Saklı
canlılar
Tüm dinlerin en temel
katmanı, başlangıç noktası: Saklı canlılar teorisi. Doğada
kendinden hareket eden ya da değişen her şeyin ardında bilinç ve irade sahibi
birtakım canlı varlıklar olduğu düşüncesi.
Muhtemelen
insanın fabrika ayarları ile ilgili bir yanılsama olmalı. İnsan beyni canlı ile
cansızı ayırır; canlılık belirtilerini teşhis etmekte olağanüstü hızlı ve
hassastır. Kıpırdayan şeyler canlıdır: Kasıtla hareket ederler. Ne
yapacaklarını bazen tahmin edebilirsin, ama asla emin olamazsın. Kategorik bir
varsayımdır, sonradan öğrenilen bir şey değil. Bebekler bu bilgiyle doğarlar.
Kendiliğinden hareket eden şeylerin mesela taşlardan ya da ağaçlardan farklı
bir mantığa göre işlediği bilgisi DNA'mıza kazılmış olmasa muhtemelen hayatta
kalamazdık. (Bu konuda bkz. Steven
Pinker, How the Mind Works, ufuk
açıcı bir kitap.)
Doğada
kendiliğinden hareket eder gibi görünen, ya da öngörülmesi güç bir şekilde değişen
sayısız şey var. En kolay – ya da en güvenli – varsayım, bunların da ardında
görünür ya da görünmez canlılar olduğunu düşünmektir. Güneş neden doğup batar?
Sürücüsü olmalı, ya da belki kendisi canlıdır. O ses nereden geldi? Orman
cinidir, ya da orada saklanan eskilerin ruhları. Karnım neden ağrıyor? İblis
girmiş olabilir, ya da birisi büyü yaptı. Basit ve şahane bir bilim metodudur.
Açıklayamayacağı olgu yoktur. Rakip
teorilere ve uzmanlaşmaya müsaittir. Tezler biriktirilebilir, test edilebilir,
kuşaktan kuşağa aktarılabilir, çürütülebilir. Ateş başında sabahlara dek
tartışılabilir.
Cinler,
ruhlar, iblisler – ve onların daha gelişkin modeli olan tanrılar, tanrılar
tanrısı Zeus ve Yahve – şüphesiz birer canlı türüdür. Canlıların temel iki
özelliğini taşırlar. Bir, algılarlar. İki, kasıtla hareket ederler. Canlıların
diğer özelliklerini – beslenme, çiftleşme, doğum ve ölüm gibi – taşırlar mı?
Orası senin teorik cüretine ve kültürel tercihlerine kalmış. Tevrat tanrısı,
tıpkı Homeros'un tanrıları gibi, kebap kokusu sever, o yüzden Habil'i kayırır.
Hıristiyanların tanrısı, tıpkı Zeus gibi, bakire kızları gebe bırakır.
Kimilerine göre ise, tövbe, Allah'ın eli olur, gözü olur ama pipisi asla.
Doğadaki
hareketi/değişimi canlı bir varlığa atfetmeden de tarif edebileceğini görmek
için Eski Yunan'ı beklemek gerekti. Homo Sapiens'in 200.000 yıllık serüveninin
son 2.500 yılıdır, yüzde bir küsur eder.
Dönüm
noktası Milet'li Thales olabilir; güneş tutulmasını matematik hesabına bağlayan
ilk kişi olduğu söylenir. Matematik
demek, arkasında canlı kasıt olamaz, olsa da bizi ilgilendirmez demektir. Canlı
olsa bizi şaşırtabilir: güneş tanrısı bir gün uyanmayı unutabilir, ya da Tevrat
tanrısı bir gün Kızıldeniz'i yarar, belli olmaz. Oysa matematik o ihtimali yok
eder. Matematik, canlı yaşatmaz.
Asıl
dönüşüm tabii iki bin küsur yıl sonra, 17. yy'ın bilim devrimiyle geldi.
Galileo ve Newton saklı canlılar teorisini, kendinden en emin gördüğü
zeminlerde yerle yeksan ettiler. Descartes ve Spinoza teorinin mezar taşını yazdılar.
Eskiden açıklanmaz sanılan bazı değişimlerin ardında gerçekten saklı canlılar –
mikroplar – keşfedildi. Diğerlerinin matematik formülleriyle tarif
edilebileceği anlaşıldı. Dönüşümün en simgesel alanı belki de modern biyoloji
idi. Linnaeus 1730'larda canlıların taksonomisini sistematik bir temele
oturttuğunda, bilinen ve tarif edilebilen canlıların listesinde yer almayan
canlıların – cinler, ruhlar, tanrılar – ayakta duracak yeri kalmamıştı.
Dinler buna
rağmen ayakta kaldı. Asıl şaşırtıcı olan ve açıklama gerektiren olgu budur.
Eğer din, temel varsayımı yıkıldığı ve toplumun en cahil tabakaları dışında
herkes bunu az çok idrak ettiği halde ayakta kalabiliyorsa, demek ki başka
dayanakları da olmalı, ilk hareket noktasından farklı işlevler kazanmış, farklı
bir temele ya da temellere oturmuş olmalı.
Elektrikli balıklar nasıl evrildi
Jared
Diamond'ın kabile toplumlarına dair muhteşem kitabını (The World Until Yesterday, Penguin Books, 2012) iki ay önce Söke
Cezaevindeyken okumuştum. Esas konusu din değil, antropoloji. Ama küçük
toplumların davranış kalıplarını incelerken ister istemez homo sapiens'i daha
kıllı atalarından ayıran temel davranış biçimlerinden biri olan dine de sıra
gelmiş.
Diamond
toplumsal evrim sürecinde dinin yedi farklı işlevine değiniyor. Demin sözünü
ettiğimiz açıklayıcı işlevin dışında teselli edici, otoriteyi meşrulaştırıcı,
aidiyet kurucu ve güven inşa edici, kabile dışı insanlarla etkileşimi
düzenleyici, öldürmeyi meşrulaştırıcı işlevler üzerinde duruyor. En ilginci aidiyet
ve güven maddesi, ona birazdan döneceğim. Ama önce "işlev" kavramı
üzerine birkaç söz.
İşlev
dönüşümü ya da adaptasyonu, biyolojik evrimin kilit kavramlarından biri. Asıl
mesleği biyoloji olan Diamond'ın öncelikle anlatmaya çalıştığı konu bu. Dine
ilişkin bölümünün başlığı da "Elektrikli Yılan Balıkları Bize Din Hakkında
Ne Öğretir."
Bu balıklar
600 voltla çarpıp bir atı öldürebiliyorlar. Evrim olgusunu reddeden
Yaratılışçılara göre, 600 voltluk akım doğal evrimle açıklanamayacak bir
mucizedir. Evrim kuramına göre bu kapasite sıfır volttan peyderpey evrilmiş
olmalıdır. Oysa mesela on veya elli volt kimseyi öldürmeye yetmez, dolayısıyla
işlevsizdir, dolayısıyla 600 voltla at devirme yeteneği doğal seçilimle
evrilmiş olamaz, Allah vergisi olmalıdır.
Diamond
doktorasını elektrikli balıklar üzerine yapmış. Çeşit çeşit elektrik var diyor.
Elektrik alanı algılayıcı (pasif) organlar derin deniz balıklarının pek çoğunda
vardır; karanlık sularda yön bulmaya ve civardaki mahlukları algılamaya yarar.
Bunun daha gelişmiş modellerinde balık, var olan elektrik alanını algılamakla
yetinmez, düşük voltajlı elektrikli sinyalleri üretip ortamı
"pingler", yönü daha iyi
bulur, etrafı daha iyi kolaçan eder, hatta çok ufak mahlukları sersemletip
yakalamayı başarır. Voltaj arttıkça bu son işlev öne geçer. 600 voltluk yılan
balıklarına gelince artık elektriğin yol bulma ve radar işlevleri kadük olur,
sadece öldürücü silah görevi geriye kalır. Din gibi çeşitli kurumların
evriminde de orijinal işlev arka plana düşmüş, hatta kör bağırsak ve kuyruk
kemiği gibi tamamen işlevsiz, arkaik bir kalıntıya düşmüş olabilir. Din,
binlerce yıllık evrimsel geçmişini bir bohça gibi sırtında taşıyor olabilir.
Algılayan
ve eyleyen bir canlı tanrı kavramı, mesela dinin güncel işlevleri açısından da
bu tür bir arkaik kalıntı olabilir.
Din ve israf
Kaliforniya'da
bir ara Göklerdeki Spagetti Canavarına inanan Pazartesi Gecesi Futbolu dini
türemişti, duymuş olmalısınız. Bu din neden din değildir, ya da yıldız falı
inancı ve Fenerbahçe inancı neden din sayılmaz?
Çünkü
insanların bu inançlar uğruna yapabilecekleri fedakârlık – ödemeye razı
oldukları bedel – sıfırdır ya da çok sınırlıdır. Oysa din uğruna insanlar en değerli
varlıklarını, hatta hayatlarını ve evlatlarını feda edebilirler, ya da en
azından bunları feda edebileceklerine başkalarını ikna etmeye büyük önem
verirler. Kilit unsur bu sonuncusudur: Yalnız feda değil, feda etme iradesinin
topluma kanıtlanması. Yani göstere göstere feda.
İlkel
kabile düzeyini aşan toplumlarda dinlerin en belirgin tezahür biçimi bireysel
ve kitlesel fedakârlık gösterileridir. İnsanlar mal ve mülklerini, emeklerini,
vakitlerini din uğruna feda ederler. En eski Hint destanlarında dindarlığın
temel göstergesi, on binlerce davarın kurban edildiği devasa şölenlerdir.
Tanrıların kutsadığı kahramanlar, ekonomik yıkım pahasına, birbirleriyle şölen
yarıştırırlar. Şölende fakirler de doyurulur gerçi. Ama asıl amaç o değildir,
israf gösterisidir; dünya servetini gözünü kırpmadan yok etme raconudur.
Homeros'un dünyasında kızartılmış etin en lezzetli parçası ve şarabın en
seçkini her törende tanrılar adına toprağa dökülür – zebil edilir.
Bu tavrın
bir sonraki adımı piramitlerdir; ekonomik faydası olmayan bir iş uğruna
toplumsal emeğin ve kaynakların devasa bir parçası israf edilir. Piramitlerin
yerine Ortaçağ katedrallerini, Osmanlı camilerini koyabilirsiniz: aynı şey.
Faydası değil faydasızlığıdır bunları cazip kılan.
Her dinde,
öyle ya da böyle, kurban vardır. Değerli bir mal varlığı feda edilir. Tevrat
dininin merkezî miti İbrahim'in oğlunu kurban etmesidir. Hıristiyan dininin
merkezî miti İsa'nın kendini kurban etmesidir. Tesadüf olmasa gerek.
Hemen her
dinde bedene zarar verme ritüelleri bulunur – büluğ çağına erenlerin ön dişleri
kırılır, veya bir parmak kesilir, penise şiş sokulur, köz üzerinde yürünür.
Dindar insanlar birçok toplumda dünya nimetlerinden geçici veya kalıcı olarak
el çekerler, manastıra kapanırlar, derviş olurlar, oruç tutarlar, en azından
Şabat günü nefislerini terbiye etme uğruna her türlü faydalı işten sakınırlar.
Yıllarca çalışıp uzun ve zor metinleri – özellikle anlaşılmaz bir dilde
yazılmış metinleri – ezberlerler; günlük yaşamlarının bir kısmını belli sözleri
defalarca tekrarlamaya ayırırlar. Bu davranışların her birinin mesajı aynıdır:
Bak, ortak değerler uğruna ne çok şeyi feda etmeye hazırım. Bana güven! Benim
aidiyetim ucuz ve fırsatçı bir aidiyet değil, hayat boyu beni bağlayan,
yaşamımı ve bedenimi şekillendiren, samimiyetinden kuşku duyamayacağın bir
aidiyettir. Beni aranıza alın, sizi yarı yolda bırakmam. Ödediğim bedeller
ödeyeceklerimin güvencesidir.
Oysa
Fenerbahçeli olmak ya da Spagetti Canavarı "dinine" mensup olmak için
ara sıra bazı etkinliklere katılmak ve uygun ortamda birtakım kalıp sözleri
söylemek yeterlidir. İnancı terk etmenin bedeli cüzidir. O yüzden bu inançlar
din sayılmaz.
Tarihteki
büyük dinî nefret hadiselerinin birçoğu yabancı dinden olanlara değil, aidiyet
ve samimiyetleri kuşkulu olan dindaşlara yöneltilmiştir. İspanyol engizisyonun
hedefi kâfirler değildi, 1492'den sonra zorla ya da fırsat saikiyle Hıristiyan
olan Yahudi ve Müslüman dönmeler idi. Alman Yahudileri gettodan çıkıp kitlesel
olarak asimile olmaya başladıklarında yok edildiler. Tekfirci mücahitler asıl
misyonlarını, Batılıları bırakıp içerideki şirk ve bidat ehline yöneldiklerinde
buldular. "Biz bu din uğruna bunca bedel ödedik, ödüyoruz, bunların
bedavadan faydalanmasına izin vermeyiz" – mantık budur.
Fedakârlık
fikrinin izini sürdükçe daha ilginç yerlere de varmak mümkün. Evladını feda
etmekten ötesi nedir? Aklını feda etmek! Dini inanç denilen şey de sonuçta bu
değil midir? Rasyonel düzlemde savunamayacağın, aynı inancı paylaşmayanların
gülünç bulup alay edeceği tezleri insan neden benimser? Bakire kızın çocuk
doğurmayacağını, İsa'nın öldükten sonra kendini diriltemeyeceğini herkes bilir.
Bunların aksini savunmak tıpkı penisine şiş sokmak, kebabın lezzetli kısmını
toprağa dökmek gibi bir tür radikal fedakârlık değil midir? "Öylesine
sadığım ki ortak davaya, al, beynimi de atıyorum toprağa."
Milyarlarca
insanın akıl dışı şeylere inanmasını ya da inanıyor görünmesini böyle
açıklayınca nasıl aydınlanıyor her şey!
28 Haziran 2016’da eklenen not
Bu yazıya
gelen yorumları okuyunca acaba meramımı anlatamadım mı duygusuna kapıldım.
Ekrandan uzak olunca zaten perspektifin şaşıyor, okurun tam olarak ne gördüğünü
kestiremiyorsun. İletişim de üçüncü, beşinci elden yürüyünce diyalog duygusu
büsbütün kayboluyor. El yordamıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun.
Yazının
amacı "insanlar neden dine inanır" sorusuna eksiksiz bir cevap vermek
değil, burası açık değil mi? Amaç Diamond'ın kitabında gördüğüm ilgi çekici iki
gözlemi aktarmak.
Bir, öyle
anlaşılıyor ki insanın genetik donanımında çok kuvvetli bir "dikkat! canlı
varlık!" dürtüsü var. Kendiliğinden kıpraşan her şeyin arkasında bir canlı
irade aramak son derece baskın bir içgüdü. Yüz bin küsur sene boyunca bu temel
insani – hatta hayvani – dürtü, her türlü doğa teorisinin hareket noktasını
oluşturmuş. Halen de modern bilimsel düşüncenin sırrına tam varamamış eğitimsiz
insanların çoğu dünyayı öyle algılamayı
daha kolay ve daha doğal buluyor. Kamyon neden devrildi? Allah yahut Hz. İsa
yahut iblis, belki de Parvati! Radyal vektörler ve olasılık hesapları değil.
İki,
insanlar neden din uğruna kendini keser, ya da günde birkaç saat aç kalınca
Evrenin Yaratıcısı'nı memnun edeceğine inanır, ya da aklı başında birinin gülüp
geçeceği saçmalıklara inanmış görünür – bu sorulara şık ve makul bir cevap
veriyor Diamond. Bir tür ilan-ı aşktır. "Ümmetimi seviyorum, ben ona
aitim, onun uğruna her türlü fedakarlığı yapmaya hazırım" diyor adamlar.
"Al bak, erkek evladımın pipisini bile kestim senin için! Domuz pirzolası
gibi şahane bir şeyden senin için vazgeçtim!"
Dinin
irrasyonel olduğunu söylemek için yazılmadı bu yazı. Onu
elbette biliyoruz. Burada yapmaya çalıştığımız, aklı başında insanlar
irrasyonelliği neden benimser, bunu (rasyonel bir zeminde) anlamaya çalışmak. Küçük bir zafer değil
hedefimiz, daha büyük bir şey. Tartışmanın zeminini başka yere çekmek.
(1) Komünizm , kapitalizm gibi bazı izm ler, din sayılabilir mi sizce?
(2) Dünya malından kurtularak tüm mal varlığını bağışlama ve yurt dışına çıkma/kaçma ihtimali varken, dönüp hapishaneye girme gibi bedelleri ödemeyi göze alan Sevan Nişanyanın dini ne tam olarak?
Daha kendini anlamaktan aciz olan insanoğlu niye varolmadığını ispatlayamadığı bir şeyi şiddetle inkar eder. Daha ancak kendi gezegenin etrafında dolaşabilerek hiçliğini anlamaya çalışan insanoğlu konu yaratıcının varlığına geldiğinde nasıl bu kadar emin olabilir. Düşünmek ile istemenin arasında bir ilişki var mıdır. kişi bir şeyi isterde mi düşünür. düşündükten sonra mı ister. yoksa sadece tarafısız olarak herhangi bir heyacan yada duygu olmadan öylece düşünebilir mi insan.
(2) Liberal hümanizm sanırım. Bireyin en yüksek değer olduğunu savunan irrasyonel bir inanç.
bilmek ise emek ister.kuşku duyacaksın,sorgulayacaksın,araştıracaksın.
üstadın bu konuyu da irdelemesini bekliyorum.saygılar
bilmek ise emek ister.kuşku duyacaksın,sorgulayacaksın,araştıracaksın.
üstadın bu konuyu da irdelemesini bekliyorum.saygılar
Hep şu örnek aklıma gelir: Hindistanda yemek ihtiyacı hissetmeyen ve güneş ışığıyla beslenen bir adam var. Bu adamın, bizlere dönüp, "salaklara bak. yemek yiyorlar" demesiyle, bizlerin dindarlara dönüp " salaklara bak, zırvaya inanıyorlar" demesi aynı şey... bizim ihtiyaç duymuyor olmamız herkesinin ihtiyaç duymayacağı anlamına gelmez. bırakalım herkes ihtiyacını tatmin etsin. Tabii, başkalarını dizayn etmeye kalkışmadan...
http://venom1461.blogspot.com.tr/2015/09/tanrnn-istegi-ve-islam.html
Fakat,varlığı var eden böyle doğaüstü bir bilinç yoksa o zaman 'varlık neden var?'
Materyalist görüş,Tanrı'nın yerine doğanın içindeki yasaları ve matematiksel düzeni koyuyor.Böylece 'nasıl' sorusuna cevap vermiş oluyor.Oysa bir yaratılışçı 'Tanrı yarattı' derken 'neden' sorusuna cevap verir.Bu yönüyle Materyalist görüş ve bilim insan zihnindeki en temel soruya cevap vermemiş oluyor.
Öte yandan tabiatın kimsenin müdahale etmediği kanunlarla işlemesi sadece tevrat ve kuran tanrılarını çürütebilir.Ya deist Tanrı,evreni bir mühendis gibi üretip,proglamlayıp çekip gittiyse :)
Big Bang'in sonrasındaki saniyenin milyarda birindeki olaylar,canlılığın var olabilmesi için karbon atomunun sonsuz enerji seviyeleri arasından tam da gerekli düzeyde olması veya DNA'nın kopyalanması sırasında her biri farklı göreve sahip onlarca proteinin yaptığı iş size ne düşündürüyor üstad? Saygılarımla.
HAK bir tanedir,batıllar bir tane olmak zorunda değildir çoğu mantıklı olsa bile!!
Mesela, Türkiye'de Müslümanların çoğu kendinden pek bir şey feda etmiyor dini adına: 5 vakit namaz kılmadığı için vaktini feda etmiyor; din üzerine okuyup, düşünüp, tartışmadığı için aklını feda etmiyor; oruç tutmadığı için bedenini feda etmiyor vs vs. Dinleri hayatlarının içinde değil zira, en iyi olasılıkla duvarlarında asılı bir kitapta saklı duruyor.
Fakat Fenerbahçelilerin çoğu düzenli maç izleyerek vaktini feda ediyor; sonuçlar üzerine okuyup, düşünüp, tartışarak aklını feda ediyor; spor kanalı ya da maç bileti alarak parasını feda ediyor; derbilerde eşlerini, dostlarını, hatta çocuklarını feda ediyor vs vs.
Tamam, IŞİD gibi eli kanlı bir holigan grubu yok ortalıkta. Ya da hiçbir Fenerbahçeli baba Galatasaraylı oğlunu kesmeye kalkmıyor. O kadar şiddetli fedakarlık ortaya çıkmıyor taraftarlıkta. Fakat gündelik hayatın içinde daha yoğun bir fedakarlık gerektiriyor futbol artık. İnsanlar din değiştiriyor, hatta dinden vazgeçiyor ama tuttuğu takımı hiçbir şekilde değiştirmiyor.
Bence yaklaşımınız oldukça makul. Fedakarlık birçok şeyi açıklıyor din adına. Hatta din kavramımızı futbol taraftarlığı gibi bir dolu başka etkinliği de içerecek şekilde genişletmemiz gerektiğini söylüyor.
Son damlasını alana kadar cevabın bunu sormaya devam edebilirim.
Bir gruba ait olmak eski çağlarda, şimdi olduğundan çok daha fazla öneme sahipti büyük ihtimalle. Bu çağda herhangi bir gruba ait olmazsanız çok çok entelektüel ya da fiziki açıdan yalnız kalırsınız. Fakat erken çağlarda bir grubun üyesi olmazsanız büyük ihtimalle öldürülürdünüz.
Buradan yola çıkarsak bir gruba ait olmanın evrimsel açıdan nesilden nesile aktarılan, olmazsa olmaz bir özellik olduğunu iddia etmemiz yanlış olmaz. Tabii sadece grup niteliği taşımak önemli midir? Elbette hayır. Grubun diğer gruplarla olan rekabetinden sağ çıkması için grup üyelerinin birbirlerine ve davalarına olan bağlılıklarının en üst seviyede olması gerekir. Bu bağlılığı en üst seviyeye taşıyacak olan araç da dindir. Dinden başka (ve belki de hakikat arayışı haricinde) hemen hemen hiçbir olgu canınızdan vazgeçmenizi sağlayamaz.
Okuyucular günümüz dünyasına bakarak yazdıklarımın abartı olduğunu, dünyanın toz pembe bir yer olduğunu düşünebilirler. Fakat, her ne kadar geçen yüzyılda iki dünya savaşı geçirsek de toplumsal hayat, şuanda eskiden olduğundan çok daha barışçıl bir noktadadır. Tarih öncesi çağların vahşiliğini ve bu çağların insan tarihi açısından ne kadar büyük bir zamana tekabül ettiğini düşünürsek, kendini bir dine ait hissetmenin insanların genlerine neden böylesine kazınmış olduğunu anlayabiliriz diye düşünüyorum. Bu açıdan düşünürsek dinlerin oluşması ve hayatta kalması evrimsel açıdan bir zorunluluktur.
P.S. I can only hope that you are having a pleasant jail time. Don't forget that there are those who wish to see you free. But again, you have all the tools you need to make yourself useful.
düzene geçtikten sonra sosyal ilişkileri, korkuları ve iktidardakilerin dizaynı ile Tanrı ve Din kavramlarını yarattılar”
önermesi yanlıştır. Çünkü insanın kavram koyma prosesinin: “algı-modelleme-tasavvur-isimlendirme”
sisteminde çalıştığını biliyoruz. Yani insan herhangi bir duyusu ile algılayamadığı bir şeyi tasavvur
edemez, tasavvur edemediğini modelleyemez, modelleyemediğini de kavramlaştıramaz yani isim koyamaz.
Bu HAKİKAT, insanların kendi kendilerine bir TANRI ve AHİRET HAYATI tasavvuru oluşturup modellemelerini ve
bu isimlendirmeyi yapmalarını imkansız kılmaktadır.. Bütün disiplinlerce kabul edilen ve ispat edilmiş “İNSAN
AKLININ” bu çalışma prensibine göre, akıl bir duyu ya da duygusu ile algıladığı bir şeyi önce tasavvur eder, sonra
modeller ve ona bir isim koyar. Algı yoksa isim koyamaz.
Bu nedenle, tüm insanlık için şu soru elzemdir: onbinlerce yıl önceki Adem formundaki el-İNSAN toplulukları,
“HERŞEYİ YOKTAN YARATIP YÖNETEN, GÖZLE GÖRÜLEMEYEN AMA KENDİSİ HERŞEYİ GÖRÜP İŞİTEN,
HERŞEYE GÜCÜ YETEN, YOKTAN YARATAN, ASLA ÖLMEYEN” bir modellemeye hangi tasavvurlar ile ulaşmıştır?
Bu tasavvurları hangi örnekleme ve algıları ile yapmıştır? Çünkü yaşadığı fizik evrende yukarıda sayılan
özellikleri asla hiç bir varlıkta GÖRMEMİŞTİR. Ve Bütün bunlara rağmen nasıl olurda “TANRI” DİYE BİR KAVRAM
KOYABİLMİŞTİR!!!
Aynı şekilde, YOKTAN YARATMAK, YENİDEN DİRİLİŞ ve EBEDİ HAYAT, CENNET CEHENNEM, KADER gibi kavramları
da hiç bir algısı ile tasavvur edemez ve modelleyemez. Bu nedenle insan bu kavramlara kendi kendine İSİM koyamaz.
Şu anda bu yazıyı okuyan sizlerin «JÖMBRİCAK» isminde, ne insan, ne bitki, ne de hayvan olan canlı türünü
bilmemeniz ve böyle bir isim koymamış olmanız bunun örneğidir. Ben size böyle bir canlı türü var dediğim anda
bana onlarca soru sorarak onu tasavvur etmeye ve modellemeye başlayacaktır aklınız ve sonra ona bu ismi kendi
dilinizde koyabileceksiniz yani tanımlamış olabileceksinizdir. Ben de size bu ismi söyleyebilmem ve sorularınıza
doğru cevaplar verebilmem için onu daha önce mutlaka duyularımdan en az biri ile algılamış tasavvur etmiş
modellemiş ve isimlendirmiş olmam gerekmektedir.
Kavram koyma prensibinin bir diğer örneği de “DOĞUŞTAN KÖRLERİN ADASI” örneğidir. İçinde yaşayanların
tamamının doğuştan körler olduğu bir ada düşünün. Bu adada yaşayan körlerin “RENK” diye bir kavramlarının
olması imkansızdır. Daha önce hiçbir duyu ya da duyguları ile algılayamadıkları için tasavvur edememiş, tasavvur
edemedikleri için modelleyememiş ve modelleyemedikleri için de RENK diye bir kavram koyamamışlardır ve adaya
en azından bir gözü gören birisi gelerek onlara “RENK” diye bir kavramdan bahsedene, onu tarif edene kadar da
koyamazlar. Böyle birisi gelip RENK diye bir kavramı onların İŞİTME duyularına algılatarak tarif etmesi ve bu kavram
ile birlikte “BEYAZ, SİYAH, PEMBE, MOR, YEŞİL” v.b. renk isimlerini anlatması sonucunda, o RENK denilen “şeyi”
GÖREMESELER” de, yeşil, mavi, beyaz nasıl bir şey algılayamasalar da artık o kavram ve isimleri DUYMUŞLAR ve
kullanabilecek, iletebilecek hale gelmişlerdir.
kavramları yoktu, tarım toplumuna yani yerleşik düzene geçtikten sonra (MÖ 5000’ lerden sonra), sosyal ortam
ilişkileri, çıkar ve kayıpları, korkuları yüzünden Tanrı ve Din kavramlarını kendileri uydurdular, işte zaten elimizdeki
somut arkeolojik deliller de bunu göstermektedir, en eskisi 5-6 bin yıllıktır” cümlesi gene kendilerinin kabul ettikleri
ve hayatla birebir gerçekliği bilinen yukarıdaki postülat nedeni ile çelişkili ve batıldır. Zaten bunun somut bilimsel
kanıtı da Urfa Göbeklitepe’de ortaya çıkarılan ve yaklaşık MÖ 10.000’lere tarihlenen muhteşem Tapınak Sitesi ile
önlerine gelmiştir. Aynı şekilde, Amazon ormanlarında keşfedilen, o güne kadar dış dünya ile “sıfır iletişim” ile
yaşamış kabile üyelerine bir kaç ay sonra “sizin Tanrı’nız ya da tanrılarınız kim, Dininiz ne?” şeklinde yöneltilen
sorulara “Tanrı mı? o ne demek, Din mi o ne demek?” şeklinde verdikleri cevaplar ve “ölüleriniz nereye gidiyor?”
sorusuna “nereye mi, hiç bir yere gömüyoruz ve toprağa karışıp yok oluyorlar” şeklinde verdikleri cevap da bu
Hakkı apaçık teyit eden diğer ayetlerdir.
Charles Darwin, İnsan’ın Türeyişi isimli eserinin, “TANRI İNANCI ve DİN” bölümünün ilk paragrafında, bu gerçeği
şu cümleler ile yazmıştır: “Herşeye gücü yeten bir Tanrı’nın varlığına olan yüceltici inanca insanın ta başlangıçta
eriştirildiğini gösteren hiç bir kanıt yoktur. Tersine, öyle gelip geçici gezginlerden değil, yabanıl insanlar arasında
uzun süre kalmış kimselerden sağlanan ayrıntılı kanıtlar, bir ya da birden çok Tanrı üzerine hiç bir düşüncesi
olmayan, dillerinde böyle bir düşünceyi anlatmak için hiç bir sözcük bulunmayan sayısız ırkların yaşamış
ve yaşamakta olduğunu göstermektedir. Sorun evrenin bir yaratıcısı ve yöneticisi olup olmadığı sorunundan, o
yüksek sorundan elbette tümü ile başkadır; bu güne kadar gelip geçmiş en yüksek zekalardan kimisi, bu soruya
olumlu yanıt vermiştir....”
J. Diamon sosyoloik olguları biyolojijk kavramlarla açıklamaya çalıştığı için çuvallamaktadır. kendi alanındaki derin bilgisine saygısızlık etmiyorum. Aynı şeyi. R. Dawkins de yapıyor. Toplumu biyolojinin ya da arkeolojinin ya da epistemolojinin kavramlarıyla anlamaya çaşışınca sonuç böyle kafa karışıklığı oluyor.
ikincisi bu ibadetleri (veya sizin deyiminizle kurbanları) gizli bir biçimde gerçekleştiren insanları ve psikolojiyi nasıl açıklarsınız?
Dinle Spaghetti Canavarı'nı ayıran şey dinin gerçek, Spaghetti Canavarı'nın yalan olmasıdır. Bu kadar basit. Zeus, Allah, Krişna ve Dagda vardır. Spaghetti Canavarı yoktur. Ayrıca dinin öldürmeyi meşrulaştırmaktan önce öldürmeyi yasaklamak gibi bir işlevi vardır; ufak bir düşünce egzersiziyle görüleceği gibi, öldürmek tabiatta ZATEN meşrudur, din bunu yasaklar. Öldürmeyi genel olarak yasakladıktan sonra da elbette bazı durumlar için öldürmeyi meşrulaştırması gerekir, aksi takdirde öz savunma prensibi yerle bir olur.
"Herkes bir bakirenin doğuramayacağını bilir."
Eh, herkes gücü her şeye yeten bir şahsın isterse bakireye doğum yaptırabileceğini de bilir. Dini ancak kendi konsepti içinden eleştirebilirsiniz. Bir bakirenin hiçbir neden olmaksızın doğum yapması mantıksızdır. Ancak bir bakirenin kadir-i mutlak bir şahıs tarafından hamile bırakılması oldukça mantıklıdır. Bunda anlaşılmayacak ne var?
Elde hiçbir mantıki dayanak olmaksızın dindar kimselerin insanların güvenini kazanmak için dinsel faaliyetlerle meşgul oldukları öne sürülmüş. Açıkçası bu iddianın bir cevap dahi hak etmediği kanaatindeyim, zira safi spekülasyon ve bunu yalanlayacak sayısız örnek verilebilir.
Ayrıca Zeus, Yahweh'den, yani Allah'tan veya Krişna'dan farklı bir türe mensuptur. Okuyucular açısından kafa karışıklığı yaratmaması için söylüyorum: Zeus her şeyi bilmez, gücü her şeye yetmez ve ahlaki açıdan tamamen iyi değildir. Ezeli ve ebedi de değildir. Herhangi bir tanrıdır, Tanrı değildir.
Dinin doğrudan israfla ilişkilendirilmesi de çok mantıksız. Yazı aslında kendi içinde bile bunun böyle olmak zorunda olmadığını gösteriyor. Tanrılar adına düzenlenen şölenler örnek verilmiş burada. Tanrılar adına düzenlenen şölenlerin ulvi bir amacı yoktur. Ruhani bir amaca hizmet etmez. Savaşlarda zafer elde etmek, geleceğin bilgisine sahip olmak, para kazanmak gibi maddesel çıkarlara hizmet eder. Bu, maddesel kazanç peşinde koşan insanlar için bir yoldur, dinin maddesel yönüdür. Eğer yaşamınız madde odaklıysa, ister dindar olun ister dinsiz, sizi temin ediyorum, müsrif olacaksınız.
Oysa ruhani din, maddesel bağlardan azade olmak ve Tanrı'ya geri dönmek içindir. Bu yolu seçen kişi için israf söz konusu değildir. Bu kişi israfın yakınından bile geçmez. Yazıda da belirtildiği üzere, kendi duyularını kontrol altında tutar ve nefsine hakim olur. Bu şekilde diğer kimselerden daha az tüketir.
Yani burada iki tip farklı insandan söz ediliyor: maddesel ve ruhani. Bunun doğrudan dinle alakası yok.
Ve belirtmeden geçemeyeceğim, "öldürmeyi meşru kılar" dediğiniz dinlerin pek çoğu hayvanları öldürmeyi ve yemeyi yasaklıyor. Oysa dine inanmayanlar arasından bir takım zırtopoz, evrime dayalı bir takım ahmakça argümanlarla hayvan katliamını aklamaya çalışabiliyor. Dolayısıyla lütfen bu "din öldürmeyi meşrulaştırır" vb. bayat ve genellemeye dayalı argümanlardan artık vazgeçin. İnsanlar öldürmeyi meşrulaştırabilirler. Bunun için dini veya herhangi bir ideolojiyi kullanabilirler. Bu konunun da doğrudan dinle bir alakası yok. "Dinlerin amacı budur." gibi bir söylem ancak boşboğazlık olabilir.