Wednesday, February 27, 2019

Nuh nereye kondu?

Ararat adı Yahudi Kutsal Kitabında dört kez geçiyor. En ünlüsü Yaratılış (Genesis) kitabı 8:4 – Tufan’dan sonra Nuh’un gemisi “yedinci ayın on yedinci günü Ararat dağlarına oturdu”. ‘Ararat dağı’ değil, gayet sarih ‘Ararat dağları’, hare Ararat הָרֵי אֲרָרָט , çoğul.

2 Krallar 19:37 ve onu aynen tekrarlayan Yeşaya 37:38’de Ararat’ın bir ülke olduğunu öğreniyoruz: Asur kralı Sanherib Musul yakınındaki Ninive’de “bir gün ilahı Nisrok'un tapınağında tapınırken, oğullarından Adrammelek'le Şareser, onu kılıçla öldürüp Ararat ülkesine kaçtılar.” Sanherib gerçek bir tarihi şahsiyet, ölümü MÖ 681.

Yeremya 51:27’de Yeremya peygamberin tanrısı ulusları Babil’e karşı savaşa çağırırken “Ararat, Minni, Aşkenaz krallıklarını ona karşı toplayın; ona karşı bir komutan atayın; çekirge sürüsü kadar at gönderin üzerine” diyerek savaş kışkırtıcılığı yapıyor. Buradaki Aşkenaz genel olarak at yetiştiriciliğiyle tanınan bir kuzey kavminin adı: belki İskitler, ya da MÖ 714 ile MÖ 619 yılları arasında Anadolu’yu talan ettikten sonra Kayseri ile Malatya arasında bir yerlere yerleştikleri sanılan Kimmerler. Minni, Asurcası Mannai, Batı İran’da Urmiye Gölü civarındaki bir krallık. Jewish Encyclopedia “Ermeni” demiş ama açıklamaya gerek görmemiş. Ararat ise besbelli Asurluların Urartu diye adlandırdığı krallığın İbranicesi. Merkezi Van, Asur’un baş düşmanı, MÖ 612’de İran’daki Medlerle bir olup Asur devletine son vermiş, 27 yıl sonra bu kez Med’lere yenik düşmüş. Yeremya peygamber MÖ 626 ile 587 yılları arasında aktif olduğuna göre Allah’tan aldığı mesajlarda güncel dünya politikası da konuşulmuş görünüyor.

Mezopotamya düzlüğünden kuzeye doğru baktığımızda Ararat ülkesinin koca bir dağ kütlesi gibi görünmesi normal. Mezopotamya’yı sular bastığında ilk karaya çıkacağımız yerin “Ararat Dağları” – mesela o dağların en güneydeki uzantısı olan Cudi Dağı – olması da mantıklı görünüyor, eğer bu işlerde mantık aranıyorsa.

*
Aziz Eugenios, ya da Süryanice adıyla Mar Awgin, manastır geleneğini 4. yy başlarında Mısır’dan Mezopotamya’ya getiren kişi olarak anılır. Türbesi Nusaybin ile Cizre arasındaki Girmeli’nin sırtında kuş uçmaz kervan geçmez bir yerdedir. Yıl 2000’di galiba, Müjde ile ziyaret edip, en az bin yıllık görünen bir kırık kiremidini almış, Şirince’deki evimizin duvarına eklemiştik.

Aziz Eugenios/Awgin menakıbnamesinden öğrendiğimize göre bu muhterem Qardû ilinin köylerini gezip putperest halkı iman yoluna getirirken, Nuh’un gemisinin bulunduğu dağın yakınında Sargûgâ adlı köye uğramış. Bu köy, Sanherib’in oğlu Şar-ussur’ın Ninive’den kaçıp geldiği yermiş. Burada (öldürdüğü) babası adına bir tapınak (türbe?) yaptırmış; soyundan gelenler halâ, yani yaklaşık bin yıl sonra, o tapınağı gözetmekte ve orada ibadet etmekteymiş. (Paul Bedjan ed., Acta martyrum et sanctorum, III.446, Paris 1896).

Sarguga’nın yeri belli değil ancak Qardû ülkesi (Bêth Qardû) belli: eskilerin Kurtoi veya Karduoi veya Gorduei diye adlandırdığı halkın diyarı, Ksenophon’da Karduxoi ülkesi, Strabon’da Gorduênê: bugünkü Şırnak merkez ile Güçlükonak ve Eruh yöresi. “Nuh gemisinin bulunduğu dağ” derken, besbelli Şırnak’ın karşısında dev bir gemi gibi yükselen Cudi Dağı kastedilmiş.

O eşleştirmenin bildiğimiz en eski ifadesi, Yahudi Kutsal Kitabının halk dili olan Aramice meal ve tefsirleri olan Targum’lardır. Yonathan b. Uzziel Targum’u Milattan hemen önceki yıllara aittir. Yeşaya 37:38 tefsirinde Sanherib’in oğullarının kaçtığı ülkeyi “Qardu ülkesi” olarak tefsir eder. (books.google.gr/books?id=_boCAAAAQAAJ, sf 126). MS 1. yy’ın ikinci yarısında kaleme alındığı kabul edilen Onkelos Targum’unda Tevrat’taki “Ararat Dağları” ifadesi Aramice “Qardu Dağı” olarak yorumlanır (targum.info/onk/Gen6_11.htm). Daha geç tarihe ait Targum Yeruşalmi’de dağın adı Qardon Dağı (tûre d’qardôn), ülkenin adı ise Qardania olarak geçer. (targum.info/pj/pjgen6-11.htm, yazım hatalı, doğrusu Qardania).

Targum’larla aynı dönemin eseri olan Pşitta, Yahudi Kutsal Kitabının bir başka Arami lehçesi olan Urfa Süryanicesine çevirisidir. Orada da Ararat sözcüğünün geçtiği dört pasajın her biri “Qardon dağları” ve “Qardon ülkesi” olarak tercüme edilir (www.peshitta.org/. Ör. Genesis 8:4, ilk satır İbranice hare Ararat, ikinci satır Aramice ture Qardon; İngilizcesi mountains of Ararat).

MS 1. yy’da Yahudi inanç ve törelerini Greko-Romen dünyasına tanıtmaya girişen tarihçi Josephus kafamızı biraz karıştırır. MS 95 tarihli Antiquitates Iudaicae’nin 1. cilt 3. bölüm 5-6 paragraflarına göre Nuh’un gemisi “Ermeni ülkesinde” (κατὰ τὴν Ἀρμενίαν) Korduene’liler Dağının (πρὸς τῷ ὄρει τῶν Κορδυαίων) zirvesine konmuştur. (http://sacred-texts.com/jud/josephus/ant-1.htm) Geminin kalıntıları hala mevcut olup insanlar bundan topladıkları zift parçalarını muska olarak taşırlar. Ermeniler Nuh’un toprağa ilk ayak bastığı yere İçevan (“iniş yeri, menzil”) adını verir ve geminin kalıntılarını ziyaretçilere gösterirler.

“Ermenistan’daki Kürt Dağı” ilk bakışta çelişki gibi görünse de yoruma müsaittir. Antik terminolojide Armenia ülkesi Urartu krallığı ile eşdeğerdi; güney sınırı Şırnak ve Hakkari’yi de içerirdi. Kordu ülkesi (sık sık isyan edip başına buyruk gitse de) bunun bir vilayetiydi. Dolayısıyla “Armenia ülkesinde Korduenelilerin Dağı” pekala Şırnak’taki Cudi Dağı olabilir.

Sıra Kutsal Kitap’ın 382-384 yıllarına yapılan standart Latince çevirisine gelince bir adım daha ileri gideriz. Günümüze dek Katolik kilisesinin tanrı kelamı kabul ettiği bu metinde, Ararat sözcüğü Armenia olarak  çevrilmiştir. Buyurun: Genesis 8:4 “requievitque arca mense septimo vicesima septima die mensis super montes Armeniae.” 2 Krallar 19:37 ve İsaiah 37:38 Sanherib’in oğulları “fugeruntque in terram Armeniorum.” Sadece Yeremya 51:27’de Ararat krallığı Ararat olarak kalır.

Nuh’un gemisi tufandan sonra kaldığı yerden kuzeye doğru adım adım yol almaktadır...

*
Küçük bir parantez açalım. Kuran’ın Hûd suresi 25-46’da aktardığı Nuh tufanı versiyonuna göre geminin karaya oturduğu yer el-cûdî’dir (الجودى). Kuran metni Targum’lardaki ve Pşitta’daki anlatıyı oldukça yakın bir şekilde (fakat kısaltarak ve araya mutat tehdit ve hakaret cümlelerini ekleyerek) tekrarlar. Dolayısıyla el-Cûdî adlı yerin bir şekilde Targum metinlerindeki Qardû veya Josephus’un Yunancasındaki Gordu- adıyla ilgili olduğunu düşünebiliriz. Aramice ve Yunanca /g/ sesinin, bu sesi tanımayan Arap dilinde daima /c/ şeklini aldığını, yine Arapçada bulunmayan /o/ sesinin daima /u/ olarak telaffuz edildiğini biliyoruz. Demek ki Arapça bir anlamı olmayan Cûdî, bu dillerdeki Godî sözcüğüne tekabül eder veya en azından edebilir.

Aradaki /r/ harfinin kaybını açıklayamıyoruz. Kuran yazarı  bizim haberdar olmadığımız bilgi kaynaklarına mı sahiptir? Yoksa ismi yanlış duymuş veya editör hatasına mı kurban gitmiştir? Bu soruları sormakla yetinelim.  

*
Ağrı Dağının Ermenice öz adı Ararat değildir, Masis’tir. Tamlayan hali Maseats olur, yani “Masis Dağı” değil Maseats Ler Մասեաց լեռ denir. Büyük olasılıkla Eski Farsça “en büyük” anlamına gelen masişt- sözcüğünden uyarlanmıştır. Meis adasından tanıdığımız Yunanca megisti, majestelerinden tanıdığımız Latince maiestas  ve eski Anglosaksonca maest-‘ten gelen İngilizce most ile kökteştir. Tabandan zirveye net yükseklik açısından Batı Asya’nın ve hatta sanırım bütün Asya’nın en yüksek dağına yakışır bir isimdir.

Eski Ermeni vakanüvislerinden Pavsdos Puzant (4. yy), Ğazar Parpetsi ve Movses Xorenatsi (5. yy veya sonra), ve anonim Aşxarhatsuyts yazarı (7. yy)  dağdan sadece Masis adıyla söz ederler; dağda bulunan Akori veya Ağori kentini anarlar. Fakat bu dağla ilgili olarak Nuh tufanı efsanesine değinmezler. 13. yy sonuna dek diğer tarihçilerde herhangi bir bağlamda bu dağdan söz edene rastlamadım. Buna karşılık Pavsdos’ta daha da ilginç bir detay buluruz. Bu tarihçinin muhtemelen bir Süryani kaynağından aktardığı Nusaybin’li Aziz Yakup menkıbesine göre, ol nurlu kişi Pers ülkesinde bulunan Nusaybin kentinden[1] çıkıp “Ermeni ülkesinin sınırlarında, Korduk diyarındaki Sararat Dağına” gelir. Burada Allah’a dua ederek Nuh’un gemisinin yerini kendisine göstermesi için yalvarır. Çok kurak olan dağda susuzluktan ölmek üzereyken Allah’ın inayetiyle yerden bir pınar çıkar. Allahın meleği uykusunda Yakup’a seslenerek aradığı yerin burası olduğunu, daha ileri gitmemesi gerektiğini bildirir. Uyandığında orada insan eliyle kesilmiş birtakım tahtalar bulur, geminin kalıntıları olduğunu anlar. Bu müthiş mucize üzerine yöre halkı Yakup’un Allah tarafından seçilmiş biri olduğuna inanır, coşkuyla ona biat eder, pınarın çıktığı yeri kutsal sayar, onun bulduğu tahtayı Allah’ın inayetinin büyük bir simgesi sayarak saklar.

Aynı öyküyü hemen hemen aynı kelimelerle 12. yy’da Urfalı Mateos Vekayinamesine zeyl yazan Rahip Grigor tekrarlayacak, ancak Sararat yerine Ararat adını kullanacaktır. Tahminimce Pavsdos’un eklediği S harfi bir müstensih hatası olsa gerekir.

Öyle anlaşılıyor ki en azından 12. yy’a dek Ermeni tarihçileri, Süryani komşularına uyarak, Tevrat’ta adı geçen “Ararat” dağının Kürt diyarındaki Cudi dağı olduğu inancını korumuşlardır.

*
Ararat adı ve Nuh efsanesi ilk ne zaman kesin olarak Ağrı Dağına taşındı?

Ortaçağ-sonrası Ermeni tarihçilerini yeterince tanımadığım için bu soruya tatmin edici bir cevap veremiyorum. O yüzden Batılı kaynaklarda standart olan bilgilerle yetineceğim. Yaygın görüşe göre öykünün o versiyonunu ilk kez anlatan kişi 1253 yılında Fransa kralı adına Moğol Hanına elçi giden Willem de Rubruquis’tir. Ancak Rubruquis bilfiil Ağrı Dağı yöresine gitmemiş, İstanbul’daki Ermenilerden duyduklarını aktarmıştır. Anlattığı öykü az önce gördüğümüz Nusaybinli Aziz Yakup öyküsüdür. Dağın adı “Masis veya Ararat” olarak verilmiş, Aras nehrinin bu dağın eteklerinden aktığı bildirilmiştir. Nuh’un adım attığı yerin adı bu kez İçevan değil ‘Naksua’dır. Yani Nax-içevan: “ilk inişyeri, ilk menzil”. (archive.org/details/journeyofwilliam00ruys/ sf. 269-271.)

Sanırım Nahçivan’ın ilk kez ne zaman bu isimle adlandırıldığını bulsak, Ararat dağının Ağrı’ya taşınma tarihinin üst limitini de bulmuş oluruz.




[1] Ermenilerin Mtsbin adıyla andığı Nsîbîn kenti 363 yılından İslam istilasına dek İran (Sasani) imparatorluğunun batıdaki uç kentiydi. Düz ovada bulunan Nusaybin ve Cizre kentleri İran’a ait olan Gzirta (Cizre) diyarında bulunurken, Şırnak’ın (387 veya 451 yılında Sasani devletince yutulacak olan) Ermenistan krallığına ait sayıldığı anlaşılıyor. Dağın “kurak” olması, Ağrı Dağı’ndan söz edilmediğinin belirtisidir. 

Thursday, February 21, 2019

Kilikya kralına kimler biat etmiş

Dünkü yazının dipnotunda verdiğim linki epey kişi ziyaret ettiğine göre biraz daha bilgi vermemde yarar var demektir.
Önce yazar. Sımpad Sparabed veya Smbat Konestabl (“Kumandan S.”) adıyla tanınan zat Mersin’in dağında şimdiki adı Çandır kalesi olan Paperon kalesinin beyi, Kilikya Ermeni hükümdarı 1. Hetum'un kardeşi. 1247’de ve tekrar 1254’te elçi olarak Karakurum’a gidip Moğol hanı Möngke ile görüşmesi ünlü. Hanın akrabası olan bir Moğol hatunla evliliğinden Tatar Vasil adlı bir oğlu olmuş. Kıbrıs kralı ile Latince yazışması mevcut. 13. yüzyıl olaylarıyla ilgili elimizeki en kapsamlı kaynaklardan biri olan (Ermenice) vekayinamesini 1274 yılına kadar getirmiş.  
Vekayinamenin en ilginç pasajı, 1198 (veya 1199) tarihinde Rupenyan sülalesinden 2. Levon’u “Ermeniler kralı” olarak tanıyan ruhani ve askeri şeflerin listesi. Belli ki resmi bir tutanaktan iktibas edilmiş. Kilikya ülkesinin siyasi yapısı ve yer adları açısından bir hazinedir. Son yüz elli yılda sayısız analiz ve makaleye konu olmuştur. Ben de derleyebildiklerimi size aktarayım.
Listede önce başpiskoposlar, sonra piskoposlar, son olarak da sivil beyler gösterilmiş. İlk grubun sıralama mantığı açık değil; ikinci ve üçüncüsünde doğudan batıya coğrafi sıra izlenmiş. 
Sol kolonda vekayiname metninin İngilizce çevirisini verdim; özel adlar klasik Ermenice değerlere göre aktarılmış. Ermenice harflerin transkripsiyonunda kullandıkları kesme işaretlerini yok sayın bitsin. Sağ kolonda benim notlarım var; Batı Ermenicesi telaffuzunu tercih ettim.
Not 1: Din adamlarının adlarının tümü ile diğer kişi adlarının çoğu Ermenice. Fakat bazıları Rumca, daha doğrusu Rum Ortodoks mezhebine ait adlar (Kostans, Nikifor, Mixail, Xrisofor). Epey sayıda Katolik Frenk adı (Henri, Baudoin, Tancred, Robert) ile Ulukışla’da muhtemelen Müslim olan bir Şehinşah görülüyor. Belli ki çeşitli din ve mezheplere mensup yerel egemenler, Ermeni kilisesinin onaylayıp kutsadığı bir siyasi oluşumda yer almayı tercih etmişler. Ulukışla’daki vatandaş eğer sahiden Müslim ise, belki kuzeyinde Konya Selçuklularının 1180’lerden beri hızla artan gücüne karşı güneyindeki Ermenilerle ittifakı ehveni şer saymış.
Bu önemli bir gözlem, çünkü aynı beylerin veya benzerlerinin, aynı dönemde ve hemen sonrasında Türk-İslam ittifakı içinde nasıl yer aldıklarına dair de bir fikir veriyor.
Not 2: Listedeki iki isim, Kudüs ve Antakya başpiskoposları, yerel bir egemenliği temsilen değil siyaset-üstü kurumların temsilcisi olarak yer almış görünüyor. Kudüs bu tarihte Selahaddin Eyyubi’nin oğullarının hükmü altında olduğuna ve Kudüs başpiskoposunun onlardan izinsiz katılması mantıksız olacağına göre, Eyyubilerin bu oluşuma en azından sıcak baktıklarını düşünmek gerekiyor. Belki onlar da Konya Selçukluların artan gücüne karşı bir Ermeni tamponu oluşturmayı faydalı görmüşlerdir.
Hatırlayalım ki bu olaydan beş veya altı yıl sonra Bizans çöküp Latinlere teslim olacak, hemen ardından Selçuklular Antalya ve Alanya’yı zaptedip Doğu Akdeniz dengelerini altüst edecekler.

Lord Dawit' archbishop of Mamsuestia and head of the blessed congregation of Ark'akaghni
Antik Mopsuestia, şimdi Adana’ya yakın Yakapınar (Misis) kasabası. Arkagağni (Şahbalut) manastırı kasabanın 9 km güneyinde harabedir.
Lord Grigoris archbishop of Kapan (Kapnun) and head of Areg/Aregni
Maraş Andırın ilçesinin eski merkezi olan Geben kasabası. Arekni Manastırı genellikle Süleymanlı (Zeytun) yakınında gösterilirse de bu doğru olamaz.
Lord Yovhane's archbishop of Sis and head of Drazark
Kozan ilçe merkezi. Trazark manastırı kasabanın 3 km kadar kuzeyindedir.
Lord Minas archbishop of the holy city of Jerusalem
Kudüs. Bu tarihte Selahaddin Eyyubi oğlu sultan el-Efdal hükmünde.
Lord Yuse'p' archbishop of Antioch and head of Yisuank'
Antakya.
Lord Kostandin archbishop of Anazarb and head of Kastaghon
Kozan’a yakın Anavarza (Dilekkaya) kalesi ve kenti. Kastağon manastırının yeri belirsiz.
Lord Vardan archbishop of Lambron and head of Skewr'a
Mersin Çamlıyayla (Namrun) ilçesi. Skevra manastırı kale yakınında harabedir.
Lord Setp'anos archbishop of Tarson and head of Mlich
Tarsus. Mliç Manastırının yeri belirsiz.
Lord T'oros bishop of Selewkia
Hatay Samandağı DEĞİL, Silifke DEĞİL. Belki İslahiye (antik Nikopolis Seleukidon).
Lord Astuatsatur bishop of Metsk'ar
Maraş Çakırdere köyü Güredil Kalesi?
Lord Yohane's bishop of Sanvilank'
?
Lord Ge'org bishop of Andriasank'
Maraş Andırın ilçesi veya Maraş Yolyanı (Anabat) köyü
Lord Kostandin bishop of Yohnank'
?
Lord Grigor bishop of P'ilpposeank'
?
Lord Step'anos bishop of Berdus
Maraş Ağabeyli (Bertiz/Bertuz) kasabası.
Lord Mxit'ar bishop of Inkuzut
Maraş Engizek dağı, Çağlayancerit
The prince of Baghras Adam
İskenderun’a yakın Ötençay (Bağras) kalesi
The prince of Chker Hostius (O'stn)
Hatay, Payas-Dörtyol yöresi
The prince of Hamus Arewgoyn
Osmaniye Çardak Kalesi
The prince of Sarvandik'ar Smbat
Osmaniye Hasanbeyli ilçesinde Kalecik (Savrankale) kalesi
The prince of Harun Lewon
Osmaniye Düziçi (Haruniye) ilçesi.
The prince of Simanay citadel Siruhi
Osmaniye Kazmaca köyü Babaoğlan Kalesi (Siruhi kadın adıdır).
The prince of Ane' Henri (Her'i)
?
The prince of Kutaf the constable Aplgharip
?
The prince of Inkuzut Baudoin (Paghtin)
Maraş Engizek Dağı, belki Ekinözü tarafı
The prince of T'or'nika Stefn
?
The princes of Berdus Lewon and Grigor
Maraş Ağabeyli (Bertiz/Bertuz).
The prince of Kanch' Ashot
Maraş Çukurhisar.
The prince of Fo'r'no's Aplgharip
Maraş Fırnız/Furnus vadisi
The prince of Kapan Tancred (Tankri) [g209]
Maraş Andırın Meryemçil (Geben) Kalesi.
The prince of Chanchi Kostandin
?
The prince of Shoghakan Geoffry (Chof'ri)
Andırın Azgıt Kalesi.
The prince of Mazotxach' Simun
Adana Saimbeyli (Hacin) ilçesi?
The prince of T'il Robert (Ir'o'pert)
Toprakkale (Til Hamdun)?
The prince of T'lsap T'oros
Tumlu kalesi?
The prince of Vaner Vasil the marshal
Adana Gökvelioğlu kalesi.
The prince of Bardzrberd Ge'org
Adana Aladağ (Karsantı) ilçesi, Eğner (Eğnir) yakınında
The prince of Kopitar' Kostandin                                
The prince of Mo'levon Azhar'os
Adana Karaisalı ilçesinde Milvankale.
The prince of Kuklak Smbat
Gülek Boğazı/Kalesi
The prince of Lambron Het'um
Mersin Çamlıyayla (Namrun)
The prince of Lulwa Shahinshah
Ulukışla ilçesi (Yunanca Loulon, Türkçe aslı belki Lulukışla)
The prince of Paper'o'n Bakuran
Mersin Toroslar Çandır kalesi
The prince of Askur'as Vasak
Mersin kuzeyi ile Ulukışla arasında belirsiz yer
The prince of Manash Het'um
Tarsus Beylice (Manaz)
The prince of Berdak Mixayl
?
The prince of Pr'akana Tigran
Silifke Demircili (antik İmbrogion).
The prince of Siwil O'shin
Mut Mavga Kalesi (veya Alahan)
The prince of Kur'iko's Simun
Mersin Kızkalesi (Görgös, antik Korykos).
The prince of Selewkia and Punar' Kostants'
Silifke ve Gülnar Örenpınar.
The prince of Sinit and Kovas R'omanos
?
The prince of Ve't and Ve'r'ısk Nikefo'r'n
Karaman Sarıveliler ilçesinde Göktepe (Fariske) ve Işıklı (Fet) köyleri.
The prince of Lavzat and Timitupo'lis Christopher (Xr'so'f'o'n)
Karaman Kirazlıyayla (Lafsa) ve Ermenek Katranlı (Dindebol)
The prince of Manio'n Lamo's Zher'manik and Anamur' Halkam
Lamos = Mersin Erdemli yakınında Limonlu. Anamur?? (Başka Lamos veya başka Anamur olmalı)
The prince of Norberd and Ko'mar'tas the sebastius Henri (Her'i)
Silifke'de Tokmar Kalesi & (Yeşil)Ovacık
The prince of Ando'shts and Kupa Baudoin
Antalya Gazipaşa Endişegüney köyü (antik Antiochia ad Cragus)
The prince of Maghva and Sik and Palapo'l Kyr Isaac (Ker'asak)
Mağva = Mut Alahan (Malya)
Palapol = Mut Değirmenlik (Balabolu)
The prince of Manovghat and Alar Mixayl
Manavgat ve Alara kalesi
The princes of Lakr'awen Kostandin and Nikifo'r'
?
The prince of Kalano'no'r'soy Ayzhutap the blessed Sop'e' and Naghlo'n Kyr Vard (Ker'vard)
Kalonoros = Alanya. Ayjudap = Aydap limanı (antik İotape). Surp Sope = Ayasofya (antik Kolybrassos). Naulon = Mahmutlar.

Wednesday, February 20, 2019

Anadolu'da gezintiler: Kesdoğan Kalesi

Kayseri’nin Akkışla ilçesini sulayan ırmağın adı Kesdoğan Çayı. Akkışla ilçe merkezinin 1 km kadar güneyinde Kesdoğan adı verilen yerde Anadolu’nun çorak bağrından yeryüzüne çıkıyor, yemyeşil güzel bir vadi oluşturuyor. Kaynağın olduğu yeri övmüşler, gürültüden uzak cennet gibi bir yerdir demişler. Akkışla belediyesinin 2016’da buraya “mesire yeri” yaptığını öğreniyoruz, içimiz kıyılıyor.
1925 tarihli askeri haritada bu yeri كستووان Menbaı olarak göstermişler. Te ile yazıldığına göre Kestüvan olmalı. 1584 tarihli tahrir defterinde tı ile Kestoğan veya Kestuğan veya Kesduğan adlı bir köy kayıtlıymış. Bunu kendi gözümle görmedim, aktaranlar aktarmış.
Kuş uçuşu 170 km kuzey doğuda, Divriği’nin karşı kıyısındaki kalenin adı da Kesdoğan Kalesi. Sarp kayaların tepesinde kartal yuvası gibi bir yer. Halk arasında “Ermeniden kalma” diye anılıyor. Evliya Çelebi كستكان Kal’ası demiş, Kestigân diye okunabilir. Ama Evliya’nın özel isimleri deforme etme huyu malum.
Kale olunca konu aydınlanıyor. Ortaçağ Ermenicesinde kastağon կաստաղօն “küçük kale, hisar”. Bizans Rumcasındaki kastéllion’dan alıntı, nihai kaynağı Latince castellum, castrum’un küçültme hali, “küçük müstahkem yer” anlamında. İngilizceden bildiğiniz castle. Rumcadan direkt alınsa Türkçesi kestel olurdu; nitekim Türkiye’nin batı yarısında en az yarım düzine Kestel var. Ğ sesi Ermenice yoluyla alıntının delilidir, çünkü yabancı dillerden alınan ince l sesi Ermenicede daima ğ verir. Elisabeth > Yeğsapet, Leontius > Ğevont, Elias > Yeğya vs.
Ermenice sözcük eski devir yazarlarında yok. En erken 1136 tarihli Urfalı Matteos Vekayinamesinde geçiyor. Buna göre 1105 yılında vefat eden Maraşlı Markos adlı aziz kişi “ulaşılmaz Vahka kalesi [= Adana Feke ilçesi] yakınındaki Kastağon Manastırında” defnedilmiş. Aslen Süryani olup keramet sahibi bir evliya imiş. Hiç ekmek yememiş, sadece otlarla beslenmiş. İki yerde dua gücüyle pınar çıkarmış. Frenkler Kudüs’ü zaptettiğinde Perslerin [= Selçukilerin] yeniden güçlenip dünyaya hakim olacağını, dinin zeval bulacağını, kiliselerin kapısına kilit vurulup terk edileceğini, insanların İncil yolundan sapıp günah denizinde boğulacağını haber vermiş.
1198 yılında Kilikya hükümdarı 1. Levon’a “Ermeniler kralı” olarak biat eden ekabirin listesinde “Anazarb başpiskoposu ve Kastağon Manastırı önderi Kostantin Hazretleri” adlı bir muhterem anılmış.[1] Bu biraz şaşırtıcı, çünkü Anavarza (şimdi Kozan Dilekkaya) ile Feke Kalesi arası yaklaşık 82 kilometre, bir insanın hem Anavarza başpiskoposu hem Feke yakınındaki bir manastırın önderi olması fiilen imkansız. Nitekim listedeki diğer ruhanilerin her birinin idari görevde olduğu kasaba ile ikamet ettiği manastır arasında azami üç beş kilometre uzaklık var. Dolayısıyla YA Kastağon Manastırı Vahka/Feke yakınında diyen Urfalı Matteos yanılmış YA DA iki ayrı Kastağon Manastırı varmış diyeceğiz.
Yaygın bir isim olması normal. Roma İmparatorluğunun uzandığı her diyarda benzerleri bulunuyor. Yunanistan’da üstünkörü bir arayışta Kastellion adında yarım düzine yer buldum; Kos = İstanköy adasında da bir Kastellion Manastırı var. İngiltere'de chester ve caster ile biten bütün yer adları akraba (Chester, Manchester, Winchester, Colchester, Lancaster, Cirencester...). İç-İspanya ülkesinin adı olan Kastilya (“Kalecik-istan”) da aynı aileden geliyor. Hatta Katalonya da aynı kökten gelir diyenler var, ama netameli konudur, bulaşmayalım.
 *
Şimdi Kesdoğan adının yerel mitolojideki anlatımı. “Türkiye’nin Doğa ve Kültür Arşivi” adlı bir sitede buldum. Belediyenin, kaymakamlığın, valiliğin, bakanlığın, kültür ve turizm ofisinin, milli eğitim müdürlüğünün, lisenin, ortaokulun, fotoğrafçılar derneğinin ve doğasevenler platformunun sitelerinde de aşağı yukarı aynı geyik öyküsünü bulacağınızdan eminim.  
 “Divriği Kalesi’nin, Mengücekoğullarından Şah’ı Şahin Şah’ın Ertuğrul isimli bir oğlu vardır. Ertuğrul, günün birinde, geyik avına çıkar ve av izlerken, Çaltı Çayı’nın karşı yakasına geçer. O sırada adamlarıyla birlikte oradan geçmekte olan Ermeni Kralı’nın kızı Belkıs ile karşılaşır. Kız, öyle güzeldir ki, içine ateş düşer. Belkıs da, bu yiğit delikanlıdan hoşlanır. Ertuğrul, atını sürer ve babasının yanına gider. Belkıs ile evlenmek istediğini söyler. Kızın babası din ayırımı gösterip kızını vermez, savaş açmasını ister. Şah Ermeni Kralı’na, adamları ile durumu bildirir. Kral, Şahın elçilerini güler yüzle karşılar, ikramlarda bulunur. Şah’ı reddetmeyi hemen göze alamadığından “Savaş da neymiş, hiç Şahlar Şah’ı kızımı ister de, ben vermez miyim, yalnız, kızımla bir konuşayım, öyle cevaplayayım” der. Belkıs çoktan razıdır. Ancak kral, kızımla konuştum, o da istekli, ama kızım çok gururludur. Erkek çocuğum olmadığından onu bir erkek gibi yetiştirdim, şimdi o da: “Ben şahın oğluna varmak isterim, dillerini de dinlerini de kabul ederim, ancak, evleneceğim erkeğin de ne denli yiğit olduğunu görmeliyim”  dediğini söyler.  Elçiler bir ağızdan “Şahımızın oğlu dilediğinizden de yiğit, dilediğinizden de merttir. Dileğiniz nedir” derler. Ermeni Kral “Kalenin burcundan bir halat gerile, bu halat 3 gün 3 gece iç yağıyla yağlana, Şahımızın oğlu huzurumuzda bu halata tutunarak boğazı geçip bizim kalemize vara. Bunu başarırsa, kızımı veririm” der. Elçiler durumu, Şah’a anlatırlar. Şah bunu kabul etmek istemez ve oğlunu vazgeçirmek için çok yalvarır, ancak fayda etmez. Ertuğrul Bey, Belkıs’a kavuşmak için her şeyi kabul eder. Hazırlıklar tamamlanır. Ertuğrul halata tutunarak, karşıya geçmeye çalışır, Belkıs’ın yüreği ağzındadır. Ertuğrul Bey büyük bir gayretle karşıya geçmeye çalışırken, tam kale burcuna tutunacağı sırada, Ermeni kral, yanındaki pehlivana “Kes Doğan” diye seslenir. Pehlivan’ın halatı kesmesi ile uçuruma düşen Ertuğrul Bey ölür, Kale’nin burçlarında kendini aşağı atan Belkıs’da ölür ve aşıklar birbirine kavuşamaz. Bu olaydan sonra,  kalenin adı Kesdoğan Kalesi olarak anılır.”




[1] 1274 yılında kesilen Smpat Sparabed Vekayinamesinde aktarılır. http://www.attalus.org/armenian/css14.htm, dokuzuncu paragrafta.

Saturday, February 16, 2019

Osmanlı'da matbaa neden gecikti?

Matbaa Avrupa’da 1455’te icat edildi. Osmanlı diyarında ilk matbaayı Yahudiler 1490’larda kurdular. Bunu izleyen seksen yılda en az üç Yahudi matbaası kurulmuştu. İlk Ermeni matbaasını Tokat’lı Abgar 1567’de Kumkapı’da kurdu. İlk Rum matbaası 1620’lerde Fener’de açıldı. Arap hurufatıyla ilk matbaayı Macar asıllı İbrahim Müteferrika 1727’de İstanbul’un Çarşamba semtinde hayata geçirdi.
Üç türlü tepki düşünebiliyorum.
1. Bu Türkler geri mirim. Yobazlık. Ne varsa gene ekalliyetlerde var.
2. Yalandır, Batı yalakalığıdır. Matbaayı atalarımız olan Uygur Türkleri keşfetti.
3a. Enteresan. Neden en düşük sosyal statüde olan Yahudiler ilk, onların bir kademe üstü sayılan Ermeniler ikinci olmuş? Gayrimüslimlerin en itibarlısı sayılan Rumlar neden o kadar beklemiş? Egemen sınıf olan Türkler neden en sona kalmış?
3b. Enteresan. 16. yy’da Türkler İtalya’nın her şehrinde ve diğer Avrupa şehirlerinin birçoğunda aktif olarak varlar, Venedik’te hanları da var. Binlerce Avrupalı dönme Osmanlı devletinin her kademesinde görev almış, paşa ve sadrazam olmuş, aralarında her iki kültüre ciddi ölçüde vakıf olanlar var. Matbaanın Avrupa’da yarattığı devrim sır değil, en geç 1470-1480’lerde ayan beyan bilinen bir gerçek. Farkına varmamaları mümkün mü?
3c. Enteresan. Nihayet adım atmaya karar verince işi neden Latince bilen ve İstanbul’un Frenk çevreleriyle yakın ilişkileri olan bir Macar dönmesine yıktılar? “Yürürse iyi, yürümezse ‘biz tanımayız, vay gavur’ deyip asarız” diye mi düşündüler?
*
Daha düşünüyoruz. İmparatorluk yönetmek gibi bir derdi olanın dünyaya bakış açısı ile Kumkapı’da matbaa kurup İncil satmak ve/veya soydaşlarını irşad etmek olan birinin bakışı aynı olabilir mi?
İtiraz edecekler: Devletse Avrupa’da da devlet vardı, onlar matbaaya direnmedi. Soralım: Oradaki devletle buradaki devlet aynı cins miydi? Ufak bir silahlı azınlığın 72 benzemez milleti yönetmesi ve vergilendirmesi için neler yapması gerekir? Matbaa kurup İncil satan esnafın zihniyeti ile Avrupa devletlerinin zihniyeti, zaman zaman çatışsa da sonunda bağdaştı. İmparatorluğunki ile bağdaşabilir miydi? Ayrıca unutmayalım: Gutenberg’in matbaayı icat ettiği Mainz[1] ile, matbaanın asıl büyüdüğü yer olan Venedik devlet bile değil, haritada birer delik. Devletleri çökertme potansiyeline sahip bir keşif[2] olan matbaanın oralarda doğması tesadüf mü?
Devam edersek derya gibi konulara yelken açarız. Halk arasında “yobazlık” diye tanımlanan İslam dininin SİYASİ işlevi neydi? Osmanlı devletinin sınıfsal altyapısı neydi, matbaanın reddedilmesi bu yapıya nasıl hizmet etti? Vs. Yorucu sorulardır. O yüzden ilk iki açıklama insanlara daha sempatik gelir.


[1] Mainz Batı Almanya’da bağımsız piskoposluk statüsüne sahip üç şehir devletinden biriydi (diğerleri Trier ve Köln). Feodal sistemin dışında doğrudan imparatora bağlıydı; yani fiiliyatta kimseye bağlı değildi.
[2] Potansiyeli vardı, sonuçta devlet otoritesini pekiştiren bir araç oldu. İnternet de öyle olacağa benzer.

Monday, February 11, 2019

Anadolu'da gezintiler: Şiran

Şiran'la ilgili verdiğim bir bilgiye bir arkadaşımızın aklı yatmamış, o yüzden açıklama gereği duydum. Yoksa bu Ermeni, Rum meseleleri beni sıkıyor. Az çok bilgim olduğundan bazen paylaşmaya mecbur kalıyorum.
Gümüşhane'ye bağlı Şiran ilçesinin kuzey kısmında Yukarı ve Aşağı Tersun, Sefkar ve Kalur benim bildiğim 20. yy başında Rum yerleşimi imiş. Ayrıca İslamlaşmış olan köylerden Limniş ("gölcük") ve Civrişon (kyparisson yani "selvili") kesinlikle, Giriftin, Zimena ve Zarabot güçlü olasılıkla Rumca görünüyor. Şiran'ın kuzeyindeki Torul ilçesi silme Rumluktu, onun serpintisi gibi düşünelim.
Buna karşılık çoğu ilçenin güney kısmında olan köylerden Norşun (yeniköy), Miyadun (tek ev), Gersud (kirazlı), Gorzav (yıkıntı), Tırnik (geçit), Pağnik (ılıca), Şenik (köycük), Haydürk (İslamermeni yani "dönmeler") ve Hormonos (Rumluk)  kesin Ermenicedir; Aksipert ve Xırtanos muhtemelen Ermenicedir. Hepsi 20. yy başında İslam köyü.
20. yy başında Ermeni yerleşimi görünen iki köyün ikisinin de adı Türkçe: Sarıca ve Karaca.
*
Şiran tarihi hakkında bildiklerimiz şöyle. Bölgenin en eski halkı hakkında bilgimiz kıt. Rum ve Ermeni olduklarına dair bir belirti yok. Belki Rumların Tzan adını verdiği Laz veya Laz’a benzer bir kavimdir.
7. yy başlarında, muhtemelen o devrin büyük İran savaşları bağlamında, burada Haldiya (Gümüşhane) iline bağlı bir Rum/Bizans idari teşkilatlanması ilk kez görülüyor. Piskoposluk (Osmanlı’daki “kaza” eşdeğeri diyelim) ilk 640 yılında listelere girmiş. Muhtemeldir ki ciddi anlamda bir Hıristiyanlaşma da ilk bu devirdedir. Bundan kısa süre sonra, güneydeki İslam istilasından kaçan Ermeniler de yüksekçe sayılarla bölgeye yerleşiyor. Yukarıda saydığım bir düzine kadar Ermenice yer adı bu nispeten geç tarihin ürünü olmalı. En eski Ermenice yer adları (yani 1700 yıl ve daha eski olanlar) bunlar kadar şeffaf değildir; pek çoğu Ermenice-öncesi dillerden mirastır.
Genel kural: Bir bölgede X diline ait yer adlarının hepsi şeffaf ve kolay anlaşılır nitelikteyse o yerde X halkının yerleşimi nispeten yenidir. Bkz. İngiltere ile ABD, Fransa ile Quebec, Batı ve Doğu Almanya.
19. yy başlarında Şiran’da Ermeniler tamamen asimile olmuş görünürken, ilçenin daha dağlık olan kuzey kısmında, belki komşu Torul ilçesinin maddi-manevi desteğiyle, tek tük Rum köyü kalmış. Unutmayın ki sizden olanlarla kız alıp verme şansınız yoksa, papaz yahut hoca gönderecek teşkilat da yoksa, bir iki kuşak içinde dilinizi de unuturunuz, dininizi de.

Sarıca ve Karaca köyündeki Ermeni cemaatleri 20. yy’a daha yakın bir tarihte, belki Erzincan’dan, ikincil göç ürünü olmalı.

Thursday, February 7, 2019

Dil çorbası nasıl yapılır

Annemle oldukça temiz bir Ermenice konuşurum. Resmi dünyaya dair bir şey anlatmak gerekirse zorlanırım, Türkçe söylerim. Annem eski İstanbul Ermeni aksanını hiç esirgemeden, herkesi hayran eden kıvrak ve renkli bir Türkçe konuşur, ama benle asla Türkçe kullanmaz. Rahmetli babamın iyi eğitimli Ermenicesi vardı, benim hala dilime takılan bazı alışkanlıklar (mesela suya çur yerine eski usul ‘cur’ demek) ondan kalmadır. Son yıllarında belki “kamusal” ya da felsefi konuları onunla daha sık konuştuğumuzdan, daha sık Türkçe konuşurduk diye hatırlıyorum. Büyükanneler, teyzeler, eniştelerle dilimiz tabii Ermeniceydi. Ama teyzemin oğullarıyla Türkçe konuşmak daha havalıydı. Sonra göçtüler, Türkçeyi bütünüyle unutmayı tercih ettiler. Şimdi kırk yılda bir Ara ile karşılaşsak İngilizce selamlaşıyoruz.
Kızkardeşim Boğaziçi mezunudur. Onunla Ermenice-Türkçe karışık komik bir sokak dili konuşur, eğleniriz. Kırk yıldan beri Kanada’da olduğundan şimdi araya İngilizce kattığımız da oluyor. Kızı Lusin Ermenice biliyor, ama Ermenice bir diyalog tutturamadık, İngilizce konuşuyoruz.
İlk eşimle İngilizce konuşurdum. O zaman ne çok konuşurduk, aman Allahım, yedi senede konuştuklarımız buradan yıldızlara yol olur. Kendi annesiyle konuştuğu dil Fransızcaydı. Ben de o ortamlarda bazen mecburen Fransızca konuştum.
İkinci ve üçüncü eşlerimle Türkçe konuştuk. Büyük çocuklarım sadece Türkçe ile yetiştiler, Ermenice öğrenmediler. İki oğlan şimdi Britanya ülkelerinde eğitim gördüklerinden onlarla yarı yarıya Türkçe İngilizce harmanı bir dille konuşuyor ve yazışıyoruz, daha kolayımıza geliyor. Büyük kızım İris’le dilimiz Türkçe.
Küçük çocuklarıma anneleri Almanca öğretti, orada okula başladılar. Anahit’in ilk dili Türkçe idi, şimdi anlıyor ama kesinlikle konuşmuyor. Ufak oğlan küldür paldır Türkçe konuşmayı seviyor. Onlarla konuştuğum zaman Almanca ile Türkçeyi harmanlıyoruz.
Şimdiki sevgilim İstanbul doğumlu, Ermeni, Atinalı, Yunan milli eğitiminde (yarın son) tarih hocası. Türkçe konuşuyoruz, araya Ermenice sözler kattığımız da oluyor. İki oğlu bu dilleri bilmediğinden, ben de Yunancada tembellik ettiğimden, onlarla konuşurken İngilizce ile yetiniyoruz.

Şimdi hocam, anadilde eğitim hakkımı ben nasıl kullanacağım?

Tuesday, February 5, 2019

Nişanyan'ın feministlerle derdi neymiş

Kadını ücretsiz ev kölesine ve kocanın cinsel hizmetkarına dönüştüren kurumun adı evliliktir. Tarihin her çağında problemli bir kurum olmuştur; faydalarıyla sakıncaları başa baş gitmiştir. Bireysel tatmin talebinin ve olanaklarının çok geliştiği günümüz dünyasında tahammülü zor bir cendereye dönüşmüştür.
“Kadına yönelik şiddet” diye genellenen hadisenin kaynağı tamamen ve sadece bu kurumdur. Evinde köle besleyeceksen ara sıra dövmen gerekir, yoksa baş kaldırır, ya da kaçar. Kızını ileride köle olarak satmayı düşünüyorsan şimdiden eğitmeye başlamanda yarar vardır.[1]  Evli kadınların – ve dolaylı olarak evli olmayan kadınların – kâbusunun nedenlerini, o halde, evlilik kurumunda aramak gerekiyor. Çözümü de eğer varsa oradadır, psikolog muayenehanesinde yahut karakolda değil.
Türkiye gibi ülkeler özelinde, bir yanda geleneksel evlilik (= kölelik)[2] kurumunun ön kabulleriyle, diğer yanda bireysel tatmini öne çıkaran çevresel baskılar arasındaki gerilim had safhaya varmıştır. Son yıllarda kadınlara karşı sayıca artan ve nitelikçe ağırlaşan şiddet olaylarının altındaki neden de sanırım budur. Söke Cezaevindeyken eşe şiddet/tehdit/yaralama nedeniyle hapse düşen çok sayıda insanla tanışma olanağı buldum. Şiddetin tipik tetikleyicileriyle ilgili epey gözlemim oldu, ama şimdi ayrıntıya girmenin sırası değil.
Feminizmin tarihî hareket noktası bu net ve korkunç gerçektir. Mary Wollstonecraft ve Flora Tristan’dan başlayıp 1968 kuşağının feminist öncülerine dek tümünün eleştirilerinin odağında evlilik kurumu bulunur. Köleliğe ve proleterliğe karşı mücadelenin doğal, mantıki uzantısıdır. Başlıca tartışma ekseni evlilik kurumunu toptan reddedenlerle ıslahını önerenler arasındadır. Batıya oranla çok ürkek bir dille de olsa, 1910’larda Türkiye’de başlayan feminist hareketin odağı da evlilik meselesi olmuştur.
Bu saydıklarım benim gözümde mübarek insanlardır. Büyük bir toplumsal yaraya cesaretle parmak basmışlar, toplumun bir bölümünün kendi hastalıklarına uyanmasına yardımcı olmuşlardır. Özgürlük mücadelesinin ufkunu büyütmüşlerdir. Eğer feminizm buysa ben feminizmden yanayım. Tüm benliğimle desteklerim. Kendimi bildim bileli de öyleydim. Bu bana o kadar bariz bir gerçek geliyor ki, belirtmeye bile çoğu zaman gerek duymadım. Yani büsbütün şuursuz değilsen, toplumsal yaşamın her alanında özgürlüklerden yana olup toplumun yüzde ellisini ilgilendiren bir kölelik kurumuna nasıl göz yumabilirsin? O kurumu eleştirenleri nasıl gönlüne yakın bulmazsın? W. Godwin’in anarşizmine ve Shelley’in devrimci coşkusuna sempati duyuyorsan, ilkinin eşi ve ikincinin ruh anası olan Wollstonecraft’ın öfkesine nasıl kör olabilirsin? Bu kadar basit.
O yüzden son günlerde “aslan hocam, karılara haddini bildirdin” gibi mesajlarla beni desteklediğini sananlar beni üzüyor. “Kadının yeri evidir, kırsın başını otursun” diyenlerle işim olmaz. “Saçı uzun aklı kısa” sananların süzme aptal olduğunu düşünürüm. Ha, kadın aklını anlamakta bazen (her erkek gibi) zorluk çekerim. Ama on vakanın dokuzunda “herhalde benim aklım kısa” sonucuna varmışımdır.
*
Çağdaş feminizmin yön değiştirmesi kanımca 1980’lerdir. Evlilik kurumunun eleştirisi o yıllardan itibaren gündemden düşer. Sebebi nedir? Aklıma çeşitli nedenler geliyor, ilki şu: Batı toplumlarında 1960’lardan itibaren evlilik kurumunun çöküşünden kaynaklanan sorunlar birikti. O yüzden evlilik kurumunun kendisine yönelik eleştiriler insanlara eskisi kadar cazip görünmemeye başladı. Hollywood sinemasını o yıllarda bir salgın gibi saran “aile” güzellemelerini hatırlayın. “Kölelik kötü diyorsun, boşanma daha mı iyi, evladım babasız mı büyüsün?”
Fakat asıl önemli neden bu değil bence, sosyolojik bir dönüşüm. 1980-sonrası fikir öncülerinin hemen hepsi, 1968 kuşağının son derece açık, liberal, “uygar” aile yapılarının ürünüdür. Eski usul cinsel köleliği tanımazlar. Toplumun geniş kesimlerinde kölelik koşulları sürse de, o kesimlere ilişkin gerçek bir tecrübeleri ve duygudaşlıkları yoktur. Devrimciliğin modası geçmiştir. “Sosyal gerçekçilik” adı verilen fakir edebiyatı banal ilan edilmiştir. Toplumun temel yapılarını sorgulamak eski çağın modasıdır; yeni kuşak gençlere yorucu gelir.
Hedef değişir. "Saçını süpürge etmek", zorla satılmak, "kötü kadın" damgası yemek, ekonomik çaresizliğe mahkum edilmek gibi sıkıntılar unutulur. Seçkin kesimin kadınlarına – özellikle üniversiteli kadınlara, en çok da seçkin üniversitelerin kadınlarına – yönelik sözel densizlikler daha çok ilgi çekmeye başlar. “Vay sen kadınları nasıl aşağılarsın!”
Cinsel kölelik unutulur; cinsel ilginin kendisi analiz ve eleştiri konusu olur. Cinsel ilginin ifadesi, gün geçtikçe katılaşan yasaklarla çerçevelenir. Öpemezsin! Hesabı ben ödeyim diyemezsin! Erkek filozoflardan söz edip kadınları anmazsan benle yatamazsın! “Yavrucuğum” dedin, öl. Feminizm bir isyan ve özgürlük çağrısı olmaktan çıkıp tatsız bir şakaya dönüşür.
2000’lere doğru önce üniversite kampüslerinde, sonra o kampüslerin ürünü olan seçkin çevrelerde feminizm artık egemen normdur. Her egemen norm gibi kendi iktidar yapılarını yaratır. Normdan sapanlar kınanır; sonra lanetlenir, demonize edilir; en ağır şekilde cezalandırılmaları gündeme gelir. Norm muhafızlığı, erktir. Her erk sahibi elindeki gücü kendi iktidarını pekiştirmek için kullanır. “Bize yan baktı, yürüyün aslanlarım kahredin melunu.”
Bugün geldiğimiz noktada feminizm – Batıda ve Türkiye’de –  tatsız şaka olmaktan çıkmış, ciddi bir siyasi problem haline gelmiştir. Bir özgürlük çağrısı değildir. Özgürlüklere yönelik bir tehdittir.
*
Türkiye’de mesele Batıdakine benzer dinamiklere sahiptir, ama vurguları farklıdır.
Basit gözlem. Türkiye’de cinsel kölelik hala milyonlarca kadını etkileyen bir gerçektir. Ama Türkiye’de feminizmi son moda bir giysi gibi üstlerinden taşıyanların hiç biri kölelikten mustarip olan sosyal sınıflardan gelmez. Hemen hepsi, cinsel özgürlükler ve kariyer olanaklarına erişim açısından Türkiye’de ilk yüzde birden daha küçük bir kümenin mensubudur; pek çoğu eşit ölçüde seçkin ailelerin çocuğudur. Kocasından ya da abisinden dayak yemeyi, hatta kocasının donunu ütülemeyi ağza alınamayacak bir avamlık olarak görürler. Motto: “Biz onlardan değiliz şekerim.”
Net söyleyelim. “Feminist” olmak Türkiye’de bugün sınıfsal bir tavırdır. Burjuva sınıfına mensupluğun – Cihangir’de ev donatmaktan daha ucuz, Kemalcilikten daha seçkin – bir alameti, bandrolüdür. Sosyal medya profillerinde tasarım kokan evler, Tayland tatilleri, Batılı pop kültürü simgeleri, iyi cins kediler, kalpaklı paşalar ve – şıklığın son zirvesi – birtakım zararsız devrim sloganları ile bir nefeste anılır.
O yüzden Türkiye’de cinsel eziyetin asıl mağduru olan kadınlar arasında “feminizme” ilgi ya da sempati duyan hemen hiç kimse çıkmaz.
*
Cinsel içerikli aşağılamadan ve cinsel tacizden şikayetçiler. Haklıdır. Üçten beşten bir şey olmaz gerçi, ama hayatın bununla geçince bıkkınlık verir, nefret edersin, kafalarında odunu paralamak istersin. Amenna. Tanırım o duyguyu. Kim tanımaz?
Hakikaten kim tanımaz? Kürtler mi tanımaz? Çingeneler mi tanımaz? Başörtülü kızlar mı tanımaz? Suriyeli mülteciler, Kastamonulu apartman kapıcıları, şehre inmiş köylüler, evde kalmış kızlar, sivilceli ergenler, eşcinseller, şaşılar ve pepemeler, Sivaslı hamam tellakları, tamirci çırakları, gariban devlet memurları, ortaokul terkler, omuzu kalabalıklardan mustarip assubaylar, şişmanlar, beş parasızlar, hapisten çıkmış sabıkalılar mı tanımaz? Hayat zorluklarla dolu. Orası acımasız bir memleket, zaafı olanı zayıf yerinden vurmak adettir.
Evet cinsel içerikli aşağılama ve tacizle mücadele etmek lazım. Eğitim ve sabır gerekir. Belki herkes kendi evinin önünü süpürmekle başlasa bir süre sonra az da olsa bir başarı elde edilir. Ben şahsen bu konularda tanıdığım herkesten daha duyarlı olduğumu sanıyorum. Saydığım kategorilerden hiç birini, belki devlet memurları hariç, mecbur kalmadıkça ve acıtıcı bir darbe yiyip afallamadıkça, aşağılamamaya özen gösteririm. Özellikle kadınlara yönelik kategorik aşağılamayı iğrenç ve aptalca bulurum. Cinsel tacize de, en azından bilerek, tevessül etmediğimden eminim. Çükümün peşinden çokça koştuğum doğrudur. Ama korkarım yeterince koşmadığımdan şikayet edenler, çok koştuğumu söyleyenlerden hep daha fazla.
Cinsel aşağılama ve tacizi dünyanın en önemli problemi sananlara sempatim yok. Şımarıklıktır. Daha beteri, demin anlattığım sınıfsal tavrın berbat bir tezahürüdür. “Hassas duygularım incindi, Mehmet Efendi koş bana sigara getir.”
*
Daha var söyleyecek şeyler. Tacize ilişkin saplantının sınıfsal niteliğine ilişkin daha söyleyecek şeyler var. O saplantının, geleneksel "iffet" anlayışını pekiştirmeye nasıl hizmet ettiği meselesi var. Feminizm üzerinden inşa edilen kontrolsüz erkin Türkiye’de hangi siyasi amaçlara alet olduğuna ve olabileceğine dair söyleyecekler var. Onları da başka zaman söyleyelim.
*
Evlilik kurumundan şikayetçi olmak sana mı düştü diyecekler, onu da kısaca şey edeyim.
Evlilikle köleliği birbirine karıştırmamayı Türkiye şartlarında olabileceği kadar iyi başarmış bir toplum kesiminden geliyorum. Kendi yaşamımda evliliği önemsedim; cinsel istikrarı zaman zaman özledim; soyu sürdürmeyi ve düzgün çocuk yetiştirmeyi ahlaki bir görev saydım. İyi bir evliliğin, her iki taraf için işkenceye dönüşmeden ve köleleşme/köleleştirme dinamiklerine teslim olmadan nasıl sürdürülebileceğine dair hayat boyu kafa yordum.
İlk eşim Amerikalıydı, alabildiğine elit bir tabakanın ürünüydü, kolay mı köleleştirmek? Her cahil genç gibi aşkla ve çok konuşarak her sorunun üstesinden gelinebileceğini sandık. Altı sene sürdü. Olmadı.
İkinci eşimle başka bir yol denedik. Tam eşitliği gözeterek birlikte işler kurduk, kamuoyunun gözü önünde ideal bir yaşam modeli inşa etmeye çalıştık, fiziksel mekanımızı büyütüp güzelleştirerek kendimize (ve etrafımızdakilere) nefes alanı yaratmayı denedik. Benim dinmek bilmez tutkularımın etrafımdaki herkesi köleleştirdiği suçlaması, evet, yapılmıştır. Ama cinsel roller üzerinden kimseyi köleleştirdiğimi söyleyen iftira eder.
Milletin diline sakız olan şiddet eyleminin evlilik kurumuyla da, cinsel rollerle de bir alakası yoktu. Dehşet verici, anlaşılması ve affedilmesi imkansız bir aymazlığa karşı kapıldığım çaresizliğin bir çığlığıydı. Kadın olmasa, ya da eşim olmasa farklı olur muydu? Hımm. Olurdu sanırım. Bir insana göbeğinden bağlı değilsen yapılan şeyi unutabilirsin, intikam alabilirsin, başka türlü canını yakabilirsin, dava edebilirsin. Bağlıysan ne yaparsın?
Üçüncü eşim yaşça ve konumca benden çok küçüktü; köleleşme/köleleştirme riski büyüktü. Başka bir model önerdim. Yerimiz büyük, hareket alanımız geniş; ayrı evlerde oturalım, birbirimizi bunaltmayalım. Çocukları beraber kollayalım. Arzu ediyorsan sana kendi işimizde geniş otonomi alanı veren bir görev tanımlayalım; istersen köyde veya İzmir’de senin için başka bir iş kuralım. O da yürümedi. Korkarım feminist önyargılar ve telkinler de yürümeyişinde pay sahibidir.
Bakalım, şimdi ufukta dördüncüsü görünüyor. Allah encamımızı hayır eyler inşallah.




[1] Art arda iki adet ŞARTLI cümle. If ... then. Manşet lazımsa yardımcı olayım: “Nişanyan kadınları dövmek gerekir dedi.” Spot: “Kadınları dövmeyi savunan Nişanyan, kızları da erkenden köleliğe hazırlamak  lazım dedi.”
[2] Manşet: “Evlilik köleliktir diyen Nişanyan gene evleniyor.”