1. Teknolojinin görevi sadece doğaya hakim
olmak mıdır?
Şüphesiz
evet. Başka türlü olabilir mi? Taştan ilk baltayı yonttuğu günden beri insan
evladı teknik becerilerini a) doğanın amansız saldırılarına karşı hayatta
kalmak ve b) kendi sınırlı doğal yeteneklerini artırmak için kullanmış. Çakmak
taşını kullanmayı ilk akıl edenle yer altındaki kaya gazını patlatan, yahut
genetik mühendisliği yapan arasında prensipte bir fark görmüyorum. Hepsinin de
yaptığı ölümü geciktirmeye çalışmaktır.
Arada tek
bir şey değişti. Eskiden doğa tartışmasız bir şekilde üstün ve kahrediciydi.
20. yüzyılın savaşlarında, ya da belki 19. yüzyılın sanayi çöllerinde
insanoğlunun doğaya ölümcül darbeler vurabildiği görüldü. Organize insanlığın
kahredici darbeleri karşısında doğa sendeledi ve yer yer ölmeye yüz tuttu. Yüz
binlerce yıllık amansız düşmanımıza acımayı işte o zaman öğrendik. Sanırım
dönüm noktası 1970'ler ya da 80'lerdi. Acımakla kalmayıp düşmana yardım eli
uzatmayı önerenler oldu.
İnsan
tabiatının değişeceğini sanmıyorum, insan varoluşunun temel koşullarının bugün,
bin veya yüz bin yıl öncesinden çok farklı olduğunu düşündüren bir şey yok.
Doğa dostu olmakla övünenlerin sevdiği gerçekte çiğ vahşetiyle doğa değildir:
iğdiş edilmiş bir ev kedisidir, kralın kibrine hizmet etmeyi öğrenmiş bir
tasmalı soytarıdır.
Milli Park
“doğa” değildir, insan egemenliğinin zafer narasıdır.
2. Tarih geleceği aydınlatabilir mi?
Bir yere
kadar, evet. Tarih bize insan topluluklarının davranış kalıplarını öğretir. Nasıl
kavga etmişler, kimlerin peşinden gitmişler, hangi topa çıkmışlar, hangi
yalanlara inanmışlar, hangi yanılmaz görülen projeler çökmüş, hangi absürt
maceralar zaferle taçlanmış? İnsan tabiatı değişmediğine, daha doğrusu
değiştiğine dair inandırıcı bir belirti görülmediğine göre, aynı davranış
kalıplarının gelecekte de tekrar edeceğini var saymak makuldür. En azından
ihtimallerin çerçevesini bu kalıplarla çizebiliriz; geleceği öngöremesek bile,
geleceğe dair rasyonel bir olasılık hesabının terimlerini tarihten
türetebiliriz.
Geleceği
belki bilemeyiz. Fakat bu, geleceğe dair rasyonel bir ihtimaller hesabı
yapamayacağımız anlamına gelmez. Rasyonel gibi görünen ihtimal hesaplarıyla
kendimizi avutmanın zevkli bir uğraş olduğu gerçeğini de değiştirmez.
Tarih, işte
o ihtimaller hesabının ampirik veri tabanıdır. Geleceği aydınlatmasa bile, en
azından idare lambasıdır, büsbütün karanlıkta kalıp korkmamızı önler.
3. Politika herkesi ilgilendiren birşey midir?
Tarihimizin
çok uzun bir döneminde öyle olmadığı kabul edildi. Toplum yönetimi akıl ve
tecrübe gerektiren bir iş ise, akıl ve tecrübeden yoksun olanlara neden söz
düşsün?
Son 250
yılda bu kabulden adım adım uzaklaştık. 18. yy'ın son çeyreğinden itibaren
politikayla ilgilenmesi uygun sayılanların dairesi peyderpey genişledi; 1918
veya 1945 gibi bir tarihte prensipte sınırsız
görünen bir demokratizm norm haline geldi. (Prensipte sınırsız ilan
edilse de gerçekte sınırsız değildi. “Herkes” zümresine sadece 18 veya 21 yaş
üstü yetişkinler, akli dengesi ve kriminal sicili yerinde olanlar, ve tabii
sadece o ülke vatandaşı olanlar dahil edildi. Bu sınırlar belki demokrasi
teorisinin ölümcül Aşil topuğuydu. Çocuklar dışlanıyorsa çocuk akıllılar neden
dışlanmasın? Yabancılar oy veremiyorsa bölgesel kimliğin dışında kalanlar, ya
da başka dinden veya etnik kökenden olanlar neden kayırılsın?)
Bugün
demokratik konsensusun yeniden sorgulanmaya başladığına tanık oluyoruz. Çağdaş
devletin devasa boyutlara varmış kompleks sorunları üzerine ahkâm kesmek neden
cühelanın hakkı olsun? Dünya görüşü mahallesindeki kahvehane ile televizyonda
gördüğü iki cahil demagogun hezeyanları ile sınırlı olan biri, toplumun ölüm
kalım sorunlarıyla ilgili hangi faydalı düşünceyi üretebilir? Cühelaya
siyasette söz hakkı vermek, ya da verir gibi yapmak, onların zihin dünyasını
şekillendiren popüler medyaya haksız bir iktidar bağışlamak değil midir?
Buna
karşılık denebilir ki,
a) Cahiller
akılsız da cahil olmayanlar çok mu akıllı?
b) Cühelayı
dışlamak için kuracağın mekanizma, kaçınılmaz olarak bir zulüm ve zorbalık
mekanizmasına dönüşmez mi?
c) Kapıları
açınca bin tane akılsızla beraber bir tane akıllı içeri girebilir; kapıları
kapatırsan onu dışlamış olmaz mısın?
d) Bir kere
söz hakkı vermişsin, geri alamazsın; almaya kalksan Trump olurlar, seni
parçalarlar.
Kabul
edelim ki bunlar da haklı itirazlardır.
4. Özgür olmak hiçbir engelle karşılaşmamak
mıdır?
Hayır,
engellerin üstesinden gelmektir. Ayrıca a) engellerin üstesinden gelebileceğine
inanmak, ve b) karşılaştığın engellerin üstesinden gelmiş olduğuna kendini
inandırmaktır. Ilkine psikodinamik, ikincisine mitopoeik (mythopoeic) boyut
diye isim takarsak bilimsel bir görüntü elde ederiz.
Stasis
insanın ruhunu çürütür. Arap mitolojisindeki cennetten daha kötü bir kabus
düşünemiyorum: her Allah'ın günü aynı şırıldayan dereler, aynı istabrak kaplı
oturma birimleri, aynı plastik cariyeler,
milyonlarca yıl, sonsuza kadar, tüyler ürpertici bir engelsizlik hayali.
5. Gerçek algılarımızla mı sınırlıdır?
Değildir.
Grönland'ı hiç görmedim mesela, ama gerçek olduğundan eminim. Grönland hakkında
sayfalarca yazı yazabilirim. Hatta tarafsız gözlemcilerin ampirik olarak test
edeceği bir gezi rehberi yazabilirim. Bunun için Grönland'ı görmüş olmam
gerekmez. Okumak ya da bilenlere sormak yeter.
Hume ile
Kant'ın üzerinde durmadığı, Hegel'in belki dolaylı ve yetersiz olarak farkına
vardığı mesele şu: Gerçek sübjektif değildir, intersübjektiftir. Öznelerarası
alemde yaşar. Başkalarını ikna ettiği ya da ikna etme potansiyeli taşıdığı
ölçüde gerçektir. Başkalarıyla paylaşmadığım algı, gerçekliği tesis etmez:
sadece yanıldığımı gösterir. Algı -- Descartes'ın dediği gibi -- güçlü ve net
olsa da gerçeklik payı artmaz: aksine, başkalarıyla paylaşamıyorsam, kafayı yediğime hükmedilir.
Belki de
şöyle desek daha doğru. Gerçeğin alt kademeleri (bu taş sert, annem gülüyor,
sağda dere var) genetik kodumuza yazılı bir altyapıya dayanır. Gerçeğin üst
kademeleri (Sokrates ölümlüdür, Allah bilir, Grönland'da buzullar var)
toplumsal bir network üzerinde yükselir. O ağı tanıdığımız ve ona güvendiğimiz
ölçüde var olur.
6. Sanattan vazgeçebilir miyiz?
a) Şarkı
söyleyip oynamak,
b) masal
anlatmak; ben'e ve biz'e ilişkin anlatılar kurmak,
c) söz
oyunlarıyla duygusal bir atmosfer üretmek,
d) göze hoş
gelen şekiller yapmak,
e) doğadaki
nesneleri taklit etmek, iki veya üç boyutlu olarak modellemek.
Bunların
her birinin insan biyolojisinde derin kökleri olan birer içgüdü olduğu
anlaşılıyor. Homo Sapiens'in dil kadar belirleyici davranış biçimleridir.
İleride farklı olacağına dair en ufak bir belirti yoktur.
7. Bütün inançlar birbiriyle eşit değerde
midir?
Değildir. Bazı inançlar akıl ve tecrübeyle
sınanmışlardır. Daha doğrusu: Bazı inançlar diğerlerinden daha geniş, daha
çok-yönlü, daha kapsamlı bir akıl ve tecrübe süzgecinden geçmiştir. Daha geniş
bir toplumsal danışma ağına hükmeden daha tecrübeli insanlar tarafından, daha
etraflıca ve daha serbestçe tartışılmış, daha büyük cesaretle test edilmiş, en
azından istatistiki bir tercih olarak daha doğru veya daha öngörülebilir
sonuçlar verdikleri görülmüştür. Bunları diğerleriyle eşit değerde saymak ancak
cahillikle –- bazı inançları diğerlerinden daha değerli kılan akıl ve tecrübe
altyapısından haberdar olmamakla -- açıklanabilir.
Basin one eyilmesin sevgili Sevan Nisanyan.
Bir an once de su delikten cikman temenilerinde, hic deyilse benim de senle muhabet etme dusuncemde delige girme secenegininde ortadan kalkmasinda bu ozgurlugu bir diyerleri ile yasamak dilekleri ile, kendine iyi bak.
Sevgiler.