Nubya
Aswan’dan yukarısı Nubya.
Baraj yapılıp memleketin yarısı sular altında kalınca şehir büyük göç almış,
Nubyalı nüfus baskın hale gelmiş. Arapçayla ilgisiz ayrı bir dileri var.
Renkleri Akdeniz esmeri değil bayağı Afrika karası. Araplar tarafından
ayrımcılığa ve asimilasyona uğramaktan şikayetçiler. Dünyanın dört bir
yanındaki benzerleri gibi daha solumsu, daha düzen karşıtı bir dile yatkınlar.
Köyleri vaktiyle arı peteği gibi kutu kutu kubbeli evlerle doluymuş. Şimdi
onları yıkıp yerine ucube gecekondu apartmanları yapıyorlar.
|
Nubya |
Toz deryası bir çöl
yolunun ucunda, kilometrelerce çöp dağlarını aşıp vardığımız bir Nubya köyünde,
yıllardan beri oraya ayak basan galiba ilk beyazı karşılamanın heyecanıyla buyur
edildik. Bana birkaç kelime Nubice öğrettiler. Karşıki adaya kayık tedarik
etmek için çırpındılar. Normal fiyatın yirmi katını istemeyi, elbette,
konukseverlikle çelişen bir şey olarak görmediler. Hava sıcaktı; sebil küpünden
bir tas su içmem için ısrar ettiler. Kolera olsak burada ölürüz herhalde diye
bir an aklımdan geçmedi değil, ama yiğitliğe toz kondurmadım. Çürümüş yosun
aromasına aldırmayıp kana kana içtim.
Dünyanın çapı
Eratostenes deneyini
duymuş olmalısınız. Aswan tam tropik hattında olduğu için – daha doğrusu MÖ 3.
yy’da öyle imiş, şimdi hat birkaç kilometre daha güneyde – 21 Haziranda tam
dikey bir kuyunun dibine güneş vuruyor. Aynı gün öğle saatinde İskenderiye’de
tam dikey bir dikilitaşın gölge uzunluğunu ölçsen, Aswan ile İskenderiye
arasındaki mesafeyi de bilsen, yeryüzünün kuzey-güney aksındaki çevresini
Pisagor teoremiyle kolayca hesaplayabilirsin.
Eratostenes 39.375 km
bulmuş. Doğrusu 40.075 km olmalı. Çünkü o tarihte henüz Aswan-İskenderiye
mesafesini tam ölçecek teknoloji yok. Ayrıca Aswan ile İskenderiye tam aynı
meridyen üzerinde değil.
Bu tarihten 1100 küsur
yıl sonra halife el-Memun’un girişimiyle deney tekrarlanmış. Bağdat’taki Beytül
Hikmet’in kurucularından Musa b. Şakir’in üç oğlu üç ayrı ekip halinde ölçümü
tekrarlamakla görevlendirilmişler. Projenin her aşamasını halife bizzat takip
etmiş. Sonuçta yüzde birden daha küçük bir hata payıyla meridyenin 1 derecelik
arkını hesaplamayı başarmışlar.
Deneyin ayrıntılı analizi
el-Fergani’nin 850 yılı civarında yazdığı Cevami fi İlm-i Nücum kitabında
mevcut. Bu eseri Cremona’lı Gerardus 1170 yılı civarında Liber de
aggregationibus scientiae stellarum adıyla Latinceye çevirmiş. Gerek bu çeviri,
gerek Ioannes Sacrobosco’nun buna dayalı ders kitabı Batı üniversitelerinde en
az 16. yy’a dek yaygın olarak okutulmuş. Dolayısıyla Ortaçağda dünyayı düz sanıyorlardı denirse sakın inanmayın, masaldır çünkü. Bilenler 2300 senedir biliyor.
Artı değer ve
medeniyet
Artı değer ile medeniyet
arasındaki ilişki o kadar bariz ki parmak tutup işaret etmeye gerek var mı
bilemedim.
Tarihin ilk devletini Mısır'da kurmuşlar, Deltadan birinci katarakta kadar Nil havzasının rantını toplamışlar. O gelirle piramitler ve akıllara ziyan tapınaklar inşa etmişler, fantastik ilimlere ve yüksek sanatlara vakıf
bir yönetici sınıf yetiştirmişler. Ptoleme’ler çağında (MÖ 300-30), yönetici
sınıf yabancı da olsa, hatta belki tam da yönetici sınıf yabancı olduğu için,
eskisiyle yarışır şaşaayı sürdürmüşler. Dünyanın bir numaralı kütüphanesini
yaptırmışlar, coğrafya ve kimya ilimlerini icat etmişler, yer küresinin çapını
hesaplayan alimler çıkarmışlar. Püf noktası İskender İmparatorluğunun parçalanması sanırım. Bir ve bütün imparatorluk olarak kalsa Mısır'ın artı değerini memleket içinde tutmaları zor olurdu. Nitekim Roma ve Bizans imparatorluğunun hakimiyeti çağında (0-640) durum değişince Mısır da gerilemiş. Ülkede üretilen servet
İtalya’ya ve İstanbul’a akmış. Hıristiyanlığın en avam ve en fanatik
akımlarının tam o dönemde Mısır’da patlak vermesi tesadüf mü acaba?
İslam imparatorluğunun en
parlak çağında Mısır’da tık yok. Emevilerle Abbasilerin ülkenin başına
koyduğu yöneticilerin görevi, rantın ölmeyecek kadar miktarını yerliye harcayıp gerisini Şam ve Bağdat’a aktarmak.
Ne zaman ki İbni Tulun (ve peşinden Ferganalı Akşit, Kürt Selahattin, Türk ve
Çerkes Memluklar) gelip akışı kesmiş, o zaman yeniden akıl durdurucu boyutlu tapınaklar, masallardan çıkma ölü kentleri kurmak usulden olmuş. 1200’lerden 1400’lere
dek Mısır açık farkla Akdeniz havzasının en zengin ülkesi. Yalnız zengin değil,
entelektüel yaşamıyla, tarihçileriyle, filozoflarıyla, sanatıyla,
teknolojisiyle, tıbbıyla, kumaşlarının kalitesiyle, lüks tüketim mallarının
çeşitliliğiyle İtalyana, Fransıza parmak ısırttırmış. Nasıl çöküp talan ederiz
diye kıvranmışlar (bkz. 5., 6., 7. Haçlı Seferleri). Daha önce bir defa yazmıştım,
Avrupa’da dervişlik geleneğinin kurucusu olan Aziz Francis Mısır’a gelip sultan
tarafından ağırlandıktan sonra memleketini bırakıp bu taraflara yerleşmeye
karar vermiş, eşi dostu zorlukla vazgeçirmişler.
Mısır’ın işini Osmanlı bitirmiş.
Üç yüz yılda ülke taş devrine geri dönmüş. Gerilemeye yol açan bir önemli faktör, tabii, Avrupalıların
okyanuslara hakim olması sonucu Kızıldeniz üzerinden Afrika ve Hindistan
ticaretinin kuruması. 1490’lardan itibaren ekonomik daralma hissediliyor; 1516’da Osmanlı fethine yol açan sebeplerden biri de o krizin siyasi sonuçları. Ama çöküşü sadece ticaret yollarının değişmesiyle açıklamak
zor. Mısır o tarihte muhtemelen dünyanın en büyük tarımsal artı değer üreticisi;
yani Kızıldeniz ticareti kesilse de dünyanın zenginleri arasında yer tutabilecek
bir ülke. Osmanlı egemenliğiyle birlikte ülkenin buğday fazlası Osmanlı
ordularının iaşesine tahsis edilmiş. Merkezden atanan idari
kadronun ana görevi ürünü tespit edip zaptetmek ve gemilere yükleyip merkeze göndermek
olmuş. Ülkenin kanını emmişler, posası kalmış.
1800’lerin başında Mehmet
Ali Paşa’nın İstanbul’a kafa tutup haracı kesmesi üzerine yeniden bir kalkınma
dönemi başlamış. Yatırımlar yapılmış; okullar, demiryolları, büyük tarım
işletmeleri ve hepsinden önemlisi Süveyş kanalı açılmış. Dolmabahçe’ye inat, görene
parmak ısırttıracak saraylar donatmışlar. Paranın kokusu çıkınca Osmanlı ülkesinin dört bir yanında Abdülhamit baskısından ve ekonomik durgunluktan
bunalan herkes Mısır’a doluşmuş. Avrupalılar onları izlemiş. Rumlardan,
Ermenilerden, İstanbullu Türklerden, Yahudilerden, İtalyan maceracılardan,
İngiliz yatırımcılardan oluşan, ortak dilleri Türkçe ve Fransızca olan müthiş
kozmopolit bir elit tabaka şekillenmiş. 20. yüzyıl başında İskenderiye ile
Kahire, İstanbul’dan kat be kat daha modern, daha özgür, daha cüretkâr ve –
tabii – daha zengin şehirler görünüyor.
Yaptıklarının çoğunu
İngiliz ve Fransızlardan aldıkları borç para ile yapmışlar. Avrupalı
yatırdığını elbette misliyle geri almış, Süveyş Kanalı gelirlerinden de zırnık
koklatmamış. Gene de İngiliz ile Fransızın rantının sadakasıyla memleket coşmuş.
Ya da en azından elit tabaka coşmuş. Bu da haliyle tepkiyi beraberinde
getirmiş. 1920’lerde Wafd hareketi, peşinden İhvan-ı Müslimin, peşinden Cemal Abdülnasır
“olmaz böyle” deyip baş kaldırmışlar. Neden kaldırmışlar? Başka yerde çok daha
beter eşitsizliklere tahammül edilirken yumuşak başlılığıyla ünlü Mısır halkı
neden edememiş? Çünkü 1. İngiltere Dünya Harbini sözde kazansa da o savaşta tükenmiş,
emperyal iradesini kaybettiğini belli etmiş, 2. Batı ülkelerinden çıkan “demokrasi”
modası dünyayı sarmış, 3. Yönetici ile yönetilenin dinlerinin farklı olması kan
uyuşmazlığına sebep olmuş. Bizans’ın ve Osmanlı’nın dindaşlarına nispeten kolay
dayattığı boyunduruğu Batı dünyası bir türlü kendi vassallarına oturtamamış.
[Soru: Emevilerle Abbasiler
zamanında Mısır’ın ekseriyeti Hıristiyanmış. O zaman nasıl dayatmışlar?] [Soru:
1920-30’ların ekonomik krizinde aç kalan Batı, Mısır’daki ortaklarına ranttan yeterli
pay bırakmadığı için mi ülkedeki müttefiklerinin desteğini kaybetmiş?]
Mısır’ı külliyen batıranın
Nasır rejimi olduğunu bilmeyen yok. “Vatan, millet, benim halkım, benim
fellahım” edebiyatıyla halkı gaza getirmiş. Eski yönetici sınıfların malına
mülküne çökmüş. Kozmopolit aracı sınıflar – Rumlar, Ermeniler, Yahudiler,
Levantenler – sıvışıp gitmişler. İki iş başarmış. Bir, yatırıma ayrılacak parayı
halka ulufe olarak dağıtmış. Sonuçta üretim durmuş, herkes fakirleşmiş.
İki, geliri halka dağıtmanın en kestirme yoludur diye kamu istihdamını on
katına çıkarmış. Memleket milyonlarca işe yaramaz polis memuru, ordu mensubu, vergi
görevlisi ve resmi daire çaycısı ile dolmuş. Yönetim komple tıkanmış. Kamu hizmetleri
gerçekler alemiyle bağını kesip yavaş çekimli bir rüya alemine dönüşmüş. Nüfus
deliler gibi arttığından memlekette ürün ekecek toprak kalmamış. Dünyanın beş
bin yıldan beri en bereketli tarım ülkesi olan Mısır yiyeceğini dışarıdan ithal
etme noktasına gelmiş.
Şimdiki reis nihayet yatırımın önemini idrak etti,
devlet işlerinde yolsuzluğu da kontrol altına almaya çalışıyor diyorlar. Kahire’den
30 km uzakta devasa yeni bir başkent inşa etmeye girişmişler. Çölde yapay
sulamayla devasa yeni tarım alanları açıyorlar. Bunların ihaleleriyle yeni bir zengin
sınıfın oluşmaya başladığı anlaşılıyor. O yüzden olacak, eski kozmopolit elitlerden arta kalan bir avuç azınlık yeni rejimden
oldukça memnun.