Sunday, September 25, 2016

Yazılmayan romanlar

Menemen Kapalı Cezaevinden kızım Anahit'e yazdığım bir mektup.
Bebişkom, bir iki aydan beri kafamda bir roman fikri dolanıyor. Bir değil aslında iki tane, birbiriyle alakasız iki hikaye.
Birincisi eskilerin pikaresk dediği cinsten, bir seyahat romanı. Biraz sana anlattığım gezi hikayeleri gibi olsun, ama az da olsa bir olay örgüsü ve anlatı yapısı olsun istiyorum. Günümüzde değil geçmiş bir çağda geçecek, ya da belki çağlar arasında zıp zıp zıplayabilir. Tadında biraz Don Kişot, biraz Dekameron olsun istiyorum, ama en çok da Voltaire’in Candide’i. (Okudun mu bunları? Henüz okumadıysan mutlaka liseyi bitirmeden önce oku üçünü de. Dünyaya espri ve bilgelikle bakmana yardımcı olacak kitaplardır. Anlatı sanatının başyapıtlarıdır. Aklındaki – ve eğer kullanıyorsan – kalemindeki izleri hayat boyu silinmez.)
Kahramanımız dünyanın merkezi olan İstanbul’dan yola çıkar. Belki Chaucer’ın Canterbury Hikayeleri’nin kahramanları gibi İspanya’daki Santiago de Compostela’ya hacca gidecektir. Yolda başına bin bir türlü absürt olaylar gelir. Rastladığı kişiler ve ülkeler hakkında gözlemler yapar; epigramlar yumurtlar; o ülkelerin gelecekteki evrimi hakkında kehanetlerde bulunur. Her gittiği yerde kadınlarla karma karışık gönül maceralarına girer. Sevilla’ya uğramışken Don Juan’ın, şimdi yaşlı kadınlar olan eski sevgilileri Donna Elvira ve Donna Anna ile tanışır. Cezayir korsanlarına esir düşer. Onlardan kurtulup bir süre Marakeş’in büyük meydanında dilencilik yapar. Orada tanıştığı insanlarla beraber Sahra çölünü geçip Mali sultanlığına ulaşır. Sultanla dostluk kurar. Esir tüccarı olur. Servet kazanır, kaybeder. Başına felaketler gelir. Dahomey kralının zindanlarına düşer. Tam idam edilecekken eski sevgilisi ile Fransız konsolosu olan bir tanıdığının yardımlarıyla canını kurtarır. Bir gemiyle Amerika’ya kaçar. Amazon ormanlarında altın madencilerine katılır. Kazandığı serveti Santiago de Compostela’ya adamak için tam yola çıkacakken başına başka şeyler gelir. Ölür.
Felsefi bir roman olsun istiyorum. İçinde insan yaşamına, kadın erkek ilişkilerine, topluma ve dünyaya ilişkin komple bir felsefe olsun, ama katiyen uzun paragraflar ve teorik laflar olmasın. Hantallık olmasın, her cümlenin ve her kelimenin altından kıvrak bir espri göz kırpsın. Cümleler kısa, anlatı somut ve berrak olsun; on üç yaşında bir genç kolayca anlasın ve sevsin. Tarih ve coğrafya bilgileri manik bir titizlikle doğrulanmış olsun. Mesela Marakeş meydanındaki dükkanların sayısı ve detayları doğru bilinsin, Dahomey kralının unvanları tarihi kaynaklara uygun olsun, Donna Anna’nın babası olan kumandanın rütbesi ve maaşı Kastilya kraliyet arşivindeki bilgilerle uygunluk arz etsin. Tıkandığım nokta da orası zaten. Her şeyi gerçeğe uygun yapmaya kalkarsan hayal gücüne yer kalmıyor. Hiper-realist bir dünyanın içine masalı yerleştiremiyorsun. Çiğ kalıyor, sırıtıyor.
Yalanı sevmiyorum, ya da beceremiyorum. Oysa roman demek uzun ve tutarlı bir yalan anlatmak demek.
Bu birinci roman. Öbürü son bir haftadır aniden kafamı meşgul etmeye başladı. Türk kamuoyunu bu günlerde ilgilendiren Rıza Zarrab adlı İranlı bir iş adamı var. Görüntüsü şımarık bir diskotek çocuğu, birtakım karanlık işlerle akıllara durgunluk veren bir servete kavuştu, ünlü bir şarkıcıyla evlendi, Boğaziçi’nde bir değil iki yalı sahibi oldu. Sonra iskambil kağıtlarından inşa ettiği o şato yıkıldı, Rıza Amerika’da hapse atıldı, bir daha çıkıp çıkamayacağı belli değil. Şarkıcı olan eşi bu olaylar olurken aniden yüz seksen derece dönüş yaptı, boşanma davası açtı, kocasının servetinden arta kalanları ele geçirme çabasına girişti.
Bir roman yazsam ve tam o ihanet anını anlamaya çalışsam nasıl olur diye geçiyor aklımdan. İsim tabii ki vermeyeceğim, biyografilerle serbestçe oynayacağım. Kadın kahramanımız mesela sefil bir çocukluktan ve pavyon şarkıcılığından gelmiş olsun. İlk gençliğinde Bollywood filmlerine layık bir aşk ve ihanet öyküsü yaşamış olsun, hatta öyle birkaç öykü olsun. Yeni koğuşumda Yılmaz adlı bir hükümlü var, akıllı ve duyarlı bir adam. Urfa ve Diyarbakır batakhanelerinde yıllarca fedailik, garsonluk, şarkıcılık yapmış. Oturup konuşturuyorum, akıllara durgunluk veren tutku, şiddet ve felaket öyküleri anlatıyor. Onları derlesem, bizim şarkıcının hayat hikayesiyle harmanlasam, birinci sınıf bir roman, o olmadı film senaryosu çıkar ortaya.
Bunun da ilham kaynağı Mario Vargas Llosa’nın Conversación en la Catedral’indeki Hortensia karakteri olabilir belki. Müthiş bir romandır. Hortensia ününün zirvesindeyken düşer, ucuz pavyonlarda şarkıcı olur, sonunda öldürülür. Gazeteci kahramanım Santiago’nun o cinayeti çözmesi ve gerçek anlamını adım adım kavraması, herhalde Sofokles’in Kral Oidipus’undan bu yana anlatılmış olan en tüyler ürpertici keşif hikâyesi olmalı. Ben o kadarını yapabilir miyim? Sanmıyorum. O kadar uzun boylu değil yeteneklerim. Ama belki oradan ilham alabilirim, en azından bakış açımı biraz oradan alacağım esinle besleyebilirim.
İşte Bebişkom, babacığın birkaç haftadır bu gibi mevzulara daldı, bu yüzden sana yazacağı mektupları ihmal etti. Umarım beni affedersin.

Thursday, September 15, 2016

Feminizmin cinnetine dair


Genel affın gerekliliğine ve suç türlerine göre ayrım yapmanın abesliğine dair yazdığım yazıda tecavüzcülere değindiğim kısacık bir paragraf "feminist" etiketli kesimlerde absürtlüğün sınırlarına varan, hatta onları aşan bir infial fırtınası uyandırdı.  Sevgili dostum Metin Solmaz, sanırım o fırtınanın heyecanıyla, bana söylemediğim sözleri atfedip, hazır şablonlar kutusundan seçilmiş olmadık eleştiriler yöneltti.
“Nişanyan […] akıl almaz bir şekilde o paçoz cümleyi kurup tecavüzcülerin çoğunun büluğ çağında romantikler olduğunu söyledi...” demiş Metin Solmaz.
“Romantik” ne demek emin değilim. Ama ben öyle dememişim, “büluğ çağının fırtınaları arasında yolunu kaybetmiş âşıklar” demişim. Aynı şey değil sanki.
Belki pembe dizi kültürüm yetersiz. “Aşk” deyince benim aklıma mesela mum ışığında bir restoran yahut pembe balonlar filan gelmiyor. Romeo ve Jülyet geliyor, Medea geliyor, Othello ile Desdemona geliyor, Anna Karenina geliyor, Emma Bovary geliyor. Genç Werther’in acıları geliyor. Hepsinde kan, acı, gözyaşı, cinnet, cinayet, intihar vardır. Eski Yunan’da Aphrodite yalnızca aşk tanrıçası değildir, yıkım ve felaket tanrıçasıdır aynı zamanda. Boşuna mı?
Şimdi diyeceksin ki, küçük burjuva ahlakının sığ sularına kendini hapsetmiş, pembe balonların ve “ayıp sözlerden” arındırılmış küçük hayatların ötesinde bir dünya olabileceğini çoktan unutmuş insanlara bunları anlatmaya çalışmanın manası ne? Haklısın belki. Bilemedim. Belki anlamsız bir çaba.
Yazının devamında Metin Solmaz tecavüzü “korkunç bir erkek suçu” olarak tanımlıyor. “Tecavüz kötü değildir, çok kötüdür. Rezildir. Başka suçlara benzemez. Cinayet gibi değildir. Haklı cinayet olabilir. Haklı tecavüz olamaz.”
Korkarım ki Metin konu hakkında yeterli bilgiye sahip değil. Önemli bir ayrımı göz ardı ediyor. Belki de Batı toplumları için üretilmiş literatürden hareketle bu kanılara varmış. Tecavüzü eğer “kadının isteği ve iradesi dışında girilmiş cinsel ilişki” olarak tanımlarsak söyledikleri haklı veya haklıya yakın olabilir, peki. Lakin Türkiye’de, uygulamada, tecavüzün tanımı bu değildir. Tecavüz, “ailenin ve toplumun iradesi dışında girilmiş cinsel ilişki”dir. Nitekim kadının cinselliğini kontrol altında tutmayı ailenin ve toplumun varoluş davası olarak gören bir kültürde başka türlü olması düşünülemezdi.
Birkaç örnek vereyim.
Benim tanıdığım ilk tecavüzcü, 2001-2002’de Selçuk Kapalı’da koğuş ortağımdı. Kendi yirmilerindeyken on beş yaşında bir kızı “kaçırmış”. Üç yıl beraber oturmuşlar; bir çocukları olmuş. Ancak kızın ailesi bir türlü yatışmamış. Başlık parası talep etmişler; sonunda bir şekilde kızı bunaltıp geri almışlar. Bizimki, kendi ifadesine göre çalışıp başlık parası biriktirmek için Almanya’ya gitmiş. Orada fikrini bozmuş, başkası ile nişanlanmış, buradakini unutmuş. Ama kayınların hıncı dinmemiş. Kızın yaşını mahkeme kararı ile küçültüp, ilişkinin başladığı tarihte 15 yaş altı görünmesini sağlamışlar. Bizimki memlekete döndüğü gün yakalatmışlar. Tanıştığımda yedi yıldan beri yatıyordu. Benden sonra çıktı. Bremen’de lokanta açmış diye duydum.
Şirince’ye ilk geldiğimde, cahil bir şehirli olarak beni en çok şaşırtan şeylerden biri kız “kaçırma” vakalarının sıklığı idi. Köydeki evliliklerin galiba yarıdan fazlası, belki üçte ikisi “kaçırma” yoluyla gerçekleşiyordu. Bir iki olaya ister istemez biz de bulaştık. (“Sevan Abi sizin bahçedeki kulübe var ya, bir arkadaşım geceleyin şey…”) Zamanla olayın sosyal ve ekonomik nedenlerini daha iyi anlama fırsatı bulduk.
Sosyolojiyle sizi şimdi sıkmayayım. Burada sadece işin risk boyutunu düşünmenizi istiyorum. Her şey yolunda giderse sorun yok; aile ikna edilir, düğün yapılır. Ya gitmezse? Ya sinyal hatası varsa, yahut kız yarı yolda fikir değiştirirse, ne bileyim, “pöh, babacığımla bozuşmaya değmezmiş bu lavuk” sonucuna varırsa? Tecavüzün cezası TCK 102/2’de on iki yıldan az olmamak üzere hapis, kız on sekizden küçükse dört yıl daha eklenir. Ayrıcı kişiyi hürriyetinden yoksun kılma cezası 109/5’te on buçuk yıla kadar hapis. Ayrıca tehdit varsa ya da yanına bir arkadaşını almışsan 106/2’den iki ila beş yıl daha ekle. Kaydı mı hayatın? Hem öyle bir kaydı ki kış olimpiyatlarına girsen madalya alırsın.
Son dönemde tanıştığım tecavüzcülerden ikisi aklımda kalmış, onları da anlatayım. Biri bir Kürt, İzmirli, hayata beş sıfır mağlup başlayanlardan, ama vahşi bir tür cinsel cazibesi olduğu inkar edilemez. Yemin billah ediyor, “karı” aylarca sinyal vermiş, göz süzmüş, manalı laflar etmiş. Kendi “manitası” varmış, o yüzden önce yüz vermemiş. Sonra “şeytana uymuş”, “extasy ayağına gelmişler.” Birkaç gün sonra polis kapısına dayanmış, tecavüzden on beş küsur yıl almış. İşin gerçeği nedir, bilemem. Belli bir inandırıcılıkla bana anlatılanı aktarıyorum. Cezaevinde ayrıca kimsenin hikâyesini çok fazla kurcalamaya gelmez.
Öbürü de bir Kürt, 27-28 yaşlarında, tecritte yatıyor, günlerini yüksek sesle Kuran okuyarak geçiriyor. Kendisi bir şey anlatmıyor. Ama başkalarının naklettiğine göre oğlancıymış. İş üstünde polis baskınına uğramış, öteki çocuk paniğe kapılmış, “beni buraya zorla getirdi” diye ifade vermiş. Sonuç: otuz sene mi, kırk sene mi ne hapis.
Sonra, gebe olduğu anlaşılınca paniğe kapılıp, “kola bayii oğlan gazozuma hap atıp her gece bana tecavüz ediyormuş” diye adamcağızı yakan Diyarbakırlı dinibütün dul hanımın vakası var, adeta çağdaş bir Endymion ve Selene hikayesi.
Duyduğum hikayelerin hemen hepsinde üç tema öne çıkıyor.
1- Sinyal hatası. Kadının sinyali ile erkeğin algısı birbirini tutmayınca, en hafifinden rezalet, en ağırından cinayet oluyor. Belki de cinsler arası ilişkilerin patolojik bir ölçüde çarpıklaştığı, insanların küçük yaştan itibaren karşı cinsle sağlıklı bir iletişim kuramadan yetiştiği bir toplumda kaçınılmaz bir şey.
2- Keçi kayınpeder sendromu ve başlık parası. Yanılmıyorsam, kız çocuğunu bir takas metal olarak gören geleneksel kültürle, bireysel heves ve tercihi ön plana çıkaran modern hayatın çatışması bu problemi besleyen bir faktör. Belki bu yüzden, özellikle Batıya göçmüş Kürt ailelerde çok sık görülüyor.
3- Kimyasal ürünler. Kokain, extasy ve benzerleri bazı toplum kesimlerinde tahmin edemeyeceğiniz kadar yaygın ve hapı yuttuktan sonra, kızlı erkekli ortamda ne olup biteceğini, ertesi gün hasar tespitinin nasıl gelişeceğini kimse kestiremez.
Ha peki, Metin Solmaz kardeşimizin sözünü ettiği gerçek sapıklar, “büyük bir samimiyetle yedi yaşındaki çocuğa penetre edenler,” “tükürükler saçarak tecavüz anıları anlatanlar” yok mudur? Eminim vardır. Tabii ki ben de onları iğrenç buluyorum. Burada sosyopatın envai çeşidi ile tanıştıktan sonra dahi o tür safkan sapıklar bana tahammül ötesi geliyor. Ama kaç kişidirler bilmiyorum. Belki çoktur, cezaevlerinde tecrit edildikleri için yeterince fark edememişimdir. Belki de yazımda “tecavüzcülerin çoğu şöyledir” diye genellerken yanılmışımdır. Elimde istatistikler yok. Tek bildiğim şu: tanıma fırsatı bulduğum sekiz on tecavüzcü arasında Metin Solmaz’ın verdiği tipolojiye uyan kimse görmedim. Benim eksikliğim belki. Belki de değil.
• Deniz Karabacak “Nişanyan pek çok erkek entelektüel hayvanı gibi kadınlar konusunda hödük, seksist ve düşüncesiz” diyerek zarif bir dille önyargılarını ifade etmiş.

Kadınlar konusunda “hödük ve seksist” olduğumu sanmıyorum. Düşüncesiz belki. Genelde aptallığa ve riyaya fazla tahammülüm olmadığı için insanları kırdığım olmuştur; ama özellikle kadınlarla ilgili bir şey olduğunu sanmam.
Geldiğim aile çevresi açısından böyle bir şeyin pek mümkün olduğunu da düşünmüyorum. Ermeni ailelerinde kadınlar saltanatı kuvvetlidir. Türklerin sosyal alışkanlıklarını bugüne dek etkileyen bazı tarihî yaralar (çok eşlilik, cariyelik, erkeğin karısını kolayca boşayabilmesi, tesettür...) bizde olmadığından, sanırım cinsler arasındaki denge farklı kurulmuş. Çocukluğumu en çok etkilemiş ortam olan anneannemlerin ailesinde, aklın, itidalin ve dolaylı da olsa iktidarın temsilcisi hiç şüphesiz anneannemdi; annemle teyzemler de bayrağı ondan almışlardır. Kendi çekirdek ailemizde, kültürlü ve artiküle bir insan olan babam bir nebze daha baskındı. Bende de belirgin olan bir entelektüel üstencilliği ondan almış olabilirim belki. Ama karımın dekoltesine yahut kızımın sevgilisine karışmak, ya da sırf kadın olduğu için birinin mesleğine yahut eğitimine burnumu sokmak gibi saçmalıklardan çok şükür hep uzak oldum, başkalarında da böyle şeyleri feci derecede avam bulurum. İğrenirim hatta.
Hayatımın çok büyük bir bölümünde akıllı, başarılı, cerbezeli kadınların çekim alanında yaşadım. İlk aşkım Robert Kolej’de sınıf birincisi idi. İlk karım parlak bir akademisyenin kızıydı. Kendisi de parlak bir akademisyen olabilecekken kariyer değiştirdi, Uluslararası Af Örgütü’nün Çin masasını yönetti. Sonra üç yıl birlikte yaşadığım sevgilim, Alman devlet televizyonunun Türkiye şefiydi. Müjde’yi hiç anlatmayayım, “gel seninle padişahlık kuralım” diye önerince “sen çekil ben kurarım” diyenlerdendir. Ne seksizmi yahu, bu kadar uzatılacak bir kavram mı seksizm?
Son devirde cabbar ve muktedir kadınlardan biraz sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Allah onları sahiplerine bağışlasın, yollarını açık etsin. Bana daha genç, daha kırılgan, daha iddiasız kadınlar sanki daha iyi geliyor artık. Latan patriarkalizmin dışa kusması mıdır? Yorgunluk ve yaşlılık mıdır? Onu da bırak Deniz Hanım değerlendirsin.
• Dostça ve sağduyulu bir not yazan Hasan Demiroğlu “kadın konusunda biraz özensiz” olduğuma hükmetmiş, bunun sebepleri üzerinde durmuş.
“Kadın” yerine “feministler” ya da “feminist söylem” deseydi sanırım daha yerinde olurdu. Türk ve Türkçü, islam ve islamcı, sübyan ve sübyancı gibi aradaki ayrım. –ci’lere itiraz edince alttaki toplumsal gruba hakaret etmişsin gibi yaygara koparırlar, klasik bir üçkâğıt yöntemidir, uyanık olmazsan yanılırsın.
1970’lerde, 1968’in özgürlük mücadeleleri içinden modern feminist hareketin doğduğu yıllarda, o doğumun tam göbeğinde, ABD’de üniversitedeydim. Tabii ki coşkuyla karşıladık; “biz”e ait saydık; özgürlük davamızın doğal bir parçası olarak gördük. Gloria Steinem’i 1975’te Yale Politika Derneğinde alkışlayanlar arasında ben de vardım.
Görebildiğim kadarıyla o dönemde hareketin iki platformu vardı. Birincisi, kadınların cinsel özgürlüğü davası. O davayı tüm benliğimle, kayıtsız ve şartsız destekledim. Yeryüzünün en önemli meselelerinden biri saydım. Halâ da o pozisyondan bir milim geri adım atmış değilim. Uğruna mücadele etmeye değecek tek dava özgürlüktür. Kendi bedenine ve yaşam tarzına hâkim olamıyorsan kaç para eder o özgürlük?
İkinci platform, ekonomik fırsatlar ve özellikle istihdam alanında eşitlik talebi idi. O konuda daha az heyecan duydum. Prensip olarak elbette doğru bir talepti. Kadının çalışmamasını ya da eksik maaş almasını, eşek değilsen, yahut vicdanını çeşitli dinlerin afyonuna teslim etmemişsen nasıl savunabilirsin? Yine de, modern tüketim toplumu içinde eşit yer kapma talebi yüreğimde fazla yer etmedi. Özgür bir yaşam kurma ve türün biyolojik varlığını sürdürme meselelerini bireysel ekonomik refahın önüne koyan yaklaşımlar bana daha cazip geldi.
Bugün durum farklıdır. Bugünün Türkiyesinde -- ve daha sınırlı oranda Batı dünyasında -- “feminizm” bayrağını taşıyanların cinsel özgürlük ve ekonomik eşitlik davalarıyla fazla bir alakası kaldığını sanmıyorum. Sosyal mevzilenmeye bakın, yeter. Üniversite seminerlerinden Cihangir kahvelerine, oradan Hürriyet gazetesinin magazin eklerine kadar “feminizm” hakkında sesi en çok çıkanlar, bu memlekette cinsel özgürlük konusunda olsun, gelir ve kariyer fırsatlarına erişim konusunda olsun, en az sıkıntısı olan kesimlerdir. Cinsel kölelik ve ekonomik çaresizliğin gerçek mağdurları olan tarafta o söyleme zerrece ilgi yoktur; istihza ve kuşku egemendir. Size bu durum tuhaf gelmiyor mu? Bu paradoksu çözmeden sizce bu mevzuda anlamı olan bir laf edilebilir mi?
Kusura bakmayın, şimdi burada uzun boylu analize girmeyeceğim. Başımda yeterince dert var, bir de buna batmayayım. Özetleyeyim yeter.
Birincisi, bugünkü “feminizm”de cinsel özgürlük davası gözden kaybolmuştur; onun yerini yasaklayıcı ve norm koyucu bir yaklaşım almıştır. Öyle konuşmak yasak! Kadına höt demek yasak! Teenager yasak! Tarihi öyle değil böyle okumak yasak! Othello? Allah belasını versin seksist Arabın!
İkincisi, hayrettir ki konulan normlar, ufak tefek birtakım güncellemelerle, bin seneden beri bildiğimiz küçük burjuva ikiyüzlülüğünün kokmuş normlarının ta kendisidir. Ufak tefek yenilikler var dedik. Mesela LGBTİ eskiden yasaktı, şimdi neredeyse kutsal bir auraya bürünmüştür. Eskiden evlilik esastı, şimdi piyasası düşmüştür. Ama bu bir-iki madde dışında modern feminizmin yasaklarla çerçevelenmiş “kadın” imajını al, Victoria devri romancılarının onca acımasızlıkla alay ettikleri evde kalmış hala ahlakıyla kıyasla, fark bulursan alkışlar benden.
Üçüncüsü, her türlü dar ahlakçılık gibi, modern feminizm bir düşmanlık ve nefret ideolojisine evrilmiştir. Özellikle kalbindeki nefreti kusmak için fırsat kollayan kalabalıkların kol gezdiği diyarlarda bu eğilimin vahim boyutlara ulaştığını görüyoruz. Dil ve üslup, bin yıldan beri alışık olduklarımızdır. Gâvura merhamet mi gösterdi? Urun kahpeye! Komünisti mi savundu? Urun kahpeye! Vatan hainleriyle aynı kaptan mı yedi, teröristleri mi savundu? Urun kahpeye! Kadınlara saygısızlık mı etti – pardon “özensiz” mi davrandı? Urun kahpeye!
Bu zihniyetin adı, kelimenin en klasik ve en su katılmamış anlamıyla, faşizmdir. Bunun egemen olduğu yerde adalet duygusu yaşayamaz. Vicdan yaşayamaz. Akıl dumura uğrar ve çürür.
O yüzden, sonu –ci ile biten diğer nefret ideolojileri gibi, modern kafe-ve-kampus feminizmiyle de mücadele etmek gerektiğine inanıyorum. Vicdan körelmesiyle savaş bir bütündür. “Şuna dokunmayalım şimdi, bulaşır”, “şuna dokunmayalım bizdendir” hesabı yapmaya başlarsan kısa zamanda bataklığa saplanır kalırsın. “Bizim darbemiz iyidir” diyenlerle aynı çıkmazı paylaşırsın.
• Aykırı Zeynep adıyla iştihar ettiği halde bu topraklara özgü hayli düz bir yobazlıktan mustarip olduğu (“imanım mevzubahis ise gerisi teferruattır”) anlaşılan biri de “homofobik” olduğuma kanaat getirmiş.
Hegemoniği anlarım, itiraz etmem. Ama homofobiğe aklım ermedi. Son üç yıldır en yakınımda olan iki insandan biri kadın öbürü gaydir. Ona sordum, ben homofobik miyim diye. “Tutuksun o konuda” dedi. “Yüzleşmekten kaçınıyorsun.” “Hayatta kendime iyi kötü bir yol tutturmuşum,” diye kaçış yolu aradım. “Erkekleri döv, kadınları sev. Ona uymadığı için belki.”
Bu konuşmanın etkisiyle olacak akşam dilim çözüldü, koğuştakilere İrlanda’da eşcinsel evlilik meselesinin nasıl şahane bir demokratik süreçte çözüldüğünü anlattım. İrkildiler. “Nasıl yani abi, şimdi ibnelerin evlenmesini mi savunuyorsun” diye sordular. Gece yatakta biraz tedirgin yattılar gibi geldi bana.

• Kirli Beyaz adını kullanan biri başkanlık sistemi hakkında yazdığım yazı gibi bu yazıyı da “sipariş” olarak görmüş. İçinde bulunduğum bataktan kendimi kurtarmaya çalıştığımı düşünerek üstü kapalı sitem etmiş.

Bakın. Af (yahut ceza indirimi, yahut infaz yasası reformu, neyse), siz farkında olsanız da olmasanız da, hoşunuza gitsin veya gitmesin, bu ülkede güncel ve yakıcı bir konudur. Bunun birkaç sebebi vardır. Bir, 2005’teki ceza kanunu reformundan bu yana cezaevi nüfusu kontrolsüz bir şekilde artmaktadır. On yılda üç katına çıkmış, genel nüfusun binde birinden binde üçüne yükselmiştir. Böyle devam etmesi fizikman imkânsız olduğu için, öyle ya da böyle birkaç yılda bir fazlalığın salınması gerekir, kaçınılmazdır. İki, memleketteki hakim ve savcıların dörtte biri geçtiğimiz ay “terörist” ilan edilip sokağa veya kodese atılmıştır. Bunların vermiş olduğu kararların meşruiyetinin sorgulanması kaçınılmazdır. Üç, farkındasınız veya değilsiniz, bir iki yıldan beri Türk yargı sisteminde kapsamlı bir yeniden yapılandırma süreci başlatılmıştır. Eldeki dosyaları temize çekmeden o süreç sağlıklı bir sonuca ulaştırılamaz.
Ayrıca, bütün bunlardan bağımsız olarak, Kürt meselesinin kapsamlı bir genel af olmadan çözülmeyeceğini aklı olan herkes görmektedir. Hatta Kürt meselesindeki tıkanma yüzünden normal adli süreçte kaçınılmaz hale gelmiş olan bazı iyileştirmelerin de bekletildiği kanısı, bazı çevrelerde yaygındır.
İmdi, kamuoyunun sesi cırtlak çıkan bir kısmında affa karşı bir yaklaşımın pompalandığını görüyoruz. Sözde ahlaki argümanların arkasına saklanan bu görüşün, gerçek bir vicdan muhasebesine, üzerinde düşünülmüş bir akıl yürütmeye dayandığını sanmıyorum. Olay kısmen küçük burjuva ahlakının mutat ikiyüzlülüğü, kısmen de son yıllarda ülkeyi teslim alan gözü dönmüş nefretin bir dışavurumudur. Kimi “teröristler gebersin” diye kendini yırtar, kimi “hazretlerimize laf edenlerin kafası kesilsin” diye tepinir, kimi de “genç kızlara lolipop yalatanlar insan değildir, hadım edilsin, bin sene yatsın” diye sinir krizi geçirir. Aynı şey. Aynı vicdan kararması.
İşte bu kesime bir laf anlatabilirim diye oturdum bir yazı yazdım. Başaramadım tabii. Her seferinde aynı tuzağa düşüyorum. İrrasyonellikle nasıl başa çıkılır bilmiyorum. Altmış sene oldu, öğrenemedim. Bundan sonra da öğrenmem zor herhalde.

9 yorum:

  1. Yazı cinayet işlemiş tebrikler...
    Yanıtla
  2. Helal olsun! umarim yakinda hapisten kurtulursunuz.
    Saygilarla
    Yanıtla
  3. Bir psikoterapist olarak cinsel taciz ve tecavüzün abartılmış bir travma olduğunu söyleyebilirim. Tecavüzü travmatik yapan şey eylemin kendisinden ziyade toplumun bu duruma verdiği aşırı tepkidir. Yani tecavüze kıyamet muamelesi yapan komşular, panik geçiren akrabalar tecavüzcüden belki daha çok mağduru yaralar.

    İkinci mesele yeni icat edilmiş olan yaş sınırı ile cinsel ilişkinin 18 yaş altına yasak olması durumudur. Bunun nedenini anlamıyorum. Doğa insanların daha erken yaşlarda çiftleşmesini isterken bunu engellemek akıl karı değil. Sonra konsantrasyon eksikliği diye çocuklarını psikolog psikolog gezdirmeyin. Onların konsantrasyonu hormonları yüzden belirli bir alana odaklanmış durumda.

    Post modern dekonstruksüyon ile doğanın inkarı ve bunun yarı cahiller arasındaki populist yansıması sizin irrasyonel olarak gördüğünüz durum sanırım. Irrasyoneller neden irrasyonel? Çünkü tercihlerini emosyonel arızalarına göre yapıyorlar. O zaman onlara dert anlatmanın yolu rasyonel tartışmalar değil emosyonel süreçlerdir.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Çok cesur görüşler bunlar Fatih. Ben söylesem çiğ çiğ yerler beni.
    2. Doğa ve akıl birbirinin karşıtı zaten her tuvaletimiz geldiğinde yapmıyoruz değil mi? Taciz ve tecavüze 'Abartılmış bir travma' demek için ancak mesleğiniz gereği yüzeysel analizlere alışkınlıklar sebep herhalde!!!
  4. Hocam bu yorumu okuyacak misiniz bilmiyorum ama ben yine de yazayim, belki bir sekilde elinize ulasir.

    Birkac elestirim olacak.

    (1) Aydinlama felsefesinin safsatalarindan sizin de nasibinizi almaya devam ettiginizi goruyourm. Bu safsatalarin en onde geleni 'tabula rasa'dir. Bunun modern varyasyonu kadin ve erkegi akli olarak birbirinin ayni gorme eyilimidir. E.O Wilson'in onculugunu ettigi, gunumuzde evrimsel psikolojiye donusmus sosyobiyolojinin en onemli bulgularindan biri, evrimsel stratejilerinin temelden farkli olmasindan oturu, kadin ve erkek zihinsel karakteristiklerinin olculebilir sekilde farkli oldugudur.

    (1-a) Kadin-erkek farkliliklarindan toplumsal acidan en carpici olani sosyo-seksualite farkliliklaridir. Robert Briffault memeli (ve dolayisla insan) sosyo-seksualitesini soyle ozetliyor:

    “The female, not the male, determines all the conditions of the animal family. Where the female can derive no benefit from association with the male, no such association takes place.”

    Bu yasanin uc sonucu:

    “Past benefit provided by the male does not provide for continued or future association.”

    “Any agreement where the male provides a current benefit in return for a promise of future association is null and void as soon as the male has provided the benefit.”

    “A promise of future benefit has limited influence on current/future association, with the influence inversely proportionate to the length of time until the benefit will be given and directly proportionate to the degree to which the female trusts the male.”

    Briffault yasasinin yaninda, kadin “hypergamous” icgudusunu anlamak lazim (maymun gruplarinin birincil seleksiyon mekanizmasini teskil eder).

    Kadinin evrimsel imperativi olarak kendi sosyo-seksuel pazar degerine esit veya ustun es aramasi, ‘hypergamous instinct’ olarak tanimlanir. Erkeklerde durum farklidir, zira ciflesmenin acil masrafini erkek degil, kadin ustlenir (hamilelik ve takip eden acziyet).

    Kisa kesmek gerekirse, maymun gruplarinda, kadin kendisinin sosyo-seksuel pazar degerine ustun olarak algiladigi erkeklerin ilgisini cekmeye calisir. Bunu ‘plausibly deniable’ sinyaller gondererek yapar.

    Insanin atasal cevresine bakarsak, tecavuzun erkek icin basarili bir evrimsel strateji oldugu gercegiyle karsilasiyoruz. Atasal cevrede kabilenin baska bir kabile tarafindan bozguna ugratilmasi, kabilenin erkekleri acisindan evrimsel felaket, kadinlari acisindan ise tam tersine muzzam evrimsel basari manasina geliyordu (zira galip kabilenin erkekleri malup kabilenin erkeklerinden evrimsel olarak daha zinde olduklarini performatif olarak kanitlamis oluyorlar).

    Netice olarak insan kadininin (ve diger ‘sexually dimorphic’ memelilerin) kendini her manada domine eden erkekleri cazip buldugu gercegiyle karsilasiyoruz. Daha kaba tabiriyle, kadinlar kendilerine tecavuz etmeye curet edebilecek kadar tasakli erkekleri cinsel olarak cazib buluyor. Bu savin empirik destegini populer kulturun her tarafinda gormek mumkun. En basit ornek, kadin erotik medyasinin yarisindan cogunun dominasyon/tecavuz pornosu olmasi (Fifty Shades of Grey 50 milyondan fazla kopya satti).

    Kadin hypergamous icgudusu ve bilincalti tecavuz/dominasyon arzusu, gundelik hayatta kadinlarin yuksek sosyo-ekonomik duzeydeki agresif erkekleri tercih etmesi olarak zuhur etmekte. Kabaca, sokaktaki siradan insaat iscisi, plaza ablamiza sarktigi zaman, ablamizda igrenme tepkisi yaratirken, giyiminden ve ‘conspicous consumption’ sinyallerinden is adami oldugu belli olan abimizin asiri agresif haraketleri ablamiza olagan-ustu cekici gelecektir.
    Yanıtla
  5. Kadin-erkek iliskilerini kisir ve safsatalarla dolu modernist mercekten incelerseniz modernizmin imkansizliklarindan kendinizi kurtaramazsiniz. Batinin felaket derecede dusuk dogurganlik oranlari (<< 2), bosanma oranlari (> %50), modernist kadin-erkek iliskilerinin katastrofik cehaletini performatif olarak ortaya seriyor. Belki de binlerce yildir apayri medeni atlyapilardan gelmelerinie ragmen, en azindan tas ustune tas koyabilicek kadar ehil butun geleneklerin kadin-erkek iliskileri uzerinde yakinsamasinin bir sebebi vardir, ne dersiniz? (ipucu: patriarkal gelenek bu konuda az-cok halki. Schopenhauer’in kadin uzerine yazdigi muhtesem denemeyi tavsiye ederim). Hans-Hermann Hoppe son kitabinda ‘cocuk yetistirme’ gorevinin tek-esli aile muesesesi araciligiyla ozellestirilmesinin (yani masraflarinin baba tarafindan karsilanmasinin) medeniyeti mumkun kilan enstrumental sosyal teknoloji oldugunu gosteriyor. Sizin cok sevdiginiz Gibbon bile Roma’nin cokusunu birincil olarak aile kurumunun cokmesine baglamamis miydi? Kadinin cinsel ozgurlesmesi neden her tarihsel zuhur edisinde ailenin ve medeniyetin cokusunun habercisi oldu diye dusundunuz mu hic? Neden Avrupa milyonlarca 80 IQ’lu okuma yazma bilmeyen Kuzey Afrikali muslumani yuksek guvenli (Fukuyama’nin “high trust” dedigi) toplumlarina davet ederek intihar etmeye calisiyor diye dusundunuz mu? Tren istasyonlarinda soz konusu askerlik caigindaki erkek “multecileri” “refugees wecome <3 <3” pankartlariyla karsilayanlar kimler baktiniz mi hic? Patriarkal hıristiyanligi reddeden bati, neden hiper-patriarkal islamin kucaginda buluyor kendini diye dusundunuz mu? Progresif feministlerin vahabi islamcilarla isbirligi yapmasi size de garip gelmiyor mu? ‘Islamofobi’ sacmaliginin ‘homofobi’, ‘misogynist’ deyimlerini ureten sidik havuzundan geldigini farkettiniz mi?

    (1-b) Elestirdiginiz gunumuz feminizmi (3. dalga feminizm ve intersectional feminizm), sosyolojik olarak atalarindan cok da farkli degil. Kokeni suffragistlere (ve Ingiltere ozelinde suffragette) dayanan feminist hareket, her daim ust sinifin ortasi, ekonomik olarak derdi olmayan kadinlardan olustu.

    Feminist hareketin modus operandisi de her daim ayni gozukuyor: kendi sinif cikarlarini ilerletmeye calisan kucuk-burujuva alt-aristokrat kadinlarin duygusal ajitasyonu.

    Eskiden sadece mulk sahibi erkeklere, askeri miliste gorev yapma kaidesiyle verilen oy kullanma hakkini, duygu somurusyle kadinlara kazandiran suffragistler, ruhani torunlari feministler gibi talep ettikleri haklara mutekabil sorumluluklari reddettiler.

    2. Dalga feministler, yani sizin desteklediginiz grup, “no-fault divorce” yani kusur olmadigi halde yasallastirilan bosanma ile, evlilik kurumunu oksimoron kildilar. Omur boyu nafaka, cocuk yardimi ve daha nice erkeklere munhasir sorumluluga karsilik, kendilerine yalnizca hak talep ettiler. “Esit is icin esit ucret” gibi, yalan oldugu defalarca kez kanitlanmis safsatalarla, kucuk-burjuva hanimlari kendi cikarlari icin derin toplumsal bozukluklar olusturmaktan geri durmadilar.

    Diger butun toplumsal ajitasyonlarda oldugu gibi, 2. dalga feminislteri temelde gercek iktidarin maşasıydilar. De Jouvenel’in “high-low against the middle” mekanizmasindaki ‘high’ in kullandigi ‘low’ oldular. Adini andiginiz Gloria Steinem’in (farkinda olmadan) CIA asset’i oldugunu biliyor muydunuz (lutfen bu cumleden oturu beni komplo teorisyeni zannetmeyiniz, CIA’in Gloria Stein’i asset olarak kullandigi yakinlarda gizliligi kaldirilan ic yazismalar araciligiyla ortaya cikti)?

    Ozet olarak, feminizm vucut buldugu her formda, iktidarin ic catismasinda yer alan mezheplerin kadin ‘in-group preference’indan faydalanarak kucuk burjuva hanimlarini silahlastirmasi olarak ozetlenebilir. Tarihsel muadillerini Roma’da, daha da geriye gidersek Bronz Cagi tapinak fahise kultlerinde bulabilirsiniz.
    Yanıtla
  6. [Onceki Yorumlardan Devam /Son]

    (2) Toplumsal siniflarin az-cok IQ siniflari oldugundan haberdar misiniz bilmiyorum ama IQ gercekliginden haberdar degilmis gibi davraniyorsunuz. Kisaca, insanlar kendi IQ seviyesinin 1 standart sapma alti ve 1 standart sapma ustu ile efektif iletisim kurabiliyorlar. Mesela sizin IQnuz 135 ise (yani ortalama IQ’su 90 olan Turkiye’de 3. standart sapmanin icindeyseniz, yani en akilli %0.3’luk kesimin icinde iseniz) 120-150 IQ araligi ile iletisim kurabiliyorsunuz. 120’nin alti sizi Dunning-Kruger etkisinden oturu aptal zannediyor, siz ise onlara laf anlatamadiginiz icin kafanizi duvarlara vuruyorsunuz. Bu gercekligin farkina varirsaniz icine dustugunuz husrandan kurtulacaginizi dusunuyorum.

    Aydinlama safsatasi olan tabula rasaci mantaliteyle yalkasip, IQ’nun egitim ile degistirilebilir bir sey oldugu itirazinda bulunabilirsiniz belki. 100 yillik celik gibi saglam psikometrik veri, IQ’nun %50 ila %80 kalitsal oldugunu gosteriyor. Dahasi, yas ilerledikce, cevresel etki minimuma dusuyor.

    IQ gercekligini anlamaniz hayati onem tasiyor bana gore. Size ulasabilicegim bir adres verirseniz, Charles Murray’in Bell Curve’unu gondermek isterim. Yaninda Greg Cochran’in 10 000 Year Explosion’ini da okumaniz lazim yakin donem (neolitik) insan evriminin neden 100 kat hizlandigini anlamak istiyorsaniz. Richard Lewontin, Jared Diamond, Stephen Jay Gould gibi yalancilarin akliniz uzerindeki tekelini Greg Cochran, Charles Murray ve hatta devletin resmi kilisesinden (Harvard) gelmesine ragmen gorece az yalan soyleyen Steven Pinker okuyarak kirabilirsiniz.

    ‘Gerici’ diye burun kivirdiginiz patriarkal gelenekleri naturalist ve materyalist Darwinci bakis acisiyla savunan argumanlara bakmalisiniz. Belki takip etmeye firsat bulamamis olabilirsiniz ama son 10 yilda populasyon genetiginde, evrimsel psikolojide, psikometride, progresif dogmayi temelden sarsan gelismeler yasandi. Donald Trump, Putin, Rodrigo Duterte, Victor Orban gibi anti-demokratik sagci populist liderler progresivizmin tanrisi ‘Demokrasi’nin, ve progresivizmin diger dogmalarinin olmekte oldugunu gosteriyor. Matbaa 16. ve 17. yuzyilda Katolik kilisenin catirdamasina yol acti. 30 yil savaslari ve Westphalia antlasmasi ile gunumuz Harvard merkezli ateist-humanist-progresiv-puritan kilisesinin temelleri atildi. Halihazirda desantralize internet, 16. yuzyil matbaasinin Katolik kilisesine yaptigi seyi Harvard merkezli yeni kilisye yapiyor. Arzu ederseniz Anglo-blog kulturunde donen neo-reaksiyoner anti-progresiv politik-felsefi yazilaridan derlemeler gonderebilirim.
    Yanıtla