Wednesday, May 24, 2017

Distopyalardan bir demet

Art arda üç roman okudum. Cormack McCarthy, The Road, yıl 2006. Dave Eggers, The Circle, 2014. Michel Houellebecq, Soumission, o da 2014. Üçü de dehşetli birer distopya. Bilhassa mı seçmişim diye düşündüm. Yok, son yılların iyi romanları faslından rastgele sipariş etmişim. Belli ki dünyada distopya modası var. Medeniyetin sonu geldi, battık, bittik, mahvolduk nidaları dört yandan yükseliyor.
Felaketin kimliği değişken: McCarthy’de savaş sonrası ekolojik kataklizm, Eggers’te Google ve onun temsil ettiği dijital tahakküm, Houellebecq’te İslam. Ama altta yatan tema bir: Kapitalizmin, ya da modernizmin, tükenişi diyelim. Doğal kaynaklar ve insani ilişkiler kudurgan bir hırsla paraya çevrilmiştir. İnsan yaşamına anlam ve değer veren şeyler kaybedilmiştir. İnsanlar düşman bir dünyada yalnız ve çıplak kalmıştır. Acz içinde, başlarına geleceği beklemektedirler.
Karanlık bir tablo. Belki biraz abartılı. Ama yabana atılır bir argüman olmasa gerek.
*
MacCarthy üçünün en zayıfı. Fikir 2006’da belki yeniydi, ama o günden bu yana o kadar çok post-kıyamet filmi ve dizisi izledik ki sanırım biraz sıradanlaştı. Dünyanın başına ayrıntısını bilmediğimiz bir felaket gelmiştir. Şehirler ve bitki örtüsü yanmış, hayvanların nesli tükenmiş, milyarlarca balık leşi okyanus kıyılarına vurmuştur. Yeryüzü kara bir külle kaplıdır. Hava, soluk alınamayacak kadar kirli ve kasvetlidir. Sağ kalan az sayıda insan, korku ve yalnızlık içinde, yamyamlık ve ölü soyuculukla vakit geçirmektedir. Her şeyini kaybetmiş bir baba ile oğul, açlık, sefalet ve ölüm korkusu ile dolu uzun bir yürüyüşle deniz kıyısına varmaya çalışırlar. Onları hayatta tutan şey umut ve sevgidir. Nihayet ulaştıkları deniz leş kokulu ölü bir sahil de olsa, yürüdükleri yolun kendisi yaşamlarının gerçek ve mutlak anlamıdır.
Klasik dini referanslardan arındırılmış bir tür Amerikan post-protestantizmi sanırım. Seveceksin. Affedeceksin. Umudunu yitirmeyeceksin. Sevdiğin insan için (pardon: erkek evladın için) yaşamını feda etmeye hazırsan yaşamı hak edersin.
Haklı mı? Haklı. Seveceksin. Affedeceksin. Umudunu yitirmeyeceksin. Evladın için yaşamını feda etmeye hazırsan yaşamı hak edersin. 
Asıl marifet bunları klişeye düşmeden anlatabilmek. Teksaslı yazarımız orada tekliyor. Modern Amerikan yaşamının kültürel dekorundan arındırılmış bir tür yabani brutalizmi seçince belki klişeden kurtulacağını, hakikatin yalın haline ulaşacağını sanıyor. İlk başından beri Amerikan edebiyatının –- ve Hollywood sinemasının –- en bayat klişesinin tam da bu olduğu gerçeğini göz ardı ediyor.
*
Eggers’inki çağdaş bir Orwell uyarlaması. Kaliforniya’nın kör taşrasında manasız bir işte çalışan Rachel, Silicon Valley’e benzeyen bir yerde, Google veya Apple’a benzeyen bir firmada iş bulur. Oradaki yaratıcılığa, zekâya, uçarılığa, insancıllığa, özgüvene, sınırsızımsı özgürlüğe hayran olur. Üniversiteyi yeni bitirmiş yetenekli bir genç kadın için cennet burasıdır. Madalyonun öbür yüzü yavaş yavaş kendini gösterir. Özel hayat iptal edilmiştir. Networkleşen yaşamlarda birey, kitlesel akıl karşısında yalnız ve acizdir. Networkün sahipleri, kavuştukları olağanüstü gücü para ve iktidar hırsına alet etmişlerdir –- alet etmişler demeyelim, haksızlık olur, iktidarın mantığına kaçınılmaz olarak teslim olmuşlardır. Rachel bir iki direnir, beyhude olduğunu anlar, teslim olur. En yakınlarını satarak yükselir.
Zevkle okunan bir roman. Dili kıvrak ve kaslı; bazı temaları geliştiremeden bıraksa da, kurgusu sürükleyici. Entelektüel derinlik zayıf, sonuç olarak San Francisco’dayız. Kültürel referans Hollywood filmleri, bilemedin college müfredatından akılda kalan üç beş isim (Sokrates, Shakespeare, Nietzsche). Ama Eggers zeki biri, ironi duygusu gelişkin, bariz bayağılıklara düşmeyecek kadar edebiyata aşina. Muhalifliği insana iyi gelen cinsten. Okunmalı.
*
Asıl sürpriz Houellebecq. Hatırlarsınız, bu zat Charlie Hebdo’nun saldırıya uğradığı hafta kafasında bir huniyle kapaktaydı. Huniyi görünce insan ister istemez önyargılı oluyor, bir medya soytarısı bekliyor. Değilmiş. Sansasyonu araç olarak kullanan, ciddi ve derin bir roman çıktı karşıma.
Fransa’da 2022 seçimlerini sol partilerle ittifak kuran İslamcılar kazanır. Karizmatik ve iş bitirici Muhammed ben Abbes başkan seçilir. İslamcılar kilit bakanlıkların çoğunu koalisyon ortaklarına bırakmayı kabul eder, ancak eğitimde ısrarcı olurlar. Laik devlet okulları kapatılır. Körfez sermayesi kesenin ağzını açınca kısa sürede son derece başarılı İslami okullar ağı kurulur. Sorbonne Üniversitesi kapatılır ve İslami Sorbonne adıyla yeniden kurulur. Etekler uzar, başörtüsü zorunlu olmasa da norm haline gelir. Şer’i hukuk gereği Müslüman olmayanların (Katolik cemaat okulları dışında) ders vermesi yasaklanır. Fransız inteligensiyası durumu önce kibir ve küçümseme ile karşılar. Sonra yavaş yavaş çağa boyun eğer. Kelime-i şahadet getirip yüksek maaşla üniversitedeki kürsülerine dönenlerin sayısı artar. Eskiden kız öğrencileriyle kaçak aşk yaşayanlar, ikinci ve üçüncü eşlerine kavuştukça İslamiyete olan inanç ve sevgileri pekişir. Kısa bir müzakere süreci sonunda önce Tunus, ardından Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye Avrupa Birliğine katılırlar.
Romana asıl derinliğini veren boyut başka. Kahramanımız, Huysmann uzmanı bir edebiyat profesörüdür. Joris Huysmann önceleri Emile Zola’nın müridi ve liberal modernizmin önde gelen bir sözcüsüyken dönüşüm geçirmiş, dini keşfetmiş, 20. yy başlarında sağ-Katolik reaksiyonun bir çeşit Necip Fazıl’ı ya da Nurettin Topçu’su haline gelmiştir. Kahramanımız Huysmann’ın yaşamındaki belli başlı mekânları ziyaret eder. Çeşitli boyutlarıyla modern toplumun manevi tükenişini tartışır. Yahudi olan genç öğrenci sevgilisinin Fransa’da yükselen antisemitizm karşısında ailesiyle İsrail’e göçmeye karar verip orada yeni bir idealizmle tanışmasını buruk bir kıskançlıkla izler. Sonunda kaçınılmaz adımı atar, hak dinine döner.
Yani mesele İslam değildir, modern toplumdur. Fransız entelektüeli yüz yıldan beri bu probleme çarpmakta ve kaçmaktan başka çözüm bulamamaktadır.
*
Bunlarla aynı günlerde okuduğum öbür kitap bu vurguları kafamda daha şiddetlendirdi sanırım. Charles EisensteinSacred Economics [teşekkürler Elif]. Yok, bu yaştan sonra dünya görüşümü baştan kuracak değilim. Ama gene de temel soruları ara sıra baştan sormakta yarar var.
Özel mülkiyet ve para ekonomisi insanları zenginleştirmedi, feci bir şekilde fakirleştirdi diyor Eisenstein. Doğal kaynakların ve kültürel varlıkların metalaşması sahip olunan şeyin artması değildir, öteki’nin dışlanmasıdır. Başkasının yararlanma haklarına set çekmektir. Özel mülkü tanımlayan işaret “Girilmez” levhasıdır. Bir toplumda para ekonomisinin yaygınlaşmasının net sonucu, gitgide artan sayıda insanın, gitgide kapsamı büyüyen alanlardan kapı dışarı edilmesidir. Ekonomik kalkınma diye tanımladıkları şey, bir fakirleşme sürecinin adıdır. İnsanların parasal geliri artmakta, buna karşılık parasız yararlanabilecekleri değerlerin (çayır, çimen, boş vakit, av, masalcı dede, çocuk bakıcısı komşu, arka bahçedeki keçi, akrabalık ve yardımlaşma ağları) kapsamı daralmakta, insanlar gitgide daha muhtaç ve çaresiz hale gelmektedir.
O çaresizlik hissi midir insanları “yandık, bittik, medeniyet batıyor, elimizden bir şey gelmez” duygusuna sevk eden, ister istemez akla gelen soru bu.
Eisenstein ayrıca faiz ekonomisinin sürdürülemez bir fasit daire olduğunu savunuyor, yüksek enflasyon ve eksi faize dayalı yeni bir para sistemi öneriyor. Fikirler ilginç, ama var olan sistemin neden yüzlerce yıldan beri insanlara bu kadar cazip geldiğini açıklamaya teşebbüs etmedikçe son tahlilde fantezi olmaktan ileri geçebilecekleri şüpheli.
Dipnot: McCarthy'nin kitabı 2011'de Türkçe'ye Yol diye, Eggers ise 2017'de Çember olarak çevrilmiş.   


8 yorum:

  1. Kitabının bilmem ama "the Road"ın film versiyonu gayet güzeldi.
    Yanıtla
  2. MacCarthy romanından uyarlanan filmin ismi de The Road. Bence en iyi apokaliptik filmlerden birisi. Özel mülkiyet konusuna gelince, o kitap hakkında bilgim yok fakat genel internette gördüğüm serzenişlere göre yazıyorum. İnsanları rahatsız eden asıl konular, şehirleşme ve beraberindeki aşırı bireyselleşme. Fakat bu insanlar kaçma şansına, bir köye yerleşip orada tavuklarla zaman geçirme fırsatına sahipler. Liberal Kapitalizmin en ağır olduğu toplumlarda dahi insanların bu şansı var ve insanlara tercih özgürlüğü sunan güzelliği zaten burada. Sistemin dışına istediğinde çıkabiliyorsun. Hem insanların ekstra konfor arttırmak için birbirini yediği şehirlerin insana zevk veren imkanlarından faydalanmak, özgür girişimler sonucu ortaya çıkmış teknolojilerden faydalanmak, hem de taze tavuk yumurtası yemek isteği ve bu durum nedeniyle yaşadıkları içsel çelişki ve düştükleri bunalım dışarı yansıyor. Kaçıp yerleşme özgürlüğünü ellerinden kimse almıyor. Eğer iddia ettikleri gibi basit yaşama razılarsa, kimse onlara zorla plazalarda çalışın, metalaşmanın yüksek olduğu şehirlerde yaşayın, kalabalığa entegre olun demiyor.
    Yanıtla

    Yanıtlar



    1. Bu argümanın kısa devre yaratan yanlış varsayımı şu: insanın toplumdan izole kalmayı tercih etmesi, kendinden bir şey eksiltmez. Eğer öyle olsa, dediğiniz gibi kendimi bir köye atıp koyun otlatarak mutlu olmayı deneyebilirim. Ancak gerçek öyle değil. İnsanı tercih adı altında toplumsallıktan kopmaya zorlamak, insan olmaya ilişkin en önemli hakkını elinden almaktır; o da, insanın ailesi, akrabaları, arkadaşları ve nihayetinde tüm insanlık olarak sürdürülebilir ortak mutlu bir gelecek inşa etme hakkıdır. Diğer insanların ne yaptığı beni ilgilendirir çünkü benim yerim koyunların arası değil. İnsan toplumunun geleceği beni ilgilendirir çünkü çocuklarımın çocukları bu gelecekte yaşayacaklar. Çiftçilik yaparak belki kendimi kurtarabilirim ama çiftçi olarak büyüteceğim çocuklarımın sefalete düşüp açlıktan ölmemelerini liberal kapitalizm altında garanti edebilir miyim?

      Dolyısıyla sistem içinde kalmayı ve dışına çıkmayı bir tercih meselesi gibi sunmak, meseleyi acayip ölçüde karikatürleştirmek, belli bir ısrar eşiğinden sonra da kötü niyetli. "Ya sev ya terket" ne kadar bayağı bir slogansa bu da öyle.

  3. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
    Yanıtla
  4. Merhaba, yazarın ismi Dave Eggers olacak..
    Yanıtla
  5. Hocam hayırdır... yorumları artık yayınlamıyor musunuz, nedir yeni vaziyet?
    Yanıtla
  6. güdümlü nostalji bunlar. 1950, 1960, 1970... ötesini kabullenemediler. soldan medet kesilince islamafobi, homofobi falan filan laflarıyla bir alan açtılar kendilerine öyle oyalandılar. bir kriz var doğru yine de ilaç rasyonel düşüncenin, kapitalizminin doktrinlerinden çıkacak. aksini düşünmek hakikatin inkarı olur.
    Yanıtla
  7. Tam bu noktada birşey eklemek lazim, dislama denilen olgu "piyasa mekanizmasi"araciligiyla yaratilir kisaca "para" ile,ornegin bir malı sadece zenginler alsın istiyorsanız çok yüksek fiyatlara satarsınız mali alan zengin kişi aldığı mal "beş para" etmese bile fakir çoğunluğu dışlamış olmanin hazzını satın almaktan mutludur.Bu noktadan bakinca "Kapitalizmin" ve "insan egosunun" gelismesi/büyümesi birbirine besleyen durumlardir. Belkide mulkiyeti kaldirmak,yani hayatı paranin alım gücünün ötesinde kurgulamak lazim. Fakirlestigimiz kesinlikle dogrudur,en büyük değer para olarak tanimlandigi surece böyle olmaya da devam edecektir.Ayrica günümüz dünyasında olduğu gibi insana ve dogaya ait herşey fiyati olan bir metaya,ve bir fetiş unsuruna donusmekten kurtulamayacaktir.
    Yanıtla

No comments:

Post a Comment