25 Martta Foça Açık Cezaevine geçtim. Öncekilere oranla burası cennet bahçesi gibi bir yer. Daha doğrusu vasati Türk devlet memurunun hayalindeki cennet tatil köyü: çay bahçesi, kırık süs havuzu, güllü bordür, temiz hava, dağlar, uzakta deniz, çevrede yedi yüz tane sohbete hazır işsiz güçsüz adam. Daha ona tam adapte olamadan bir hafta izin kullandım; bir buçuk yıldan beri ilk kez dış dünyayla temasım oldu. Unuttuklarımı biraz olsun hatırladım.
Şimdi gene kürkçü dükkanındayım. Galiba bilgisayarım olacak, Çarli’nin emektar meleklerine daha az iş yükü düşecek. Ama bilgisayar beklentisi doğunca kötü bir şey oldu. Binbir zahmetle geliştirdiğim tükenmez kalemle yazı yazma yeteneğimi pat diye kaybettim. Şimdi aklıma bir yazı fikri gelirse kalemi ele almaya feci üşeniyorum, “dur, bilgisayar gelsin yazarız” moduna geçiyorum. Yaklaşık yüz tane yazı o yoldan embriyon halindeyken öldüler.
Arada çok kitap okudum. Az yazınca çok okunuyor. Houellebecq’in Soumission’u (“Teslimiyet” diye çevrildi galiba), Dave Eggert’in The Circle’ı, Cormac MacCarthy’nin The Road’ı roman faslından. Sonra Charles Eisenstein Sacred Economics (akıl sarsıcı ama nihai olarak fantezi), David Graber An Utopia of Rules (bürokratik egemenliğe dair parıltılı bir çalışma), Rashdall The Universities of Europe in the Middle Ages (anıtsal; bunu ayrıntılı yazacağım, sabredin), J.J. Norwich The Popes (papalığın tarihi, potboiler), Alastair Bonnett Off the Map (haritalarda yer almayan yerlere dair bir kitap; fikir ilginç, uygulama tıraş), bir de Cyprian Broodbank The Mediterranean from the Origins to the Down of the Classical Age, Akdeniz havzası arkeolojisindeki en son her şeyi harmanlayan külliyatlı bir eser.
Hepsini birer birer yazacağım, söz. Şu bilgisayar gelsin…
Hepsini birer birer yazacağım, söz. Şu bilgisayar gelsin…
No comments:
Post a Comment