Wednesday, April 18, 2018

İspanyollar daha mı kötü?


Meksika’nın fethine dair en önemli birincil kaynak Bernal Diaz del Castillo, Yeni İspanya’nın Fethinin Hakiki Tarihi (y. 1560). Sürükleyici bir macera öyküsüdür. İki yüz şaşkın çapulcunun görkemli (fakat bazı bakımlardan çok ilkel) bir imparatorluğu ele geçirmesini anlatır. Yazar fetih seferine şahsen katılmıştır, ama Cortès’e karşı eleştirel, yerlilere karşı anlayışlı ve ölçülüdür. Aztek’lerin son derece kanlı egemenliğine karşı çıkan diğer yerli kavimler olmasa bu iş olmazdı demeye getirir.

1980 Ocağında Michoacan eyaletinde o kavimlerdan biri olan Tarasco’ların kasabasında üç gün geçirmiştim – pardon Purhépecha demek gerekiyormuş, Tarasco aşağılayıcıymış, artık öyle denmiyormuş. Sanırım benim bakış açımı etkilemiştir. Aztek’lerden (yani Nahuatl dili konuşan Meksika çoğunluk yerlilerinden) hala hoşlaşmazlar. Kendilerine Hıristiyanlığı öğreten Don Vasco de Quiroga’yı (ölümü 1565) aziz sayarlar. Bir tür Meksika Zazaları mı desek?
Garcilaso de la Vega
Peru’nun fethine dair muazzam bir eser, Inca Garcilaso de la Vega’nın iki ciltlik Kraliyet Kenti Cusco’nun Tasviri ve İnka Vekayinamesi (1609). Onu da 1981’de okumuş, tarif ettiği evleri Cuzco’da teker teker bulmayı denemiştim. Yazar baba tarafından conquistador oğlu (evlad-ı fatihan), ana tarafından İnka kraliyet soyundan olduğundan her iki tarafa eşit mesafede durur, teyzelerinden işittiği İnka menkıbelerini nostaljiyle anlatır, baba tarafından tanıdığı fatih tiplerini Rönesans ressamlarına has keskin gözlem gücüyle ayrı ayrı tasvir eder. Yalnız Peru’ya değil, fethe, kolonyalizme, egemenliğe dair okuyabileceğiniz sayılı eserlerdendir.

İkisinin de İngilizcesi, Fransızcası, Almancası var. Türkçe beklemeyin.

*
Amerika kıtasındaki İspanyol kolonyalizmi ile Osmanlı kıtasındaki İslam kolonyalizmi şaşılacak derecede birbirine benzer. İkisi de fethe dayanır. İkisi de fatih azınlığın yerli halkı acımasızca sömürmesi ve aşağılaması üzerine kuruludur. İkisi de sömürüyü dinle meşrulaştırır. Sömürenle sömürülen arasındaki statü farkı, sosyal ilişkilere ve evliliğe ilişkin katı kurallarla pekiştirilir. Bu yapının ürettiği ırkçı önyargılar zamanla şiddetlenmiş, modern dönemde toplumu tıkanma ve kriz noktasına getirmiştir.
Büyük fark dinî asimilasyon politikalarındadır. İspanyollar yerli halkı Katolik olmaya mecbur ettiler. Sömürenle sömürülen, prensipte aynı ibadethanede yan yana geldi. Dolayısıyla statü farkının dine değil başka bir şeye, mesela soya ve cilt rengine dayandırılması gerekti. İnsanlar criollo, mestizo, cholo, indio – safkan, az karışık, çok karışık, hepten yerli – olarak sınıflandırıldılar; buna göre sopa taşıdılar veya sopa yediler. Osmanlı ise, İslam hukukunun denenmiş ve onaylanmış sömürü metodolojisine bağlıydı. Birtakım istisnalar dışında kimseyi Müslüman etmeye çalışmadı. Aksine, Müslümanlaşmanın önüne ideolojik ve psikolojik engeller koydu. Bunu dillere destan “hoşgörüsünden” ötürü yapmadı. Osmanlının şunca yüz yıllık tarihinde (en son dekadans dönemi hariç) “gâvur da iyidir, hoş görelim” diye akıl yürüten tek bir kalem sahibi bulamazsınız. Sömürdüklerinin dinine dokunmadı, çünkü ekonomik rantın tamamına yakınını onlardan elde etmekteydi; yanısıra, Gâvurun “pis” ve “soyu bozuk” olduğuna dair güçlü toplumsal kabulleri vardı. Bu yüzden, gayrimüslimin Müslümanlığa dönmesi teşvik edilmek şöyle dursun, kuşku ve aşağılamayla karşılandı. Sadakatleri sorgulandı; ikinci, üçüncü kuşağa kadar alt soyları ayrımcılığa tabi tutuldu. Zimmilere ait birtakım güvenceleri kaybederlerken, millet-i hakimenin ayrıcalıklarından yararlanmaları nesiller boyu engellendi.
Elbette yerli halk din değiştirerek sömürüden (nispeten) kurtulmanın, egemen zümrenin rantından ve kibrinden (nispeten) faydalanmanın yollarını aradı; bazen buldu. Bulduktan hemen sonra da geçmişini unutturmanın ve evlatlarını o geçmişten korumanın peşine düştü. Anadolu’nun etnik tarihi, o uğurda söylenen yalanların tarihidir. Kıpçak’ın ne olduğundan habersiz birtakım garibanlar o yüzden “Atalarımız Kıpçak Türküydü” diye hançerelerini yırtarlar; o yüzden bir Rum dönmesiyle bir Kıbrıslı Roman çocuğu Türk ırkçılığının teorisini üretirler; o yüzden Isparta’nın Hıristiyanköy’ü, adının kadimden beri İslamköy olduğuna kendini inandırır. Ülkenin kendi tarihine ilişkin tüyler ürpertici cehaleti gerçekte sistematik ve akılcı bir tercihin ürünüdür. Türkiye, geçmişi silindiği ölçüde var olan bir ülkedir.
*
Sömürünün niteliği ve boyutu açısından İspanyol modeliyle Türk modeli arasında fark var mı, emin değilim. Zorbalık, gasp, fiziksel şiddet, fakirleşme hakkında bildiklerimiz aşağı yukarı aynıdır. Ülkelerin uzun vadeli ekonomik tükenişi yaklaşık aynı boyutlardadır. Ancak bir fark dikkati çeker. İspanyol modelinde sömürenle sömürülen aynı manevi cemaatin mensubudur. Dolayısıyla sömürüleni insan ve kardeş olarak gören ve dünyayı onun bakış açısıyla algılamayı deneyen sesler, az da olsa, her dönemde duyulur. Yukarıda andığımız Bernal Diaz ve Garcilaso de la Vega gibi, olayları iki yönlü görmeye çalışan “hümanist” yazarların tek bir benzerine, altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde rastlanmaz. Gerçek bir olaya dayanan Misyon filmindeki gibi, dinî prensip adına kendi devletine karşı sömürülenden yana tavır alan elit zümre mensubunun Osmanlı ve İslam tarihinde eşi yoktur. Osmanlının kafası net: İslam haktır; haraç ve cizye helaldir; gâvur pistir, mel’undur, “şımarırsa” tedip edilir. Cumhuriyet devrinde de bu anlayışın değiştiğine dair bir belirti göremiyoruz.
Latin Amerika’da beyaz adamın zulmüne dair işitmiş olduğunuz onca şey yalan mı? Yalan değil, ama onları işitmiş olmanız da tesadüf değil: çünkü Latin Amerika’da beyaz adamın egemenliğinin her aşamasında, o egemenliği eleştiren, belgeleyen, kınayan beyaz adamlar çıkmış. Meksika’da İspanyol zulmüne dair doğrudan veya kulaktan dolma ne biliyorsanız hepsi Bernal Diaz ile, ondan çok daha beter bir eleştiri yazan Dominiken rahibi Bartolomé de las Casas’a dayanır.
Osmanlı devletinde ise kepazelikten rahatsız olan, ya da rahatsızlığını dile getirecek vicdan ve cesarete sahip olan tek kimse çıkmadığından, bugün milyonlarca cahil genç modern çağların en zorba ve ahmak iki diktatörlüğünden birini bir çeşit Birleşmiş Milletler Barış Gücü zannetmeye devam eder.

Tuesday, April 17, 2018

Memleket bağrında yara izleri

Arapça ve Süryanice konuşan Süryani yerleşimleri
Coğrafyadaki yara izleri bazen tahmin edemeyeceğiniz kadar eskilere gider. Mesela şu haritayı alalım. Kırmızı hat bir dil sınırıdır. Hattın solunda Mardin Süryanileri oturur; Süryanice bilmezler, Arapça konuşurlar. Hattın sağındaki Midyat Süryanileri onlarla din kardeşi oldukları halde “Süryanice” adı verilen Turoyo lisanını konuşurlar, Arapça bilmezler. 2006’ydı yanılmıyorsam, Savur’un Kıllıth köyündeki kilisede bir Süryani düğününe misafir olduk. Oğlan tarafı yerli, yani Arabofon, kız tarafı Midyatlı olduğundan ortak dilleri yoktu, herkes Kürtçe anlaştı.
Mardin tarafı iyice tükenmeye yüz tuttuğundan bu seferki haritamız yeterince güçlü bir grafik imge sunmuyor. Şimdi sadece iki cılız nokta (Savur Kıllıth ve Bafava) gördüğümüz alanda 1960’lara dek yirmi otuz tane Süryani köyü vardı. Mardin şehir merkezi, Kabala ve Yeşilli kasabaları, Savur ve Mazıdağı’nda da önemli Süryani toplulukları vardı. Göçe zorlandılar veya asimile oldular.
Midyat tarafı 1990’lara dek nispeten daha iyi direndi. Sonra çift taraflı ağır baskıya dayanamayıp Almanya ve İsveç’e göçtüler. 2000’de Bülent Ecevit’in hayatta yaptığı az sayıda başarılı işten biri olan anlaşmayla bir bölümü geri döndü. Şimdi Midyat ve Nusaybin’de yirmiye yakın Süryani köyü var, Allahın sırtını döndüğü bir diyarda her biri bir küçük medeniyet vahası. Gerçekte 1915’e ve hatta 1960’lara dek o harita çok daha kalabalıktı. Nusaybin merkez kasabası ile İdil ve Dargeçit’in neredeyse tüm köyleri eski Süryani yerleşimidir.
Nedir o kırmızı çizgi? Sıkı durun: M 363 yılında Julianus’un İranlılara yenilgisiyle fiilen oluşan ve 387’de Theodosius zamanında anlaşmaya bağlanan Roma-İran sınırıdır. Nusaybin ve Midyat İran tarafında, Dara, Mardin ve Hısnıkeyfa Rum tarafındadır. İki yüz sene sınır öyle kalmış; sonra 590 civarında Bizans bir hamleyle doğuda Dicle’ye (yani Cizre’ye) kadar dayanmış, ama o fethin hayrını görmemiş. Kırk sene sonra Araplar gelip sınırı ortadan kaldırmışlar.
387 ve 591'de Rum-İran sınırı
Tam öyküsü nedir bilmiyorum. Midyat ve Mardin’de sorabileceğim muhteremler var, ama hapisten çıktığımdan beri arayıp hatırlarını sormadığım için mahcubum, şimdi sormaya yüzüm tutmadı. Tahmin yürüt derseniz, 387’den sonraki din kavgalarında Kayser’den kaçıp Şah’a sığınanlardır derim. Sonradan siyasi sınır ortadan kalksa da o yara dikiş tutmamıştır, zonklamaya devam etmiştir.
 *
Dicle’nin doğusu ayrı bir alemdir. O tarafta şimdi hiç Süryani yerleşimi kalmadı. Oysa yüz yıl önce tonla vardı, şimdi gidip gezerseniz beş köyün birinde eski kilise harabesini gösterirler. Cizre, Şırnak, Siirt ve Hakkari’de bildiğim kadarıyla Süryani Kadim mezhebine bağlı nüfus hiç yoktu. Uzak dağlarda yaşayanlar Nasturi, daha düzayak yerdekiler 16. yy’dan sonra Keldani adı verilen cemaattendi. Doğu Süryanicesi ya da “Asurice” denilen dili bilirler, ama daha çok Kürtçe ve Ermenice konuşurlardı. Hatta Pervari’nin Hertvin (Ekindüzü) köyünde sadece oraya özgü bir Hertvince lehçesi 1960’lara dek canlıydı. Şimdi İsveç’te o dili sürdürmeye çalışan birkaç yüz kişilik cemaat hala var diyorlar.
Dicle’nin batısı ile doğusu neden farklı diye sorarsanız gene tam cevabı bilmiyorum. Ama hiç kuşkum yok ki sebep siyasi bir sebeptir. Bir tarihte orada bir devlet sınırı vardır. Muhtemelen 590 küsur yılındaki Bizans-İran sınırı söz konusudur. Çünkü devletlerin var olduğu çağlarda insanlar gelişi güzel dağılmazlar. Bir devletle bozuştukları ya da onun zulmüne dayanamadıkları için oradan göçerler; başka bir devlete sığınırlar. Eğer o devletin belirli bir iskan politikası yoksa genellikle sınırın hemen arkasına yığılırlar. Bin sene sonra o sınır unutulduktan sonra da etnolojik haritada izi kalır.

Sunday, April 15, 2018

Küçük Anadolu bulmacaları

İki tane Derevenk var. Daha meşhur olanı Kayseri kentinin Doğu kenarında, Germir ile Tavlusun arasındaki güzel vadi. Dört bir ucu Rum ve Ermeni kiliseleriyle bezenmiş bir yer. Vadi içindeki Surp Sarkis Ermeni manastırı 12. yy’dan itibaren kaydedilmiş.[1] Vank “manastır” demektir, Türkçede umumiyetle Venk olur. Soru, baş tarafı Türkçe dere mi, yoksa Ermenice der “rabb, hazret, İsa”mı? Her ikisi de olabilir. Kaynaklar bilgi vermiyor.
Germir Kayseri merkezin 6 km kadar doğusunda tarihi bir şehir. Garmir, antik telaffuzda Karmir, Ermeni kaynaklarında 4. yy’dan bu yana “Kayseri kenti” anlamında kullanılır. Karmirk Կարմիրք “Kayseri ülkesi” yani Kapadokya demektir. Türkiye’de adı Germiri, Germüri, Garmiri, Germıranıs ve benzeri olan altı yedi yer var Elazığ, Dersim, Erzincan ve Kelkit taraflarında. Bunlar “Kapadokyalı” mı demek, garmir sözcüğünün Ermenicedeki diğer manasıyla “kızıl” mı demek, bilemiyoruz.
Öbür Derevenk Şereflikoçhisar ilçesi Yazısöğüt köyü. Esasen köyün değil yandaki dramatik görünümlü kel dağın adıymış. 39°04'06.73"K  33°37'38.78"D pozisyonunda kusursuz bir manastır yeri görüyoruz. Yerinde görmeye bile gerek yok: dağ başında ıssız bir çanak, su kaynağına yakın, korunaklı, uzaktan Kızılırmak’ı görüyor ama kendisi görünmüyor. Nitekim bu noktadan çıkıp aşağıda Derevenk köyünü besleyen derenin adı neymiş? “Gafur Deresi”. Külahıma anlat, Gâvur Deresi olduğu belli.
Bu köyün 2 km güneyinde Anadolu’nun saklı incilerinden biri, Parlasan. Köyün ortasındaki dev höyüğe dikkat: Erken Tunç çağından (yani MÖ 3000’lerden) beri önemli bir yer olduğu aşikar. Roma-Bizans devrinde adı Parnassós imiş, Yunanistan’daki Parnassós dağı ve Paris’teki Montparnasse ile adaş; Türkçesi sözcüğün akkusatif halinden Parnason veya Parnasun şeklini alır. Hititçe parna- “ev” demek diye birkaç yerde yazıyor, ama Şikago Üniversitesinin büyük Hititçe sözlüğünde (Volume P, 176) parna- “kilim gibi bir tür kumaş, perde, yaygı” diye açıklanmış. Vurgulu –ssós eki Anadolu, Girit ve Yunanistan’da antik-öncesi çağdan kalan elliye yakın yer adında mevcut; muhtemelen “yer, yurt, kasaba” gibi bir anlamı olmalı.
İşte bu Parnassos/Parlasan kasabasından gelip Got’lara, yani Almanlara esir düşen bir vatandaşın evladı olan Ulfila yahut Wulfila (“Küçük-kurt”) adlı şahıs sene 350 dolayında İncil’i ilk kez Got diline çevirmiş.[2] Bu mühim bir olay, çünkü elimizde Almanca ve benzeri Germanik dillerle ilgili en eski belge bu İncil çevirisi. Şöyle bir şey:
atta unsar þu in himinam, weihnai namo þein. qimai þiudinassus þeins. wairþai wilja þeins, swe in himina jah ana airþai.
Uğraşırsanız çözersiniz: Vater unser Du in Himmel, geheiligt Name dein, komme Justness dein, werde Wille dein, so in Himmel ja an Erde
Luther’e göre: Unser Vater in dem Himmel. Dein Name werde geheiligt. Dein Reich komme. Dein Wille geschehe auf Erden wie im Himmel.



[1] Drtad Arkebiskobos Balyan, Hay Vanorayk' [makaleler, 1883-1914], Eçmiadzin 2008.
[2] Parlasan bağlantısını Kayserili Philostorgius’un 430 tarihli Kilise Tarihi’nden öğreniyoruz. Şurada: Philostorgius Church History, ed. Philip R. Amidon (Atlanta 2007).

Saturday, April 14, 2018

Afedersiniz Ermeni şeyleri


Birinci harita Türkiye’de 1960-öncesi itibariyle Ermenice yer adları. İkinci harita 19. yüzyıl sonlarında Ermeni yerleşimleri.
Ermenice yer adları

19. yüzyıl sonunda Ermeni yerleşimleri

İkisi aynı şey değil. Bir yerin adı Ermenice olduğu halde nüfusu sonradan çeşitli sebeplerle gitmiş, ya da Ermeniliği terk etmiş olabilir. Buna karşılık özellikle Orta ve Batı Anadolu’da 17. yy’dan itibaren Ermenilerle iskan edilmiş olan yerlerin hemen hiç birinin Ermenice adı yok. Mesela Yozgat’ta benim tespit edebildiğim 26 Ermeni köyünün isimleri ta başından beri Armağan, Burunkışla, İğdeli, Karayakup, Menteşe, Sırçalıtekke, Şerefoğlu ve saire. Bu yerler Osmanlı idaresi altında iskan edilmişler. Daha önce orada köy var mıydı ve adı neydi bilmiyorum. Ama net görülüyor ki yer adları etnik yapıyı değil siyasi egemenliği yansıtır. Cumhuriyet dönemine özgü bir şey değil, kadim çağlardan beri böyle.
Birinci haritanın erken versiyonlarını geçmişte bir iki defa paylaşmıştım. Şık bir harita, çünkü MS 387 yılında Bizans ile İran arasında ikiye bölünen Armenia krallığı haritasının sınırlarına neredeyse bire bir intibak ediyor. Buyurun harita şurada: http://www.aquariustravel.am/history/#prettyPhoto[gallery]/0/ Demek ki 1600 küsur sene öncesinin siyasi haritası Türkiye topraklarında bugüne dek iz bırakmış.
O sınırın dışında Eğin-Arapkir, Sivas, Kayseri, Adana-Maraş-Hatay, Adıyaman civarındaki kümelenmeler 11. yy’da (Türklerin gelişinden hemen önce) Ermeni beylerinin batıya ve güneye doğru göçünün ürünüdür. Tokat’ı bilmiyorum. Daha batıdaki tek tük nokta aslında yanıltıcı. Birkaçında, aslı Türkçe olan adın Ermenilerce kullanılan çevirisini vermişim (mesela İzmit Bahçecik, babaannemlerin köyü, gayriresmi Ermenicesi Bardizag “bahçecik”). Birkaçı şahıs mülkünden türemiş yerler (Sarkis mezrası, Bedros çiftliği). Birkaçı şüpheli vaka, mesela Mersin Mut, Ermenice olabilir mi diye koca bir soru işaretiyle not etmişim. Doğrusunu isterseniz Adana-Samsun hattının batısında sağlam sayılabilecek Ermenice yer adı yok.
Çekirdek bölgeye dikkatle bakınca Erzurum güneyinde kocaman bir boşluk, Ağrı-Kars bölgesinde bir kelleşme görünüyor. Bilemediğim bir nedenle Erzurum’un Hınıs (+ Karayazı, Karaçoban) ilçesinde 16. yy’da Osmanlı tahriri yapılıp bütün yerlere Türkçe ad verilmiş. Çat ve Tekman ilçelerinde ise hemen tüm adlar Kürtçe. Belli ki bunlar da eski birer siyasi yara izi, ama öyküyü bilmiyorum. Ağrı, Kars ve Erzurum kuzeyinin Ermeni nüfusu 1828 Rus harbinde hemen tümüyle boşalmış; yerine epey yavaş bir süreçte Kürtler ve Türkler (Karapapak, Ahıska, Hemşinli) yerleşmiş. O diyarda Ermenice yer adlarının eksilmesi bu hadisenin sonucu mudur, yoksa kökü 16. yy’da bölge nüfusunu silip süpüren Osmanlı-İran harplerine mi gider, bilemedim.
*
İkinci harita "1895 veya 1915 arifesinde nüfusunun tümü veya çoğunluğu (Hıristiyan) Ermeni olan yerleşimler. Dolayısıyla mesela oradaki yüz noktaya bedel Ermeni nüfusu olan İstanbul, İzmit, Tekirdağ (hatta Erzurum ve Van) gibi metropoller gösterilmedi. 
Bilgiyi belli başlı üç kaynaktan derledim.
Eprigyan’ın 1902 tarihli Coğrafya Sözlüğü güvenilir ve detaylı bir eserdir, ancak yazık ki dört cildin ancak ikisi yayınlanmıştır. Bazı iller eksiktir.
Kevorkian ve Pabucciyan’ın 19. yüzyılda Osmanlı Ermenileri kitabı Türkçeye de çevrildi, harikulade bir çalışmadır, listelerdeki yerleri haritaya yerleştirmekte çok yardımı dokundu. Ama bazı illeri (mesela Diyarbakır, Dersim, Maraş) zayıftır; ayrıca çoğu yerde, Ermeni nüfus çoğunluk mudur, azınlık mıdır (yoksa hepsi iki hane midir) belirtmez.
Sovyet Ermeni Ansiklopedisi’nin köy listeleri çok kapsamlıdır, ancak iki problemden maluldür. Birincisi, Siirt, Hakkari, Batman gibi bazı illerde Ermenice konuşan (hatta Ermenice konuşmayan) Keldani ve Nasturi yerleşimleri “Ermeni” olarak gösterilmiştir. Adıyaman’ın Süryani köyleri, ve daha ilginci, Beşiri’nin tüm Ezidi köyleri “Ermeni” kontenjanına alınmıştır. Bu uygulamanın objektif bir dayanağı var mıdır ve varsa nedir, bilmiyorum. Kuşkulu bulduğum yerleri bu nedenle “kısmen Ermeni yerleşimi” diye işaretlemekle yetindim. İkincisi, listelerin hangi tarihteki durumu yansıttığı açıklanmamıştır. Dolayısıyla, 19. yüzyıl esnasında göçler, katliamlar ve toplu din değiştirmeler sonucu Ermeni nüfusunu kısmen veya tamamen kaybetmiş olan yerler dahi 20. yy başında “Ermeni yerleşimi” olarak görülmektedir. Bu durumu başka kaynaklardan doğrulayabildiğim durumlarda düzelttim; aksi halde yine “kısmen Ermeni yerleşimi” formülüne sığındım.
Anadolu’nun kendine has kültürel gelenekleri göz önüne alındığında, akla karayı ayırmanın bazen neredeyse imkansız olduğunu belirtmek isterim.