Tuesday, November 24, 2020

Şecaat arzederken merd-i Kıpti çapul hayalini söyler

1945’ten sonra kurulan dünya düzeninin temel ilkesi ülkelerin var olan sınırlarıyla yetinmesidir. Hitler’i Yahudileri kesti diye tepelemediler; Avusturya’ya, Çekoslovakya’ya, Polonya’ya tecavüz ettiği için tepelediler. Aynı şey bir daha olmasın diye Birleşmiş Milletler’e katılan bütün ülkelere yemin ettirdiler ki komşumun toprağıma, malına, ırzına billahi tecavüz etmeyeceğim; az olsun benim olsun, komşum da benim yerime sulanmasın. Türkiye de, eli mahkum, kabul etti öyle bir şey.

Bu yüzden, nispeten haklı sayılabilecek küçük ilhaklar bile uluslararası sistemce şiddetle kınandı ve asla meşrulaştırılmadı. Bkz. Kuzey Kıbrıs, Dağlık Karabağ, vs. Meşru sayılan sınır değişimlerinin tümü ayrılma/bölünme yoluyla oldu, fetih ve gasp değil. Bkz. Yugoslavya, Sovyetler, Çekoslovakya, Sudan, vs.

ABD sistemin polis gücü olarak tayin edildi, yahut kendine o rolü biçti. Tecavüze kalkışan karşısında Sam Amca’yı bulur dendi. Amerika’nın 2001 yılına kadarki askeri girişimlerinin tümü, en azından hukuki düzeyde, başka bir ülkenin saha büyütme girişimini önlemeye yöneliktir. Kore öyledir, Vietnam da, birinci Irak savaşı da. ABD’nin bir uluslararası saldırıyı önleme bahanesi olmadan, “iç yönetimi hoşuma gitmiyor” deyip ona buna çökmeye başlaması 2001’den sonradır. Hatta o zaman bile gözlerine kestirdikleri ülkeye “terörizm saçıyor, nükleer silah yapacak saldıracak” gibi kılıflar giydirmeye özen gösterdiler, meşru düzenin muhafızı görüntüsünü korumaya önem verdiler. Ama sonuç olarak ABD’nin Afganistan, Irak ve Libya müdahaleleri uluslararası sistemin çivisini çıkaran dönüm noktalarıdır.

Rusya’yı başka zaman konuşuruz. Çin’in Taiwan ve Hong Kong maceralarını da şimdilik bir yana bırakalım isterseniz. Halihazırda ABD örneğinden cesaret alarak bin yıllık fetih ve çapul geleneğine canla başla geri dönmüş bir tek ülke var dünyada. İpucu vereyim: “108 yıl önce terk ettiğimiz, 1945’te antlaşmayla her türlü hakkımızdan feragat ettiğimiz adalar bizimdir.” “Atalarımız Balkanlarda at oynatmıştı, bizim de hakkımız vardır.” “Irak’ta teröristler üs kurmuş, demek ki işgal edebiliriz.” “Suriye’nin ırzına geçeriz, olmadı kenarından değdiririz.” “Libya’nın tümü olmasa yarısı bizimdir, adamımızı koyarız.” “Erivan’ı 48 saatte alırız.” “Türki cumhuriyetler tek millettir, tek devlet olması en büyük arzumuz.”

Yeni Şafak gazetesinde yazan bir tane fanatik manyakla başladı bu lağım taşması. Onun etrafında biriken beş on tane dünyadan habersiz, Battal Gazi masallarıyla yetişmiş kara cahil taşra hocasıyla büyüdü, ülkeyi sardı, önüne geçilmesi zor bir afete dönüştü. Bugün Türkiye, etrafındaki ülkelerin her biri için hayati tehlikedir. Yalnız onlar için değil, dünya barışı için – ABD ve Çin’in ardından – en büyük tehdittir. ABD ile Çin bir şekilde mantıklı bir dehşet dengesi kurabilirler belki. Türkiye gibi cahil manyakların ele geçirdiği had tanımaz bir ülkenin neler yapabileceğini ise kimse kestiremez. Engellenmesi sanırım şu aşamada uluslararası toplumun en acil görevidir.

*

Komşulara tecavüzün ulusal bir ideal olarak yüceltilmesi Türk devletinin öteden beri genlerine işlemiş bir hastalıktı. 1683’te nüksetti; ezdiler. 1774’te nüksetti; ezdiler. 20. yy başında nüksetti; ezdiler.  Şimdi, yüz yıllık bir durgunluk döneminin ardından yine nüksetmiş görünüyor.

19. yy sonları ile 20. yy başında saldırganlığın yönü değişmiş, Bakü petrolleri üzerinden Orta Asya’ya göz dikilmişti. Rusya çökertilecek, sancağımız Çin Seddine dikilecek! Rusya buna elbette tepkisiz kalamazdı. Turan yolu üzerindeki başlıca darboğazı elinden geldiğince tahkim etti. 1908’de ve tekrar 1946’da İran çözülmeye yüz tuttuğunda Kuzey İran’ı olası bir Türk girişimine karşı pekiştirdi. Daha önemlisi, Osmanlı ile Bakü petrolleri arasındaki yolun en dağlık düğümünde bir Ermeni devleti yarattı. O devletçik orada olduğu sürece Turan, hayaldir.

Yarattı diyorum, evet. Ermenistan Cumhuriyeti bir Rus eseridir. Asıl Ermenistan, biliyorsunuz, orası değildir; Erzurum ve Van’dır.  Bin sene önce tarihe karışmış bir ülkedir. 1800’lerin sonuna gelindiğinde Ermeniler Fırat’tan Bakü’ye kadar olan her yere %20 ila %30 oranında dağılmış bir azınlıktı. O azınlığın bir kısmını bir yere toplayıp çoğunluk yaratma işini Ruslar tasarladılar ve uyguladılar. Ermenilere de sanırım bir tek şart koştular: Türklerle yatağa girmeyeceksiniz, gerisi çok mühim değil.

Ermeniler için hayırlı bir şeydi. Çakallarla dolu bir dünyada insanın küçük de olsa, pek çok şeyi işlemez de olsa, “benim” diyebileceği bir yurdunun olması güzel. Bunun için Ermeniler Rusya’ya minnettardır. Ama daha önemlisi insanlık minnettardır, ya da öyle olması gerekir. Türk yayılmacılığının önüne çekilmiş bir settir. Türkiye’nin oradan bir açık kapı bulup Azerbaycan’a ve Asya’ya sarkması tüm dünya için tehlikedir. 20. yy başında öyleydi. 1945’ten sonra büsbütün öyleydi. Bugün de öyledir. Önlenmesi, tüm dünya için bir nimettir. İran için öyledir, Rusya için öyledir. Dolaylı olarak Ortadoğu için, Avrupa için öyledir. Aslına bakarsan Türkiye halkı için de nimettir. Selam olsun tecavüzcünün yoluna taş koyanlara.

*

‘Bak işte, Ermeni de itiraf etti’ diye ağzı kulaklarına varan çakalların bilmeden itiraf ettiği şey, ruhlarına çökmüş olan tecavüz hırsıdır. Marifet söylerken hırsızlığını itiraf eden merd-i Kıpti gibi, milli hayallerini açık ediyorlar: Fetih, istila, sınır tecavüzü! Şanlı ataları gibi, elde pala, ülkeler zaptetme! Ermeni itiraf etmiş. Neyi etmiş? Bunu önlemek için devlet kurmuşlar!

Kavramıyorlar ve kavrayamazlar ki, hayalini kurdukları şey insanlığa karşı suçtur. Şerefsizliktir. Onların sapık emellerine set çekmek için “Ermeni yazarın da itiraf ettiği üzere” yol üstüne karakol kuranlar ise, utanacak ve ‘itiraf edecek’ değil, tüm insanlık adına onur duyacak bir iş yapmaktadır.

Ha, deseniz ki Yeni Akit kim, onur kim... ne anlar eşek hoşaftan... Tabii, haklısınız. Adres yanlış.


Tecavüzcü Coşkun konuşuyor:
"Komşunun kızına gidiyordum, kapıma karakol kurmuşlar"



Sunday, November 22, 2020

Osmanlı tarihi, özet

Osmanlı feodal miydi?

Feodal demek “bir üste itaat şartıyla bir hanedana yerel yönetim yetkisi vermek” demektir. Açın sözlüğü bakın. Temel özelliği güçlü yetkilerle donatılmış, zırt pırt görevden alamayacağın yerel bey, ağa, şef, uçbeyi, derebeyi, dük ve kontların bolluğudur. Osmanlı, en azından güçlü olduğu devirlerde, bu sistemin tam zıddıydı. Osmanlı sisteminin anafikri feodalizme fırsat vermemek, görüldüğü yerde başını ezmekti. Osmanlıdan önceki devirde Anadolu ve Rumeli’de bir çeşit feodalizm vardı. Osmanlı devleti 18. yy’da yatalak olduğunda da, hukuki bir zemine bir türlü oturamasa da, Osmanlı topraklarında şiddetli feodalizm eğilimleri belirdi. Fazla güçlenemeden hakkından geldiler.

Anadolu ve Ortadoğu’da yerel bey, ağa, şef, emir ve uçbeylerinin cirit attığı 13.-15. yy aralığı muazzam bir kalkınma ve kültürel çiçeklenme çağıdır. Yüzlerce kasaba ve şehir o dönemde kurulmuş ve bugüne dek ayakta duran umran ve sanat eserleriyle donatılmıştır. Beylerin gene palazlandığı 18. yy gerçi ekonomik açıdan bir çöküş çağıdır, ama taşra halkının özgürlüğü ve mutluluğu açısından, Osmanlı’nın şaşaa döneminden daha mı iyidir, daha mı kötüdür, araştırmak lazım.

Osmanlı ümmet toplumu muydu?

Ümmet ne demektir bilen var mı? “Dini yasaklara uymayanlara değnek vururlardı” dışında bir anlamını söyleyebilene rastladınız mı? Ben rastlamadım.

Arapça sözcük umm (“ana”) kökünden gelir, “ortak kökten gelenler” anlamında frenkçe nation kelimesinin bire bir karşılığıdır. Lakin İslam kültüründe ‘islam ümmeti’ kavramı ek bir anlam kazanmış, Yunanca oikoumênê eşdeğeri olarak kullanılmıştır. Yani “ortak ve evrensel medeniyet normlarına uyan alemin tümü, medeni dünya”. Batıdaki eşdeğeri önceleri Christendom (“Hıristiyan alemi”) idi, 18. yy’dan itibaren civilisation (“medenî dünya”) oldu, daha sonra ‘Batı dünyası’ diye adlandırıldı. Şimdi artık bir adı yok, söylemesi dahi ayıp sayılıyor.

Osmanlı ‘ümmet toplumu’ olmaktan çıkıp millet toplumu olunca ne oldu? Bir kere – köhnemiş ve çağa ayak uyduramayarak yenilmiş de olsa – bir medeniyet vizyonu vardı, o kalktı. Yerine ‘Ortaasya’dan at sırtında gelen biz’ ve ‘düşmanlar’ geldi. O medeniyet vizyonu altında iyi kötü bir arada yaşamayı başaran milletler vardı. ‘Olur mu böyle rezalet, her milletin kendi devleti olacak’ dendi, erken kalkıp komşusunu doğrayan kazandı. Çağdaşlaşılmış oldu.

Osmanlı’da gayrimüslimler paşa olur muydu?

Osmanlı’nın düşkünlük çağından söz etmiyorsak eğer, elbette olamazdı. 1299-1856 arasında bir tane bile gayrimüslim paşa, vezir, komutan, kapudan-ı derya, beylerbeyi, sancakbeyi vs. yoktur. Aksi düşünülemez, çünkü İslam hukukunda gayrimüslim biri müslime emredemez, kılıç taşıyamaz, ata binemez (ancak hasta ve yaşlıysa bacaklarını birleştirerek yanlamasına binebilir), egemenlik simgeleri ibraz edemez. Yasaya aykırıdır. Yani padişah ‘ben yaptım oldu’ dese dahi kanundışı olur, uygulanamaz.

Normal miydi bu durum? Batı Avrupa ile kıyaslarsan normaldi. Avrupa’da da 19. yy ortalarına veya sonlarına dek Hıristiyan olmayan ve – birkaç istisnayla – devletin mezhebine ait olmayan biri paşa, vezir, vali vs. olamazdı. Problem yok görünüyor.

Daha doğrusu bir mühim farkı gözden kaçırırırsan öyle sanılabilir. Avrupa’da nüfusun yüzde 99 küsuru Hıristiyandı; aman bizi vezir yapmıyorlar diye gocunacak bir unsur yoktu. Osmanlı’nın şaşaalı çağında ise ülke nüfusunun yarıdan epey fazlası gayrimüslimdi. ‘Size devlette yer yok’ deyince ülkenin yarıdan fazlasını dışlamış oluyordun. Demin “köhnemiş ve çağa ayak uyduramamış” dediğimiz hadise de işte buydu. Yani İslam yükselişteyken halkın %60’ını susturdun diyelim. Fransız ihtilalini millet işittikten sonra nasıl susturacaksın?

Kıyas gerekiyorsa belki Avrupa ile değil Hindistan’la kıyaslamak lazım. Hindistan’da da İslam iktidardaydı. Nüfusun yarıdan epey fazlası orada da gayrimüslimdi. Osmanlı’dan farklı olarak, (1530’lardan sonra) Hindular, hatta Hıristiyanlar, hatta Hıristiyan Avrupalılar en üst egemenlik makamı dışında her türlü mevkiye gelebildiler, mihrace, başvezir, vali ve ordu komutanı olabildiler. Ne zaman ki 1700’lerin başında Delhi sultanı Evrengzib “olmaz böyle, Müslümanlığa aykırıdır” deyip hakiki şeriatı uygulamaya yeltendi o zaman sistem patladı. Yerlilerin çoğu (Müslümanlar dahil olmak üzere) beyaz adam şerrin ehvenidir deyip İngilizlerden medet ummaya başladı.

Tanzimattan sonra gayrimüslimler paşa oldu mu?

Memleket her yanından yamalı bohça gibi çözülmeye başlayınca, üstüne Avrupalılar ‘borç para veririz ama önce kendine çeki düzen ver’ diye dayatınca Osmanlı devleti 1856’da Islahat Fermanı yayınlayıp, teorik olarak, gayrimüslimlere devlet kapılarını açtı. İzleyen yıllarda yüzlerce Hıristiyan Rum, Ermeni, Bulgar, Frenk paşa ilan edildi. Kimi mızıka-yı hümayun paşası oldu, kimi baytar mektebi paşası, posta ve telgraf paşası, darphane paşası, hazine-i hassa paşası, ziraat mektebi paşası. 1867’den itibaren bakan da oldular. Bir ara saymıştım, şimdi bulamadım, 1867-1922 arası toplam yirmi civarında gayrimüslim kişi bakanlık yaptı.

Aleksandros Karatodori Paşa

Fors majör altında girişilmiş göz boyamacaydı. Müslime emir verebilecekleri pozisyonlardan özenle uzak tutuldular. Böylece İslam hukuku kağıt üstünde yürürlükten kalksa da uygulamada sürdürüldü. Devletin hayati organlarında bakan edilen sadece üç kişidir: hariciye nazırları Karatodori Paşa, Sava Paşa ve Noradungyan Efendi. Toplam bakanlık süreleri iki yıldır. Üçü de kestaneleri ateşten çekmek için maşa olarak kullanılmış, sonra harcanmıştır.

1923’te ülke fabrika ayarlarına geri dönmüş, bu kez ümmet-i İslamiye adına değil ‘Türk milleti’ kisvesi altında, gayrimüslimin paşa olması devletin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek yasakları arasına katılmıştır.

Thursday, November 19, 2020

Habeşistan haberleri

Etiyopyada anayasaya göre resmen tanınan millet sayısı galiba 36, dillere göre sayınca 77 ya da başka sayıma göre 86. Birkaçını tanıyalım.

Etiyopya etnik haritası

Amharalar

Beş yüzyıl boyunca Habeşistan’ın egemen halkı. Amharice bir Sami dili, yani Arapça, İbranice ve Süryanice ile akraba; 25 milyon civarında nüfusla dünyada Arapçadan sonra en çok konuşulan Sami dili. Halen yönetici elitin ortak dili. Ülkede basılan gazete ve kitapların ezici çokluğu bu dilde. Amharalar siyasi iktidarı kaybedeli neredeyse otuz yıl olduğu halde okuryazar bürokraside hala onların açık ara çoğunlukta olduğu söyleniyor.

Etiyopya monarşisi büyük toprak sahibi Amhara sülalelerine dayanan feodal bir yapıydı. 1974’te devrildi; yerine ordu ve emniyet güçleri içinde örgütlenen “ilerici”, Marksist ‘Genç Etiyopya’ kadroları başa geçti, yine Amhara. Feci derecede kanlı bir diktatörlük kurdular. 1991’de ihtilalle devrildiler.

Amharaların büyük çoğunluğu Kadim Habeş Hıristiyan mezhebine bağlı; ismi Tewahedo yani Tevhit Kilisesi. Ama kayda değer bir Müslüman azınlık da var. Müslümanlar özellikle taşrada toplumun “modern” kesimini temsil ediyor. Geleneksel kıyafet yerine ceket pantolon tercih ediyorlar; sinekkaydı tıraş oluyorlar; örgütlenmeye ve dayanışmaya yatkınlar; eğitime önem veriyorlar. Taşra kentlerinde esnafın çoğu Müslüman.

Etiyopya dinler haritası

Tigray

Amharistan çok yüksek, bol yağışlı, serin, yeşil bir ülke. Tigray daha sıcak ve kurak, Akdenizimsi. Amharaların evleri saz ve kilden; Tigraydekiler toprak harçlı taş. Tigrinya dili gene bir Sami dili, ama Amhariceden tamamen farklı. Müzikleri farklı, biraz Kürt havalarını andırıyor. Siyasi kültür de bana fena halde Kürdistan’ı anımsattı. Tozlu bakkalların, kahvehanelerin duvarında siyah-beyaz şehit gerilla fotoğrafları. Her sohbetin ikinci cümleden sonrası devletten gördükleri bitmez tükenmez zulümlerin öyküsü.

Dinleri aynı. Ama Tewahedo kilisesinin öz be öz Tigray’e ait olduğuna, Amharaların sahte Tevhitçi olup dini onlardan çaldığına inanıyorlar. Üstelik galiba haklılar, ama bunu bir Amhara’ya söylesen dayak yemediğin kalır.

1990’ların başında Tigray Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF) merkezi hükümete karşı gerilla savaşı açtı. Bildiğiniz PKK sahneleri yaşandı. Sonra fantastik olaylar oldu. Marksist bir örgüt olan TPLF’nin iki kurucu liderinden İsaiah Afwerki, ağırlıkla Tigrayli diyarı olan Eritre’de bağımsızlık ilan etti. Öteki lider Meles Zenawi, Oromo Devrimci Hareketini (bkz. birazdan) yanına alıp başkenti ele geçirdi. İki eski kader arkadaşı 1998’de iki devlet olarak feci kanlı bir savaş yürüttüler. Halen de TPLF ile Eritre arasında Etiyopya siyasetini zehirleyen dinmez bir kan davası hüküm sürüyor.

Oromo

Sayıca en büyük grup. Eski adları Galla, ama şimdi bu isim ağza alınmayacak kadar aşağılayıcı sayılıyor. Dilleri bir Hami dili, yani antik Mısırca ve modern Berbericeyle akraba.

Amharalarla ilişkileri iki cümleyle özetlenebilecek cinsten değil. Amhara egemen sınıfına boyun eğmişler; fakat Amhara egemenliğinin altyapısını ve askeri gücünü oluşturmuşlar. Amharalar padişahlık oynarken Oromolar vezir ve vekilharç olmuş. İleri gelen Amhara sülalelerinin hangisini fazlaca deşsen dibinden mutlaka Oromo çıkıyor. 19. yy’da monarşiyi yeniden kuran Menelik’i (Haile Selassie’nin dedesini), başkentini Oromo diyarının göbeğindeki Finfinne’ye (Amhari adı: Addis Ababa) taşımaya razı etmişler.

Benzersiz bir sosyal yapıları var. Tüm toplum yedişer yıllık yaş gruplarına bölünüyor. Her yaş grubunun kendi meclisi, kanunları, başkanı, güvenlik güçleri var. Yani Oromoluk hem bir kavim hem aynı zamanda bir örgüt. Amhari feodallerini de ‘fahri üye’ ya da ‘kan kardeşi’ gibi sıfatlarla bu sisteme dahil etmişler. [“Oğuzların 24 boyu”, Moğolların Kurultayı gibi konuları anlamakta acaba bir anahtar olabilir mi?]

Meles Zenawi döneminde TPLF iktidarının politikası, Amhara egemenliği kırmak için Oromoların elini güçlendirmekti. Bunda başarılı oldular görünüyor. Otuz yılda gözle görünür bir Oromo rönesansı yaşandı. Kamu fonları Oromo illerine aktı, Oromo dili için Latin alfabesi kabul edildi, Oromoca ve İngilizce eğitim veren Oromo Üniversitesi kuruldu. Oromoların üçte iki kadarı geleneksel dinlerini bırakıp Müslüman oldular. Geri kalanı ise büyük bir şevkle Amerika’dan gelen evanjelik Protestan mezheplerine bağlandılar.

2018’de iktidara gelen Abiy Ahmed bir Oromo. Babası dört eşli bir Müslüman ağaymış. Annesi Tewahedo Hıristiyanı; aslen Amhara olduğu fısıldansa da bu çirkin iddia nefretle kınanıyor. Kendisi ise genç yaştan beri aktif bir Protestan.

Diğerleri

Afarlar dünyanın en korkunç çölü olan Büyük Yarık’ta (Great Rift Valley) yaşayan konargöçer bir Müslüman kavim. Tuz ticaretiyle uğraşıyorlar. Hayatta tanık olduğum en çarpıcı sahnelerden biri, 2008’de Mekelle ile Maychew arasındaki karayolunda denk geldiğim Afar tuz kervanı idi: sonsuz bir dizi deve; beline peştemal sarmış, başı sarıklı yalınayak adamlar, bir kısmının elinde kılıç veya kalaşnikof; memeleri yarı açık bebekli kadınlar: 3-4 kilometre, aralıksız.

Somaliler ülkenin doğu kısmını kaplayan çorak arazide Bedevi yaşantısı sürdüren bir halk; Müslüman. Ezelden beri devlete isyankar (ya da devlerin bakış açısından, eşkiya) olmuşlar; ez ez bitmemişler. Her gelen reformcu/ilerici Ethiopya hükümeti Somali sorununu çözmeyi, insan haklarını vs. tanımayı vaadediyor; bir iki sene sonra vazgeçiyor.

‘Güney Halkları’ diye topluca anılan grubun en önemli bileşeni Sidamolar. Ayrıca yedi (veya on iki) ayrı dil konuşan ve ülkede nakliyat işlerini tekellerinde bulunduran Gurageler. Türk asıllı olmakla övünen Hararlılar. Ve saire.

Şimdi ne oluyor

Başını TPLF’nin çektiği EPRDF (Etiyopya Halkının Devrimci Demokratik Cephesi) 1991’den beri iktidardaydı. Derler ki ordu ve emniyet güçlerinde Tigrayliler bu sayede mafya gibi örgütlendiler; ballı devlet ihaleleri onların oldu. Geleneksel Amhara elitinin direnişini kırmak için ülkede gitgide şiddetlenen bir baskı rejimi kuruldu. Çoğu Amhara ve sol eğilimli olan üniversiteli aydın kesime göz açtırılmadı.

EPRDF’nin ikinci güçlü bileşeni olan ODP (Oromo Demokratik Partisi) Oromo halkının hızla yükselen konumuna paralel olarak 2010’lu yıllarda öne çıktı. Parti lideri ve Oromo eyalet başkanı olan Abiy Ahmed 2018’de beklenmedik bir şekilde EPRDF lideri seçildi. İki ay sonra başbakan oldu. İlk iş olarak Eritrea ile 25 senedir süren savaşı sonlandırdı. Bunun sonucu olarak Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü. İçeride demokratik açılım politikası başlattı. Siyasi mahkumlar affedildi, basın üzerindeki baskılar hafifledi. Bu sayede Amhara aydınlarıyla hükümetin ilişkileri düzelme yoluna girdi. TPLF iktidarında yolsuzluk ve zorbalıkla itham edilenler devlet kadrolarından ayıklanmaya başladı; ordu ve istihbarat servisinde padişahlık kurmuş olan eski TPLF gerilla şefleri görevden alındı.

Nihai darbe Kasım 2019’da vuruldu. Refah Partisi (Prosperity Party) adıyla yeni bir iktidar partisi kuruldu. Biri hariç EPDRF’nin bileşenleri yeni partide yerlerini aldılar: ODP, ADP (Amhara Demokratik Partisi), SEPDM (Güney Ethiopya Halkları Demokratik Hareketi), Harari Ulusal Birliği, Somali Halkları Demokratik Partisi, Afar Ulusal Demokratik Partisi ve hatta Beni Şengül ve Gumuz Halkları Demokratik Partisi Abiy’e biat etmekte gecikmediler. Sadece TPLF, lanet üstüne lanet okuyarak, 28 yıllık iktidarı terk edip gitti.

Savaş kaçınılmazdı. Bir yıl gecikmeyle 2020 Kasımında patlak verdi. Bu sene Eylülde seçim yapılması gerekiyordu; covid bahanesiyle belirsiz bir geleceğe ertelendi. Bunun üzerine Tigray eyaleti Abiy hükümetini gayrimeşru ilan etti. Hükümetin gönderdiği ordu komutanlarını gözaltına alıp geri yolladı. Geçen hafta ordu Tigray’i istila etti; şiddetli direnişle karşılaştı. Tigray halkına, kuşaklar boyunca anlatacak yeni zulum öyküleri üretme kapısı açıldı.

 





Sunday, November 15, 2020

Tuhaf milletler dizisi no: 128

Patriyot adı verilen milleti üstünkörü duymuştum ama pek bir şey bilmiyordum. Yer Adları projesi için geçen gün Nasliç köylerini çalışırken fark ettim, biraz dersimi çalıştım.

Nasliç Yunan Makedonya’sının en Batı ucunda dağlık, kapalı bir memleket. Elencesi Anasélitsa veya Voíou: hepsi 70-80 köy, iki üç kasaba. Halkı öteden beri Elence konuşurmuş, ama tuhaftır ki yer adlarının neredeyse tamamı Bulgarca; Osmanlı öncesinden beri de öyle olduğu anlaşılıyor. 17. yüzyıl sonu gibi hayli geç bir tarihte bilinmeyen bir sebeple yerli halkın bir bölümü Müslüman olmaya karar vermiş. Yerel anlatıya göre yeniçeri olan iki muhterem kişi memlekete yerleşip halka İslam’ı öğretmişler. Hemen aynı yıllarda Müslüman olan Rum dilli Trabzon-Of’lularda da tıpkı buna benzeyen bir Maraşlı Hocalar öyküsü anlatılır.  Girit halkının büyükçe bir kısmının Müslümanlaşması da yaklaşık aynı tarihe denk geliyor. Keşke biri bu olayın sosyal altyapısını incelese.

Bektaşiliğe gönül vermişler. Çoğu köyde minareli cami yok, ancak hepsinde mescit olarak da kullanılan Bektaşi tekkesi var. Türkçe veya Arapça bilmedikleri için ezanı Rumca okumaları yaygın bir istihza konusu imiş. Yunancada aşağılayıcı bir deyim olan Vallahades (“vallahçılar”) adı kullanılıyor. Türkiye’ye göçten sonra birbirlerine ‘patriyot’ (“memleketli”) diye hitap ettikleri için bu isim yapışmış.

Vasil Kınçov’un oldukça güvenilir nitelikte olan sayımına göre 1900 yılında 20 köy Müslüman, diğer 12 köyde Müslümanlar azınlıkta. Nüfus yapısına bakınca, henüz Osmanlı idaresinde oldukları o tarihte dahi Müslüman nüfusun erimekte olduğu anlaşılıyor. 1912’de Yunan idaresine girdikten sonra 11 yıl boyunca şiddetli asimilasyon baskısına maruz kalmışlar. Dönen dönmüş, dönmeyen 1923-24’te vapurlara doldurulup Türkiye’ye sürülmüş. Hemen hepsi Silivri ve Çatalca tarafında Rumlardan boşaltılan köylere yerleştirilmişler. Türkçeden başka dil bilmeyen Çatalca Rumlarının gönderilip, yerine Türkçe bilmeyen Nasliç Müslümanlarının yerleştirilmesi o yörede hala hayretle kafa sallayarak anlatılan bir olgu. Haklı nedenlerle, çocuklarına Rumca öğretmemişler. Türkiye’de doğan kuşaklarda geçmişe dair net bir bilgisi olan hemen hiç kimse yok. Bektaşilik de unutulmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini olan Sünni İslam benimsenmiş.

Meşhurlarından biri M. Abdülhalik Renda (1881-1957). İttihat ve Terakki rejiminin 1910’da Arnavut isyanını kan ve ateşle bastıran kadrosundandır. Daha sonra Ermeni pogromlarında başroller oynar; 1919’daki savaş suçları mahkemelerinde idamla yargılanır. Atatürk döneminin değişmez Maliye Bakanı olur; 1935’ten sonra on yıl TBMM başkanlığı yapar. Literatürde genellikle ‘Arnavut’ diye geçiyor ama değil. Renda köyü Nasliç’te, yeni adı Dihímarro (Διχείμαρρο) olan, 20. yy başında 250 nüfuslu Müslüman Rum köyü. Kökü oralıymış, il merkezi olan Yanya’da Arnavut ortamında yetişmiş.  

Sunday, November 1, 2020

ABD'de kimi tutalım?

Donald Trump yalancı, ahlaksız, cahil ve göründüğü kadarıyla oldukça aptal biri. Evet. Obama’nın parlak bir zekası ve etkileyici karizması vardı, hep doğru sözleri söyledi. Ayrıca azınlıklardan gelen biri olarak başkan seçilmesi iyiydi. Kabul.

Fakat.

Trump, ABD’nin Afgan halkına karşı 18 yıl sürdürdüğü anlamsız ve ahlaksız savaşı (Demokratların şiddetli itirazına rağmen) sona erdirdi. Irak’ta Bush’un, Suriye’de Obama’nın başlattığı amaçsız ve ahlaksız savaşları frenledi. Obama yönetiminin Rusya’ya karşı başlattığı akıl dışı saldırı politikasını yumuşattı. Yetmiş yıl kavgadan sonra İsrail ile Suudi Arabistan (ve dolayısıyla tüm Arap-İslam alemi) arasında kalıcı barışın temellerini attı.

Obama’nın boş vaad üzerine aldığı Nobel Barış Ödülü’nün birkaç katını hak etmedi mi sizce?

Obama’nın niyetinin halis olduğuna inandık. Elinden gelmiyor diye üzüldük. Şimdi dönüp düşünüyoruz. Öyle miydi? Irak ve Afganistan’daki insanlık ayıbı savaşlara son vermeyi vaad etmişti; daha tırmandırdı. Sekiz yıl boyunca küçük kara adamları delik deşik eden ve binalarını patlatan Amerikan askerinin “kahramanlığını” yücelten filmler izledik. Yasadışı Guantanamo üssünü kapatma sözü vermişti; kapatmadı. Assange ve Snowden vakalarında hukuka ve ifade özgürlüğüne ölümcül darbelerin vurulmasına göz yumdu. ABD’nin kara nüfusunun çok büyük bölümününün yaşamlarını hapiste ya da hapis tehdidi altında geçirmelerini sağlayan akıl ve vicdan dışı ceza politikasını değiştirmeye yönelik hiçbir adım atmadı. İktidarının özellikle son yılında, Rusya’ya karşı Eisenhower ve Kennedy yıllarına rahmet okutan bir soğuk savaş politikası benimsedi.

Yetersizlik miydi sebep? Yoksa hepimiz bile bile kandırıldık mı?

Trump’a karşı çıkardıkları ceset, 35 yıllık siyasi kariyerinde küçük çaplı menfaat alışverişleri dışında kayda değer bir başarısı görülmemiş, herhangi bir ilkenin ardında dik durmamış bir hiç. Akılda kalan tek etkinliği, ABD’nin dünya cezaevi nüfusunun yüzde 25’ine sahip olmasına yol açan ceza kanunu reformuna öncülük etmesi. Bir de oğlunun şaibeli işleri için Ukrayna cumhurbaşkanına şantaj yapması. Sağlığı kötüleşirse yerine geçecek kadın daha da tehlikeli. Polis devletinin gönüllü bir neferi, ihtirası uğruna babasını satmaktan çekinmeyecek bir kariyerist.

O yüzden korkarım ki ABD’de olsam, iğrenerek, oyumu turuncu saçlıya verirdim.