Bir
arkadaş Amerika’da neden sosyal demokrat parti yok, neden Amerikalılar
sola “liberal” diyorlar, bizim liberal dediğimiz onların libertaryeni mi
diye soruları sıralamış. Cevap yazdım.
Avrupa’da sosyal demokrasi
ve/veya sosyalizmin maddi temeli sendikal harekettir. 1870-80’lerde
doğdu, 1980’lere dek Avrupa siyasetinin en güçlü aktörlerinden biri
oldu. Sendikalar çöktüğünden bu yana sol partiler bence uzatmaları
oynuyorlar. Gerçek bir varlık nedenleri kalmadı. Bürokratik-liberal
düzenin biraz daha şehirli, biraz daha din-dışı varyantının temsilcisi
oldular.
ABD’de sendikalar hiçbir zaman siyasi düzenin belirleyici bir
parçası olmadılar. Neden? İki şey geliyor aklıma. Bir, Avrupa
proletaryasının, köklü köylülüğe dayanan bir sınıfsal kimliği/geleneği
vardı. Kendilerini ayrı bir kültür, ayrı bir zümre, ayrı bir aksan, ayrı
mahalle, ayrı aile yapısı gibi unsurlarla tanımlayabiliyorlardı. ABD’de
hiçbir zaman gerçek bir sınıf olmadılar. Olsa olsa ayrı etnik
kökenlerle tanımladılar (İrlandalılar, Yahudiler, Zenciler, Hispanikler
vb. ).
İkincisi, tabii, acımasızca uygulanan devlet şiddetidir.
1920-30’larda sendikal hareketler kanla bastırıldı. 1950’lerde sol ve
sosyalizm üzerinde muazzam bir siyasi terör yaratıldı. New York’un
Baltimore’un, Boston’un köklü sosyalist örgütlenmeleri vardı. Ama ulusal
düzeyde asla örgütlenemediler, marjinal kaldılar. Bundan dolayı ABD’de
“sol” ve sendikal hareket, 1930’lardan itibaren, ancak Demokrat Parti
yoluyla siyasi temsil imkânı bulabildi. “Liberal” kisvesi altında
siyaset yapabildi. Sonucunu görüyorsun. Avrupa’da Liberal siyaset 1918
sonrasında izi kalmamasına çöktü; oysa ABD’de hâlâ (en azından ismen)
siyasi söylemin iki ana kanadından biri olmaya devam ediyor. Keza Kanada
ve Avustralya’da.
İngiliz liberalizminin öteden beri birbiriyle
bağlantılı iki platformu vardı. Biri serbest ticaretti, yani tacir ve
yatırımcı sınıfının mümkün mertebe devlet müdahalesinden muaf olması.
Öbürü dini taassuba itirazdı, ki buna 19. yy sonlarında milli
taassuplara karşı olmak da eklendi. Seçmen nezdinde asıl ağırlığı olan
bu ikincisiydi. İnsanlar kiliseyi talep ettikleri için, “ezilen”
halklara (özellikle İrlandalılara, daha sonra tüm dünya mazlumlarına,
mesela Türk esareti altındaki Yunanlılar, Bulgarlara vb.) sempati
duydukları için Liberal partilere yandaş oldular.
(Parantez, Mario
Vargas Llosa’nın Dünyanın Son Ucundaki Savaş adlı şahane bir romanı var,
Türkçeye çevrilmedi sanırım. Orada din-karşıtı bir tipik 19. yy sonu
liberalinin, Brezilya’da ezilen halk hareketi olarak başlayan bir dini
ayaklanma karşısında büyük bir düşünsel açmaza düşmesini ve sonuçta
ayaklanmacılara katılmasını anlatır. Klasik Liberal düşüncenin temel
paradoksunu izlemek açısından öğretici bir eserdir.)
Bugünkü Amerikan
Liberalizmi bu ikinci boyutu, yani dini taassuba ve milli zorbalıklara
karşı olma tavrını ön plana çıkarmıştır; bu sayede bütün dünyada Liberal
siyasi akımlar çökerken ayakta kalmayı başarmıştır. Az önce dediğim,
sol/sosyalist hareketin Liberal/Demokrat cepheye iltihakı da bu
dönüşümde rol oynadı elbette.
Liberalizmin birinci platformunu öne
çıkarmakta ısrarcı olanlara ABD’de, senin de belirttiğin gibi,
Libertarian adı veriliyor. Marjinal bir harekettir. Dünyanın hiçbir
yerinde “piyasalar serbest olsun, devlet ticarete karışmasın” platformu
üzerinden yüzde birin üstünde oy alan siyasi hareket görülmemiştir;
bundan sonra görüleceğini de sanmıyorum.
Libertaryenizmin heyhey günleri
1980’lerdi, Reagan, Thatcher, Milton Friedman, Chicago ekolü vb.
1945’ten veya 1932’den bu yana süren sosyalizan politikaların Batı
dünyasını ekonomik ve sosyal çöküntüye sürüklediğini (haklı olarak)
gördüler ve karşı uca savruldular. Ancak vaatleri tutmadı; aksine daha
beter bir çöküşe doğru hızla yol alındığı anlaşıldı. En önemlisi,
serbest piyasa ekonomisi ile bürokratik tahakküm arasında yapısal bir
simbiyoz olduğu milletin kafasına dank etmeye başladı. Piyasa
ilişkilerini yaygınlaştırdıkça, onları regüle edecek ve polis rolü
oynayacak devasa ve gitgide kontrolden çıkan bir kamu bürokrasisi
oluşturmak gerekiyor. Ve nitekim Thatcher-Reagen reformlarının net
sonucu (keza Türkiye’de Özal çağının sonucu) daha önce eşi benzeri
görülmemiş bir bürokratik yapının kanser gibi büyümesi oldu. Korkarım ki
bu hakikat daha iyi anlaşıldıkça Libertaryen düşünce, zaten sınırlı
olan kamu desteğini büsbütün yitirmek zorunda kalacak.
Bütün dünyada
neredeyse devrim boyutları kazanan bir kolektivist, organikçi, doğacı,
anti-kapitalist hareket var ve tahmin ediyorum ki yakın gelecekte
dinecek veya sinecek bir şey değil.
Bilmem sorularına cevap verebildin
mi?
Bütün dünyada neredeyse devrim boyutları kazanan bir kolektivist, organikçi, doğacı, anti-kapitalist hareket var, dediniz burada kastedilen şu an güçlenen sağcı, milliyetçi popülistler mi yoksa anti-austerity topluluğu mu (hani bernie sanders,corbyn,podemos falan) yoksa genel olarak popülistler mi? Çünkü ikinci gruptaki solcuları kastettiyseniz bana göre ölmüş bir ideolojiyi, konsensusu diriltemeye çalışmaktan başka bir şey yapmıyorlar ve dediğiniz gibi uzatmaları oynuyorlar. Bu arada şu yeni sağ pegida konusunda da sosyalistlerin çelişkisi konusundaki en son yorumu yapan kişiyim ve orada bahsettiğim olayların bireyciliğe bizi yönelttiğini düşündüğüm gibi şu anda insanların bireyciliğe doğru yol aldığını düşünüyorum.
ReplyDelete