Saturday, June 25, 2016

Menemen Öyküleri

Pirzola
Disiplinden 15 gün hücre cezası yattım. Yan hücredeki 12 yıldan beri tecritteymiş. Yetiştirme yurtlarında büyümüş. 12 yaşındayken uzun mesafe koşusunda kurum birincisi olmuş; hayatının ilk ve galiba son güzel olayı bu. Sonra il seçmelerinde bir kıza yenilmiş. Bunun üzerine kendisi de kız olmaya karar vermiş. Ameliyat olmak istiyormuş ama izin vermemişler. Kurumdan çıkınca suç işlemeye başlamış. Şimdi ancak otuz yaşında olduğuna göre çok fazla fırsatı olmamış.

“Canım pirzola çekti” dedim. Bozuntuya vermedi. Kendi de pirzola çok severmiş. Kemiksiz et, oh! Öbür yandaki hücreden laf attılar, “sen pirzolayı nereden biliyon yavşak!” Biraz kıvırdı, sonra itiraf etti. Pirzola hiç yememiş. Televizyondan duymuş. Ne olduğuna dair net bir fikri yoktu.

Şimdi harıl harıl Peygamber Efendisinin hayatını çalışıyor. Sınavda iyi puan alırsa ödül varmış.


Medya Türkü Evi
Şivan'ın ailesi Lice'den gelmiş; babası siyasi davadan dokuz yıl yatmış. Onun öfkesiyle, ya da onun getirdiği bir yalnızlık duygusuyla, serseriliğe meyletmiş. Hırsızlıktan beş yıl yatmış. Oğlunun utancından babası bir daha kahveye gidememiş: bunu anlatırken ağlamaklı oluyor.

Çıktıktan birkaç ay sonra bir arkadaşının ısrarıyla Medya Türkü Evi adlı yere bira içmeye gitmiş. Oradayken arbede çıkmış, arkadaş silahını çekip ateş etmiş, yanlışlıkla oradan geçen biri ölmüş, ama o hengâmede birinin vurulduğunu fark edememişler. Bizimki arkadaşı yaka paça bir taksiye tıkıp olay yerinden uzaklaştırmış. Taksici mahalleden tanıdık biriymiş. Yardım yataklıktan başı derde girer diye korkmuş, poliste verdiği ifadede şahısları tanımadığını, arabasına silah zoruyla bindiklerini, para ödemediklerini söylemiş: aklınca bunları korumaya çalışmış. Sonradan pişman olup, yok öyle bir şey, bu çocukları tanırım, tehdit etmediler, ücreti de ödediler diye düzeltmiş, ama mahkeme bu ifadeyi kaale almamış. Sonuç: Şivan cinayete iştirakten 18 ay tutuklı kaldıktan sonra beraat etmiş; sorguda ve duruşmada hiç mevzu edilmediği halde, taksiciyi rehin almaktan altı sene yemiş.

Anayasa mahkemesine dilekçe yazalım, bana yardım et dedi. Kuşku belirttim, sonuç alman zor dedim. “Moralimi bozdun” diye bana küstü, birkaç gün konuşmadı.

Tas
Kaan'ın kayınpederi kızını geri almaya çalışmış, iki üç defa sülalecek ev basıp kadını tutup götürmüşler, bir daha alırsan öldürürüz diye gözdağı vermişler. Arada iki yaşında çocuk var, üstelik kadın dokuz aylık hamile. Sonunda bunun sabrı taşmış, pompalı tüfeği kaptığı gibi kayınpederi, iki baldızı, bir bacanağı öldürmüş, karısıyla çocuğunu alıp götürmüş. Yakalanacağını pek düşünmemiş, ama aynı gün almışlar.

Okuma yazması yok ama iyi bir anlatıcı, olayı Homerik destanlar gibi ballandırarak anlatıyor. Domuz kurşunu kayınpederinin yüzünün ortasına gelmiş. Adamın kafatası uçup küt diye tavana çarpmış, yere düştükten sonra fırıl fırıl dönmeye devam etmiş.

Bana okuma öğret diye tutturdu. Yarım ağızla bir-iki denedim, sonra vaz geçtim.

Thursday, June 23, 2016

Felsefe sınavı

Sevgili Aydın Engin geçen günkü yazısında bir lise sınavında sorulan felsefe sorularını aktarmış. Sınav cevaplamaya kendimi bildim bileli bayılırım. Hemen aldım kalemi elime.


1. Teknolojinin görevi sadece doğaya hakim olmak mıdır?
Şüphesiz evet. Başka türlü olabilir mi? Taştan ilk baltayı yonttuğu günden beri insan evladı teknik becerilerini a) doğanın amansız saldırılarına karşı hayatta kalmak ve b) kendi sınırlı doğal yeteneklerini artırmak için kullanmış. Çakmak taşını kullanmayı ilk akıl edenle yer altındaki kaya gazını patlatan, yahut genetik mühendisliği yapan arasında prensipte bir fark görmüyorum. Hepsinin de yaptığı ölümü geciktirmeye çalışmaktır.
Arada tek bir şey değişti. Eskiden doğa tartışmasız bir şekilde üstün ve kahrediciydi. 20. yüzyılın savaşlarında, ya da belki 19. yüzyılın sanayi çöllerinde insanoğlunun doğaya ölümcül darbeler vurabildiği görüldü. Organize insanlığın kahredici darbeleri karşısında doğa sendeledi ve yer yer ölmeye yüz tuttu. Yüz binlerce yıllık amansız düşmanımıza acımayı işte o zaman öğrendik. Sanırım dönüm noktası 1970'ler ya da 80'lerdi. Acımakla kalmayıp düşmana yardım eli uzatmayı önerenler oldu.
İnsan tabiatının değişeceğini sanmıyorum, insan varoluşunun temel koşullarının bugün, bin veya yüz bin yıl öncesinden çok farklı olduğunu düşündüren bir şey yok. Doğa dostu olmakla övünenlerin sevdiği gerçekte çiğ vahşetiyle doğa değildir: iğdiş edilmiş bir ev kedisidir, kralın kibrine hizmet etmeyi öğrenmiş bir tasmalı soytarıdır.
Milli Park “doğa” değildir, insan egemenliğinin zafer narasıdır.
2. Tarih geleceği aydınlatabilir mi?
Bir yere kadar, evet. Tarih bize insan topluluklarının davranış kalıplarını öğretir. Nasıl kavga etmişler, kimlerin peşinden gitmişler, hangi topa çıkmışlar, hangi yalanlara inanmışlar, hangi yanılmaz görülen projeler çökmüş, hangi absürt maceralar zaferle taçlanmış? İnsan tabiatı değişmediğine, daha doğrusu değiştiğine dair inandırıcı bir belirti görülmediğine göre, aynı davranış kalıplarının gelecekte de tekrar edeceğini var saymak makuldür. En azından ihtimallerin çerçevesini bu kalıplarla çizebiliriz; geleceği öngöremesek bile, geleceğe dair rasyonel bir olasılık hesabının terimlerini tarihten türetebiliriz.
Geleceği belki bilemeyiz. Fakat bu, geleceğe dair rasyonel bir ihtimaller hesabı yapamayacağımız anlamına gelmez. Rasyonel gibi görünen ihtimal hesaplarıyla kendimizi avutmanın zevkli bir uğraş olduğu gerçeğini de değiştirmez.
Tarih, işte o ihtimaller hesabının ampirik veri tabanıdır. Geleceği aydınlatmasa bile, en azından idare lambasıdır, büsbütün karanlıkta kalıp korkmamızı önler.
3. Politika herkesi ilgilendiren birşey midir?
Tarihimizin çok uzun bir döneminde öyle olmadığı kabul edildi. Toplum yönetimi akıl ve tecrübe gerektiren bir iş ise, akıl ve tecrübeden yoksun olanlara neden söz düşsün?
Son 250 yılda bu kabulden adım adım uzaklaştık. 18. yy'ın son çeyreğinden itibaren politikayla ilgilenmesi uygun sayılanların dairesi peyderpey genişledi; 1918 veya 1945 gibi bir tarihte prensipte sınırsız  görünen bir demokratizm norm haline geldi. (Prensipte sınırsız ilan edilse de gerçekte sınırsız değildi. “Herkes” zümresine sadece 18 veya 21 yaş üstü yetişkinler, akli dengesi ve kriminal sicili yerinde olanlar, ve tabii sadece o ülke vatandaşı olanlar dahil edildi. Bu sınırlar belki demokrasi teorisinin ölümcül Aşil topuğuydu. Çocuklar dışlanıyorsa çocuk akıllılar neden dışlanmasın? Yabancılar oy veremiyorsa bölgesel kimliğin dışında kalanlar, ya da başka dinden veya etnik kökenden olanlar neden kayırılsın?)
Bugün demokratik konsensusun yeniden sorgulanmaya başladığına tanık oluyoruz. Çağdaş devletin devasa boyutlara varmış kompleks sorunları üzerine ahkâm kesmek neden cühelanın hakkı olsun? Dünya görüşü mahallesindeki kahvehane ile televizyonda gördüğü iki cahil demagogun hezeyanları ile sınırlı olan biri, toplumun ölüm kalım sorunlarıyla ilgili hangi faydalı düşünceyi üretebilir? Cühelaya siyasette söz hakkı vermek, ya da verir gibi yapmak, onların zihin dünyasını şekillendiren popüler medyaya haksız bir iktidar bağışlamak değil midir?
Buna karşılık denebilir ki,
a) Cahiller akılsız da cahil olmayanlar çok mu akıllı?
b) Cühelayı dışlamak için kuracağın mekanizma, kaçınılmaz olarak bir zulüm ve zorbalık mekanizmasına dönüşmez mi?
c) Kapıları açınca bin tane akılsızla beraber bir tane akıllı içeri girebilir; kapıları kapatırsan onu dışlamış olmaz mısın?
d) Bir kere söz hakkı vermişsin, geri alamazsın; almaya kalksan Trump olurlar, seni parçalarlar.
Kabul edelim ki bunlar da haklı itirazlardır.
4. Özgür olmak hiçbir engelle karşılaşmamak mıdır?
Hayır, engellerin üstesinden gelmektir. Ayrıca a) engellerin üstesinden gelebileceğine inanmak, ve b) karşılaştığın engellerin üstesinden gelmiş olduğuna kendini inandırmaktır. Ilkine psikodinamik, ikincisine mitopoeik (mythopoeic) boyut diye isim takarsak bilimsel bir görüntü elde ederiz.
Stasis insanın ruhunu çürütür. Arap mitolojisindeki cennetten daha kötü bir kabus düşünemiyorum: her Allah'ın günü aynı şırıldayan dereler, aynı istabrak kaplı oturma birimleri, aynı plastik cariyeler,  milyonlarca yıl, sonsuza kadar, tüyler ürpertici bir engelsizlik hayali.
5. Gerçek algılarımızla mı sınırlıdır?
Değildir. Grönland'ı hiç görmedim mesela, ama gerçek olduğundan eminim. Grönland hakkında sayfalarca yazı yazabilirim. Hatta tarafsız gözlemcilerin ampirik olarak test edeceği bir gezi rehberi yazabilirim. Bunun için Grönland'ı görmüş olmam gerekmez. Okumak ya da bilenlere sormak yeter.
Hume ile Kant'ın üzerinde durmadığı, Hegel'in belki dolaylı ve yetersiz olarak farkına vardığı mesele şu: Gerçek sübjektif değildir, intersübjektiftir. Öznelerarası alemde yaşar. Başkalarını ikna ettiği ya da ikna etme potansiyeli taşıdığı ölçüde gerçektir. Başkalarıyla paylaşmadığım algı, gerçekliği tesis etmez: sadece yanıldığımı gösterir. Algı -- Descartes'ın dediği gibi -- güçlü ve net olsa da gerçeklik payı artmaz: aksine, başkalarıyla paylaşamıyorsam, kafayı yediğime hükmedilir.
Belki de şöyle desek daha doğru. Gerçeğin alt kademeleri (bu taş sert, annem gülüyor, sağda dere var) genetik kodumuza yazılı bir altyapıya dayanır. Gerçeğin üst kademeleri (Sokrates ölümlüdür, Allah bilir, Grönland'da buzullar var) toplumsal bir network üzerinde yükselir. O ağı tanıdığımız ve ona güvendiğimiz ölçüde var olur.
6. Sanattan vazgeçebilir miyiz?
a) Şarkı söyleyip oynamak,
b) masal anlatmak; ben'e ve biz'e ilişkin anlatılar kurmak,
c) söz oyunlarıyla duygusal bir atmosfer üretmek,
d) göze hoş gelen şekiller yapmak,
e) doğadaki nesneleri taklit etmek, iki veya üç boyutlu olarak modellemek.
Bunların her birinin insan biyolojisinde derin kökleri olan birer içgüdü olduğu anlaşılıyor. Homo Sapiens'in dil kadar belirleyici davranış biçimleridir. İleride farklı olacağına dair en ufak bir belirti yoktur.
7. Bütün inançlar birbiriyle eşit değerde midir?

Değildir. Bazı inançlar akıl ve tecrübeyle sınanmışlardır. Daha doğrusu: Bazı inançlar diğerlerinden daha geniş, daha çok-yönlü, daha kapsamlı bir akıl ve tecrübe süzgecinden geçmiştir. Daha geniş bir toplumsal danışma ağına hükmeden daha tecrübeli insanlar tarafından, daha etraflıca ve daha serbestçe tartışılmış, daha büyük cesaretle test edilmiş, en azından istatistiki bir tercih olarak daha doğru veya daha öngörülebilir sonuçlar verdikleri görülmüştür. Bunları diğerleriyle eşit değerde saymak ancak cahillikle –- bazı inançları diğerlerinden daha değerli kılan akıl ve tecrübe altyapısından haberdar olmamakla -- açıklanabilir.

  1. müthişsiniz üstadım. bu tarz felsefi içerikli yazıları ve genel olarak da yazılarınızı daha sık periyotlarla yayınlamanız dileğiyle..
  2. insan okuduklarinda o kadar ilham almakta ki, acaba ben de mi memlekete geri donup delige girme seciminde Savan Nisanyanla ayni deligin kogusunda bu gibi enfes muhabetin zevkini mi yasasam mi diye dusunmekten kendini alamiyor.

    Basin one eyilmesin sevgili Sevan Nisanyan.
    Bir an once de su delikten cikman temenilerinde, hic deyilse benim de senle muhabet etme dusuncemde delige girme secenegininde ortadan kalkmasinda bu ozgurlugu bir diyerleri ile yasamak dilekleri ile, kendine iyi bak.
    Sevgiler.
  3. Gayet hoş cevaplar:) Yalnız üçüncü soruya verilen cevaba küçük bir itirazım var. Politik kararlar bir toplumda yaşayan herkesin kaderini, hayatını bir şekilde etkiler. Her insanın kendi hayatını belirleyecek olan kararların alınma sürecine katılma, o süreci etkilemeye çalışma, alınacak kararda belirleyici olma hakkı vardır. Bunun için herbirimizin bir Murat Belge, bir Sevan Nişanyan olmamız gerekmiyor. Düpedüz cahil ve kalın kafalı birinin de politikada söz hakkının olması, Murat Belge ile eşit oy hakkının olması gerekir. Bence bizim ülkemizdeki problem bir bilgi/bilgisizlik problemi değil, bir ahlak problemidir.
    Yanıtla

    Yanıtlar




    1. Herkesin kendi hayatını belirleyecek kararlarda belirleyici olma hakkı ne demek? İdam kararlarını sanığa mı sormak lazım yani?
  4. özgür olmak.. şahane bir yorum.