Bugün olsa Avrupa Birliği taraftarı olurdu, kuşkum yok.
Müritleri artıyor. Çevresi büyüyor. Dinî çoğulculuğuyla tanınan Mekkelileri bile rahatsız etmeyi başarıyor. “Oğlum,” diyorlar, “senin tanrına itirazımız yok. Bak, Yahudilerin el-Eloh’una bile Kâbemizde yer açtık. Rahmetli dedenin yolundan gidip Yahudilere özeniyorsun, anlayışımız sonsuz. (Oğluna Abdul-Eloh adını vermişti o da.) Ama sen de başkalarının inançlarına saygı göster.” Laf anlatamayınca sürüyorlar.
Medine’ye sığınıyor. Medine’de Yahudiler egemen. Dolayısıyla kendi zihniyetine daha uygun bir ortam bulduğunu sanıyor. Yahudilere ittifak teklif ediyor. Sünneti, kurbanı, domuz yasağını, Kudüs’e secde etmeyi kabul ediyor. “Ama,” diyor, “İbrahim’in halefi İshak değil İsmail’di. Araptı. Benim önderliğimi kabul edeceksiniz.” Yahudiler bir müddet tereddüt ettikten sonra reddediyorlar. Şah mat! Projesi çıkmazdadır. Yahudiler fena kazık atmıştır. Global dünyanın peygamberi olma hayali ağır darbe yemiştir.
O noktadan sonra artık bambaşka bir insandır. Kaybedecek şeyi kalmamış bir kumarbazın yırtıcılığını sergiler. Medine’yi Yahudilerden temizler. Ayakta kalmak için finansman gerektiğini anlar; banka soygunculuğuna başlayan Dev-Gençliler gibi, kervan soygunculuğuna girişir. Mekkelilere karşı iki sürpriz zafer kazanınca cüreti artar. Potu artırır: kendisine katılacak olanlara brüt kârdan %80 teklif eder. Böyle cazip teklife kim direnebilir? Az zamanda, Arabistan’ın tüm servet avcıları yanındadır. Kasaları dolup taşar. Mısır tekfuru ile Suriye hakimi, gücünden ürkerler.
Son günlerinde geriye dönüp içi sızlamış mıdır? Fethi Okyar’a “vaziyetimiz tam bir diktatörlük manzarasıdır,” diye dert yanan Atatürk gibi, pişmanlık belirtisi göstermiş midir? Çadırında oturup arpa ekmeği yediği daha sade ve idealist günlerine özlem duymuş mudur? Duymuştur elbette. İnsanoğlunun kalbi tek sesli değil ki?
Ama büyük handikapı, libidosudur. İnsan belli bir yaştan sonra servetten de, ganimetten de gına getirebilir. İşi haleflerine devredip çadırına çekilebilir. Ama et tutkusu başka türlü bir ateştir. İnsanın aklını da, vicdanını da karartır, iradesini esir alır. Altmışını geçmiş bir adam, kendisine yılda iki taze gelin getiren bir yoldan geri dönebilir miydi? Zor.
@ Sevan Nişanyan23 Kasım 2012 19:49
ReplyDeleteFalih Rıfkı Atay da Çankaya isimli meşhur eserinde yazar bunu:
"...1925’teki Şeyh Said İsyanı’nının ardından çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu görüşmeleri sırasında ‘pasif bulunduğu’ için güvensizlik oyu verilerek başbakanlıktan istifaya zorlanan, ardından Paris Büyükelçiliği’ne gönderilen Ali Fethi (Okyar) Bey iki aylığına İstanbul’a gelmişti. Tarih 22 Temmuz 1930’du. Ali Fethi Bey, Yalova’da Mustafa Kemal’i ziyarete giderken arkadaşı Rize mebusu Fuat (Bulca) Bey “Sana bir muhalif fırka teşkili teklif olunacaktır. Sakın bu teklife kapılma. (...) Sana yazık olur” demişti. Halbuki, bazı emarelere bakılırsa, Fethi Bey’in bu plandan haberi vardı.
Kendi ifadesine göre Fethi Bey, Mustafa Kemal’in “Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir DİKTATÜRA manzarasıdır (…) Halbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese, bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum” sözleri üzerine “Rica ederim, beni İsmet Paşa ile karşı karşıya getirmeyiniz” demişti. Mustafa Kemal ise İsmet Bey’le Fethi Bey’i yüz yüze getirerek bu direnişi kırmıştı. Bu toplantıda İsmet Bey, kurulacak yeni partiye 40-50 milletvekili vermeyi vaat etmiş, Fethi Bey, 120 milletvekili istemiş, sonunda 70 milletvekilinde anlaşılmıştı. Fethi Bey ardından Mustafa Kemal’e tarafsız kalıp kalmayacağını sormuş, Mustafa Kemal “Tabii, ben bîtaraf olacağım” diye söz vermişti.
Mustafa Kemal’in bu partiyle hem halkın yaşadığı ekonomik ve sosyal sıkıntılar yüzünden kızgın olduğu CHF iktidarına bir nefes aldırmak hem de bir süredir başına buyruk davranan İsmet İnönü’ye gözdağı vermek istediğini, bu arada gizli muhaliflerini ortaya çıkarmayı da hedeflediğini düşünmek mümkündü. Ancak o günlerde ABD’nin Türkiye Büyükelçisi olan Joseph C. Grew’e göre “Gazi yavaş yavaş şu görüşe varmıştır ki, tek parti sistemi Avrupa ve Batı ile karşılaştırılınca Türkiye için bir aşağılık işaretidir. Amerikalı ve Avrupalı yazarlar son günlerde çoğunlukla şekil bakımından Batılı, fakat gerçekte Doğulu olarak tasvir ettikleri Türk diktatörlüğünden çok söz etmişlerdir. Türkiye’nin bu şekilde gösterilmesi Gazi’nin gözüne çarpmış ve hiç hoşuna gitmemiştir..."