Saturday, February 27, 2021

Kerhane


TDK Türkçe Sözlük Farsça kâr-hane diyor. Kubbealtı ve Ötüken aynı kanıda. Tietze aynı kanıda. Nişanyan da iki gün önceye kadar aynı kanıdaydı. En erken bulabildiğim örneği Şemseddin Sami Bey’in 1900 basımı Lugat-ı Türki’si. Kâr-hane karşılığında verdiği üçüncü tanım: “... Fuhşiyat yeri, birtakım fahişelerin birinin idaresi tahtında fi’l-i mekruhlarını icra etdikleri ev.”

Kârhane biliyorsunuz, “atölye, işlik”, daha geç dönem kullanımda “fabrika” karşılığı. Kâr Farsça “iş, çalışma” demek, dolayısıyla “iş evi”. Genelev için makul bir isim mi? Olabilir, mümkün. Ama tam da oturmuyor. İmalat yok. Çalışmaya değil eğlenceye gidilen bir yer. Kimin aklına gelir “fabrika” benzetmesi?

Evangelinos Misailidis’in 1872 basımı Rumca harfli Türkçe romanı Temaşa-i Dünya’yı bir şey için gözden geçirirken birden uyandım.

Beyoğlu'na elyevm dahi kesret üzere bulunan ve kirahane tesmiye olunan bekarlar ateşgedesi ve edebiyat harabiyeti bir hayrathaneye girip post serdik.

... tahkik eylediğime göre, belli ve sicilli olarak Beyoğlu'nda yüz otuz kirahane ve derunlarında yedi yüz altmış zavallı kızlar mevcud imiş.

Galata’nın en meşhur bir kirahanesine vardım ve kirahanenin müdiresi Çaça Pelagia ile bir gece kalmaklığa kavl ü karar ederek...

Yapılan iş saatlik veya gecelik oda kiralamak; belki müessesenin kiralık kızlarının hizmetinden yararlanmak. Kirahane daha mantıklı değil mi?

Yazar Beyoğlu’nda kirahanelerin “Evropa medeniyetinden Anadolu’ya sirayet etme bir uyuzluk” olduğunu düşünüyor. Kendi zamanından bir süre önce, belki yeniçeriliğin lağvından (1826) sonra türediklerini ima ediyor. 1872’de hala kirahane olarak bilinen sözcüğün 1900’de kârhane ile birleştirilecek şekilde aslının unutulmuş olması imkansız değil.


Thursday, February 25, 2021

Mısır notları 7

Nubya

Aswan’dan yukarısı Nubya. Baraj yapılıp memleketin yarısı sular altında kalınca şehir büyük göç almış, Nubyalı nüfus baskın hale gelmiş. Arapçayla ilgisiz ayrı bir dileri var. Renkleri Akdeniz esmeri değil bayağı Afrika karası. Araplar tarafından ayrımcılığa ve asimilasyona uğramaktan şikayetçiler. Dünyanın dört bir yanındaki benzerleri gibi daha solumsu, daha düzen karşıtı bir dile yatkınlar. Köyleri vaktiyle arı peteği gibi kutu kutu kubbeli evlerle doluymuş. Şimdi onları yıkıp yerine ucube gecekondu apartmanları yapıyorlar.

Nubya

Toz deryası bir çöl yolunun ucunda, kilometrelerce çöp dağlarını aşıp vardığımız bir Nubya köyünde, yıllardan beri oraya ayak basan galiba ilk beyazı karşılamanın heyecanıyla buyur edildik. Bana birkaç kelime Nubice öğrettiler. Karşıki adaya kayık tedarik etmek için çırpındılar. Normal fiyatın yirmi katını istemeyi, elbette, konukseverlikle çelişen bir şey olarak görmediler. Hava sıcaktı; sebil küpünden bir tas su içmem için ısrar ettiler. Kolera olsak burada ölürüz herhalde diye bir an aklımdan geçmedi değil, ama yiğitliğe toz kondurmadım. Çürümüş yosun aromasına aldırmayıp kana kana içtim.    

Dünyanın çapı

Eratostenes deneyini duymuş olmalısınız. Aswan tam tropik hattında olduğu için – daha doğrusu MÖ 3. yy’da öyle imiş, şimdi hat birkaç kilometre daha güneyde – 21 Haziranda tam dikey bir kuyunun dibine güneş vuruyor. Aynı gün öğle saatinde İskenderiye’de tam dikey bir dikilitaşın gölge uzunluğunu ölçsen, Aswan ile İskenderiye arasındaki mesafeyi de bilsen, yeryüzünün kuzey-güney aksındaki çevresini Pisagor teoremiyle kolayca hesaplayabilirsin.

Eratostenes 39.375 km bulmuş. Doğrusu 40.075 km olmalı. Çünkü o tarihte henüz Aswan-İskenderiye mesafesini tam ölçecek teknoloji yok. Ayrıca Aswan ile İskenderiye tam aynı meridyen üzerinde değil.

Bu tarihten 1100 küsur yıl sonra halife el-Memun’un girişimiyle deney tekrarlanmış. Bağdat’taki Beytül Hikmet’in kurucularından Musa b. Şakir’in üç oğlu üç ayrı ekip halinde ölçümü tekrarlamakla görevlendirilmişler. Projenin her aşamasını halife bizzat takip etmiş. Sonuçta yüzde birden daha küçük bir hata payıyla meridyenin 1 derecelik arkını hesaplamayı başarmışlar.

Deneyin ayrıntılı analizi el-Fergani’nin 850 yılı civarında yazdığı Cevami fi İlm-i Nücum kitabında mevcut. Bu eseri Cremona’lı Gerardus 1170 yılı civarında Liber de aggregationibus scientiae stellarum adıyla Latinceye çevirmiş. Gerek bu çeviri, gerek Ioannes Sacrobosco’nun buna dayalı ders kitabı Batı üniversitelerinde en az 16. yy’a dek yaygın olarak okutulmuş. Dolayısıyla Ortaçağda dünyayı düz sanıyorlardı denirse sakın inanmayın, masaldır çünkü. Bilenler 2300 senedir biliyor.

Artı değer ve medeniyet

Artı değer ile medeniyet arasındaki ilişki o kadar bariz ki parmak tutup işaret etmeye gerek var mı bilemedim.

Tarihin ilk devletini Mısır'da kurmuşlar, Deltadan birinci katarakta kadar Nil havzasının rantını toplamışlar. O gelirle piramitler ve akıllara ziyan tapınaklar inşa etmişler, fantastik ilimlere ve yüksek sanatlara vakıf bir yönetici sınıf yetiştirmişler. Ptoleme’ler çağında (MÖ 300-30), yönetici sınıf yabancı da olsa, hatta belki tam da yönetici sınıf yabancı olduğu için, eskisiyle yarışır şaşaayı sürdürmüşler. Dünyanın bir numaralı kütüphanesini yaptırmışlar, coğrafya ve kimya ilimlerini icat etmişler, yer küresinin çapını hesaplayan alimler çıkarmışlar. Püf noktası İskender İmparatorluğunun parçalanması sanırım. Bir ve bütün imparatorluk olarak kalsa Mısır'ın artı değerini memleket içinde tutmaları zor olurdu. Nitekim Roma ve Bizans imparatorluğunun hakimiyeti çağında (0-640) durum değişince Mısır da gerilemiş. Ülkede üretilen servet İtalya’ya ve İstanbul’a akmış. Hıristiyanlığın en avam ve en fanatik akımlarının tam o dönemde Mısır’da patlak vermesi tesadüf mü acaba?

İslam imparatorluğunun en parlak çağında Mısır’da tık yok. Emevilerle Abbasilerin ülkenin başına koyduğu yöneticilerin görevi, rantın ölmeyecek kadar miktarını yerliye harcayıp gerisini Şam ve Bağdat’a aktarmak. Ne zaman ki İbni Tulun (ve peşinden Ferganalı Akşit, Kürt Selahattin, Türk ve Çerkes Memluklar) gelip akışı kesmiş, o zaman yeniden akıl durdurucu boyutlu tapınaklar, masallardan çıkma ölü kentleri kurmak usulden olmuş. 1200’lerden 1400’lere dek Mısır açık farkla Akdeniz havzasının en zengin ülkesi. Yalnız zengin değil, entelektüel yaşamıyla, tarihçileriyle, filozoflarıyla, sanatıyla, teknolojisiyle, tıbbıyla, kumaşlarının kalitesiyle, lüks tüketim mallarının çeşitliliğiyle İtalyana, Fransıza parmak ısırttırmış. Nasıl çöküp talan ederiz diye kıvranmışlar (bkz. 5., 6., 7. Haçlı Seferleri). Daha önce bir defa yazmıştım, Avrupa’da dervişlik geleneğinin kurucusu olan Aziz Francis Mısır’a gelip sultan tarafından ağırlandıktan sonra memleketini bırakıp bu taraflara yerleşmeye karar vermiş, eşi dostu zorlukla vazgeçirmişler.

Mısır’ın işini Osmanlı bitirmiş. Üç yüz yılda ülke taş devrine geri dönmüş. Gerilemeye yol açan bir önemli faktör, tabii, Avrupalıların okyanuslara hakim olması sonucu Kızıldeniz üzerinden Afrika ve Hindistan ticaretinin kuruması. 1490’lardan itibaren ekonomik daralma hissediliyor; 1516’da Osmanlı fethine yol açan sebeplerden biri de o krizin siyasi sonuçları. Ama çöküşü sadece ticaret yollarının değişmesiyle açıklamak zor. Mısır o tarihte muhtemelen dünyanın en büyük tarımsal artı değer üreticisi; yani Kızıldeniz ticareti kesilse de dünyanın zenginleri arasında yer tutabilecek bir ülke. Osmanlı egemenliğiyle birlikte ülkenin buğday fazlası Osmanlı ordularının iaşesine tahsis edilmiş. Merkezden atanan idari kadronun ana görevi ürünü tespit edip zaptetmek ve gemilere yükleyip merkeze göndermek olmuş. Ülkenin kanını emmişler, posası kalmış.

1800’lerin başında Mehmet Ali Paşa’nın İstanbul’a kafa tutup haracı kesmesi üzerine yeniden bir kalkınma dönemi başlamış. Yatırımlar yapılmış; okullar, demiryolları, büyük tarım işletmeleri ve hepsinden önemlisi Süveyş kanalı açılmış. Dolmabahçe’ye inat, görene parmak ısırttıracak saraylar donatmışlar. Paranın kokusu çıkınca Osmanlı ülkesinin dört bir yanında Abdülhamit baskısından ve ekonomik durgunluktan bunalan herkes Mısır’a doluşmuş. Avrupalılar onları izlemiş. Rumlardan, Ermenilerden, İstanbullu Türklerden, Yahudilerden, İtalyan maceracılardan, İngiliz yatırımcılardan oluşan, ortak dilleri Türkçe ve Fransızca olan müthiş kozmopolit bir elit tabaka şekillenmiş. 20. yüzyıl başında İskenderiye ile Kahire, İstanbul’dan kat be kat daha modern, daha özgür, daha cüretkâr ve – tabii – daha zengin şehirler görünüyor.

Yaptıklarının çoğunu İngiliz ve Fransızlardan aldıkları borç para ile yapmışlar. Avrupalı yatırdığını elbette misliyle geri almış, Süveyş Kanalı gelirlerinden de zırnık koklatmamış. Gene de İngiliz ile Fransızın rantının sadakasıyla memleket coşmuş. Ya da en azından elit tabaka coşmuş. Bu da haliyle tepkiyi beraberinde getirmiş. 1920’lerde Wafd hareketi, peşinden İhvan-ı Müslimin, peşinden Cemal Abdülnasır “olmaz böyle” deyip baş kaldırmışlar. Neden kaldırmışlar? Başka yerde çok daha beter eşitsizliklere tahammül edilirken yumuşak başlılığıyla ünlü Mısır halkı neden edememiş? Çünkü 1. İngiltere Dünya Harbini sözde kazansa da o savaşta tükenmiş, emperyal iradesini kaybettiğini belli etmiş, 2. Batı ülkelerinden çıkan “demokrasi” modası dünyayı sarmış, 3. Yönetici ile yönetilenin dinlerinin farklı olması kan uyuşmazlığına sebep olmuş. Bizans’ın ve Osmanlı’nın dindaşlarına nispeten kolay dayattığı boyunduruğu Batı dünyası bir türlü kendi vassallarına oturtamamış.

[Soru: Emevilerle Abbasiler zamanında Mısır’ın ekseriyeti Hıristiyanmış. O zaman nasıl dayatmışlar?] [Soru: 1920-30’ların ekonomik krizinde aç kalan Batı, Mısır’daki ortaklarına ranttan yeterli pay bırakmadığı için mi ülkedeki müttefiklerinin desteğini kaybetmiş?]

Mısır’ı külliyen batıranın Nasır rejimi olduğunu bilmeyen yok. “Vatan, millet, benim halkım, benim fellahım” edebiyatıyla halkı gaza getirmiş. Eski yönetici sınıfların malına mülküne çökmüş. Kozmopolit aracı sınıflar – Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Levantenler – sıvışıp gitmişler. İki iş başarmış. Bir, yatırıma ayrılacak parayı halka ulufe olarak dağıtmış. Sonuçta üretim durmuş, herkes fakirleşmiş. İki, geliri halka dağıtmanın en kestirme yoludur diye kamu istihdamını on katına çıkarmış. Memleket milyonlarca işe yaramaz polis memuru, ordu mensubu, vergi görevlisi ve resmi daire çaycısı ile dolmuş. Yönetim komple tıkanmış. Kamu hizmetleri gerçekler alemiyle bağını kesip yavaş çekimli bir rüya alemine dönüşmüş. Nüfus deliler gibi arttığından memlekette ürün ekecek toprak kalmamış. Dünyanın beş bin yıldan beri en bereketli tarım ülkesi olan Mısır yiyeceğini dışarıdan ithal etme noktasına gelmiş.

Şimdiki reis nihayet yatırımın önemini idrak etti, devlet işlerinde yolsuzluğu da kontrol altına almaya çalışıyor diyorlar. Kahire’den 30 km uzakta devasa yeni bir başkent inşa etmeye girişmişler. Çölde yapay sulamayla devasa yeni tarım alanları açıyorlar. Bunların ihaleleriyle yeni bir zengin sınıfın oluşmaya başladığı anlaşılıyor. O yüzden olacak, eski kozmopolit elitlerden arta kalan bir avuç azınlık yeni rejimden oldukça memnun.

Tuesday, February 23, 2021

Mısır notları 6

Botanik parkı

Aswan’ın karşısındaki adalardan birini İngilizler botanik bahçesi yapmış. Üzerinde güneş batmayan İngiliz imparatorluğunun dört bir yanından görülmedik tropik iklim ağaçlarını getirip dikmişler, Nil ülkesinin efsanevi bereketine layık bir park yaratmışlar. Vaktiyle rüya gibi bir yer olduğu belli. Şimdi içler acısı. Ağaçlar onyıllardan beri budanmamış; yarısı ölmüş, sökmek kimsenin aklına gelmemiş. Patikaları çöp kaplamış. Hayatından bezmiş bir fellah eline geçirdiği bir palmiye yaprağıyla, yavaş çekimde süpürür gibi yapıp yol kenarına itekliyor. Bir gözü bizde: bahşiş koparır mıyım, nasıl koparırım?

Süreci gözümüzün önüne getirmeye çalıştık. Senaryo yazdık.

İngilizler gider. Yerine onların yanında yetişmiş efendiden bir zatı müdür yaparlar: adına Kâmil Bey diyelim. Kâmil Bey bağırır çağırır kimseye söz dinletemez. Bütçesi kesilir; İngiliz kafasındadır, rejime sadık değildir diye ayağını kaydırırlar. Yerine müdür yardımcılarının en puştu geçer. Soyabildiği kadarını soyar, patikalara taş döşüyorum deyip naylon fatura kestirir, parkın bir ucunu kafeterya işletsin diye vali beyin yeğenine, öbür ucunu kantin yapsın diye bakan beyin makam şoförüne tahsis eder. Hükümet değişince “yolsuzlukla mücadele” faslından mahkemeye verip güç bela kurtulurlar. Bir süre yeni müdür atanmaz. Personel iş yapıyor görünüp maaşını alır. Her biri bir köşeye çöreklenir, yengesinin oğlunu süpürgeci, dayısının kankasını kayıkçı tayin ettirir. Yıllar geçer, nihayet Kahire’den sürgün yemiş birini müdür ederler. Kaşarlanmış yapıyı hangi ucundan tutsun? Kafeteryaya çeki düzen vermeye kalkar, gülerler. Kayıkçı mafyasına el atar, diş gösterirler. Adamcağız odasına kapanır. Beş vakit namazını kılıp emeklilik günü sayar.

Neden böyle?

Temel neden belli. Mısırlı açısından o park hiçbir şey ifade etmiyor. Hayatında bir karşılığı yok. Toplumsal vizyonunun bir parçası değil. Ona vereceği emek kendisine bir şey kazandırmıyor. Beş tane namaz kılsa, elli beş tane egzotik ağaçtan fazla toplumsal itibar ve manevi sevap yazılır hanesine.

Daha beteri. O park İngiliz’in bir egemenlik simgesi. O parkı yapmakla gücünü ve üstünlüğünü sergilemiş. Piramit ve tapınak yapmaktan var mı bir farkı? Yok. Gücüm derya kadar demiş, ve bu gücü haybeye kazanmadım, hayat boyu okuyup yüksek alimlerimin ilmine mazhar olursan ancak sırrına varacağın güzellikler alemi sayesinde kazandım.

O halde: kahrolsun İngiliz’in parkı.

Peki neden sürdürmemişler o ilmi? Neden İngiliz’in egemenlik simgesini alıp kendilerine mal etmemişler? Neden onu kendi toplumsal vizyonlarının bir parçası haline getirmemişler? Başka türlü soralım: Neden Kâmil Bey yenilip tasfiye edilmiş? Müslümanlık yüzünden Mısırlının kafası çalışmıyor, İngilizin ilmini takdir edemiyor, ondan mıdır?

Valla uzun mevzu, sizi ikna edinceye dek kırk makale yazmam lazım. Kısaca kendi kanaatimi söyleyeyim yetsin.

İngiliz yenilmiş, eserinin arkasında duramamış, ondan yürümemiş. Egemenlik simgeleri – ilim, sanat, din – arkasında kahredici askeri güç varsa yaşar. İşlevleri o gücün taşıyıcısı ve meşrulaştırıcısı olmaktır. Güç gitti mi simgeleri de biter. İngiliz derken tabii sadece İngiliz’i değil, Batı dünyasının tümünü kastediyorum. 1914 ile 1945 arasında o dünya kendi kendini yedi ve tüketti. Sonra bir müddet Amerika’nın gözetiminde egemenliğini sürdürmeye çalıştıysa da o kısım göz boyamadır. Dünyanın yüzde sekseninden kovuldular. Kuyruklarını kıstırıp gittiler. Yüksek ilimleri de, eski Mısır’ın tanrıları gibi, bir süre sonra peşlerinden gitti. Daha da erimeye devam ediyor.

Koruyacak orduların yoksa kral mezarların eninde sonunda soyulur. Botanik parkın da kantinciyle kayıkçıya yem olur.

Ağa Han

Ağa Han türbesi

Bütün ülkede yüreğine en çok dokunan yer desen, Aswan’ın karşı yakasında, Ağa Han’ın türbesi. İçini bilmiyorum, bekçi yoktu giremedik, yakınına bile gidemedik. Fakat çevre, “hayallerimizdeki Mısır nasıl olmalı” sorusuna cevap veren cinsten. Bir tarafı çırıl çıplak kum çölü. Aşağıda Nil kenarında ufacık bir koy, birkaç palmiye, terk edilmiş görünen külüstür bir kafeterya, güneşte pinekleyen bir deve. Karşıda bereket fışkıran birkaç ada, yelkenli filikalar. Su masmavi, berrak. Uzak tepelerin üstünde kubbeli birkaç Memluk türbesi.

Ağa Han, biliyorsunuz, zamanında dünyanın en zengin adamlarından biri. İngiliz seçkin sınıfının en iç halkasına girmeyi başarmış, ‘jet sosyete’ kavramını neredeyse tek başına yaratan kişi. 1957’de vefat edince tüm Mısır’ın en büyülü noktasında, çölün kucağına yatmayı tercih etmiş. Mezarı görkemli. Ama son yüz yılda eşi görülmemiş bir şey, görkemli olduğu halde görgüsüz değil. Klasik formlara sadık kalmış. Kudretini haykırmamış, üstü kapalı bir dille fısıldamış.

Oğlu olan Ağa Han’ın müzesini geçen sene Toronto’da ziyaret etmiştik, hatırlayanınız vardır. Doğu ile Batı – İslam ve modern dünya – meselesini onlar kadar derinlemesine düşünen kimse yok sanırım. Nereden almışlar o gücü? En yüksek zirvelerine kadar tırmandıkları Batı’ya, “ama ben sizden değilim” deme ihtiyacını hissetmişler, belki ondan.

Aynı yer (bunu ben çekmedim, webden çaldım)

Monday, February 22, 2021

Mısır notları 5


Yunan damarımız

Erken dönem Yunan sanatının Mısır’ın kopyası olduğu hep söylenir de gözünle görmedikçe tam kavrayamıyorsun. Karnak tapınağına girince çarpıyor. Sütunsa al sana sütun, heykelse al sana heykel: boyutlar tüyler ürpertici, süsleme göz kamaştırıcı. Daha öte bir şey var ki nasıl tanımlayacağımı bilemedim: Mekâna tam manasıyla – oranlarıyla, detaylarıyla, anlatının zenginliğiyle – hakim olduklarını hissettirmişler, ki sanırım mimari dehanın özü budur. Yunanlı, kısıtlı bütçeyle, elinden geldiğince taklit etmiş. İster istemez Parthenon’la kıyasladık. Yunan damarımız incindi.

Üstelik üç tane, beş tane değil. Yüzlercesi çöl kumunda eriyip gittikten sonra sırf Mısır’da geriye kalan 250 tane devasa boyutlu tapınak...

Sanatla iktidar arasındaki bağlantıyı başka yerde bu kadar net kavrramış mıydım bilmiyorum. Olağanüstü girift, törensel bir anlatı – mit – dünyasına adım atıyorsun. Atmaca kafalı tanrılar, timsah kafalı tanrılar; sonsuz saflar halinde dizili koç kafalı muktedirler, sol ayağını öne atmış, huşu içinde ufku gözleyen 15 metre boyunda padişahlar; ufak detay farklarıyla yüzlerce kez tekrarlanan tören sahneleri. Her tapınak öykü anlatır, o açıdan kiliselerden ya da camilerden farkı yok belki. Anlatıyı yeterince tanımadığımdan mıdır, bilmiyorum, ama buradaki sanki farklı bir seviyede gibi geldi bana. Hayat boyu ilmini okursan belki anlatının sırlarına erebilirsin diyor, şimdilik ürper ve boyun eğ. Zira biz, yüce firavun ve hayat boyu bu işin ilmini yapmış olan rahipleri, senin tahayyül bile edemeyeceğin masal varlıklarıyla burada günün her saati, yılın her günü haşır neşiriz.

Tarihin ilk devletini kurmuşlar, Nil boyunca tüm ülkenin artı değerini bir elde toplamayı başarmışlar. En büyük tapınakların yapıldığı çağda ülkede tarımsal toprağın yüzde doksanı, Nil nehrindeki kayıkların tamamı tapınak mülküymüş. Tüyler ürpertici bir güzellikler aleminde, özetle, bunun öyküsünü anlatmışlar.

Yunandan farkı da orada belki. Mısır sistemi mükemmelliğe eriştikten az sonra, MÖ 1000 dolayında batmış. Ülke fakirleşmiş. Onun yerine önce Fenikeliler, sonra Elenler, başka bir sistem üzerinde yükselmişler. Devlet kurmamışlar. Her biri deniz kıyısına demir atmış yüzlerce ufak kentle Akdeniz ticaretine girmişler. Haraçla değil ticari kârla zenginleşmişler. Sonuçta tapınakları Mısır’ınkiler yanında cılız. Fakat Yunan sanatının konusu başka. Tanrılardan güç alan Devlet’i değil, kişisel erdemleriyle tanrılaşan İnsan’ı anlatmışlar. Sol adımını öne atıp ufka bakan heykelleri tören kıyafeti içinde değil, çıplak. Fikir dünyaları da birtakım yüksek sırları hissettirmeye değil, çarşı meydanında rakiplerini sözle ve akılla alt etmeye odaklanmış.

Ki yabana atılır şeyler değil.

Üçler, dokuzlar, yirmi yediler

Sanırım tanrıları sistemleştirme çabaları da kısmen Mısır’a özenti. En eski zamanda Yunan töresi her aşiretin, her kentin, her pınarın ve her dağ doruğunun kendi piri, evliyası, koruyucu ruhu üzerine kurulu görünüyor. Mesela bizim Samos’un Hera’sıyla Argos’unki kesinlikle ayrı kişilikler: öyküleri ayrı, tasvirleri ayrı, hatta özgün isimleri bile muhtemelen aynı değil. Bunları birleştirip, ayrı kimliklerini de korumak şartıyla sentez oluşturma usulünü Mısır’dan öğrenmiş olmalılar.

Mısır tanrılarının kimliği yüksek bir ilim. Doğal olarak o yüksek ilmin yüksek alimlerince tefsir edilmiş. Her tanrının çeşitli enkarnasyonları, her enkarnasyona ait farklı simgeleri ve farklı törenleri var. Zaman zaman birleşip başka bir tanrının kimliğini üstlenmişler, onun adıyla anılmışlar. Her birinin bir eşi ve çocuğu var, ve üçü bir arada ayrı bir tanrısal sıfatı temsil edebiliyorlar. Bazen üç üçlü bir araya gelip bir ennead (dokuzlu) oluşturabiliyor.

Bu denli zengin bir teolojiyle tanışan Yunanlıların kendi tanrılarını aynı mantıkla sistematize etmeye çalışmış olmaları normal değil mi? Hıristiyan teslis düşüncesinin büyük ölçüde İskenderiye’de oluşmuş olması da tesadüf değildir herhalde.

Yaratan Tanrının dokuz emanasyonundan söz eden İskenderiyeli yeni-Platoncu ilahiyatçılar ile İbni Arabi’nin 27 basamağa böldüğü ilahi hikmet arasındaki bağı irdeleyen bir doktora tezi görsek şimdi fena mı olur?

Ahiret

Ölenleri akıllara durgunluk veren hazinelerle gömmüşler, geri geldiğinde gariplik çekmesin diye. Kral mezarlarında kilometrelerce yeraltı tüneli kazmışlar, rahmetlinin hayat boyu yaptığı her şeyi, yazdığı mektupları, ifa ettiği törenleri en ince ayrıntısına kadar taşa yazıp resimlemişler. Sıradan insanların bile en güzel yaşındaki portresini usta ressamlara yaptırıp mumyasına eklemişler. Eski dinlerinden vazgeçip önce Hıristiyanlığa sonra İslama intisap ettikten sonra dahi ölüleri için şahane mezar kentleri inşa etmekten vazgeçmemişler. Kendi evlerinden esirgedikleri özeni ölü evine harcamışlar.

Gerçekten ölülerin geri geleceğine inanacak kadar saf mıymışlar? Yoksa öyküyü mü sevmişler. Ölümün karanlığını yarattıkları güzellikler alemine mi hapsetmişler?

Thursday, February 18, 2021

Mısır notları 4

Solda Kalavun ve Berkok türbeleri,
sağda geç devir Osmanlı sebili
Gerçek İslam

Han el-Halili Kahire’nin tarihi çarşısı. Tüm Yakındoğu çarşıları gibi güzel, renkli, labirentvari. Bir Halep çarşısı (iç savaştan önceki) ile kıyaslanmaz gerçi, hatta Urfa’nın yanında sönük kalır. Pırıltısına aldanıyorsun önce; yakından bakınca satın almaya değer tek bir ürün yok. Her şey ucuz, kaba saba, cahilce: aptal saydıkları Batılı turisti kandırır diye umdukları çer çöp.

Arada her iki kapıdan biri başka bir dünyanın enkazına açılan kapı. Fantastik derecede süslü Memluk türbeleri. Bir zamanlar Oxford’un kolejlerine emsal olmuş, şimdi yıkıntıları arasında sokak köpeklerinin eşindiği medrese avluları. Vaktiyle “yaşanırsa ancak böyle yaşanır” dedirttiği belli zengin konaklarının çürümüş, kokuşmuş leşleri. Özellikle Sultan Kalavun’un (hd. 1279-1290) türbesinde ağzımız açık kaldı. Olağanüstü bir sanatkârlık, cüretkâr, coşkulu, kendinden emin. Süsleme zenginliği İtalya’nın en baba barokuyla yarışır. Üstelik daha sakin, daha vakur.

Kapısında bir kişinin işini beş kişi yapmaya çalışan emniyet görevlileri, kimi terlikli, kimi Amerikan parkalı, bilet istiyor mu istemiyor mu, sohbetini mi sürdürüyor belli değil. Etrafta “gezdireyim” diye musallat olan elli tane dilenci. İstemez deyince “Allah rızası için on para, çocuğum aç” diye yalvarmaya başlıyorlar.

İslam mıdır bunları bu hale düşüren? Eğer gerçek İslam bu ise, o türbeleri, medreseleri yaptıran ne?

Kalavun türbesinden detay
Kadınlar saltanatı

Kahire’de piramitlerden sonra neyi görmeli? Şüphe yok, eski mezarlıklar. El-Qarafa yahut ˁArafa deniyor, büyükleri iki tane, eski şehrin yanıbaşında, kilometrelerce. Firavunların soyundan gelen Mısırlılar öyle basit taşla, sandukayla yetinmemiş, ölenleri için dört dörtlük birer aile evi inşa etmişler; imkanı olanlar ölü evinin alabildiğine süslü, rahmetlinin statüsüne yakışır güzellikte olmasına özen göstermişler. Evler zamanla çatlamış, yıkılmış, ocağından incir ağacı çıkmış. Sonra Kahire’nin fakirleri gözüne kestirdiklerini işgal edip gecekondu yapmış. Şimdi uçsuz bucaksız birer çöplük mahallesi. Sokak aralarına bakkal açılmış, türbelerin alt katı cam imalathanesi olmuş. Biraz palazlanan üste briketle kat çıkmış, yan mezarı zaptedip taksisine garaj etmiş.

Onca sefaletin arasında Memlukların türbeleri, yüzlerce. Hepsi kubbeli, minareli. Her kubbe ayrı bir desenle, dıştan, dantel gibi işli. Sekiz on tanesini bir kareye sığdırabilirsek unutulmaz fotoğraf olur dedik. Gittiğimiz gün hava egzos gazıyla karışık bulanık bir sisle kaplıydı, görüntü daha da esrarengiz olur diye düşündük. Ama bir türlü olmadı. Ertesi gün gene gideriz dedik, kısmet değilmiş. Şununla yetinin: https://en.wikipedia.org/wiki/City_of_the_Dead_(Cairo).

Türbelerin çoğu Türklere ait: Kayıtbay, Hond Tuğay, Sultan İnal, Emir Korkmaz, Kavalalı Mehmet Ali el-Bâşâ. Lakin en meşhurlardan biri değil. Şecer el-Dürr (“inci ağacı”) adıyla anılan hanımefendi Ermeniymiş deniyor. Son Eyyubi sultanı Turanşah’ın eşi yahut cariyesi olmuş. Adam 1250 yılında ölünce oğlunu tahta geçirmeye çalışmış. Oğlan da öldürülünce kendisi saltanat makamına geçmiş, kendi adına ferman çıkarıp sikke bastırmış. Üç ay sürmüş. Sonunda devletin ileri gelenleri “olmaz böyle” deyip Türk ordu komutanı Aybek’le evlendirmişler. Memluk saltanatı böyle başlamış. Yedi yıl sonra Aybek başka hatun getirmek isteyince hanımefendi onu da öldürtmüş. Bunun üzerine Aybek’in hareminin öbür kızları bir olup İnci Hanım’ı nalınlarla döve döve tepelemişler.

İslam tarihinde kendi adına hüküm süren ilk kadın değil. Delhi hükümdarı Raziye Sultan var 1236-1240 yıllarında hüküm süren. Komşulara bakınca Kudüs kraliçesi İsabella var 1190’dan 1205’e bilfiil yönetimi üstlenen. Tarsus’ta diğer İsabella, yahut Zabel, 1219’dan 1252’ye dek Kilikya Ermeni devletini yönetmiş, İnci’nin eski kocasıyla da yeni kocasıyla da savaşmış.

Besbelli bir trend görüyoruz orada. Hem İslam aleminde, hem İslam soslu Hıristiyanlarda, kısa bir süre de olsa kadınlar saltanatı olabilirlikler dünyasına adım atmış. Sonra neden kesildi? Moğol istilası mıydı sebep? Yoksa tam tersine, Moğolların 1260’ta Ayn Calut’tan sonra inişe geçmesi miydi? İşin yoksa araştır, dur.



[1] En görkemlisi olan Sultan Baybars medresesi 1260 dolayında kurulmuş. Oxford’un en eski kolejlerinden Balliol 1263, Merton 1274 tarihli. O günlerde Avrupa’da benim diyen herkes ya Mısır’ı fethetme hayalleri kurmakla ya da Mısır’da ticaret yapmakla meşguldü.

Tuesday, February 16, 2021

Mısır notları 3

Azar azar geliyor nedense.

Çöp

Her yer çöp. Köyler, sokaklar, çarşılar, tarlalar, caddeler, kanallar adam boyu çöp yığını. Odaklanınca fark ediyorsun ki çöpün üçte ikisi plastik, birazı da alüminyum kola kutusu, çerez paketi. Allahın çölünde uçuşan naylon poşet tarlaları, kilometrelerce.

Peki Mısırlılar pis. De, bu pisliği insanlığın başına musallat eden kim? Kibar muhitlerde çöpünü özenle ayrıştırıp plastik poşete de beş kuruş vergi koyunca suçun affedilmiş mi oluyor?

Mısır’ın çöplüklerinde ben şahsen kapitalizmin iflasını gördüm. Yahut kapitalizm demeyelim isterseniz, kâr kırbacıyla bu atın sonsuza dek yürüyeceğini sanan gaflet ideolojisinin.

*

Eskiden de çöpü sokağın köşesine boca ediyorlardı herhalde. Organik çöp bir şekilde erir, böyle bir milli afete dönüşmez sanıyorum. Nüfus da bugünkünün yirmide biriyse sıkıntı çok büyümeye fırsat bulmaz.

Çoğu eski toplumda çöpün çaresi domuzdur. Köyün domuzları gün boyu eşelenir, organik çöpü etkili bir şekilde risaykıl eder. Domuz nimetinden mahrum olan İslam ülkeleri nasıl çözmüşler problemi acaba?

At

İlk gün Mısır Müzesindeyken fark ettim, Antik Mısır ikonografisinde at yok. Zengin görsel repertuvarı olan bir sanat geleneği, her türlü hayvan var, sığır, aslan, koç, köpek, şahin, timsah, ibis, bok böceği istemediğin kadar. Karıncayiyen bile var. Ama at yok.

Acaba atı tanımıyorlar mıydı diye aklıma düştü. Yok: en geç Yeni Krallık devrinde (MÖ 1600) firavunun atlı savaş arabaları meşhur; İran’dan, Anadolu’dan at ithal etmişler. Ama – mesela çağdaş Asurluların aksine – at ve at arabası çizmemişler.

Neden? Çünkü Mısır sanatı bir ritüel sanatı. Üç bin küsur yıl boyunca asla değişmemeyi ilke edinmişler. Ta Yunan egemenliği çağında (MÖ 200ler) yaptıkları tapınaklarda bin yıl öncesinin tarzını, kıyafetlerini, yazı formlarını, dualarını aynen tekrarlamaya özen göstermişler. Çünkü zamandan bağımsız, mutlak bir hakikat alemini anlattıklarına inanmışlar. Eğer yenilik varsa – mesela tanrı Amun MÖ 1500’lerde tanrı Min’in özelliklerini yüklenip koç boynuzuna kavuştuğunda – ancak alim ve arif olanın anlayacağı ince detaylarla ona değinmişler. Günün modalarını ve çağın teknolojisini küçümsemişler. Yunan usulü sandaletin harcıalem olduğu bir çağda dahi tanrılarını her zaman yalınayak resmetmişler.

At Orta Asya’da MÖ 3500’lerde evcilleştirildi. Ortadoğu’ya MÖ 2200’lerden önce pek gelmemiş görünüyor. İkonografinin oluştuğu çağda eğer at yoksa, sonradan çıkma bir şeyi neden kutlu sanatına ekleyip murdar edesin?

Bugünkü Müslümanların dünyayı 1400 yıl önce dondurma arzusuna bir de bu açıdan bakın isterseniz.

Mısır Müzesi'nden enstantaneler





Sunday, February 14, 2021

Mısır notları 2

Araplık, Hıristiyanlık

Türkiye’nin aksine Mısır’ın etnik yapılanması konusunda belirsizlik yok. MS 3cü 4cü yüzyıla ait inanılmaz berraklıktaki Fayum portrelerine baktığın zaman bugün sokakta gördüğün tipleri tanıyorsun. Ciddi bir Arap göçü hiç kaydedilmemiş. Birkaç göçebe aşiret gelmiş, onlar da kısa zamanda asimile edilip erimişler. Zaten kadimden beri tıklım tıklım bir yer olan Nil boyuna – yerlileri kılıçtan geçirmedikçe – yeni nüfus iskan edecek yer yok.  Dolayısıyla ülkenin Araplaşması tamamen kültürel bir olay. Egemen kültür Arap olunca, yumuşak başlılığıyla ünlü Mısır halkı duruma ayak uydurmuş.

Eş-şehîd el azîm Ebi Seyfeyn
Önceleri Araplaşma İslam’ın yan etkisi. Müslümansan Arapça konuşuyorsun. 13. yy’da Memluklar zamanına dek nüfus çoğunluğunu oluşturan Hıristiyanlar eski Mısır dilinin devamı olan Kıpticeyi kullanmayı sürdürmüş. Sonra Kıptice sönmüş. En geç 17. yy’da uzak köylerde konuşulduğu söyleniyor; sonra terk edilmiş. 19. yy sonlarında Avrupadan esen cereyanlarla bir ara Kıpti dilini canlandırmayı denemişler; Hıristiyan okullarına Kıptice dersi koymuşlar. Ama işe yaramamış. Halen Mısır Hıristiyanları ülke nüfusunun yüzde onu civarında. Hepsi Arapça konuşuyor. Kendini Arap sayıyor. Kilise ayini Arapça.

Bayağı da etkililer. Her mahalle ve her kasabada camilerle boy ölçüşen kiliseleri, faal manastırları var. Bakan ve emniyet müdürü çıkarıyorlar. Milli törenlerde cumhurbaşkanının sağ yanında yerleri var.

Türkiye’nin Türkleşme sürecinin Mısır’dan çok farklı olduğunu düşündürecek bir sebep göremiyorum. O halde “atalarımız falan yerden geldi” miti Mısır’da duyulmaz iken Türkiye’de niye revaç buluyor? 19. yy sonu ile 20. yy başında Türkler neden böyle bir anlatı üretip inanma ihtiyacı hissettiler? Mısırlı neden firavunlar çağındaki “atalarını” pekala ulusal mitolojiye dahil edebildi de Türklere Herodot desen bön bön yüzüne bakıyor?

Cevabı uzun konu, belki ayrı bir makaleyi hak eder. 19. yy başında Ermenicenin durumu Kıpticeden farksızdı diyelim, bir ufak fikir başlangıcı versin. Ermenilerin çoğunluğunun ana dili Türkçeydi; kalanınki de yarı Türkçe karışık melez bir dildi. Öyle kalsa, yahut zamanın erozyonuyla Ermeni dili Kıpticenin akıbetine uğrasa bugün Türkiye’de Hıristiyanların (Ermenilerin diyelim, Rumları ayrıca konuşuruz) durumu ne olurdu? Sayısı ne olurdu? Daha önemlisi: Müslim Türklere emsal olma, onlara siyasi ve sosyal alanda ufuk açma potansiyelleri nice olurdu?

Hep birlikte çok gurur duyduğumuz 19. yy’ın Ermeni kültür rönesansı acaba Türklerle Ermeniler arasına aşılmaz bir kibir duvarı örerek her ikisinin felaketine zemin hazırlamış mıdır?

Belalı konular bunlar. Uzak duralım, yoksa laf işitmek bir şey değil, Patreon’dan darbe yeriz :)

Turizm

Batmış. Bir ara büyük yatırım yapmışlar, uluslararası firmalara Nil kıyısına hayvan gibi oteller diktirmişler, dünya medyasını Ramses’lere boğmuşlar, çöplük mahallelerine moderenlik heveslisi yüzlerce pansiyon açtırmışlar. 1997’den sonra bir dizi ‘terorist’ saldırısı turizmin tadını kaçırmış. 2012-2013’te üstüste iki ihtilal belini bükmüş; corona işi bitirmiş. Kızıldeniz kıyısındaki resortlarda, ülkenin gerisinden ağır güvenlik duvarlarıyla ayrılmış bir tür theme park turizmi devam ediyor. (Rusya ve Doğu Avrupa’ya en yakın kışın denize girilecek yer oralar.) Geri kalan Mısır’da turist namına in cin top oynar. Piramitlerde yerliler haricinde bizden başka yirmi kişi ya var ya yoktu. Luksor’da yolunu kaybetmiş üç beş İtalyan, Mısırlı rehberini hayranlıkla süzen birkaç Kuzey Avrupalı tek kadın...

Değer mi gitmeye? Bana sorarsan sırf Kahire trafiğinin keyfi için değer. Tapınaklar sanırım dünyada görebileceklerinin en görkemlileri arasında başlara oynar (daha geliriz onlara). Nil’in yukarılarında, özellikle Aswan’da “buraları bir zamanlar büyülü güzel yerlermiş” duygusunu yer yer tadabileceğin bir iki köşe bucak kalmış. Gerisi akılalmaz bir çöp yığını, uçsuz bucaksız moloz deryası, sefil kırık apartmanlar, toz toprak, yıllar önce açılıp unutulmuş belediye çukurları, sonsuz avamlık.

Gençsen, ya da ruhun gençse ve dünyayı tanımanın şehvetine sahipsen keşfetmeye değer. Yoksa aman, aman!

Güvenlik

Turistin kendi arabasıyla ülkeyi gezmesi duyulmuş şey değil. Hele Asyut, Sohag, Kharga Vahası gibi sıfır turistik yerlerde hiç değil. Adım başı durdurdukları polis/asker noktalarında “no spik Arabik” duyunca akılları çıkıyor. Koşa koşa komutan geliyor, welkaam, welkam, weryufrom faslında İngilizcesini sergileyip elemanlara hava atıyor. Sanırım üçüncü ya da beşinci teftişten sonra vaka genelkurmay başkanına yahut bakana kadar yansıdı. Israrla koruma vermek istediler. Olmaz deyince vallahi billahi koruma istemeyiz diye kağıtlar imzalattılar. Her uğradığımız yerden sonraki noktaları uyarıp durumun vehametine dikkat çektiler. En sonunda dayanamadılar, bir noktada sırf bizim için görevlendirilmiş dört cemse dolusu ağır silahlı ve çelik yelekli askerle yolumuzu kesip önümüze sirenli polis arabası, arkamıza uçaksavar donanımlı bir panzer taktılar. Bir süre öyle gittikten sonra durdurup rica ettim, allahaşkına biraz hızlı gidin bayıyor bu diye. Emriniz baş üstüne deyip hızlandılar da Kahire’ye gece olmadan varabildik.

Gene söyleyeyim. O kadar güleryüzlü, saf ve şapşallar ki bir kere bile iyi niyetlerinden şüphe etmeyi düşünmedik. Yalnız vurucu timi seferber ettiklerinde bir an aklımızdan geçmedi değil, bunlar emri yanlış anlar, koruyacak yerde bizi kazara delik deşik ederler mi? Ederler. (“Komtanım bunlar terürist değil miydi, Mahmud bana öyle dedi.”) Hayat buralarda ucuz.

Benim hoşuma gitti o duygu. Sıfır risk, sonsuz hayat propagandasıyla kafamızın davul edildiği bir yılın sonunda, ara sıra insan yaşamının önemsizliğini hatırlamak iyi bir şey. Daha özgür oluyorsun. Yaşama daha ferah bakıyorsun.

Timsah

Kom-Ombo’da timsah tanrısının tapınağını gezdik. Mumyalanıp özel mezarlara gömülen kutsal timsahlarla kutsal timsahların kutsal yavrularını gördük. Bir zamanlar Nil nehrinde cirit atarmış timsahlar. 19. yy’a dek Aswan’da kayıkçılar timsah duası, timsah büyüsü, Timsah Dede türbesiyle yaşamışlar. Şimdi tabii hepsi tükenmiş, bir tane bile timsah kalmamış. Eskiden Nil boyunun diğer vazgeçilmezi olan su aygırları da sıfırlanmış. 200 yıl önce beş milyon olan Mısır nüfusu olmuş yüz yirmi milyon. O kalabalığa timsah mı dayanır?

Timsah bu arada Orta Kıpticeden dilimize geçen iki kelimeden biri. Diğeri vaha. Kıpticesi emsah imiş; ⲉⲙⲥⲁϩ böyle yazılıyor. Eril bir sözcük, dolayısıyla artikelli halinin p’emsah olması lazım iken neden Arapçaya dişil artikelle t’emsah diye geçtiğini açıklayamıyorlar.

Devamı var.

Friday, February 12, 2021

Mısır notları 1

Aklıma geldikçe yazayım birşeyler. Devam ederim.

Güleryüz, din, haşiş

İnsanlar çok güler yüzlü, cana yakın, yumuşak başlı. 15 günde binlerce insanla muhatap olduk, en ufak bir agresiflik belirtisine rastlamadık, memurlar, ağır silahlı polisler ve Kahire trafiğinde azap çeken şoförler dahil. Belki yabancıydık ondandır. Ama sanki birbirleriyle temasları da maşallah, elhamdülillah üzerine kurulu.

Sürekli tükettikleri haşiş de faydalı oluyordur mutlaka.

Kahire’nin kaotik trafiğinde dahi Türkiye’deki (ve hele Batı Avrupa’daki!) saldırgan ruhtan eser yok. Kimse bağırıp küfretmiyor, ya da küfreder gibi sürmüyor. Kornayı hakaret ve taciz için değil uyarmak için (hiç durmadan) çalıyorlar. Sekiz şeritli yolda en sağ şeritten sola dönüş yapsan da, otoyola tersten girip bir kilometre sürsen de herkes gülümseyerek yol veriyor; trafik polisi olacak gariban arkasını dönüp bir sigara yakıyor. Çok şeritli beş caddenin iç içe geçtiği kavşak trafik lambasız pekala işliyor, üstelik muhtemelen lambalı halinden daha hızlı ve daha güvenli işliyor. Avrupalı, Kuzey Amerikalı şoförün “yeşil benim, s..e s..e geçerim” nobranlığı hissedilmiyor.

Kurallara yaklaşımlarını sevdim. Temel ilke şu olmalı: Hiçbir kural, boş yere bir insanın kalbini kırmaya değmez. Kuralla insanlık çatışırsa her zaman insanlığı seç. “Medeniyet” denilen şey bu mudur? Yoksa medeniyet adı verilen kurallı yaşam idealinin bu tam zıddı mıdır? Eğer öyleyse medeniyet iyi bir şey midir? Karar veremedik.

Türkler

Üç kişilik grubumuzda birimiz Yunanistan, birimiz Ermenistan, birimiz İsviçre pasaportluyduk. Ama Türkçe konuşuyorduk. Sorduklarında genellikle kestirmeden Türküz diye cevap verdik.

Kısmen işimize geldiği için öyle yaptık. Öbür üçünün pek bir karşılığı yok, ama Türk deyince yüzler aydınlanıyor, büyük marifet yapmışız gibi kafalar sallanıyor, welkam welkamlar daha bir içten söyleniyor. Büyükçe bir bölümü sanırım ırkçılık: Mısırlının bakış açısından Türklerin ırk olarak Avrupalıdan farkı yok. Ve ülkede çok net bir renk kodu geçerli: Karaysan güneylisin, demek ki aşağı tabakasın. Beyazsan üstünsün, afendisin, seydisin, hatta dıktorsun. Irkın üstüne ekle Türklerin modernliğini, askeri disiplinini, zenginliğini, efendiliğini, her Mısırlının olmayı düşleyip de olamadığı şeyin somutlaşmış örneğisin. Türklerin Müslümanlığı Mısırlı açısından muslim-light gerçi, ama onu da çok umursayan olduğunu sanmam.

Geçmiş yıllarda Suriye ve İran’da da aynı düşünceye kapılmıştım. Türkiye eğer Ortadoğuda daha güçlü bir profil çizmek istiyorsa bence Müslümanlığını değil Avrupalılığını vurgulamalı. Alttan alta hafif bir İslam sosuyla besleyip “biz de aslında sizinleyiz” mesajı hatırlatılsa memleket bu coğrafyaların kralı olur.

Yoksa istediğin kadar halifecilik oyna, el-Ezher alimlerine özenip saçma sapan fetvalarla manşet üret, yüz sene uğraşsan hiçbir Arap’ı ikna edemezsin Türklerin onlar gibi öz hakiki Müslüman olduğuna.


Wednesday, February 10, 2021

Hijyen, zehir gibi doktorlar, uzun yaşam. Sonuç?

Önce şu rakamlara göz atalım. Milyon nüfusta coronavirüs’ten (yahut coronavirüs’le) ölüm oranları. Kaynak: worldometers.info, 9 Şubat 2021 rakamları.

UK

1672

ABD

1444

Fransa

1226

İsveç

1202

İsviçre

1116

....

 

Endonezya

117

Hindistan

112

Filipinler

103

Mısır

94

Pakistan

54

Bangladeş

50


Çok tuhaf değil mi? Yerli ve yabancı medyayı kaplayan milyonlarca coronavirüs reklamı arasında bu basit tabloya ilişkin bir açıklama, bir değerlendirme, bir teoriye rastladınız mı? Açıklamayı geçelim, satır arasında buna değinen, yahut “tuhafmış yahu” diyen birine denk geldiniz mi? “İngiltere gelişmiş ülkeler arasında filanıncı sırada, bak İsveç kapatmadı Norveç’ten fena oldu” diye tartışan var da, Allahın gariban Bangladeş’inden neden 32 misli daha fazla insan ölüyor cilalı ülkelerde diye merak eden yok. 

İngiltere ve Fransa sanırım dünyada covid konusunda en sıkı yasaklama tedbirlerini alan ülkelerin başında geliyor. Bir yıldan beri temel hak ve özgürlükler neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldı, seyahat yasaklandı, insanların evlerinde diledikleriyle bir araya gelmesi suç ilan edildi, okullar ve işyerleri kapatıldı, yaşlı insanlar yalnızlığa mahkum edildi, covid dışındaki sağlık hizmetleri sıfırlandı, yasaklara uymayanlar terörist muamelesine tabi tutuldu. ABD’nin kilit eyaletlerinde de durum buna yakın. Sonuç pek iç açıcı durmuyor.

Bir süredir Mısır’dayım. Burada okullar kapalı, onun dışında herhangi bir tedbir göze çarpmıyor. Lokantalar açık, camiler kalabalık, çarşı pazar ana baba günü, insanlar balık istifi. Devlet daireleri dışında maske takan binde bir. Taksicilere getirilen maske mecburiyeti polise yeni bir gelir kapısı açmaktan başka işe yaramamış. Basından izlediğim kadarıyla Hindistan daha beter görünüyor. Başta göstermelik bir yasak ilan ettiler, milyonlarca insan eyalet sınırlarında üst üste yığıldı. Sonra işi oluruna bıraktılar. Keza Pakistan’da, Endonezya’da, Filipinlerde, zengin toplumların kapıldığı ölüm korkusunun izi görülmüyor. Gülüyorlar sanırım.

*

İlk aklınıza gelen hipotezi elbette biliyorum. O hipotez bir kere yanlış. Mısır’da özenle soruşturdum. Covid propagandası burada da her yerdeki kadar güçlü, sağlık teşkilatı seferber, insanların hastalanınca hastaneye gitme eğilimi de Türkiye’dekinden yahut İsviçre’dekinden düşük değil. Buna rağmen taşranın en kaotik kasabasında olsun, Kahire’nin elit çevrelerinde olsun covid’den ölen eş, dost, tanıdık, akrabası olan pek ender. Dört bin küsur kişilik Ermeni cemaatinde bugüne dek covid’den bir kişi ölmüş. Vaka sayısı hadi göz ardı ediliyor diyelim, kudurmuş gibi bütün milleti gece gündüz test etmiyorlar, ama herkesin herkesi tanıdığı bir toplumda ölümlerin göz ardı edilmesi pek mümkün görünmüyor.

*

Dönelim tabloya. Nedir sizce bunun mantıklı açıklaması? Allah Müslümanları koruyor deseniz Filipinlerle Hindistan’ı açıklamaz. O halde?

Benim aklıma üç hipotez geliyor. Adı üstünde, bunlar hipotez, yani açıklama denemesi. Tahmin yürütüyorum. Doğru mudurlar bilmiyorum. Daha iyi bir açıklamanız varsa dinlerim. Ama kalkıp da bana “vay sen bilim adamı değilsin nasıl hipotez yürütürsün” derseniz bundan çıkaracağım tek sonuç, ya bilemediğim bir nedenle düşünmek istemediğiniz ya da düşünmeyi pek beceremediğiniz olur.

Birinci hipotez: Fazla hijyen bazı toplumları basit virüslere karşı korumasız bırakmış. Mısır’da çocukların yüzde doksanı dağlar gibi çöp yığınları içinde yetişiyor. Her köşe başındaki sebilden aynı tasla günde bin kişi su içiyor. Haliyle sağ kalanlar elin Avrupalısından daha sağlam oluyor.

Doğruysa bu hipotez çıkaracağımız sonuç belli: Demek ki temizliğin fazlası iyi bir şey değilmiş.

İkinci hipotez: Bazı toplumlarda kamu iletişim araçlarının durmadan pompaladığı korku yüzünden hem vatandaş, hem tıp camiası paniğe kapıldı. İnsanlar fazla veya yanlış tıbbi müdahaleden ölüyor.

Bu tabii özenle araştırılması gereken, çok riskli bir ihtimal. Doğruluğu hakkında karar veremem. Ancak dünyanın her yerinde bu yöne işaret eden anekdotal verilerin aylarden beri biriktiğini ve hemen her gün bu konuda aklı başında tıp insanlarının ciddi kaygılar dile getirdiğini belirtmekle yetineyim.

Eğer doğruluk payı varsa çıkaracağımız sonuç: Demek ki tıp mesleğinin fazla kibire kapılıp kendini her derde deva ve her yaraya merhem maydanoz sayması her zaman iyi bir şey olmayabilirmiş.

Üçüncü hipotez: Bazı toplumlarda insan yaşamını doğal sınırının ötesine uzatma hırsı, aşırı yaşlı bir demografiye yol açtı. Normalde ölmüş olması gereken ve sürekli tıbbi müdahale ile hayatta tutulan yüz binlerce insan basit bir hastalığa direnemeyerek tahtalı köyü boyladı.

En kuvvetli hipotez bana bu üçüncüsüymüş gibi geliyor. Bundan da çıkarılacak sonuç şu: Demek ki insan hayatını her ne pahasına olursa olsun uzatmak çok da marifet değilmiş. Doğa bir şekilde intikamını alırmış. Ülkelerin yaşam kalitesinin şaşmaz göstergesiymiş gibi sunulan ortalama ölüm yaşı, işte böyle, bazen avantaj değil ölümcül bir dezavantaj olabilirmiş.