Tuesday, November 22, 2016

Bu esnada, çiftlikte …

Türkiye’de yayınevlerinin toy yazarlara yaklaşımı Afrika savanlarında aslanların ceylanlara yaklaşımıyla şaşırtıcı bir benzerlik arz ediyor. Kitabını yayınlatmayı düşünen genç ceylan arkadaşlara birkaç küçük tavsiye:

1- Pazarlık gücü kısıtlı olan tanınmamış yazarlarda standart telif payı %10 civarındadır. Bu rakamın çok altına razı olmayın.

2- Kitap satışı arttıkça yayınevinin birim maliyeti düşer. On bin satıştan sonra %15, kırk bin satıştan sonra %20 gibi kademeli bir telif ücretinde ısrarcı olun. Yüz bini aşacak olursanız timsahla yer değiştirmeyi deneyebilirsiniz.

3- Telifin satış üzerinden hesaplanmasına asla razı olmayın; beş kuruş alamazsınız. Daima net basım adedi üzerinden anlaşma yapın.

4- Yayınevi net basım adedinin bir oranının telif harici tutulmasını talep ederse %1’den fazlasını kabul etmeyin.

5- Makul olan ödeme biçimi basım tarihinden itibaren üç ayın sonunda banka havalesidir. Asla çek kabul etmeyin ve bu hususu sözleşmeye yazdırın. Gecikme halinde faiz şartı koyun.

6- Basım adedi, fiyat ve kapak konularına fazla karışmayın. Yayınevi bunları daha iyi bilir.

7- E-kitap hakları konusunda ısrarcı olun. Yayınevi derhal makul nitelikte e-kitap çıkarmıyorsa e-kitap haklarını saklı tutun.

8- Çeviri, film, Tv dizisi haklarını asla koşulsuz devretmeyin. “Eser Sahibinin rızası” şartını sözleşmeye yazdırın. O rıza ileride, şansınız varsa, milyonlar şeklinde size dönebilir.

9- Sözleşmeyi 3. kişilere devretme hakkı asla tanımayın. Ne idüğü belirsiz bir naylon firma ile baş başa kalabilirsiniz.

10- Kitabın belli sürede, mesela bir yılda, basılıp piyasaya sunulmaması halinde iptal şartı koydurun. Yoksa kitabınız sonsuza dek sürünebilir.

11- Kitabın tükenmesi halinde belli sürede yeni basım şartı koydurun, aksi halde kitabın hakları size rücu etsin. “Tükenme” şartı mümkünse yayınevi stoklarını baz almasın, ya da 200 veya 500 gibi yüksek bir asgari stok belirlensin. Yoksa yayınevi stokta on tane kitap tutup eserinizi ebediyete kadar gömebilir.

12- Talep üzerine noter huzurunda stok sayımı şartında ısrarcı olun. Yoksa kaç kitap basıldığını, kaçının satıldığını asla bilemezsiniz.

13- Kitapta resim, harita, grafik gibi size ait olmayan telif unsurları varsa ya bunların, ya da size ait olan net telifin sözleşmede açıkça belirtilmesine dikkat edin. Yoksa “ ay pardon bütün telif ücretini karikatürcü aldı” olur.

14- “Tüm eserler” sözleşmesi yaparsanız gelecekteki eserlerin makul sürede kabulü şartı getirin. İleride yazacağınız bir eseri yayınevi mesela üç ay içinde kabul etmez ya da razı olmadığınız değişiklikler yapmakta ısrarcı olursa başka yayınevine gitme imkanınız olsun.

15- Ücretsiz nüshalar konusunda inatçı olmayın. Depo memuru ile dost olmak gibi pratik yöntemlere yoğunlaşın.

16- Sözleşmeyi yayınevi adına imzalayan kişinin yetki belgesi ve imza sirkülerini görmeyi talep edin. Yoksa işin cırt noktasına gelindiğinde elinizde değersiz bir kağıt parçası ile kalabilirsiniz.

17- Hukuki sonuç doğuran tüm görüşmeleri yazılı olarak yapın ve mutlaka dosyalayın. Yarın o sempatik patron gider, hiç bir şey bilmeyen biri ile baş başa kalabilirsiniz.

18- Mümkünse avans istemeyin ve almayın. O sistem medeni ülkelerde yürür, burada yürümez.

19- İhtilaf durumunda nere mahkemelerinin yetkili olacağına dikkat edin. Kastamonu’da tanıdığınız kimse olmayabilir.

20- Her zaman güler yüzlü olun ve saf görünün. Avukatınızı yanınızda götürmeyin.

21- Her sözleşmenin bir savaş olduğunu – peki, satranç olsun – unutmayın.

Bir Dost.

Sunday, September 25, 2016

Yazılmayan romanlar

Menemen Kapalı Cezaevinden kızım Anahit'e yazdığım bir mektup.
Bebişkom, bir iki aydan beri kafamda bir roman fikri dolanıyor. Bir değil aslında iki tane, birbiriyle alakasız iki hikaye.
Birincisi eskilerin pikaresk dediği cinsten, bir seyahat romanı. Biraz sana anlattığım gezi hikayeleri gibi olsun, ama az da olsa bir olay örgüsü ve anlatı yapısı olsun istiyorum. Günümüzde değil geçmiş bir çağda geçecek, ya da belki çağlar arasında zıp zıp zıplayabilir. Tadında biraz Don Kişot, biraz Dekameron olsun istiyorum, ama en çok da Voltaire’in Candide’i. (Okudun mu bunları? Henüz okumadıysan mutlaka liseyi bitirmeden önce oku üçünü de. Dünyaya espri ve bilgelikle bakmana yardımcı olacak kitaplardır. Anlatı sanatının başyapıtlarıdır. Aklındaki – ve eğer kullanıyorsan – kalemindeki izleri hayat boyu silinmez.)
Kahramanımız dünyanın merkezi olan İstanbul’dan yola çıkar. Belki Chaucer’ın Canterbury Hikayeleri’nin kahramanları gibi İspanya’daki Santiago de Compostela’ya hacca gidecektir. Yolda başına bin bir türlü absürt olaylar gelir. Rastladığı kişiler ve ülkeler hakkında gözlemler yapar; epigramlar yumurtlar; o ülkelerin gelecekteki evrimi hakkında kehanetlerde bulunur. Her gittiği yerde kadınlarla karma karışık gönül maceralarına girer. Sevilla’ya uğramışken Don Juan’ın, şimdi yaşlı kadınlar olan eski sevgilileri Donna Elvira ve Donna Anna ile tanışır. Cezayir korsanlarına esir düşer. Onlardan kurtulup bir süre Marakeş’in büyük meydanında dilencilik yapar. Orada tanıştığı insanlarla beraber Sahra çölünü geçip Mali sultanlığına ulaşır. Sultanla dostluk kurar. Esir tüccarı olur. Servet kazanır, kaybeder. Başına felaketler gelir. Dahomey kralının zindanlarına düşer. Tam idam edilecekken eski sevgilisi ile Fransız konsolosu olan bir tanıdığının yardımlarıyla canını kurtarır. Bir gemiyle Amerika’ya kaçar. Amazon ormanlarında altın madencilerine katılır. Kazandığı serveti Santiago de Compostela’ya adamak için tam yola çıkacakken başına başka şeyler gelir. Ölür.
Felsefi bir roman olsun istiyorum. İçinde insan yaşamına, kadın erkek ilişkilerine, topluma ve dünyaya ilişkin komple bir felsefe olsun, ama katiyen uzun paragraflar ve teorik laflar olmasın. Hantallık olmasın, her cümlenin ve her kelimenin altından kıvrak bir espri göz kırpsın. Cümleler kısa, anlatı somut ve berrak olsun; on üç yaşında bir genç kolayca anlasın ve sevsin. Tarih ve coğrafya bilgileri manik bir titizlikle doğrulanmış olsun. Mesela Marakeş meydanındaki dükkanların sayısı ve detayları doğru bilinsin, Dahomey kralının unvanları tarihi kaynaklara uygun olsun, Donna Anna’nın babası olan kumandanın rütbesi ve maaşı Kastilya kraliyet arşivindeki bilgilerle uygunluk arz etsin. Tıkandığım nokta da orası zaten. Her şeyi gerçeğe uygun yapmaya kalkarsan hayal gücüne yer kalmıyor. Hiper-realist bir dünyanın içine masalı yerleştiremiyorsun. Çiğ kalıyor, sırıtıyor.
Yalanı sevmiyorum, ya da beceremiyorum. Oysa roman demek uzun ve tutarlı bir yalan anlatmak demek.
Bu birinci roman. Öbürü son bir haftadır aniden kafamı meşgul etmeye başladı. Türk kamuoyunu bu günlerde ilgilendiren Rıza Zarrab adlı İranlı bir iş adamı var. Görüntüsü şımarık bir diskotek çocuğu, birtakım karanlık işlerle akıllara durgunluk veren bir servete kavuştu, ünlü bir şarkıcıyla evlendi, Boğaziçi’nde bir değil iki yalı sahibi oldu. Sonra iskambil kağıtlarından inşa ettiği o şato yıkıldı, Rıza Amerika’da hapse atıldı, bir daha çıkıp çıkamayacağı belli değil. Şarkıcı olan eşi bu olaylar olurken aniden yüz seksen derece dönüş yaptı, boşanma davası açtı, kocasının servetinden arta kalanları ele geçirme çabasına girişti.
Bir roman yazsam ve tam o ihanet anını anlamaya çalışsam nasıl olur diye geçiyor aklımdan. İsim tabii ki vermeyeceğim, biyografilerle serbestçe oynayacağım. Kadın kahramanımız mesela sefil bir çocukluktan ve pavyon şarkıcılığından gelmiş olsun. İlk gençliğinde Bollywood filmlerine layık bir aşk ve ihanet öyküsü yaşamış olsun, hatta öyle birkaç öykü olsun. Yeni koğuşumda Yılmaz adlı bir hükümlü var, akıllı ve duyarlı bir adam. Urfa ve Diyarbakır batakhanelerinde yıllarca fedailik, garsonluk, şarkıcılık yapmış. Oturup konuşturuyorum, akıllara durgunluk veren tutku, şiddet ve felaket öyküleri anlatıyor. Onları derlesem, bizim şarkıcının hayat hikayesiyle harmanlasam, birinci sınıf bir roman, o olmadı film senaryosu çıkar ortaya.
Bunun da ilham kaynağı Mario Vargas Llosa’nın Conversación en la Catedral’indeki Hortensia karakteri olabilir belki. Müthiş bir romandır. Hortensia ününün zirvesindeyken düşer, ucuz pavyonlarda şarkıcı olur, sonunda öldürülür. Gazeteci kahramanım Santiago’nun o cinayeti çözmesi ve gerçek anlamını adım adım kavraması, herhalde Sofokles’in Kral Oidipus’undan bu yana anlatılmış olan en tüyler ürpertici keşif hikâyesi olmalı. Ben o kadarını yapabilir miyim? Sanmıyorum. O kadar uzun boylu değil yeteneklerim. Ama belki oradan ilham alabilirim, en azından bakış açımı biraz oradan alacağım esinle besleyebilirim.
İşte Bebişkom, babacığın birkaç haftadır bu gibi mevzulara daldı, bu yüzden sana yazacağı mektupları ihmal etti. Umarım beni affedersin.

Thursday, September 15, 2016

Feminizmin cinnetine dair


Genel affın gerekliliğine ve suç türlerine göre ayrım yapmanın abesliğine dair yazdığım yazıda tecavüzcülere değindiğim kısacık bir paragraf "feminist" etiketli kesimlerde absürtlüğün sınırlarına varan, hatta onları aşan bir infial fırtınası uyandırdı.  Sevgili dostum Metin Solmaz, sanırım o fırtınanın heyecanıyla, bana söylemediğim sözleri atfedip, hazır şablonlar kutusundan seçilmiş olmadık eleştiriler yöneltti.
“Nişanyan […] akıl almaz bir şekilde o paçoz cümleyi kurup tecavüzcülerin çoğunun büluğ çağında romantikler olduğunu söyledi...” demiş Metin Solmaz.
“Romantik” ne demek emin değilim. Ama ben öyle dememişim, “büluğ çağının fırtınaları arasında yolunu kaybetmiş âşıklar” demişim. Aynı şey değil sanki.
Belki pembe dizi kültürüm yetersiz. “Aşk” deyince benim aklıma mesela mum ışığında bir restoran yahut pembe balonlar filan gelmiyor. Romeo ve Jülyet geliyor, Medea geliyor, Othello ile Desdemona geliyor, Anna Karenina geliyor, Emma Bovary geliyor. Genç Werther’in acıları geliyor. Hepsinde kan, acı, gözyaşı, cinnet, cinayet, intihar vardır. Eski Yunan’da Aphrodite yalnızca aşk tanrıçası değildir, yıkım ve felaket tanrıçasıdır aynı zamanda. Boşuna mı?
Şimdi diyeceksin ki, küçük burjuva ahlakının sığ sularına kendini hapsetmiş, pembe balonların ve “ayıp sözlerden” arındırılmış küçük hayatların ötesinde bir dünya olabileceğini çoktan unutmuş insanlara bunları anlatmaya çalışmanın manası ne? Haklısın belki. Bilemedim. Belki anlamsız bir çaba.
Yazının devamında Metin Solmaz tecavüzü “korkunç bir erkek suçu” olarak tanımlıyor. “Tecavüz kötü değildir, çok kötüdür. Rezildir. Başka suçlara benzemez. Cinayet gibi değildir. Haklı cinayet olabilir. Haklı tecavüz olamaz.”
Korkarım ki Metin konu hakkında yeterli bilgiye sahip değil. Önemli bir ayrımı göz ardı ediyor. Belki de Batı toplumları için üretilmiş literatürden hareketle bu kanılara varmış. Tecavüzü eğer “kadının isteği ve iradesi dışında girilmiş cinsel ilişki” olarak tanımlarsak söyledikleri haklı veya haklıya yakın olabilir, peki. Lakin Türkiye’de, uygulamada, tecavüzün tanımı bu değildir. Tecavüz, “ailenin ve toplumun iradesi dışında girilmiş cinsel ilişki”dir. Nitekim kadının cinselliğini kontrol altında tutmayı ailenin ve toplumun varoluş davası olarak gören bir kültürde başka türlü olması düşünülemezdi.
Birkaç örnek vereyim.
Benim tanıdığım ilk tecavüzcü, 2001-2002’de Selçuk Kapalı’da koğuş ortağımdı. Kendi yirmilerindeyken on beş yaşında bir kızı “kaçırmış”. Üç yıl beraber oturmuşlar; bir çocukları olmuş. Ancak kızın ailesi bir türlü yatışmamış. Başlık parası talep etmişler; sonunda bir şekilde kızı bunaltıp geri almışlar. Bizimki, kendi ifadesine göre çalışıp başlık parası biriktirmek için Almanya’ya gitmiş. Orada fikrini bozmuş, başkası ile nişanlanmış, buradakini unutmuş. Ama kayınların hıncı dinmemiş. Kızın yaşını mahkeme kararı ile küçültüp, ilişkinin başladığı tarihte 15 yaş altı görünmesini sağlamışlar. Bizimki memlekete döndüğü gün yakalatmışlar. Tanıştığımda yedi yıldan beri yatıyordu. Benden sonra çıktı. Bremen’de lokanta açmış diye duydum.
Şirince’ye ilk geldiğimde, cahil bir şehirli olarak beni en çok şaşırtan şeylerden biri kız “kaçırma” vakalarının sıklığı idi. Köydeki evliliklerin galiba yarıdan fazlası, belki üçte ikisi “kaçırma” yoluyla gerçekleşiyordu. Bir iki olaya ister istemez biz de bulaştık. (“Sevan Abi sizin bahçedeki kulübe var ya, bir arkadaşım geceleyin şey…”) Zamanla olayın sosyal ve ekonomik nedenlerini daha iyi anlama fırsatı bulduk.
Sosyolojiyle sizi şimdi sıkmayayım. Burada sadece işin risk boyutunu düşünmenizi istiyorum. Her şey yolunda giderse sorun yok; aile ikna edilir, düğün yapılır. Ya gitmezse? Ya sinyal hatası varsa, yahut kız yarı yolda fikir değiştirirse, ne bileyim, “pöh, babacığımla bozuşmaya değmezmiş bu lavuk” sonucuna varırsa? Tecavüzün cezası TCK 102/2’de on iki yıldan az olmamak üzere hapis, kız on sekizden küçükse dört yıl daha eklenir. Ayrıcı kişiyi hürriyetinden yoksun kılma cezası 109/5’te on buçuk yıla kadar hapis. Ayrıca tehdit varsa ya da yanına bir arkadaşını almışsan 106/2’den iki ila beş yıl daha ekle. Kaydı mı hayatın? Hem öyle bir kaydı ki kış olimpiyatlarına girsen madalya alırsın.
Son dönemde tanıştığım tecavüzcülerden ikisi aklımda kalmış, onları da anlatayım. Biri bir Kürt, İzmirli, hayata beş sıfır mağlup başlayanlardan, ama vahşi bir tür cinsel cazibesi olduğu inkar edilemez. Yemin billah ediyor, “karı” aylarca sinyal vermiş, göz süzmüş, manalı laflar etmiş. Kendi “manitası” varmış, o yüzden önce yüz vermemiş. Sonra “şeytana uymuş”, “extasy ayağına gelmişler.” Birkaç gün sonra polis kapısına dayanmış, tecavüzden on beş küsur yıl almış. İşin gerçeği nedir, bilemem. Belli bir inandırıcılıkla bana anlatılanı aktarıyorum. Cezaevinde ayrıca kimsenin hikâyesini çok fazla kurcalamaya gelmez.
Öbürü de bir Kürt, 27-28 yaşlarında, tecritte yatıyor, günlerini yüksek sesle Kuran okuyarak geçiriyor. Kendisi bir şey anlatmıyor. Ama başkalarının naklettiğine göre oğlancıymış. İş üstünde polis baskınına uğramış, öteki çocuk paniğe kapılmış, “beni buraya zorla getirdi” diye ifade vermiş. Sonuç: otuz sene mi, kırk sene mi ne hapis.
Sonra, gebe olduğu anlaşılınca paniğe kapılıp, “kola bayii oğlan gazozuma hap atıp her gece bana tecavüz ediyormuş” diye adamcağızı yakan Diyarbakırlı dinibütün dul hanımın vakası var, adeta çağdaş bir Endymion ve Selene hikayesi.
Duyduğum hikayelerin hemen hepsinde üç tema öne çıkıyor.
1- Sinyal hatası. Kadının sinyali ile erkeğin algısı birbirini tutmayınca, en hafifinden rezalet, en ağırından cinayet oluyor. Belki de cinsler arası ilişkilerin patolojik bir ölçüde çarpıklaştığı, insanların küçük yaştan itibaren karşı cinsle sağlıklı bir iletişim kuramadan yetiştiği bir toplumda kaçınılmaz bir şey.
2- Keçi kayınpeder sendromu ve başlık parası. Yanılmıyorsam, kız çocuğunu bir takas metal olarak gören geleneksel kültürle, bireysel heves ve tercihi ön plana çıkaran modern hayatın çatışması bu problemi besleyen bir faktör. Belki bu yüzden, özellikle Batıya göçmüş Kürt ailelerde çok sık görülüyor.
3- Kimyasal ürünler. Kokain, extasy ve benzerleri bazı toplum kesimlerinde tahmin edemeyeceğiniz kadar yaygın ve hapı yuttuktan sonra, kızlı erkekli ortamda ne olup biteceğini, ertesi gün hasar tespitinin nasıl gelişeceğini kimse kestiremez.
Ha peki, Metin Solmaz kardeşimizin sözünü ettiği gerçek sapıklar, “büyük bir samimiyetle yedi yaşındaki çocuğa penetre edenler,” “tükürükler saçarak tecavüz anıları anlatanlar” yok mudur? Eminim vardır. Tabii ki ben de onları iğrenç buluyorum. Burada sosyopatın envai çeşidi ile tanıştıktan sonra dahi o tür safkan sapıklar bana tahammül ötesi geliyor. Ama kaç kişidirler bilmiyorum. Belki çoktur, cezaevlerinde tecrit edildikleri için yeterince fark edememişimdir. Belki de yazımda “tecavüzcülerin çoğu şöyledir” diye genellerken yanılmışımdır. Elimde istatistikler yok. Tek bildiğim şu: tanıma fırsatı bulduğum sekiz on tecavüzcü arasında Metin Solmaz’ın verdiği tipolojiye uyan kimse görmedim. Benim eksikliğim belki. Belki de değil.
• Deniz Karabacak “Nişanyan pek çok erkek entelektüel hayvanı gibi kadınlar konusunda hödük, seksist ve düşüncesiz” diyerek zarif bir dille önyargılarını ifade etmiş.

Kadınlar konusunda “hödük ve seksist” olduğumu sanmıyorum. Düşüncesiz belki. Genelde aptallığa ve riyaya fazla tahammülüm olmadığı için insanları kırdığım olmuştur; ama özellikle kadınlarla ilgili bir şey olduğunu sanmam.
Geldiğim aile çevresi açısından böyle bir şeyin pek mümkün olduğunu da düşünmüyorum. Ermeni ailelerinde kadınlar saltanatı kuvvetlidir. Türklerin sosyal alışkanlıklarını bugüne dek etkileyen bazı tarihî yaralar (çok eşlilik, cariyelik, erkeğin karısını kolayca boşayabilmesi, tesettür...) bizde olmadığından, sanırım cinsler arasındaki denge farklı kurulmuş. Çocukluğumu en çok etkilemiş ortam olan anneannemlerin ailesinde, aklın, itidalin ve dolaylı da olsa iktidarın temsilcisi hiç şüphesiz anneannemdi; annemle teyzemler de bayrağı ondan almışlardır. Kendi çekirdek ailemizde, kültürlü ve artiküle bir insan olan babam bir nebze daha baskındı. Bende de belirgin olan bir entelektüel üstencilliği ondan almış olabilirim belki. Ama karımın dekoltesine yahut kızımın sevgilisine karışmak, ya da sırf kadın olduğu için birinin mesleğine yahut eğitimine burnumu sokmak gibi saçmalıklardan çok şükür hep uzak oldum, başkalarında da böyle şeyleri feci derecede avam bulurum. İğrenirim hatta.
Hayatımın çok büyük bir bölümünde akıllı, başarılı, cerbezeli kadınların çekim alanında yaşadım. İlk aşkım Robert Kolej’de sınıf birincisi idi. İlk karım parlak bir akademisyenin kızıydı. Kendisi de parlak bir akademisyen olabilecekken kariyer değiştirdi, Uluslararası Af Örgütü’nün Çin masasını yönetti. Sonra üç yıl birlikte yaşadığım sevgilim, Alman devlet televizyonunun Türkiye şefiydi. Müjde’yi hiç anlatmayayım, “gel seninle padişahlık kuralım” diye önerince “sen çekil ben kurarım” diyenlerdendir. Ne seksizmi yahu, bu kadar uzatılacak bir kavram mı seksizm?
Son devirde cabbar ve muktedir kadınlardan biraz sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Allah onları sahiplerine bağışlasın, yollarını açık etsin. Bana daha genç, daha kırılgan, daha iddiasız kadınlar sanki daha iyi geliyor artık. Latan patriarkalizmin dışa kusması mıdır? Yorgunluk ve yaşlılık mıdır? Onu da bırak Deniz Hanım değerlendirsin.
• Dostça ve sağduyulu bir not yazan Hasan Demiroğlu “kadın konusunda biraz özensiz” olduğuma hükmetmiş, bunun sebepleri üzerinde durmuş.
“Kadın” yerine “feministler” ya da “feminist söylem” deseydi sanırım daha yerinde olurdu. Türk ve Türkçü, islam ve islamcı, sübyan ve sübyancı gibi aradaki ayrım. –ci’lere itiraz edince alttaki toplumsal gruba hakaret etmişsin gibi yaygara koparırlar, klasik bir üçkâğıt yöntemidir, uyanık olmazsan yanılırsın.
1970’lerde, 1968’in özgürlük mücadeleleri içinden modern feminist hareketin doğduğu yıllarda, o doğumun tam göbeğinde, ABD’de üniversitedeydim. Tabii ki coşkuyla karşıladık; “biz”e ait saydık; özgürlük davamızın doğal bir parçası olarak gördük. Gloria Steinem’i 1975’te Yale Politika Derneğinde alkışlayanlar arasında ben de vardım.
Görebildiğim kadarıyla o dönemde hareketin iki platformu vardı. Birincisi, kadınların cinsel özgürlüğü davası. O davayı tüm benliğimle, kayıtsız ve şartsız destekledim. Yeryüzünün en önemli meselelerinden biri saydım. Halâ da o pozisyondan bir milim geri adım atmış değilim. Uğruna mücadele etmeye değecek tek dava özgürlüktür. Kendi bedenine ve yaşam tarzına hâkim olamıyorsan kaç para eder o özgürlük?
İkinci platform, ekonomik fırsatlar ve özellikle istihdam alanında eşitlik talebi idi. O konuda daha az heyecan duydum. Prensip olarak elbette doğru bir talepti. Kadının çalışmamasını ya da eksik maaş almasını, eşek değilsen, yahut vicdanını çeşitli dinlerin afyonuna teslim etmemişsen nasıl savunabilirsin? Yine de, modern tüketim toplumu içinde eşit yer kapma talebi yüreğimde fazla yer etmedi. Özgür bir yaşam kurma ve türün biyolojik varlığını sürdürme meselelerini bireysel ekonomik refahın önüne koyan yaklaşımlar bana daha cazip geldi.
Bugün durum farklıdır. Bugünün Türkiyesinde -- ve daha sınırlı oranda Batı dünyasında -- “feminizm” bayrağını taşıyanların cinsel özgürlük ve ekonomik eşitlik davalarıyla fazla bir alakası kaldığını sanmıyorum. Sosyal mevzilenmeye bakın, yeter. Üniversite seminerlerinden Cihangir kahvelerine, oradan Hürriyet gazetesinin magazin eklerine kadar “feminizm” hakkında sesi en çok çıkanlar, bu memlekette cinsel özgürlük konusunda olsun, gelir ve kariyer fırsatlarına erişim konusunda olsun, en az sıkıntısı olan kesimlerdir. Cinsel kölelik ve ekonomik çaresizliğin gerçek mağdurları olan tarafta o söyleme zerrece ilgi yoktur; istihza ve kuşku egemendir. Size bu durum tuhaf gelmiyor mu? Bu paradoksu çözmeden sizce bu mevzuda anlamı olan bir laf edilebilir mi?
Kusura bakmayın, şimdi burada uzun boylu analize girmeyeceğim. Başımda yeterince dert var, bir de buna batmayayım. Özetleyeyim yeter.
Birincisi, bugünkü “feminizm”de cinsel özgürlük davası gözden kaybolmuştur; onun yerini yasaklayıcı ve norm koyucu bir yaklaşım almıştır. Öyle konuşmak yasak! Kadına höt demek yasak! Teenager yasak! Tarihi öyle değil böyle okumak yasak! Othello? Allah belasını versin seksist Arabın!
İkincisi, hayrettir ki konulan normlar, ufak tefek birtakım güncellemelerle, bin seneden beri bildiğimiz küçük burjuva ikiyüzlülüğünün kokmuş normlarının ta kendisidir. Ufak tefek yenilikler var dedik. Mesela LGBTİ eskiden yasaktı, şimdi neredeyse kutsal bir auraya bürünmüştür. Eskiden evlilik esastı, şimdi piyasası düşmüştür. Ama bu bir-iki madde dışında modern feminizmin yasaklarla çerçevelenmiş “kadın” imajını al, Victoria devri romancılarının onca acımasızlıkla alay ettikleri evde kalmış hala ahlakıyla kıyasla, fark bulursan alkışlar benden.
Üçüncüsü, her türlü dar ahlakçılık gibi, modern feminizm bir düşmanlık ve nefret ideolojisine evrilmiştir. Özellikle kalbindeki nefreti kusmak için fırsat kollayan kalabalıkların kol gezdiği diyarlarda bu eğilimin vahim boyutlara ulaştığını görüyoruz. Dil ve üslup, bin yıldan beri alışık olduklarımızdır. Gâvura merhamet mi gösterdi? Urun kahpeye! Komünisti mi savundu? Urun kahpeye! Vatan hainleriyle aynı kaptan mı yedi, teröristleri mi savundu? Urun kahpeye! Kadınlara saygısızlık mı etti – pardon “özensiz” mi davrandı? Urun kahpeye!
Bu zihniyetin adı, kelimenin en klasik ve en su katılmamış anlamıyla, faşizmdir. Bunun egemen olduğu yerde adalet duygusu yaşayamaz. Vicdan yaşayamaz. Akıl dumura uğrar ve çürür.
O yüzden, sonu –ci ile biten diğer nefret ideolojileri gibi, modern kafe-ve-kampus feminizmiyle de mücadele etmek gerektiğine inanıyorum. Vicdan körelmesiyle savaş bir bütündür. “Şuna dokunmayalım şimdi, bulaşır”, “şuna dokunmayalım bizdendir” hesabı yapmaya başlarsan kısa zamanda bataklığa saplanır kalırsın. “Bizim darbemiz iyidir” diyenlerle aynı çıkmazı paylaşırsın.
• Aykırı Zeynep adıyla iştihar ettiği halde bu topraklara özgü hayli düz bir yobazlıktan mustarip olduğu (“imanım mevzubahis ise gerisi teferruattır”) anlaşılan biri de “homofobik” olduğuma kanaat getirmiş.
Hegemoniği anlarım, itiraz etmem. Ama homofobiğe aklım ermedi. Son üç yıldır en yakınımda olan iki insandan biri kadın öbürü gaydir. Ona sordum, ben homofobik miyim diye. “Tutuksun o konuda” dedi. “Yüzleşmekten kaçınıyorsun.” “Hayatta kendime iyi kötü bir yol tutturmuşum,” diye kaçış yolu aradım. “Erkekleri döv, kadınları sev. Ona uymadığı için belki.”
Bu konuşmanın etkisiyle olacak akşam dilim çözüldü, koğuştakilere İrlanda’da eşcinsel evlilik meselesinin nasıl şahane bir demokratik süreçte çözüldüğünü anlattım. İrkildiler. “Nasıl yani abi, şimdi ibnelerin evlenmesini mi savunuyorsun” diye sordular. Gece yatakta biraz tedirgin yattılar gibi geldi bana.

• Kirli Beyaz adını kullanan biri başkanlık sistemi hakkında yazdığım yazı gibi bu yazıyı da “sipariş” olarak görmüş. İçinde bulunduğum bataktan kendimi kurtarmaya çalıştığımı düşünerek üstü kapalı sitem etmiş.

Bakın. Af (yahut ceza indirimi, yahut infaz yasası reformu, neyse), siz farkında olsanız da olmasanız da, hoşunuza gitsin veya gitmesin, bu ülkede güncel ve yakıcı bir konudur. Bunun birkaç sebebi vardır. Bir, 2005’teki ceza kanunu reformundan bu yana cezaevi nüfusu kontrolsüz bir şekilde artmaktadır. On yılda üç katına çıkmış, genel nüfusun binde birinden binde üçüne yükselmiştir. Böyle devam etmesi fizikman imkânsız olduğu için, öyle ya da böyle birkaç yılda bir fazlalığın salınması gerekir, kaçınılmazdır. İki, memleketteki hakim ve savcıların dörtte biri geçtiğimiz ay “terörist” ilan edilip sokağa veya kodese atılmıştır. Bunların vermiş olduğu kararların meşruiyetinin sorgulanması kaçınılmazdır. Üç, farkındasınız veya değilsiniz, bir iki yıldan beri Türk yargı sisteminde kapsamlı bir yeniden yapılandırma süreci başlatılmıştır. Eldeki dosyaları temize çekmeden o süreç sağlıklı bir sonuca ulaştırılamaz.
Ayrıca, bütün bunlardan bağımsız olarak, Kürt meselesinin kapsamlı bir genel af olmadan çözülmeyeceğini aklı olan herkes görmektedir. Hatta Kürt meselesindeki tıkanma yüzünden normal adli süreçte kaçınılmaz hale gelmiş olan bazı iyileştirmelerin de bekletildiği kanısı, bazı çevrelerde yaygındır.
İmdi, kamuoyunun sesi cırtlak çıkan bir kısmında affa karşı bir yaklaşımın pompalandığını görüyoruz. Sözde ahlaki argümanların arkasına saklanan bu görüşün, gerçek bir vicdan muhasebesine, üzerinde düşünülmüş bir akıl yürütmeye dayandığını sanmıyorum. Olay kısmen küçük burjuva ahlakının mutat ikiyüzlülüğü, kısmen de son yıllarda ülkeyi teslim alan gözü dönmüş nefretin bir dışavurumudur. Kimi “teröristler gebersin” diye kendini yırtar, kimi “hazretlerimize laf edenlerin kafası kesilsin” diye tepinir, kimi de “genç kızlara lolipop yalatanlar insan değildir, hadım edilsin, bin sene yatsın” diye sinir krizi geçirir. Aynı şey. Aynı vicdan kararması.
İşte bu kesime bir laf anlatabilirim diye oturdum bir yazı yazdım. Başaramadım tabii. Her seferinde aynı tuzağa düşüyorum. İrrasyonellikle nasıl başa çıkılır bilmiyorum. Altmış sene oldu, öğrenemedim. Bundan sonra da öğrenmem zor herhalde.

9 yorum:

  1. Yazı cinayet işlemiş tebrikler...
    Yanıtla
  2. Helal olsun! umarim yakinda hapisten kurtulursunuz.
    Saygilarla
    Yanıtla
  3. Bir psikoterapist olarak cinsel taciz ve tecavüzün abartılmış bir travma olduğunu söyleyebilirim. Tecavüzü travmatik yapan şey eylemin kendisinden ziyade toplumun bu duruma verdiği aşırı tepkidir. Yani tecavüze kıyamet muamelesi yapan komşular, panik geçiren akrabalar tecavüzcüden belki daha çok mağduru yaralar.

    İkinci mesele yeni icat edilmiş olan yaş sınırı ile cinsel ilişkinin 18 yaş altına yasak olması durumudur. Bunun nedenini anlamıyorum. Doğa insanların daha erken yaşlarda çiftleşmesini isterken bunu engellemek akıl karı değil. Sonra konsantrasyon eksikliği diye çocuklarını psikolog psikolog gezdirmeyin. Onların konsantrasyonu hormonları yüzden belirli bir alana odaklanmış durumda.

    Post modern dekonstruksüyon ile doğanın inkarı ve bunun yarı cahiller arasındaki populist yansıması sizin irrasyonel olarak gördüğünüz durum sanırım. Irrasyoneller neden irrasyonel? Çünkü tercihlerini emosyonel arızalarına göre yapıyorlar. O zaman onlara dert anlatmanın yolu rasyonel tartışmalar değil emosyonel süreçlerdir.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Çok cesur görüşler bunlar Fatih. Ben söylesem çiğ çiğ yerler beni.
    2. Doğa ve akıl birbirinin karşıtı zaten her tuvaletimiz geldiğinde yapmıyoruz değil mi? Taciz ve tecavüze 'Abartılmış bir travma' demek için ancak mesleğiniz gereği yüzeysel analizlere alışkınlıklar sebep herhalde!!!
  4. Hocam bu yorumu okuyacak misiniz bilmiyorum ama ben yine de yazayim, belki bir sekilde elinize ulasir.

    Birkac elestirim olacak.

    (1) Aydinlama felsefesinin safsatalarindan sizin de nasibinizi almaya devam ettiginizi goruyourm. Bu safsatalarin en onde geleni 'tabula rasa'dir. Bunun modern varyasyonu kadin ve erkegi akli olarak birbirinin ayni gorme eyilimidir. E.O Wilson'in onculugunu ettigi, gunumuzde evrimsel psikolojiye donusmus sosyobiyolojinin en onemli bulgularindan biri, evrimsel stratejilerinin temelden farkli olmasindan oturu, kadin ve erkek zihinsel karakteristiklerinin olculebilir sekilde farkli oldugudur.

    (1-a) Kadin-erkek farkliliklarindan toplumsal acidan en carpici olani sosyo-seksualite farkliliklaridir. Robert Briffault memeli (ve dolayisla insan) sosyo-seksualitesini soyle ozetliyor:

    “The female, not the male, determines all the conditions of the animal family. Where the female can derive no benefit from association with the male, no such association takes place.”

    Bu yasanin uc sonucu:

    “Past benefit provided by the male does not provide for continued or future association.”

    “Any agreement where the male provides a current benefit in return for a promise of future association is null and void as soon as the male has provided the benefit.”

    “A promise of future benefit has limited influence on current/future association, with the influence inversely proportionate to the length of time until the benefit will be given and directly proportionate to the degree to which the female trusts the male.”

    Briffault yasasinin yaninda, kadin “hypergamous” icgudusunu anlamak lazim (maymun gruplarinin birincil seleksiyon mekanizmasini teskil eder).

    Kadinin evrimsel imperativi olarak kendi sosyo-seksuel pazar degerine esit veya ustun es aramasi, ‘hypergamous instinct’ olarak tanimlanir. Erkeklerde durum farklidir, zira ciflesmenin acil masrafini erkek degil, kadin ustlenir (hamilelik ve takip eden acziyet).

    Kisa kesmek gerekirse, maymun gruplarinda, kadin kendisinin sosyo-seksuel pazar degerine ustun olarak algiladigi erkeklerin ilgisini cekmeye calisir. Bunu ‘plausibly deniable’ sinyaller gondererek yapar.

    Insanin atasal cevresine bakarsak, tecavuzun erkek icin basarili bir evrimsel strateji oldugu gercegiyle karsilasiyoruz. Atasal cevrede kabilenin baska bir kabile tarafindan bozguna ugratilmasi, kabilenin erkekleri acisindan evrimsel felaket, kadinlari acisindan ise tam tersine muzzam evrimsel basari manasina geliyordu (zira galip kabilenin erkekleri malup kabilenin erkeklerinden evrimsel olarak daha zinde olduklarini performatif olarak kanitlamis oluyorlar).

    Netice olarak insan kadininin (ve diger ‘sexually dimorphic’ memelilerin) kendini her manada domine eden erkekleri cazip buldugu gercegiyle karsilasiyoruz. Daha kaba tabiriyle, kadinlar kendilerine tecavuz etmeye curet edebilecek kadar tasakli erkekleri cinsel olarak cazib buluyor. Bu savin empirik destegini populer kulturun her tarafinda gormek mumkun. En basit ornek, kadin erotik medyasinin yarisindan cogunun dominasyon/tecavuz pornosu olmasi (Fifty Shades of Grey 50 milyondan fazla kopya satti).

    Kadin hypergamous icgudusu ve bilincalti tecavuz/dominasyon arzusu, gundelik hayatta kadinlarin yuksek sosyo-ekonomik duzeydeki agresif erkekleri tercih etmesi olarak zuhur etmekte. Kabaca, sokaktaki siradan insaat iscisi, plaza ablamiza sarktigi zaman, ablamizda igrenme tepkisi yaratirken, giyiminden ve ‘conspicous consumption’ sinyallerinden is adami oldugu belli olan abimizin asiri agresif haraketleri ablamiza olagan-ustu cekici gelecektir.
    Yanıtla
  5. Kadin-erkek iliskilerini kisir ve safsatalarla dolu modernist mercekten incelerseniz modernizmin imkansizliklarindan kendinizi kurtaramazsiniz. Batinin felaket derecede dusuk dogurganlik oranlari (<< 2), bosanma oranlari (> %50), modernist kadin-erkek iliskilerinin katastrofik cehaletini performatif olarak ortaya seriyor. Belki de binlerce yildir apayri medeni atlyapilardan gelmelerinie ragmen, en azindan tas ustune tas koyabilicek kadar ehil butun geleneklerin kadin-erkek iliskileri uzerinde yakinsamasinin bir sebebi vardir, ne dersiniz? (ipucu: patriarkal gelenek bu konuda az-cok halki. Schopenhauer’in kadin uzerine yazdigi muhtesem denemeyi tavsiye ederim). Hans-Hermann Hoppe son kitabinda ‘cocuk yetistirme’ gorevinin tek-esli aile muesesesi araciligiyla ozellestirilmesinin (yani masraflarinin baba tarafindan karsilanmasinin) medeniyeti mumkun kilan enstrumental sosyal teknoloji oldugunu gosteriyor. Sizin cok sevdiginiz Gibbon bile Roma’nin cokusunu birincil olarak aile kurumunun cokmesine baglamamis miydi? Kadinin cinsel ozgurlesmesi neden her tarihsel zuhur edisinde ailenin ve medeniyetin cokusunun habercisi oldu diye dusundunuz mu hic? Neden Avrupa milyonlarca 80 IQ’lu okuma yazma bilmeyen Kuzey Afrikali muslumani yuksek guvenli (Fukuyama’nin “high trust” dedigi) toplumlarina davet ederek intihar etmeye calisiyor diye dusundunuz mu? Tren istasyonlarinda soz konusu askerlik caigindaki erkek “multecileri” “refugees wecome <3 <3” pankartlariyla karsilayanlar kimler baktiniz mi hic? Patriarkal hıristiyanligi reddeden bati, neden hiper-patriarkal islamin kucaginda buluyor kendini diye dusundunuz mu? Progresif feministlerin vahabi islamcilarla isbirligi yapmasi size de garip gelmiyor mu? ‘Islamofobi’ sacmaliginin ‘homofobi’, ‘misogynist’ deyimlerini ureten sidik havuzundan geldigini farkettiniz mi?

    (1-b) Elestirdiginiz gunumuz feminizmi (3. dalga feminizm ve intersectional feminizm), sosyolojik olarak atalarindan cok da farkli degil. Kokeni suffragistlere (ve Ingiltere ozelinde suffragette) dayanan feminist hareket, her daim ust sinifin ortasi, ekonomik olarak derdi olmayan kadinlardan olustu.

    Feminist hareketin modus operandisi de her daim ayni gozukuyor: kendi sinif cikarlarini ilerletmeye calisan kucuk-burujuva alt-aristokrat kadinlarin duygusal ajitasyonu.

    Eskiden sadece mulk sahibi erkeklere, askeri miliste gorev yapma kaidesiyle verilen oy kullanma hakkini, duygu somurusyle kadinlara kazandiran suffragistler, ruhani torunlari feministler gibi talep ettikleri haklara mutekabil sorumluluklari reddettiler.

    2. Dalga feministler, yani sizin desteklediginiz grup, “no-fault divorce” yani kusur olmadigi halde yasallastirilan bosanma ile, evlilik kurumunu oksimoron kildilar. Omur boyu nafaka, cocuk yardimi ve daha nice erkeklere munhasir sorumluluga karsilik, kendilerine yalnizca hak talep ettiler. “Esit is icin esit ucret” gibi, yalan oldugu defalarca kez kanitlanmis safsatalarla, kucuk-burjuva hanimlari kendi cikarlari icin derin toplumsal bozukluklar olusturmaktan geri durmadilar.

    Diger butun toplumsal ajitasyonlarda oldugu gibi, 2. dalga feminislteri temelde gercek iktidarin maşasıydilar. De Jouvenel’in “high-low against the middle” mekanizmasindaki ‘high’ in kullandigi ‘low’ oldular. Adini andiginiz Gloria Steinem’in (farkinda olmadan) CIA asset’i oldugunu biliyor muydunuz (lutfen bu cumleden oturu beni komplo teorisyeni zannetmeyiniz, CIA’in Gloria Stein’i asset olarak kullandigi yakinlarda gizliligi kaldirilan ic yazismalar araciligiyla ortaya cikti)?

    Ozet olarak, feminizm vucut buldugu her formda, iktidarin ic catismasinda yer alan mezheplerin kadin ‘in-group preference’indan faydalanarak kucuk burjuva hanimlarini silahlastirmasi olarak ozetlenebilir. Tarihsel muadillerini Roma’da, daha da geriye gidersek Bronz Cagi tapinak fahise kultlerinde bulabilirsiniz.
    Yanıtla
  6. [Onceki Yorumlardan Devam /Son]

    (2) Toplumsal siniflarin az-cok IQ siniflari oldugundan haberdar misiniz bilmiyorum ama IQ gercekliginden haberdar degilmis gibi davraniyorsunuz. Kisaca, insanlar kendi IQ seviyesinin 1 standart sapma alti ve 1 standart sapma ustu ile efektif iletisim kurabiliyorlar. Mesela sizin IQnuz 135 ise (yani ortalama IQ’su 90 olan Turkiye’de 3. standart sapmanin icindeyseniz, yani en akilli %0.3’luk kesimin icinde iseniz) 120-150 IQ araligi ile iletisim kurabiliyorsunuz. 120’nin alti sizi Dunning-Kruger etkisinden oturu aptal zannediyor, siz ise onlara laf anlatamadiginiz icin kafanizi duvarlara vuruyorsunuz. Bu gercekligin farkina varirsaniz icine dustugunuz husrandan kurtulacaginizi dusunuyorum.

    Aydinlama safsatasi olan tabula rasaci mantaliteyle yalkasip, IQ’nun egitim ile degistirilebilir bir sey oldugu itirazinda bulunabilirsiniz belki. 100 yillik celik gibi saglam psikometrik veri, IQ’nun %50 ila %80 kalitsal oldugunu gosteriyor. Dahasi, yas ilerledikce, cevresel etki minimuma dusuyor.

    IQ gercekligini anlamaniz hayati onem tasiyor bana gore. Size ulasabilicegim bir adres verirseniz, Charles Murray’in Bell Curve’unu gondermek isterim. Yaninda Greg Cochran’in 10 000 Year Explosion’ini da okumaniz lazim yakin donem (neolitik) insan evriminin neden 100 kat hizlandigini anlamak istiyorsaniz. Richard Lewontin, Jared Diamond, Stephen Jay Gould gibi yalancilarin akliniz uzerindeki tekelini Greg Cochran, Charles Murray ve hatta devletin resmi kilisesinden (Harvard) gelmesine ragmen gorece az yalan soyleyen Steven Pinker okuyarak kirabilirsiniz.

    ‘Gerici’ diye burun kivirdiginiz patriarkal gelenekleri naturalist ve materyalist Darwinci bakis acisiyla savunan argumanlara bakmalisiniz. Belki takip etmeye firsat bulamamis olabilirsiniz ama son 10 yilda populasyon genetiginde, evrimsel psikolojide, psikometride, progresif dogmayi temelden sarsan gelismeler yasandi. Donald Trump, Putin, Rodrigo Duterte, Victor Orban gibi anti-demokratik sagci populist liderler progresivizmin tanrisi ‘Demokrasi’nin, ve progresivizmin diger dogmalarinin olmekte oldugunu gosteriyor. Matbaa 16. ve 17. yuzyilda Katolik kilisenin catirdamasina yol acti. 30 yil savaslari ve Westphalia antlasmasi ile gunumuz Harvard merkezli ateist-humanist-progresiv-puritan kilisesinin temelleri atildi. Halihazirda desantralize internet, 16. yuzyil matbaasinin Katolik kilisesine yaptigi seyi Harvard merkezli yeni kilisye yapiyor. Arzu ederseniz Anglo-blog kulturunde donen neo-reaksiyoner anti-progresiv politik-felsefi yazilaridan derlemeler gonderebilirim.
    Yanıtla

Thursday, August 25, 2016

♪♫♪♬♪♪ Müzikli Dakikalar ♪♪♬♫♪♪♪

Klasik müzik tutkumu babamdan aldım. İlkokul dörtte olduğum yıl eve yeni model bir hi-fi plakçalar ve sekiz-on tane long play disk gelmişti ─ Wilhelm Kempff'ten Beethoven dördüncü ve beşinci konçertolar, altıncı ve dokuzuncu senfoni, Coriolan ve Egmont uvertürleri, Mendelssohn ve Çaykovski keman konçertoları, Paganini, Liszt, Grieg, bir Verdi derlemesi. Aylarca her gün büyülenmiş gibi onları dinledim. Kısa zamanda Liszt ve Paganini'nin içinin boş olduğunu, buna karşılık Beethoven'ın dipsiz ve uçsuz bucaksız bir derya gibi açıldığını fark ettim. Ortaokula geldiğimde klasik müziği "babamdan daha iyi anlamakla" övünüyordum.

Liseye başladığım yıl Don Giovanni ile Mozart'ı, Brandenburg Konçertoları ile Bach'ı keşfettim. Asıl aşkım ondan sonra başladı. Bach kişisel evrenimde baş köşeye yerleşti. Kırk beş yıl geçmiş aradan, o ilk keşif heyecanı bunca yıldır hiç eskimemiştir. Hemen her yıl yeni bir hazineyle, yeni bir cevherle tanıştım; tanıdığımı zannettiğim eserlerde yeni kapılar açıldı. Hayat hikâyemi, bir bakıma, Bach tercihlerimin ya da Bach keşiflerimin tarihi olarak anlatabilirim. Daha lisedeyken iki ve üç numaralı orkestra süitleri, üniversiteye başladığım yıllarda Si Minör Messe, Ingmar Bergman'ın "sessizlik" ("sûkût"?) filminden sonra viyolonsel süitleri, New Haven'da adam boyu kar yağdığı gün iki kantat ─ Ich habe genug ve Ich will den Kreuzstab gerne tragen ─ bir başka kar kıyamet fırtınada New York'tan New Haven'a araba sürerken gözümün önünde perdeler gibi açılan Die Kunst der Fuge, 80 ve 82'de Glenn Gould'un eski ve yeni Goldberg Varyasyonları kayıtları, ustanın ölümünden sonra bir hafta katıksız matem tutan WQXR radyosu sayesinde bütün Glenn Gould külliyatı ─ Das wohltemperierte Klavier, altı partita, Fransız süitleri ─ 123. sokaktaki evdeyken beynime kazınıp aylarca oradan çıkmayan Matthäus-Passion, Bebek'te bir gün bahçede otururken kedi gibi usulca gelip yanıma sokulan dördüncü İngiliz süitinin Saraband'ı, Helmut Walcha'nın org versiyonu ile trio sonatlar, Şirince'de bizi bir gün ailecek deliler gibi oynatan üç klavsen için re minör konçerto, başka bir gün deprem gibi üstüme yıkılan do minör passacaglia, daha önce neden farkına varmadım diye beni hayrete düşüren Johannes-Passion, 2005'te Frankfurt'ta ucuza bulup aldığım 21 CD'lik Stockmeier org külliyatından sonra koral prelüdler, 2009'da sevgili Kemal İnan sayesinde yeniden farkına vardığım iki keman partitası. Kısa tutuyorum aslında yoksa bu liste daha çok uzundur.

Beethoven sevgimi hiç kaybetmedim. Yale'deyken son beş yaylı çalgılar dörtlüsünü keşfettim; kırk yıldır aralıksız onları dinleyip sırlarına vakıf olmaya çalışıyorum. Farklı dönemlerde Dokuzuncu Senfoni'nin yavaş bölümünü (ki meşhur son bölümden bir kaç fersah daha iyidir), Rasumovsky Kuartetlerini, Hammerklavier sonatını, 32. sonatın son bölümünü, adi bir vals gibi başlayıp başka dünyalara kapılar açan Diabelli Varyasyonlarını, Missa Solemnis'in Sanctus ve Benedictus'unu, opus 105 viyolonsel sonatlarını kişisel tapınağımın baş köşesine yerleştirdim.

Mozart sevgim gelip gidicidir. Don Giovanni'nin gelmiş geçmiş en mükemmel opera olduğu şüphesiz ─ bir an için müziği bir yana bırak, kadın psikolojisi hakkında daha derin bir eser yazılmış mıdır, sanmam. Buna karşılık Mozart'ın orkestral eserleri bana zaman zaman sıkıcı gelmişlerdir. K. 621 Klarinet Konçertosu bir mücevherdir ─ ama heyhat her Allahın günü o parçayı çalışan bir amatör klarinetçi ile aynı evi paylaştığım günlerden beri, o mücevherden hak ettiği tadı alamıyorum. Oda müziği kusursuzdur ama belki haddinden bir milim fazla yontulup cilalanmıştır. Die Zauberflöte'yi büyülenmeden dinleyebilecek kimse düşünemiyorum.

*

Beni baştan çıkarıp alemlere taşıyan başka kimler var? Aklıma gelenleri tarih sırasıyla saymaya çalışayım.

Monteverdi bir akıl ve müzik şölenidir. Bir Ulisse'nin ya da Poppea'nın dramatik zenginliğine, 18. ve 19. yüzyıl eserleri yaklaşamaz bile. Fırsat bulursan 1970'lerde Nikolaus Harnoncourt'un yönettiği Jean-Louis Ponnelle'in sahnelediği Poppea versiyonunu gör; benliğini esir alacaktır. François Couperin Bach ile aşık atabilecek bir bestecidir. Concerts royaux'yu Bradenburgların, Leçons de Ténèbres'i en iyi solo kantatların, Messe a l'usage des paroisses'ı koral prelüdlerin yanına rahatça koyabilirsin. Yazık ki geriye kalan çok az eseri var. Henry Purcell dünyamızı kısacık ziyaret edip kaybolmuş bir gök cismidir. Yazdığı tek bir notada sıradanlığın, rutinin izini duyamazsın.

Vivaldi'ye hiçbir zaman çok ısınamadım; ama Corelli'deki deha ışıltısını inkâr edemem. Alessandro Scarlatti uçsuz bucaksız bir hazinedir; dinledikçe güzelleşir, aklını başından alır. Haendel de hocası kadar baştan çıkarıcıdır. Çoğu zaman deha sınırının bir santim altında dolanır; bazen, klavsen süitlerinde, Alexanders Feast'te, Comus aryalarında, L'Allegro il Penseroso ed il Moderato'da olduğu gibi, o sınırı aştığı da olur. Telemann çok iyi bir işçidir. Haydn'ın oda müziğinde fantastik derecede güzel mücevherler gizlidir; ama o mücevherleri bulmak için bazen epeyce ot yemen gerekir. 

Schubert aşık olunası bir insandır. Die Winterreise'yi (ama mutlaka Fischer-Dieskau ve Gerald Moore'dan) hüngür hüngür ağlamadan hiç dinleyemedim. Chopin sadece minyatürcüdür, ama minyatürleri baştan çıkarıcı bir güzelliktedir. Brahms zarif ve popüler bir maskenin ardında büyük ve kompleks bir deha saklar. 2001'de bir dönem aylarca Ein deutsches Requiem'le yatıp kalktım. Çok eskiden bir dönem birinci Sextet'e, daha yakın yıllarda Klarinetli Beşli'ye tutuldum. Dvořák'ın senfonilerini filan boşver, ama 14 yaylı çalgılar dörtlüsünün her biri şaşırtıcı ölçüde zengin ve kuvvetli bir ruhun ifadesidir.

Hugo Wolf'u çok geç keşfettim, İspanya Defteri, hele Elisabeth Schwarzkopf söylüyorsa, sanırım Alman şarkı sanatının ─ dolayısı ile her türlü şarkı sanatının ─ zirvesidir. (Peki Strauss'un Son Dört Şarkı'sı da öbür zirve olsun.) Bruckner'de eski çorapları koklamak gibi bir haz buluyorum ─ kötü olduğunu bilirsin ama koklamadan duramazsın. Mahler'de de her zaman bir tür sahtelik ya da yüzeysellik havası sezmekten kendimi alamıyorum ─ belki fin de siècle Viyana'sının havasıdır, kim bilir? Gene de Das Lied von der Erde olsun, dokuzuncu ve onuncu senfoniler olsun, deha alemine ayak basan işlerdir. Debussy özellikle piyano ve oda müziği eserlerinde, bazen kudurtucu ölçüde zarif ve hülyalıdır; ama büyük çaplı eserlerini sevdiğimi söyleyemem. Çaykovski beni bayar, Wagner bence sahterkârın tekidir. Verdi, birkaç meşhur arya dışında beni pek etkilemiyor, hiçbir operasını baştan sona izlemeye kendimi kandıramadım. Ama nedense son yıllarda Puccini'ye gitgide daha fazla ısındığımı itiraf etmeliyim. La Bohème'in Anna Netrebko ve Villazon'lu film versiyonu (http://www.imdb.com/title/tt1157547/) son yıllarda opera alanında yapılmış en iyi iştir desem abartmış olur muyum?

Yirminci yüzyıl müziğine hiçbir zaman fazla ilgi duymadım. Bir istisna yukarıda adı geçen Richard Strauss'tur. (Elektra'yı bir kaç yıl önce keşfettim, tüylerim halâ diken diken.) Açıklamakta güçlük çektiğim öteki istisna ise Stravinsky'dir. Lise sonda iken Stravinsky ile büyük bir aşk yaşadım. Sonradan o aşk küllendi ama L'Histoire du Soldat'nın, Oedipus Rex'in, Dumbarton Oaks Senfonisi'nin, Apollon Musagètes'in alaycı , ukalâ, bıçak gibi keskin dili beni halâ zaman zaman heyecanlandırır.

*

Klasikten başka müzik yok mu diye soracaksın. Son zamanlarda insanlar hiç mi güzel şarkı söylememişler? Hayır, o kadar dogmatik değilim. Bir Bach ya da Beethoven'dan aldığım tadın yoğunluğuna yaklaşamasa da beni coşturan, kısa bir an için de olsa uçuran başka birçok müzik türü var. Mevzu açılmışken onlara da değineyim.

Bir kere caz severim. Caz 1920'lerden 1960'lara kırk yıl sürmüş bir muazzam havai fişek gösterisidir. Sonradan çıkmaz yollarda kaybolmuştur ─ ama o kırk yıllık yaratıcılık dönemindeki heyecanı kimse inkâr edemez. Blues, keza, Mississippi'nin pamuk tarlalarından ve redneck kafelerinden bağını koparmamış olduğu sürece şaheserler üretmiş, sonra pop kültürünün sığ sularında tükenip gitmiştir.

Yunan müziğinde eski usul rebetiko'ya bayılırım. Markos Vamvakaris'in toplu eserleri albümünü bir aralar evde lime lime oluncaya kadar dinledim. Değme alaturka arabeskçiden daha karanlık sulara yelken açtığı halde gözünden ve sesinden ironi kıvılcımını eksik etmeyen bir adamdır. Bir ara Viky Mosholiou'nun Son Tramvay albümüne aşık oldum. Sonra Giritli esrarkeş Psarandonis'e hayran oldum. Bir dönem klasik Hint ragalarına merak saldım. Kolombiya'da geçirdiğim bir aydan sonra kalbimde salsaya ─ özellikle salsanın en iyisi olan Kolombiya salsasına ─ yer açtım. Uzun yıllar Bob Marley'in reggae'sini dinledim. Arjantin'in tangolarına bayılırım. Sonra, hayret edeceksin ama, Peru dağlılarının müziği olan huayno'lara bir tür iptila edindim. Aradan yıllar da geçse, iyi bir huayno havası ile karşılaştığımda, oltaya takılmış balık gibi oynamaktan kendimi alamıyorum.

Üniversitedeyken bir kaç yıl büyük bir zevkle alaturka fasıl dinledim ─ Kemal Gürses, Üsküdar Musıki Cemiyeti, Şevki Bey, Leyla Hanım, Lemi Atlı ve saire. Daha sonra Kâni Karaca'nın kayıtlarını keşfettim, Osmanlı elit müziğinin asıl şaheserleri ile tanışma, tanışma demeyelim de kenarlarında dolaşma fırsatım oldu. Bir kısmı ilkel usullerle radyodan teype çekilmiş, sonradan CD'ye aktarılmış kırk-elli tane albümüm birikti. O albümler hâlâ tozlu bir köşede durur. Bazen cinler geldiğinde arayıp dinlerim. Olağanüstü zarif ve incelikli bir müziktir; insan ruhunun çok derinlerdeki bir takım telleri titreştirir. Ama tıpkı Yunan kilise müziği gibi ─ ki o da zarif, incelikli, derin teller titreten bir müziktir ─ bir iki saat dinledikten sonra hafakan basar. "İmdat içim daralıyor" duygusuna kapılırım. CD'ler yeniden tozlu rafların arkasına gider, cinlerin bir dahaki ziyaretine kadar unutulur.

Türk popundan nefret ediyorum. 1960'larda ilk çıktığı zaman nefret ettim ve yarım yüzyıldan beri nefretim dinmedi. Detone bir böğürtüden başka bir meziyetini göremediğim Türk avam müziğinden ise adeta fiziksel bir tiksintiyle tiksiniyorum. Hapiste olduğum son iki buçuk yılın büyük bir bölümünde o yapışkan sesle yaşadım. Alışmadım. Alışmayacağım. Hayatımın şu geldiğim evresinde arabesk ve varoş türküsünün tükürüklü feryatlarına bulaşma riski olmadan yaşayabileceğim bir köşe hayattaki en büyük mutlulukmuş gibi geliyor bana.

Amerikan popu hakkındaki duygularım da bundan çok farklı değil. Amerikan popu ile rock'ın teknik ustalığını takdir edebiliyorum. Bunun getirdiği bir tür mesafeli ve teorik beğenme duygusu aklımın sinir bozucu yarısını etkisi altına alabiliyor. Ama hayır, insanların duygu dünyasını bir TIR kamyonunun gürültüsü ile boğmaya çalışan müzik anlayışına tahammülüm yok. Elektronik yollarla deforme edilmiş her türlü ses kulağımı ve ruhumu tırmalıyor. Kitlelerin beğenisi için ekip kararıyla üretilmiş her eser, bende edepsizce bir yalanın doğurduğu utançla karışık öfke duygusunu uyandırıyor.

Kötüleri saymaya devam edeyim. New Age adı altında üretilmiş beyin uyutucu ses yığışmalarından, asansör müziğinden, oldies ve goldies türü kanı alınmış süpermarket ürünlerinden nefret ediyorum. Fransız chanson'larını (Jacques Brel gibi bir-iki istisnayla) fazla şekerli ve sahte buluyorum. Batı Avrupa halk müziği, özellikle kuzeye doğru yürüdükçe, bana yavan ve ruhsuz geliyor.

80 yazında Ohrida kentindeki bir kahvehane bahçesinde Makedonya köylü havaları çalan Hollandalı şahane bir gezginler ekibiyle karşılaşmıştım. Hayatında o kadar mükemmel bir başka konser duydun mu diye sorsan cevap vermekte zorlanırım.


16 yorum:

  1. Heavy Metal :(
  2. Darbe oldu savaşa girdik, Başbakan değişti vs... ne yazık beklerken ne geldi...
  3. Kempf'e 1 f daha gerekiyor: Kempff. Bence kendisi gelmis gecmis en iyi piyanist olabilir bu arada. Tesekkurler paylasiminiz icin. Inshallah en yakin zamanda cikarsiniz eger hala icerdeyseniz...

    Yanıtlar




    1. Nayır, Glenn Gould'un eline kimse su dökemez.
    2. Bence Kempff:) tabiî bu biraz subjektif...

      Ayrıca Liszt'in içi o kadar da boş değil herhalde. Beethoven'in baş talebesi Czerny'nin elinden yetişmiş, Salieri'den de ders almış, piyanoda çalınabilecek en zor besteleri yapmış. Elbette kimse bir Beethoven olamaz fakat küçümsemek de yanlış.

      Sevan hocam, yeni nesil piyanistlerden Lang Lang hakkında ne dersin, beğeniyor musun?
  4. Sizi beğenerek okumaya devam ediyoruz Sevan Hocam...

    Çıktığınız günlerin yakın olması dileğiyle...
  5. Kimi yazılarını okurken, daha bitirmeden, tam ortasında, neden hüngür hüngür ağlamaya başladığımı açıklayabilir misin bana, ey dost?
  6. Bu yazıyı yazdıktan sonra paylaşırken nasıl düşünceler içinde oluyorsunuz acaba? Merak edip sizinle empati kurmaya çalışıyorum ama verimli düşünemedim şuana kadar. Bu tip biraz kişisel anı + öznel yorumlar içeren yazıların yazılıp sonrasında paylaşıma sunulma amacını kendim düşünerek de anlayamadığımdan size bu soruyu yönelttim ilginiz için teşekkürler.
  7. bende bilgisayar müziğinden nefret ediyorum. olmaz olsun dijital ortamda yapılan müzikler. ama hocam depeche mode gerçeği var. bir gün dm dinlemenizi tavsiye ederim.
  8. Wagner'i kötü gömmüşsünüz üstad, bütün yazıyı belki kendisi hakkında bir cümle sarfetmişsinizdir diye okudum ama ellerimi kuma sokup çıkarmışım gibi oldu, ümidim parmaklarımın arasından kaydı gitti.
    Yanıtla

    Yanıtlar




    1. Parmaklarınız için böylesi daha hayırlı sanırım :))
  9. Merhaba,

    İkinci paragrafta bahsettiginiz passacaglia Bach'a ait olan mi? Sanirim D minor olmasi gerekiyor. Yazi icin tesekkurler.
  10. Üstad, Carl Orff hakkında ne düşündüğünü belirtmemişsin.

    Yanıtlar


    1. İlginç, zevkle dinlerim. Antigone ve Ödipus Tyrannos çarpıcı eserler. Ama çabuk tükenen cinsten.

Monday, July 25, 2016

Şirince: Bir muhasebe


Şirince benim hayatımdaki dönüm noktasıdır. Şirince’ye ilk 1992’de geldim, 1995’te temelli yerleştim. Ondan sonraki yirmi yıl orada bir ütopya, bir hayat projesi inşa etmekle geçti.
Köye geldiğimde 36 yaşındaydım. Ondan önceki hayatım (çocukluk ve ilk gençliği saymazsan) iki döneme ayrılır. 1974-1984 akademik kariyer hedefi ve hazırlığıyla geçti. İddialı, hatta aşırı iddialı bir  öğrenciydim. Günlerim teori ve etütle, felsefe, edebiyat, tarih ve siyasetle  geçti. Yanısıra Türkiye’deki sol-sosyalist-devrimci siyasi hareketle ilgilendim. Bir bakıma 1968 sonrası batılı üniversite hayatının tipik bir ürünüydüm; onun düşünce ve yaşam biçimlerini, değer yargılarını, özgürlük anlayışını, şımarıklığını ve fildişi kulesini paylaşıyordum. Bir yandan da o dünya bana hep küçük geldi, konferans salonu ve akademik dergiyle sınırlı bir hayatı hor gördüm. Türkiye’de veya Washington’da siyasete atılmayı, iş kurup zengin olmayı, Amazonlarda kaybolmayı, hukukçu olup büyük kavgalara girmeyi, hatta yasa dışı işlere girip kendi imparatorluğumu kurmayı düşledim. Önüme bir fırsat çıktığında akademik dünyayı hiç arkama bakmadan terk ettim.
1984-1992 bir arama ve kaybolma dönemiydi. Entelektüel kimliğimden uzaklaştım. Bir projeden diğerine savruldum. Firma kurup yönettim. Büyük bir şirkette normal bir işe girip çalışmayı denedim. Borsada büyük para kazanma hayali kurdum. Seyahat yazarlığı yaptım. İstanbul, Mainz ve New York arasında mekik dokudum. Kendimi arıyordum. Akademik dünyanın terk ettiğim konforunu, global şehir hayatının sunduğu diğer seçeneklerle kolay kolay telafi edemeyeceğimi anladım.
Yoğun sayılacak bir sosyal hayatım vardı. İstanbul’da o dönemde benim kuşağımdan olan kayda değer insanların pek çoğuyla tanıştım -- iş adamları, yayıncılar, sanatçılar, gazeteciler, yaşamına yön arayan elit okul mezunları, bar ve kafe sosyetesi. Hemen hepsi beni zeki, orijinal ve kültürlü bir adam olarak takdir ettiler ve dostluk eli uzattılar. Hemen hepsi, belli bir mesleği ve tanımlanmış bir toplumsal kimliği olmayan bir adama kuşku ve çekingenlikle yaklaştılar. Casus olduğumu ya da akıl ermez komplolar içinde olduğumu zannettiler. Tanıdıklarım çoktu; ama gerçek dostum hemen hiç olmadı.
Şirincenin Keşfi
Şirince tutkum işte tam bu ortamda doğdu. Köye ilk gittiğim gün oraya aşık oldum. Bir iki yıl sonra başka yerde yaşayamayacağımı anladım. Orada, kimsenin emrine boyun eğmeden, sadece kendi imkanlarımla ve hayal gücümle (ve tabii Müjde’ninkilerle) sınırlı bir yaşam alanı inşa etmeye giriştim. İnsanın içinde yaşadığı dünyayı şekillendirmesi büyük, zorlu, çok güzel bir mücadeledir. Şirince’nin öyle bir mücadeleye uygun bir yer olduğunu ilk günden hissettim. Mücadele etmeye değecek kadar özel, mücadeleyi kazanma şansı olacak kadar küçük, mücadele sürecinde insana mutluluk verecek kadar güzel bir yerdi. Müjde bu kararda büyük rol oynadı. Şirince’de yaşama fikrini ilk önce düşünen ve o adımı atmaya cesaret eden oydu. Cesurdu; yeni bir dünya kurmayı göze alacak enerjiye sahipti. Şirince projesi benim için Müjde ile ortak bir hayat kurma projesi oldu.
Proje derken bilinçli olarak düşünülmüş, planlanmış bir şey kastetmiyorum. Başlangıçta sadece kendi evimizi inşa ettik (1992-1997). Mimarların ve alışkanlıkların hazır kalıplarından uzak, her ayrıntısı tutkuyla, akılla ve güzellik aşkıyla düşünülmüş fantastik bir ev ve aynı derecede obsesif bir tutkuyla tasarladığımız bir bahçe yarattık. Sonra bunun gibi başka evler yapıp, büyük şehirden dostlarımızı köye getirme sevdasına düştük (1997-2001). O hayal benim 2001’de ilk kez hapse girişimle sekteye uğrayınca, otelimizi ideal bir yaşamın prototipi olarak kurgulamaya giriştik (2001-2005). O yetmeyince İlyastepe’de modern dünyanın huzursuzluk kaynaklarından mümkün mertebe arınmış bir ütopya köyünün peşinden koştuk (2006-2007). Turizme konsantre olmanın ruhumuzu daralttığını hissedince eğitim düşüncesi öne geçti; özgür ve özerk -- yani kendi yasalarını kendi oluşturan -- bir eğitim komünü hayal ettim. Hayalimi Ali Nesin’le paylaştım. Onun tecrübesi ve imkanlarıyla matematik köyü kuruldu (2007-2008). Benim açımdan Matematik Köyü, daha büyük bir fikrin sadece ilk basamağıydı. O merdiveni çıkmaya Tiyatro Medresesi ile devam ettim (2010-2011). Arada bir siyasi meydan okumayı (Hodri Meydan Kulesi) ve belki daha büyük bir metafizik başkaldırıyı (Kaya Mezarı) temsil eden anıtlar yaptım. 2013’te tamamlanan Nişanyan Kütüphanesi de üniversite hayali ile ölümsüzlük düşüncesini bir araya getiren bir projedir.
Hüsran
Şimdi geriye baktığımda bu büyük ve soylu projenin kendi açımdan büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandığını görüyorum. Matematik Köyü şüphesiz başarılı bir şekilde sürüyor ve umarım daha sürecek. Fakat Matematik Köyü bugün Ali Nesin’in yönetiminde farklı bir yöne evrilmiştir; benimle fazlaca bir manevi bağı kalmamıştır.
Benim açımdan dönüm noktası sanırım 2008’de Müjde’den ayrılmamdı. Belki ikimizin tempoları birbirine uymadı. Ben çok hızlandım. Belki o yapmaya çalıştığımız işin büyüklüğünü kavrayamadı, ya da bedelini ödemek istemedi. Sonuçta on altı yıldan beri ruhumla ve emeğimle yaratılmasına katkıda bulunduğum evimizden ayrılmak zorunda kaldım. Köyde uyduruk bir gecekonduya taşındığım gün, krallığımızı taşıyan direklerden biri kırıldı; on altı yıldan beri bizi aralıksız ileriye iten dinamik sarsıldı. Ondan sonra ben sık sık yanlışlar yaptım. Megalomaniye kapıldım; ya da hep var olan megalomanimi açık etmeye başladım. İnsanlardan uzaklaşıp içime kapandım. O eğilim de eskiden beri vardı bende; ama Müjde’nin abartılı sosyalliğiyle dengeleniyordu. Müjde gidince insanlarla aramdaki arayüz zayıfladı. Çevremdeki insanlar beni uzak ve yalnız biri olarak görmeye başladılar; bir lidere duyulması gereken sevgi ve güveni yitirdiler. En kötüsü, tek başıma benim üzerime kalan otelin işletmesine olan ilgim azaldı. Otel yıpranmaya, cilasını kaybetmeye başladı. Gelirimiz düştü. Gelir düştükçe hayallerimin enginliği ile imkânlarımın kıtlığı arasındaki makas açıldı, göze batmaya başladı.
O süreçte kısacık bir an için Aynur’u bir kurtuluş umudu olarak görmüş olabilirim. Feci bir saçmalıktı. Kötüye gidişi hızlandırmaktan başka bir sonucu olmadı. Mamafih şimdi o sıkıntılı konulara girmesek daha iyi olur.
Özgürlük Hülyası
Neydi Şirince hayaline yön veren düşünceler? Hiçbir zaman bunları sistemli bir şekilde formüle etmeye, bir şablon, bir manifesto çıkarmaya teşebbüs etmedim. Her şey doğaçlama gelişti; gerektikçe ve gerektiği ölçüde kavramsallaştırıldı. Belki şimdi biraz düşünüp anlamaya çalışmanın zamanıdır.
Temel motivasyon şüphesiz özgürlüktü. Başkalarına bağımlılığı mümkün ölçüde sıfırlayıp, kendi dünyamızı, kendi aklımızla, kendi değer yargılarımızla, kendi estetik duyarlığımızla kurma hayaliydi. Fiziksel mekana şekil verme özgürlüğü bunun bir boyutuydu. Diğer boyut, ilkinin zorunlu koşulu olan ekonomik bağımsızlıktı. Başlangıçta turist rehberliği ve gezi kitabı yazarlığıyla yetinebileceğimizi düşündük. Sonra Küçük Oteller Kitabı ve Nişanyan Evleri ile az veya çok ekonomik bağımsızlığa kavuşur gibi olduk.
Düşünürsen her ikisi de kendi yıkımını içinde taşıyan paradoksal başarılardı. Mekânımıza şekil verdikçe, dar anlamda kendi evimizle yetinemeyeceğimizi idrak ettik. Evi korumak için bahçeyi, onu finanse etmek için oteli, oteli ayakta tutmak için köyü, köyü dengelemek için Matematik okulunu, onu tamamlamak için eğitim vadisini düşünmek zorunda kaldık. Gördük ki gerçek anlamda bağımsız olabilmek için dünya imparatorluğu kurmaktan başka çare yok. İskender’i Hindistan’ın kenarına, Napolyon’u Moskova’ya süren şey hırs değildi düşünürsen; mecburiyetti.
Aynı şekilde KOK ve NE’yi ilk başta bir özgürleşme olarak yaşadık. Kendimizi nasıl boğucu bir zorunluluk ve sorumluluk ağına mahkum ettiğimizi ancak zamanla fark ettik. Yılın 365 günü üç yüz küsur küçük otelin sorunlarıyla uğraşmaktan boğulduğumu hissettiğim gün Küçük Oteller Kitabı’nı başımdan attım (2008). Otelden de belki o gün kurtulmalıydım. Yapamadım. Her şeyimle otele bağımlı hale gelmiştim. Her Allahın günü, günde 24 saat otelin görünümüyle, müşterinin memnuniyetiyle, hukuki sorunlarla, personel krizleriyle, elektrik faturasıyla, artezyenle, hidroforla, kaloriferle, web sitesiyle, bankalarla, belediyeyle, şarap stoklarıyla, yoldaki çukurlarla, bahçıvanla, acentelerle, komşuyla, köylüyle, jandarmayla uğraşmaktan başka çarem olmadığını dehşetle fark ettim. 2013’te biraz da bu yüzden, bir ateş topunu elimden atar gibi oteli Müjde’ye devrettim. Çözüm değildi. Çözüm olmadığı hemen anlaşıldı. Halâ otele bağımlıyız. Halâ ondan kurtulma hayalleri kuruyoruz. Muhtemelen kurtulamayacağız. Belki amansız bir bela gibi çocuklarımıza aktaracağız.
Güzellik Peşinde
Temel motivasyon özgürlüktü dedik. Peki o özgürlüğün içini neyle doldurmalı? İpini kopartıp çayıra çıktın, hangi otu yemeli?
Benim açımdan belirleyici unsur güzellikti. Akılla terbiye edilmiş, bağırmaktan ziyade fısıldayarak konuşan bir güzellik hayalini el yordamıyla tanımlamaya ve yakalamaya çalıştım. Şirince-öncesi dönemde o kadar bunalmamın bir sebebi, belki de, okuduklarımla, gezip gördüklerimle ve aldığım eğitimle kazanmış olduğum estetik duyarlığın, içinde yaşadığım dünyada, bana neredeyse fiziksel acı verecek ölçüde hırpalanmasıydı. Şirince’de içinde yaşadığım mekana şekil verme özgürlüğü kazanınca, ruhuma ve aklıma merhem olacak güzel şeyleri yaratma sevdasına kapıldım -- ya da çirkinlikleri ayıklama diyelim, belki daha doğru olur.
Müjde’nin vurguları biraz farklı olsa da genel perspektifte çoğu zaman mutabıktık. Obsesif bir tutkuyla her ayrıntıyı inceden inceye düşünüp saatlerce ve günlerce tartıştık. Mutfak dolabının alınlığının oranları ne olmalı? Pencere doğramasını dört bölme mi altı bölme mi yapmalı? Bahçeye dikilecek ağaçların dizilişinde ne kadar katı bir geometri uygulanmalı? Taşd uvarı yamarken Beylikiçi’nin sarı taşı mı yoksa vadinin beji mi daha uyumlu olur? Günde bunun gibi yirmi, otuz, kırk karar, adeta bir ölüm kalım meselesi gibi saatlerce tartışıldı; acımasız bir estetik ve işlev (ve fiyat) süzgecinden geçirilerek sonuca bağlandı.
O tartışmalarda dile getirilen temalardan birkaçını hatırlamaya çalışayım.
Bir, estetiği asla işleve, işlevi asla estetiğe feda etme. İkisini birden tatmin eden çözümü buluncaya kadar kafa patlat. Fiyat ikinci plandadır; göz ardı edilebilir.
İki, kalabalığın rağbet ettiği şablonlardan uzak dur. Alışılmış ve klişeleşmiş olandan kaçın. Yarattığın her detaya orijinalliğin ve kişiselliğin damgasını vur.
Üç (ikinin devamı), avam tabakasının şablonlarına boyun eğmediğin gibi, şehirli yeni zengin zümresinin şablonlarını da reddet. “Marka” kullanma: Marka dediğin şey bir toplumsal sınıfın koyunluk belgesidir. Gücü ve zenginliği veya bir toplumsal zümreye aidiyeti sergilemek için yapılan jestlerden, gösteriş ve israftan kaçın.
Dört, imkanın varsa doğal malzeme kullan. Beş bin yıldan beri kullanılan malzeme yüz yıldan beri kullanılandan, yüz yıldan beri kullanılan malzeme dün piyasaya çıkandan daha iyidir. Denenmiş ve sınavı geçmiştir.
Beş, klasik orantılara dikkat et. Altın oranı ve basit aritmetik oranları (1/2, 2/3, 2/5 gibi) kullan. İlham için antik mimariye, İtalyan Rönesansına, ya da (Türk ve Yunan) eski vernaküler mimarinin geleneklerine danış. Yaptığın her şey sakin ve kalıcı olsun. Yüzlerce yıldan beri hep oradaymış ve yüzlerce yıl hep aynı şekilde kalacakmış hissini versin.
Altı, kendini göster ama bağırmadan göster. Özgünlüğünü ve kişiliğini espriyle, göz kırparak, alçak sesle bildir. Çoğunluk bunu tevazu sanacaktır, daha derini görenler tevazu olmadığını bilecek fakat takdir edecektir.
Yedi, İnsan bedeninin boyutlarını gözet. Tüm detaylarda ayak, bel, göz, kafa hizalarını vurgula. Dev tasarımlar da yapsan, insan bedeniyle orantılı birimlere bölmeyi ihmal etme. Modern mimari brutaldir. İnsanı ezer. Sen, her köşe ve bucağında insanın evinde ve güvende hissedeceği mekânlar yarat.
Sekiz, sadece ön yüzünü düşünme. Yaptığın iş poposu çıplak bir manken olmasın; hangi açıdan bakılırsa bakılsın farklı bir güzelliğe, monotonlaşmayan bir kişiliğe sahip olsun. En saklı ve işlevsel alanlara da güzellik ve özen kat. Kalorifer dairesinin kemeri de ön cepheninki kadar insan kalbine heyecan versin.
Dokuz, renk kullan. Renklerle oynarken cesur ol. Renk insana sevinç verir. Ama çiğ endüstriyel renkten kaçın; doğanın kırık renklerinden uzaklaşma. Emin olamazsan Monet’ye danış.
On, Monotonluktan kork. Tekrarlanan motifleri bir süre sonra boz. Egemen kuralı bir süre sonra sorgula. Yaramazlık yap, insanlarla oyun oyna; sıkılmalarına izin verme. Gerçek dehaya sahipsen yaptığın oyunlar Bach’ın müziği gibi, organik bir mantıkla, genel kuralın içinden türer. O kadarını başaramıyorsan da kapristir der geçersin; sevimli ve ölçülü olması için dua edersin.
Geleneğe Saygı
Müjde’nin hareket noktasındaki benden farkı Şirince’nin mimari geleneğine önem vermesiydi. Müjde köye benden birkaç yıl önce gelmişti; Şirince’ye gönül vermişti. Ben ise, daha çok bir özgürlük idealine tutkuluydum. Köyün vernaküler diline saygı göstermeyi Müjde’den öğrendim. Köyün eski mimarisine ayak uydurmak, pusulasız yola çıktığımız estetik denizinde işimizi kolaylaştıran bir rehberdi: karar veremiyorsan geleneğe uy. Yaptığımız işin boyutları büyüyüp köy sathına yayıldığında, ister istemez daha çok köy ölçeğinde düşünmeye başladık. Kendi sübjektif tercihlerimizden öte, köyün bütünsel uyumu önem kazandı, özellikle 1996-2005 döneminde Şirince’nin mimari geleneği üzerinde kafa yordum. Eski evleri inceledim; restorasyon ustaları için bir el kitabı yazdım. Yaptığımız her işin “yüz yıl önce Şirince’li ustaların yapabileceği bir iş” olmasına dikkat ettim.
Bu çerçeve bana (2005 dolaylarından sonra “biz” demeyeceğim, bana) dar gelmeye başlayınca, köyden görülmeyen bir arka vadinin yamacında, Şirince’nin  klasik köy mimarisinden farklı bir tarzda, ama yine Şirincelilerin köy dışındaki bağ evlerinde kullanmış oldukları usullerle İlyastepe yerleşkesini inşa etmeye başladım. İlyastepe yeni bir adımdı. Şirince’nin seküler geleneğinin sınırlarını aşıp, her türlü kültürel konvansiyondan uzaklaşıp, sadece doğal coğrafyanın ve iklimin koşullarını veri alarak, mutlak anlamda güzel ve konforlu mekanlar yaratılabilir mi? Üç beş yıl bu problemle cebelleştim. Önceleri İlyastepe’yi elektriksiz (fakat internet bağlantılı) ve tarımsal anlamda kendine yeterli bir mezra olarak düşündüm. Matematik Köyü’nün 2007-2008’deki ilk dönem yapılarında aynı arayışı daha iddialı, işlevsel anlamda daha cüretkâr bir düzleme taşıdım. 21ci yüzyıla ait bir eğitim kampüsü, çağdaş teknolojiden ve yakın çağların kültürel şablonlarından mümkün mertebe kendini arındırıp bir mezra mantığıyla inşa edilebilir mi? Ali Nesin’le sonsuz didişmeler pahasına, bir iki yıl bu hayalin peşinden koştum.
Matematik Köyünde işler büyüyünce referans çerçevemizi genişletmek zorunda kaldık. Mezra yapmak iyi güzel de, mezrada 250 kişilik amfi olmaz; balçıkla ve taşla yaptığın binaya seksen bin kitaplık kütüphane sığmaz. Mezrayı bırak, Şirince köyünün geleneksel dokusunda da bunlar için emsal bulamazsın. Sonuçta deneyerek, yanılarak, vicdanımızla çarpışarak, ikna ve diyalektik yeteneklerimizi sonuna kadar zorlayarak, şöyle bir formülasyona vardık: “Yirminci yüzyıldan önceki iki bin yılda Ege havzasında yapılmış ve yapılabilecek olan her şey referanstır.” Bir dizi cüretkâr anıt bu anlayışla yapıldı; ya da, dürüst olmak gerekirse, bu anlayışla savunuldu ve ibra edildi. Hamam (14. yüzyıl Batı Anadolu beylikleri), kaya mezarı (M.Ö. 5. yüzyıl Likya’dan daha geniş bir alan), Hodri Meydan Kulesi (Gürcü ve Yunan ortaçağı?), Tiyatro Medresesi (emperyal Roma - Osmanlı sentezi), kütüphane (romanesk bazilika? ağa konağı?). Risk belirgindi, buna rağmen Disneyland yahut temalı Rixos otelleri tuzağından kaçınabildik sanıyorum. Ölçekte tevazudan, dokuda doğallıktan çok uzaklaşmadık. Yaptığımız her şeye biraz harabe tadı kattık, bin yıldır o çevreye ait olmuş, onunla beraber eskimiş yapıların lezzetini yakalayabildik. Ege ve Akdeniz’in ıssız bir dağında dolaşırken karşılaşıldığında insanı yadırgatmayacak görüntüler oluşturmaya özen gösterdik.
[Son paragraf genel istek üzerine kesildi.]


14 yorum:

  1. sevan nişanyan : iç döküş,mizah,politik tavır,öz eleştiri,edebiyat,felsefe,ruhsal çalkantı...ve daha bir çok şey.. teşekkürler sevan...ve selamlar...
    Yanıtla
  2. Özgün ve Özgür insan, bu Dünya'ya fazla gelir. Yermemi, beğenmemi anlamam.
    Yanıtla
  3. Alt ve ust bilinc her zaman vasata hizmet edegelmistir.
    Yanıtla
  4. Başarısız olduğunuz kesinlikle doğru değil, belki biraz hızlı olduğunuz söylenebilir bu anlamda Müjde Hanımın doğal bir öngörüyle hissettiği ama dile getiremediği itirazları ciddi ye almalıymışsınız.Fakat bazen yenilmenin de hayata dair olduğunu unutuyoruz. gelecekte buralarda yaşayacak mimarlar ve sosyal bilimciler sizi çok ciddiye alacak bundan emin olun.
    Yanıtla
  5. Sevan,
    I did not read your blog about Sirince, (I don't mean disrespect but it is more of a self preservation, I get depressed deeply). I don't get people like you (my comments are not about us Armenians or any other ethnicity), when odds are so overwhelmingly stacked up against you why would you waste your life in a place you basically know having no chance? I knew this fact before I was a teenager. Growing up in Istanbul, visiting Germany when I was 13..I knew I was living in land as a foreigner....I did not know (then) 10% of my history, except Mayrik's tales of Kesim (butchery, the word she used)..even then it sounded like a bad dream...
    Anyway, I won't keep it long....I made it to US,(long ago) left the personal anguish, mental carnage behind...Never looked back... I know the places you are talking about, therein lies places beyond beauty...But at what cost....
    I for one never, ever wanted to have anything to do with the land of my ancestors......
    Those Lands, encompassing Ani, are not as important as a single Armenian (like Hrant).....
    And yet you chose to stay, I feel for you.

    Yanıtla
  6. Yazınızı başından sonuna kadar büyük bir keyifle okudum. Şirince'ye ilk gittiğimde yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. Evlerin mimari dokusunun güzelliği ne yazık ki yaşayanların sığ sularda boğulan hırslarıyla görünmez olmuş. Para hırsı bilginin önüne geçmiş. Kaçarak uzaklaşırken Matematik Köyü'ne gittim. Aynı coğrafi konumda birbirine neredeyse sırt sırta yapışık duran bu iki bölgenin ruhunun farklılığı çok keskindi. Matematik Köyü aynı Hayao Miyazaki'nin çizgi filmlerindeki tapınakları ve ruhu çağrıştırdı bana. Sonsuza kadar yaşayacak bir ruh orada doğmuş ve büyün taşları tülden bir sırla kaplamış gibiydi sanki. Sessizlikte sözleri, karanlıkta ışığı görebilmeniz için tasarlanmıştı her şey. Durmak sadece durmak istedim. Aynı hissi Tiyatro Medresesi'nde de yaşadım. Nişanyan Oteli ise hepsinin tam üstünde tatlı bir tevazu ve muziplikle gülümsüyordu. Teşekkürler bu ruhu görebilmemi sağladığınız ve yaşattığınız için...
    Yanıtla
  7. Abi böyle biyografi işlerine girşmişken.. Böyle bi yazı yazılmış vaktiyle, ne diyorsun?

    http://annschauen.blogspot.com/2014/10/aslanl-yolda-ozgurlugu-ararken.html
    Yanıtla

    Yanıtlar



    1. ben de merak ettim kitabı

  8. şirince gercekten huzurlu yer.
    Yanıtla

    Yanıtlar



    1. Hadi canım sen de. Nişanyan Evleri huzurlu, Şirince değil.

  9. Sizi içeride tutan zihniyete lanet olsun. Bu ülkeye kendimi bildim bileli aidiyet hissetmedim ve sanırım ölene kadar da hissetmiyeceğim. Ölünce toprağına karışmaktan başka. Bulunduğunuz çukurdan dahi ışık saçıyorsunuz. Bu zift karası zihniyetin gözleri kamaşıyor ışığınızdan. Sizin için ve bizler için iyi şeyler olmayacak galiba bu coğrafyada. Bir an önce aramıza dönmeniz dileği ile.. Sevgiler saygılar hocam..
    Yanıtla
  10. Güzel ve içten bir iç hesaplaşma olmuş. Zevkle okudum.
    Yanıtla
  11. Toplum olmayan yerde birey olmaya kalkmak en büyük suçtur, Sevanyan'a çektirilen kefaretin asıl nedeni maalesef budur.
    Yanıtla