır ikna yoluyla yayılmıştır diyenlere hangi kaynakları gösterebiliriz dediklerinin öyle olmadığına dair
    Yanıtla
  4. Iyi ki varsın ve hala bir şekilde seni okuyabiliyoruz.
    Yanıtla
  5. Kafa acici tespitler var ama hakikati eksik soylediginde hakikat olmuyor
    Bati medeniyeti denilen olgunun yazida belirtilen kaydettigi 'gelismeleri' terazinin bir kefesine koyacaksak digerine de bunlari saglayabilmek icin hangi bedellere katlandilar ve insanligi katlandirdilar kismini koymak lazim
    Boyle yaptiginda mantari 20 yil eskimeyen Birkenstock terlik giymeyeydik diyesi geliyor insanin
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Her hastalandiginda can simidi gibi sarildigin antibiyotigi de bulmasalardi diyor musun mesela?
  6. "İbn Haldun’da orijinal olan şey sanırım sekülerliği değil, tarihte (tanrıdan başka) bir soyut yönetici güç araması. Bir tarih teorisi önermesi. İyi bir şey midir? Emin değilim. Belki de Allah’tan boşalan yere onun kadar hayali bir başka soyut aktör koymaya teşebbüs etmiş. Ha Uhud savaşına katılan melekler, ha “üretici güçler” yahut “devlet ruhu” veya “sınıflar” – aynı derecede mitolojik birer soyutlama değil mi?"

    "Sınıf" soyut ve muğlak bir kavram olabiliyor. Onun yerine "meslek" veya insanların geçim yolları gibi somut ifadeler kullandığımızda Marksizmin birçok yargısı doğrulanmaz mı?
    "Bir ülkede egemen fikirler egemen mesleklerin [sınıfların] fikirleridir" cümlesinde olduğu gibi. Ülkemizde neden bürokrasinin fikirleri (veya sizin bir tabirinizle "bürokratik hayasızlık") egemen? Çünkü egemen meslek onlar. Batıda neden daha çok özgürlük ve çoğulculuk var? Çünkü orada kimse tam egemen değil. Ne bürokrasi, ne "kapitalistler", ne orta sınıflar, ne de "işçi sınıfı".
    Marksizmin çelişkisinin ve başarısızlığının nedenlerini de burada aramak lazım belki. "İşçi sınıfının", daha doğrusu işçi sınıfı adına hareket eden bir zümrenin tek egemen olması ve hakikatin tek temsilcisi kabul edilmesi ancak totaliterlikle sonuçlanabilir.
    Yanıtla

No comments:

Post a Comment