Resmi Tarih oluşturma süreci her çağda ve her kültürde aşağı yukarı aynıdır.
Bir, sivilceler temizlenir. Kahramanımızın yenilgileri, yanlışları, ahlaken savunulması zor eylemleri unutulur. Mesela 1918 Suriye hezimeti hafızalardan silinir. Dersim katliamı küçük, belirsiz bir dipnota indirgenir. Troçki eski fotoğraflardan kaybolur.
İki, gri ile grinin savaşı siyah ve beyaza dönüştürülür. Gerçek hayatta yüzde yüz kötülük, yüzde yüz kahramanlık, yüzde yüz haklılık, yüzde yüz düşmanlık yoktur. Oysa Resmi Tarihte bir taraf daima hain, kalleş, korkak ve art niyetlidir; diğer taraf cömert ve cesurdur, uzun vadede daima doğru kararları verir. Tereddüt tarihten kovulur. Aklı başında bir sürü insan neden Amerikan mandasını savundu? Londra konferansında barış yapılsa daha mı iyiydi? İngilizlerin Malta sürgünü kararı hangi akla hizmet etti? İyi ile Kötü’nün kozmik savaşında bu tür kafa karıştırıcı detaylara yer yoktur.
Dolayısıyla, üç, mutlaka bir Kötü Vezir gerekir. Kahramanın yanlışları ve kararsızlıkları bununla açıklanır. Hazret mutlak iyiydi, haşa hatası yoktu, ama en yakınına kadar sızmış soysuzlar onu (kısa bir süre) yanılttılar. Gazi büyüktü, ama İnönü kötü. Fatih büyük adamdı ama Çandarlı hainlik yaptı. Muhammed temizdi ama ashab ve ahlaf onu anlamadılar.
Olmamış bir şeyi olmuş göstermek anlamında pozitif yalana Resmi Tarihte pek rastlamazsın. Yalan tarih icat etmek zordur. Olayları yaşamış olanlar veya onların çocukları ve öğrencileri, Resmi Tarihin üretildiği süreçte çoğu zaman hayattadır. Kutsal saydıkları – üstelik sayesinde itibar ve mevki sahibi oldukları – anılarına ihanet etmezler, ettirmezler.
Binde bir, belki “komünizm Türk milletinin düşmanıdır, her görüldüğü yerde başı ezilmelidir” gibisinden birkaç uydurma hadis çıkabilir.[1] Ama onların da akla mülayim olması, Hazret bilfiil söylemediyse bile söyleyebilirdi ve söylese iyi olurdu cinsinden şeyler olması gerekir. Yoksa Kutsal Anı Bekçileri öyle bir yaygara koparırlar ki, maazallah Hazret’in anısına hakaretten kellen gider.
*
İslamın kuruluş yıllarına ait bildiğimiz her şey, Hicretten 100 ila 200 yıl sonrasına ait Resmi Tarih mahsulüdür derken işte böyle bir süreci kastediyorum.
Yalan var mı? Zannetmem. Varsa bile tablonun bütününü kökten etkileyecek boyutta değildir. Kaldı ki İslam’ın resmi tarihinin oluşturulduğu devir, emsallerine oranla sofistike, eleştirel düşünceye açık, metin analizi tekniklerine vakıf bir çağdı. Elde sağlam delil olmadıkça bir şey aktarmış olmaları zor.
Peki doğru mu? Şimdi kafanızı karıştırmış gibi olmayayım ama, ona da hayır diyeceğim. Griyi siyah beyaza çevirince doğruyu söylemiş olmazsın. İnsani gerçekliği destani gerçekliğe çevirmiş olursun. Mitolojize etmiş olursun. Kuşkulardan, tesadüflerden, çelişkilerden, yalanlardan, kalleşliklerden, güzelliklerden, aptallıklardan örülmüş alelade bir insan hikâyesini kozmik bir drama dönüştürmüş olursun. Bunun neresi doğru?
*
Elimizdeki kaynaklar şöyle.
Bir, Kuran. Muhammed’in çeşitli tarihlerde telaffuz ettiği birtakım mantralar, ölümünden yirmi ila otuz yıl sonra sözlü hafızaya istinaden yazıya dökülmüş. Diyorlar. Amma, elimizdeki en eski yazılı metin parçaları bu tarihe değil, Muhammed’in ölümünden yaklaşık 90 yıl sonrasına ait. Metnin Osman zamanında şu veya bu yöntemle derlendiğine dair rivayetler ise ancak bir 90 yıl daha da sonra kaydedilmiş. Hem üstelik, tesadüfe bak, “elimizdeki Kuran aslı değil yanlış” diyen seslerin ayyuka çıktığı bir devirde kaydedilmiş, faydalı bir siyasi konjonktüre denk gelmiş.
Peki bu rivayetler yalan mı? Zannetmem, bakınız bu yazının başı. Ama süreçte hangi sivilceler temizlenmiş, hangi bulanıklıklar siyah beyaz edilmiş, hangi tuhaflıklar “Hazret olsa olsa şunu kastetmiştir” hesabıyla editlenmiş, incelemeye değer bir mevzumuş gibi geliyor bana.
M 629 yılına ait bir Rum propaganda risalesinin tartışmasını “vahiy” diye kabul eden bir derlemenin[2] saf ve bakir bir aktarım metni olduğuna kimse inandıramaz beni.
*
İki, hadis. Peygambere atfedilen sözler derlemesi, hepsi 30 bin tane kadar. Hicretin 150 küsuruncu yılında derlenmeye başlamış, ama elimizdeki büyük koleksiyonlar Hicri 220 ila 250 yıllarına ait.
Yalanı var mı? Vardır belki, bazı hadisler 3. yüzyılın siyasi ve hukuki tartışmalarına kuşku uyandıracak ölçüde “cuk oturuyor”. Nitekim kendi çağında da her birinin otantikliği sorgulanmış. Kuşkuları gidermek için hayret edilecek ölçüde – hatta bugünün Türkiye’sinin entelektüel seviyesini birkaç gömlek aşan bir ölçüde – sofistike bir analiz ve eleştiri mekanizması kurulmuş. Bu mekanizmanın sistemli bir bias, bir tür ışık kırılması doğurmuş olması mümkün, hatta muhtemel. Ama saf palavraya çok geçit vermiş olabileceğini sanmam.
Üç, siyer. Peygamberin biyografisine dair bildiğimiz hemen her şey Taberi’nin Tarih’inden[3] geliyor, Hicri 270 küsur yılında yazılmış. Taberi anlatısının esas kaynağı İbn İshak, H 150 civarında ölmüş, yıllarca Medine’de kalıp peygambere dair anekdotlar toplamış, çoğunu bu işin piri sayılan İbn Şihab’dan (ö. H 120) aktarmış, o zat-ı muhterem de Peygamberi tanıyanların rahlesinde ders gören Urve b. Züheyr’den (ö. H 90) feyiz almış. Ama bunların hiç birinin orijinali elimizde yok. Taberi var.
Taberi ciddi ve titiz bir tarihçidir. Herhangi çağ ve medeniyette yaşasa “büyük tarihçi” unvanını hakedecek biridir. Delilsiz konuşmaz; yargı ile önyargının farkını bilir; muazzam bir analitik zekâsı vardır. Yani yalan haber aktarmış olması zor. Ama şu da basit bir gerçek ki, Muhammed hakkında bugün ne biliyorsan Taberi aktardığı için biliyorsun. Aktarmadığı eğer varsa, onları bilmiyorsun.
Troçki eğer fotoğraftan silindiyse Troçki’yi unut, geri getirmene imkân yok.
Dört, hukuk. Ebu Hanife Hicri 150’de, Melik b. Enes 180’de vefat etmiş. Ama bugün bildiğimiz anlamda dört Sünni mezhebinin şekillenmesi H 200 ila 250 döneminin eseri. Hukuk muhafazakâr bir disiplindir; hangi hukukçuya sorsan yeni icat çıkardığını kabul etmez, varolan içtihatlardan akıl yürüttüğünü söyler. Nitekim dört mezhebin dördü de öyle yapmış. Müthiş bir kararlılıkla, Kuran’dan, hadisten ve peygamberi tanımış olanların geleneğinden bir hukuk içtihatları sistemi türetmişler.
“Kafadan atmışlar” demek densizlik olur. Ayrıca, diyen kişinin dönemin tartışmalarının kalitesinden habersiz olduğunu gösterir. Ancak, dünyanın en eski medeniyet merkezlerine hâkim bir dünya imparatorluğunun hukuk sistemini Arabistan’daki bir çöl reisinin ad hoc[4]uygulamalarından türetebileceğini düşünmek de, sanırım inandırıcılık sınırlarını zorlar.
*
Özetle diyorum ki, İslam dini dediğin şey Hicreti izleyen 200 küsur yılda şekillenmiş, Abbasi devletinde billurlaşmış bir Resmi Tarih öğretisidir. Hicri 0 yılı hakkında, Bağdat’ın prizmasından geçmemiş olan hiçbir şey bilmiyorsun. Bilmene de imkân yok.
“Nemo propheta in patria”, eski Plinius’un meşhur sözüdür: kimse kendi vatanında peygamber olamaz. Çünkü yemezler. Bugün biri peygamberim diye çıksa kim ne tepki verirse o tepkiyi verirler. Misal: Cumhuriyetin kurucusu da, kendi çağdaşları için, kısa boylu, tiz sesli bir politikacıydı. Hayat boyu “Hazretin yarın ayağı kaysa ne olur ve bizim başımıza ne gelir” hesabıyla yaşadılar. Peygamberlik mertebesine ulaşması Resmi Tarih’in başarısıdır. Öbürü de o hesap.
*
O halde sorulacak olan esas ilginç soru şudur. Hicreti izleyen 200 yılda bir Menkıbe, bir Kahraman, bir Kitap ve bir Din üretirken esas dertleri neydi? Hangi kaygılarla hareket ettiler? Hangi – siyasi, sosyal, ideolojik, felsefi – problemi çözmeye çalıştılar? Neden böyle bir anlatıya gerek duydular?
Daha net soralım. Babil’in, İran’ın, Mısır’ın, Şam’ın binlerce yıllık medeniyetinin varisi olan koca koca adamlar, neden Arabistan çölündeki birtakım çete savaşlarının hikâyesini tarihin merkezine oturtan bir anlatıyı kurguladılar?
Bak soruyu böyle sorunca ne kadar ilginçleşiyor konu.
Aynı resim, Resmi Tarih versiyonu |
Hz. Lenin, aşağıda sağda ashabdan Troçki ve Kamenev, 1920 |
[1] Atatürk’e atfedilen bu sözün yalan olduğunu ve galiba 1960’larda uydurulduğunu Mete Tunçay bir makalesinde anlatmıştı. Şimdi bulamadım.
[2] Bkz. Zülkarneyn hakkındaki yazım, http://nisanyan1.blogspot.com/2013/01/bari-dipnot-ver-birader.html
[3] Tarih el-Rüsûl vel-Mülûk, İngilizce çevirisi 42 cilt, 9000 sayfa. Muhammed’e dair 6-7-8 ile Bağdat’ın ilk dönemine dair 28 ve 29’u okudum. Tarih sevenler için nefis bir eser.
[4] “Zemine ve zamana göre anlık kararla oluşmuş, doğaçlama” demek. Vallahi tatmin edici bir Türkçe karşılığını bulamadım.
Dinamik Psikoloji'de "bölme/splitting" diye isimlendirilen bir savunma mekanızması vardır. Gerçek her daim gridir ancak bölme savunma mekanizmasının kullanıldığı zihinlerde siyah bir yere, beyaz bir yere toplanır. Gerçek çarpıtılır ancak psikotik seviye gibi halüsinatif değildir ve fakat nevrotik seviye gibi gerçeklik gri olarak da ALGILANAMAZ. Bu sebepten ötürü bu savunma mekanizmasının yoğun olduğu kişiliklere borderline/sınırda kişilik örgütlenmesi denir; psikotik ile nevrotik arasında bir sınır durumdur.
Borderline kişilik örgütlenmelerinde bir figürün idealize edilip tamamen beyaz ilan edilmesi ve bir başka figürün tamamen siyah ilan edilmesi yaygındır. Psikoterapi sürecinin amacı grinin gri olarak algınması için bilinç dışı yapının yeniden organize edilmesidir.
Bu açıdan bakılırsa Tanrı/Şeytan ikilemi bu zihinler onarılmadıkça baki kalacaktır. Muhammed gider Mustafa Kemal gelir, Ermeniler gider Kürtler gelir...
Acâride, Abdulkerim b. Acred'e uyanların oluşturduğu Hâricîlik koludur. Kurucusu hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen bu kolun başlıca görüşleri şunlardır: Yûsuf sûresi Kur'ân'dan değil, yalnızca bir kıssadır. Böyle bir aşk kıssasının Kur'ân'da yer alması câiz değildir.
http://samil.ihya.org/ansiklopedi/haricilik.html
İbn Mes'ûd (r.a.) kendi mushafindan Muavvezeteyn (veya Muavvizeteyn)i silmiş ve “Kur'ân'dan olmayan sözleri ona karıştırmayın. Zira bu iki teavvüz Allah'ın Kitabından değildir. Peygamber (a.s.) Efendimiz bu ikisiyle şer ve kötülüklerden Allah'a sığınmayı emretmiştir.” diyerek kendisi de bunları âyet niyetiyle okumaz ve o niyetle okunmasını tavsiye etmezdi
http://www.ikraislam.biz/html/esbabinuzul/113.htm
İbn Mes'ud'un, özel mushafında Fatiha ve Muavvizeteyn surelerinin yer almadığı, Ubey b. Ka'b'ın özel mushafında da Kunut dualarının bulunduğu haberlerine (44) gelince, bu rivayetlerin aslı olmayabilir. Nevevî, 'Şerhu'l-Mühezzeb'de bu rivayetlerin batıl olduğunu söylemiştir, İbn Hazm'da "Bu İbn Mes'ud'a iftiradır" (45) demiştir.
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/kur-an-in-muhafazasi-ve-yakilma-hadisesi-3#.UZELIEqkMsw
Ne diyelim...
Ellerinize sağlık
Başlık "giriş" diyor. Devamı olduğu hususunda ümitliyim.
Saygılar...
Hicret'i izleyen 200 yılda inşa edildiğini yazmışsınız ya resmi İslam tarihinin, Bolşevik devrimi de hızlanan çağa uygun, 20 yılda inşa edivermiştir Stalin'in şanlı tarihini. 1937'ye gelindiğinde de tamamlanmıştır eski fotoğraflar dahil tüm tarihten Troçki'yi ve diğer Bolşevik önderleri silme işlemi. Birçok sebep arasında öne çıkan "sürekli devrim"in zor, eldeki tek ülke iktidarını korumanınsa daha kolay olduğudur.
İslam tarihine vakıf değilim ama uzaktan uzaktan Ali'ciler biraz Troçkist, diğerlerinin büyük çoğunluğu ise Stalinist gibi gelir bana. Statükonun korunması ile devrimin geliştirilmesi arasındaki tercihler bakımından.
“Yerde ağaçlar bitmez, biten şey yalnız yabanıl otlardır. Tanrı burada dağlar değil yalnız tepecikler yaratmıştır. Ekin yetişmez, sütle beslenirler. Keçe çadırlarda yaşarlar, bununla beraber şen ve neşelidirler... Bütün ömürlerini kaygısız geçirirler, kendi kendilerinden hoşnut olarak yaşarlar.” (Vladimirtsov'dan aktaran: Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi s.343.)
Bu hoşnutluğu, kendi kendilerine bozduklarına inanmak çok güç.
Bu konuda İbn Fadlan'ın verdiği örnek oldukça önemlidir:
"Başlarındakine 'bey' diyorlar. İçlerinden biri 'bey'e danışmak istediği zaman ona gidip "Bey, falanca işte ne yapalım?" diye sorar. Ne yapacağına aralarında yaptıkları toplantıda hep birlikte karar verirler. Ama kararı verip uygulamaya geçeceklerinde, içlerinden en basit, en aşağılık olanlar bile ortaya çıkıp karara karşı gelebilir." (İbni Fadlan, aktaran: Doğan Avcıoğlu, a.g.e. s.280, 281.)
Yine bu konuda, Harze bölgesinde yaşayan Teke Türkmenleri üzerine yapılan bir sefere, İran ordusunda katılan Fransız subayı Henri de Blockqueville'in 1860 gibi geç bir tarihte - uygarlığın bütün dünyaya hâkim olduğu kadar geç- esir düştüğü Türkmenlerin "siyasi yapıları" üzerine şu gözlemleri oldukça ilgi çekicidir.
"Her kabile başkanını kendisi seçer. Bunlara Türkmenler 'aksakal' adını verirler... Bazı kabilelerde reis olarak eski ve köklü ailelerden gelen ve halk üzerinde büyük bir nüfuza sahip olan 'han'lara rastlanırsa da, sadece itibarlı bir aileden gelmek reis seçilmek için kâfi değildir. Bunun için başka şartlar ve başka vasıflar da aranır. Aksakal olarak seçilecek adamın akıllı, tecrübeli, âdil ve kabilenin menfaatlerini koruyabilecek kabiliyette bir şahıs olması gerekir... Düşmanlarına zerre kadar merhamet göstermeyen Türkmenler, birbirlerine dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir anlayışla bağlıdırlar. Kabilenin reisi ile bir koyun çobanı arasında hiçbir fark yoktur. Kabilenin her ferdi umuma açık olarak yapılan toplantılara katılmak ve orada fikrini serbestçe açıklamak hakkına sahiptir." (Henri de Blockqueville, Türkmenler Arasında, Ankara, 1986, s.54.)
2) Yaradan makam önceki kitaplarını koruyamamış (diyor). Bunu koruyabileceğinin ne garantisi var?
3) İncil 1700 yıldır değişmemiş, Tevrat 2000 yıldır değişmemiş. Daha önce değişmediklerine kanıt mıdır?
Ben her zaman sunu savunurum:
İslam hakkinda konusacaginiz zaman elinizde kanit olarak hurafeler,nerden ve nasil toplandigi bilinmeyen rivayetler,ve birkaç tane tarihçi taraftan yazilmis bir dini tarihten başka birşey bulamazsiniz.
Radikal İslam yolunda geçirdiğim zamanlarim oldu,en azindan kaynaklari,İslam dunyasinin rehber edindiği kaynaklara az çok asinayim diyebilirim.
Elimde İBN i Hisak ya da İBN İ Hişam in Siyer i vardi,içindekiler tarihten çok efsanelerle,rivayetlerle zenginlestirmis destan niteliğinde bir siyer ki ilk kaynaktir Hz Muhammed in hayati hakkinda,yazari nerdeyse Hz İbrahim den Hz Musa ya kadar soy seceresini,kabileleri verir.Ne kadar uydurmadir,ne kadar doğrudur bilinmez.
Ama denilebilecek tek sey,
İslam in da Yahudilik gibi mite dayali bir tarihi,kimliği olduğu.
Ben her zaman sunu savunurum:
İslam hakkinda konusacaginiz zaman elinizde kanit olarak hurafeler,nerden ve nasil toplandigi bilinmeyen rivayetler,ve birkaç tane tarihçi taraftan yazilmis bir dini tarihten başka birşey bulamazsiniz.
Radikal İslam yolunda geçirdiğim zamanlarim oldu,en azindan kaynaklari,İslam dunyasinin rehber edindiği kaynaklara az çok asinayim diyebilirim.
Elimde İBN i Hisak ya da İBN İ Hişam in Siyer i vardi,içindekiler tarihten çok efsanelerle,rivayetlerle zenginlestirmis destan niteliğinde bir siyer ki ilk kaynaktir Hz Muhammed in hayati hakkinda,yazari nerdeyse Hz İbrahim den Hz Muhammed e kadar soy seceresini,kabileleri verir.Ne kadar uydurmadir,ne kadar doğrudur bilinmez.
Ama denilebilecek tek sey,
İslam in da Yahudilik gibi mite dayali bir tarihi, kimliği olduğu.