Thursday, July 6, 2017

Post-Helenosantrizm iyi bişey mi?

Bundan tam bir yıl önce büyük oğlum Arsen’le yazışmışız. Arsen akademik dünyadaki post-Hellenocentrism eğiliminden söz etmiş, yani Antik Yunan merkezli tarih anlayışının terk edilmesinden. Ben de oradan topa girmişim.
Post-Hellenocentrism dediğin şey büyük hastalığın bir başka tezahürü. Mesele, Batı uygarlığının kendine olan inancını kaybetmiş olmasıdır. Bir yönüyle kozmopolitizmdir, Aydınlanma’nın temeli olan evrensellik arayışının bir tezahürüdür, bu anlamda akılcılığın ve liberalizmin gereğidir. Ama sonuç olarak akılcılığın ve liberalizmin temellerinin tahrip edilmesi sonucunu doğuruyor. Al sana uçuk bir makale konusu: “How does Academic Post-Hellenocentrism Cause Terrorism and Inner City Decay” [Akademik Post-Hellenocentrism Terörizme ve Kentsel Çürümeye Nasıl Yol Açıyor]. Avrupa neden göçmenleri asimile etme yeteneğini kaybetti? Kendine inancını kaybettiği için. Kendine inanmayan başkasını nasıl inandırsın?
Öte yandan şu da yok değil. Avrupa uygarlığını tekil ve değerli kılan her ne ise, 16.-17.-18. yy’ların ürünüdür. Bu modern amalgamın kökü gerçekten klasik Antikite mi? Yoksa Batının kendi kaynaklarını eski Yunan ve Roma’da araması sadece post-Rönesans bir yanılsama mı? Dolayısıyla: Eski Yunan’ın eski İran’dan daha üstün, daha değerli vb. olduğundan emin miyiz?
İran tarihi ve kültürü hakkında bir fikir edinmek istiyorsan okuman gereken ilk ve en önemli eser Şahname olmalı. Mutlaka oku. İran kültürü en azından eski Yunan kadar mitoloji merkezlidir. Mitolojik geçmiş, analitik tarihten daha önemlidir; ulusal bilinçte daha büyük yer tutar. Şahname de o mitolojinin ana belgesidir. Yalnız İran değil, Türk, Kürt, Ermeni, Gürcü vb. kültürel geleneklerini tanımak açısından da vazgeçilmez önemdedir. Ben ilk 2001’de okudum, keşke daha önce okusaymışım dedim.
*
2017 not
Şahin gözlü okurlarım şimdi diyecekler ki, sen de son zamanlarda durmadan Batı uygarlığının Ortadoğulu kaynaklarından söz ediyorsun, yok efendim Avrupa üniversiteleri medreseden kopyaymış, antik Yunan dili ve dini Sami kültüründen çok şeyler almış filan, yoksa sen de post-helenosantrik mi oldun?
Haklıdırlar. Ama değildirler. Haklıdırlar, Avrupa uygarlığının Doğulu kaynakları son zamanlarda müthiş ilgimi çekiyor, keşke vaktim ve imkânım olsa da o konuda esaslı bir şeyler yazabilsem diye bazen aklıma geliyor. Ama hayır, o arayıştan multi-kulti sonuçlar çıkarmaya niyetim yok. O sentezi ancak Batı başarmış. O sentezi kavramaya imkân veren düşünsel ve akademik araçlar da ancak Batı’nın entelektüel cephaneliğinde mevcut. O sentezi akılcı ve ikna edici bir şekilde aydınlatmayı başarırsan, Batı kültürünün halâ canlı ve muzaffer olduğunu kanıtlamış olursun, başka bir şey değil.
İslam dünyasından birinin, İslamın Greko-Romen kaynakları hakkında paçavradan öte değeri olan iki satır yazı yazabileceğini düşünür müsün?

5 yorum:

  1. Bu yazı derdini tam anlatamamış. Detaylandırılmalı, zira bahsedilen mevzu üstünkörü izah edilebilecek bir şey değil.
    Yanıtla
  2. İslamın Greko-Romen kaynakları dediniz de aklım o çetrefil soru geldi. Tarihsel İslam tasavvufunun köklerinde Ermeni tasavvufunun yeri nedir?
    Yanıtla

    Yanıtlar

    1. O çetrefil soru niye başka bir etnik değil de Ermeni. Türkiyeli entelektüel sadece entelektüel olsun artık.
    2. Beni yanlış anladınız sanırım etnisiteyle ilgim yok sorum sadecedin üstüne o na kalırsa Anadolu halkı ilmihali de Rumlardan almıştır. Ayrıca bazı yazarkardan Ermeni tasavvufunun çok etkileyici olduğnu öğrenmiştim

      Ömer Tuğrul
  3. Niçin İslamcı "cihadçı"lar - hatta İslamofobik Batılı çevrelerde neredeyse bütün müslümanlar - günümüzde "terörist" olarak görülüyor da geçmişte böyle görülmüyordu?
    Çünkü o cihadçı fatihlerin fetih çağı kapandı. Artık güçleri bu kadar büyük çaplı eylemlere yetmediğinden yaptıkları "cihad"a "fetih" değil "terör" deniyor.
    Zaten başlarındaki egemenler de petrol gelirleri sayesinde fetihe ihtiyaç duymuyor. Gerçi duysalardı da bir şey değişmezdi. Çünkü çağ ile birlikte çağın efendileri de değişti.

Wednesday, July 5, 2017

İki tarihi roman

Mayıs ve Ağustos 2016’da Menemen Cezaevinden yazdığım iki mektuptan.
Marguerite Yourcenar, Hadrian’ın Anıları. Uzun zamandan beri okuduğum en iyi kitaplardan biri. Püf noktası: akıl. Akla hayranım. O kadar nadir bulunan bir şey ki, nesli tükenmiş varlıklar gibi, paha biçilmez bir değer. Beni duygulandırıyor. Akılla yoğrulmuş bir paragraf okuduğumda gözüme yaş geliyor.
Yourcenar berrak bir akla ve büyük bir kültür havuzundan damıtılmış dile sahip biri. 1981’de Fransız Akademisine seçilen ilk kadın oldu. Çevirmeni ve sevgilisi Grace Frick ile birlikte ABD’nin Maine eyaletinde deniz kıyısındaki bir köyde otururdu. (Benim eski kaynanamın yazlıktaki komşusu ve dostuydu, o da Fransızdı, biliyorsun.)
Kitapta birkaç konuyla mücadele ediyor. Bir, iyi eğitimli bir entelektüel siyasi iktidarla (mutlak iktidarla) aklını ve vicdanını nasıl bağdaştırır? İki, öbür dünya, tanrı manrı gibi ucuzluklara kapılmadan akıllı bir insan nasıl dindar olur? Üç, aşkı ve güzelliği hayatın merkezine koyan biri, aşkın ölümüyle (ve genelde ölümle) nasıl yüzleşir?
Hadrianus, malum, Edirne’ye adını veren zat, 117-135 yılları arasında Roma imparatoru. Atina’da felsefe okumuş, siyasete atıldıktan sonra da geniş bir entelektüel çevreyle dostluğunu ve yazışmalarını sürdürmüş. Belki Roma’dan kaçmak için, yirmi yıl boyunca durmadan seyahat etmiş. Bolu’lu Antinous adlı 15-16 yaşında bir gence sırıl sıklam aşık olmuş. Üç dört yıl birliktelikten sonra Antinous intihar edince mahvolmuş. Oğlanı tanrı ilan edip çeşitli şehirlerde tapınaklarını inşa ettirmiş, rahipler atamış.
Yourcenar ciddi bir klasikçi. Hayal kurmuş tabii, ama inanılmaz derecede geniş ve detaylı ve disiplinli bir akademik altyapı üzerine kurmuş. Metni Hadrianus’un halefi olan Marcus Aurelius’un (gerçek) hatıratı üzerine modellemiş. Dönemin diline, üslubuna ve düşünce biçimine hakim; Romalı bir aristokrat ve filozofun aklıyla düşünebiliyor. Sonuçta şaşılacak kadar “hakiki” bir insanla karşılaşıyorsun. Mesela bir Osmanlı sultanında tahayyül edemeyeceğin kadar insani ve akılcı bir kişiliği algılayabiliyorsun. Sardinya’da yağmura tutulup Antinous’la birlikte bir köylünün evine sığınmaları ve orada Antinous’un herkes için balık pişirmesi sahnesi var mesela, gerçek bir olaymış. Yavuz Selim’i ve hatta bugünküleri böyle bir sahnede düşünemiyoruz.

*
(üç ay sonra)
Son zamanlarda pek pek övülen bir tarihi roman, Hilary Mantel, Wolf Hall. 1530 civarı, İngiltere’de 8. Henry sarayının entrikaları, Anne Boleyn, Thomas Cromwell, Thomas More vb.. Tarihi romanları neden sevmediğimi bir daha hatırlama fırsatı buldum. Tarihi roman dediğin şey sonuçta siyasetin ve iktidarın romanıdır. Güç mücadelesini ciğerinde hissetmemiş ve onu felsefi bir tefekkürle harmanlama fırsatına sahip olmamış bir yazar neyin tarihi romanını yazacak ki? Yüz tanede biri belki başarmıştır, başarsa. (Yourcenar’dan geçenlerde söz ettim. Gore Vidal da müthiştir, siyasi iktidarı onun kadar iyi gözlemlemiş birini tanımıyorum.)
Yazar dersini iyi çalışmış, detay veya atmosfer veya dil ve üslup hatası yok gibi. Konu da az çok sürükleyici. Ama dönem ve mekân hangisi olursa olsun, gerçek tarih o kadar ilginç ki, avamın elinde romanlaştırılınca yolunmuş tavuğa dönüyor.


2 yorum:

  1. Wolf Hall'un devam kitabı varmış: Bring up the Bodies

    Her iki kitap da Man Booker Prize kazanmış, şimdi 2019'a doğru 3. kitap yoldaymış: The Mirror and the Light

    https://www.theguardian.com/books/2017/jul/05/hilary-mantel-says-final-wolf-hall-book-unlikely-to-come-out-in-2018-as-planned
    Yanıtla
  2. Hocam, güzel bir inceleme olmuş ama konu biraz daha açılabilirdi.
    Yanıtla

Tuesday, July 4, 2017

İtiraflar


Eylül 2016’da yazılmış bir mektuptan.

Rousseau, İtiraflar. Etkileyici ve tuhaf bir kitap. Türkçesi var, mutlaka okumalısın.
Batı entelektüel tarihinin dönüm noktalarından biridir. “Aydınlanma” denen akılcılık idealinin defterini düren, Romantizme ve Fransız İhtilaline giden yolu açan şaşırtıcı fikir devriminin başlatıcısı. Ama özünde, paranoyak, vesveseli, aşırı derecede çekingen, beceriksiz, yalancı bir adamın itirafları.

İlginç bir adam Rousseau. Antipatik biri. Kitabı bir çeşit bitmiş dostluklar ansiklopedisi. Kendisine canla başla kucak açan herkesi küstürüp kendine düşman etmeyi başarmış. Ama alttan alta olağanüstü bir duygusal dürüstlüğü ve entelektüel pırıltısı var. O sayede, bin defa çamura da batsa, Avrupa’nın en parlak ve etkili insanlarının dostluğunu ve himayesini kazanmayı başarmış. O sayede, altı yüz küsur sayfa kişisel ihanet, çirkeflik, dedikodu tarihini nefes kesici bir ilgiyle okutmayı başarıyor. Çünkü çok zeki ve, daha önemlisi, gerçek zekânın kaçınılmaz tamamlayıcısı olan saf ve adeta çocuksu bir dürüstlüğü var. Göz göre göre yalan konuşurken bile dürüst.

O döneme ilişkin son aylarda okuduğum dördüncü kitap oldu bu – Boswell’in Samuel Johnson Hayatı, Schindler’in Beethoven biyografisi, Goethe [Lewes, The Life and Works of Goethe], şimdi de bu. Ondan az öncesine ilişkin üç kitap: 7. Henry dönemi tarihi [Thomas Penn, Winter King], Hilary Mantel’den Wolf Hall [8. Henry dönemi siyasi entrikaları, roman], Oliver Cromwell biyografisi, neydi o kadının adı. Az sonrasına ilişkin Dostoyevski’nin Ezilenler’i ile Disraeli’nin romanı [Sybil]. Bayağı bilgilendim sanıyorum. Otursam bir kitap, olmadı bir makale çıkar sanki: “Avrupa’da aristokratik düzenin kuruluşu, kusursuzlaştırılması ve çöküşü.” Yüz sayfa yazabilirmişim gibi geliyor bana. Ama tembel olduğum için yazamayacağım herhalde. Yazmak yerine konferans, sohbet, nutuk vb. cinsi bir çerçeve belki daha kolay ve benim mizacıma daha uygun olurdu.

Ola ki çıkacak olursam ve Şirince’de kalacak olursam orada böyle bir seminer/konferans sistemi nasıl kurarım diye kafa patlatıyorum bazen. 2013’teki İslam semineri gibi, ama tek konu değil, her şey – antik tarih, modern siyaset, ahlak felsefesi, teoloji, turizm, anayasa hukuku vb. Teorik olarak ilgilenecek insan çok. Ama onları kalkıp Şirince’ye gelmeye nasıl ikna edersin?

Sunday, July 2, 2017

Kelin merhemi

İki yıl oluyor, Yenipazar Cezaevindeyken genç bir arkadaş güzel bir matematik kitabı göndermiş, yanı sıra fikrimi sormuş. Evleniyormuş, evlilik konusunda tecrübeli bir büyüğü olarak öğütlerimi merak etmiş. Üşenmeyip cevaplamışım.

Evliliğin formülünü bilsem, kelin merhemi misali, kendi başıma sürerdim. Akıl diyor ki, bir, özel hayata saygı ilk şarttır. Ev dışındayken tarafların birbirini telefonla arama, kontrol etme gibi kötü alışkanlıklarını ilk günden kesin bir şekilde önlemek lazım. “Ev dışındayken neler yaptın” gibi soruları her iki tarafın, daha ilk günden, prensip olarak yanıtlamaması ya da üstünkörü yanıtlamayı alışkanlık edinmesi doğru olur. Haftanın belli günleri, ya da ayda bir hafta tarafların birbirinden uzak olacağı bir düzen her iki tarafı da çok rahatlatır, evliliğin daha uzun süre sağlıklı yürümesine yardımcı olabilir.
İkincisi, cinsel ilginin bilemedin altı yedi yılda tükeneceğini ve bunun doğal ve kaçınılmaz bir şey olduğunu bilmek gerekir. Bazı insanlar cinsel ilgi olmadan da yaşamayı becerir (miş, herhalde). Öyle ise sorun yok. Ama değilse ne olacağını sakin ve soğukkanlı bir şekilde değerlendirmek gerekir.
Üç, mutlaka şehir dışında bahçeli ve müstakil bir ev gerekir; belki ikinci ev öyle olabilir. Bilhassa çocuk varsa bu hayati bir şart. Apartman dairesinde insanlar çıldırır.
Dört, kadını ev işleriyle baş başa bırakmamak lazım. Paylaşabiliyorsan paylaşacaksın. Yoksa hizmetçi yahut teyze tutacaksın, ya da kuma getireceksin, ya da otelde yaşayacaksın.
Beş, çocuklara yetişkin insan ve dost muamelesi yapacaksın, adam yerine koyacaksın, ana babayı esir almalarına asla izin vermeyeceksin. Beraber iyi kitaplar okuyup tartışabilirsin, beraber marangozluk ya da dağ yürüyüşü yapabilirsin. Ama “şu an seninle ilgilenemiyorum, akşama görüşelim mi” dediğinde ciddiye almasını iki üç yaşından itibaren öğreteceksin, kesinlikle de taviz vermeyeceksin.
Bunları uygularsan on on beş sene mutlu bir şekilde götürebilmen lazım mantıken. Ama bu işlerde mantık her zaman işlemiyor, o da bir gerçek.

5 yorum:

  1. hocam türk kızıyla ilk maddeyi hayata geçirmek imkansız :)
    Yanıtlar
    1. Eğitmeyi dene, olmuyorsa Türk kızıyla evlenme.
  2. hay aksi!
    Okumaya doyamadığımız yazılar hep mi kısa olur?
    Matematik kitabı neydi onu bari yazsaydınız.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Georges Ifrah, The Universal History of Numbers.
  3. Fikirlerini severim ama bu konuda dinleyeceğim son insansın bilesin 😊

Friday, June 30, 2017

Cumhuriyet geldi, yurttaş olduk


2016 başlarında, Prof. Aziz Sancar’ın aldığı Nobel Ödülü münasebetiyle Cumhuriyet övgülerinin ayyuka çıktığı günlerde yazılmış bir yazı. Eski defterleri karıştırırken çıktı.
Diyorlar ki memlekete hak ve fırsat eşitliği Cumhuriyet’le geldi, hepimiz eşek iken Atam sayesinde vatandaş olduk, Çoban Sülü başımıza başbakan oldu, Aziz Sancar Mardin’in bir sefil köyünden – pardon, üç bin yıllık Savur kentinden – çıkıp Kuzey Carolina’ya, İsveç’e kadar yol alabildi. Malum ağlak hikâyeler, “biz çocukken ilkokula yalınayak giderdik, sonra okudum adam oldum, yaşasın Cumhuriyet!”
Bundan yirmi yıl önce Tarih Vakfı’nın Toplumsal Tarih dergisinde son kırk Osmanlı sadrazamının sosyal kökenlerine ve kariyerlerine ilişkin uzun bir yazı yazmıştım, sonradan kısaltıp Yanlış Cumhuriyet’e de ekledim, o geldi aklıma. Kaynaklar elimde değil, o yüzden detaylar biraz muğlak kalabilir, ama maddi hata yoktur diye umarım. Fazlası ilginizi çekerse İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Son Sadrazamlar kitabına bakın derim.
      *   Âli Paşa, şapkalı A ile, 1850’lerden 1871’e kadar Osmanlı devletinin en güçlü kişisi, Tanzimat’ın iki ya da üç liderinden biri. Babası Eminönü’nde attar, yani baharatçı veya bakkal. İbnülemin “ücreti mukabilinde bağçe kapusunu açıp kapatmakla görevliydi” diyor. Kastedilen Bahçekapı semtine adını veren sur kapısı mı, yoksa lalettayin bir bahçe kapısı mı anlaşılamadı.
     *    Hüseyin Avni Paşa, ordu komutanı, 1876 darbesini yapan asker-sivil cuntanın lideri; Kadıköy yakasındaki konağı şimdilerin bir ünlü müteahhidinin malı oldu, yandı, oradan hatırlarsınız. Babası Isparta Gelendos’ta eşekçilik yaparmış, bu yüzden kendisi – İbnülemin’in hınzırane aktardığına göre  – “eşek siken oğlu” lakabıyla anılırmış. (Not: Gelendost değil, Gelendos.)
     *    Mithat Paşa, Vodafone Arena’nın eski isim babası, aynı 1876 cuntasının sivil lideri, iki kez başbakan, memlekette cumhuriyet ilan edip kişisel başkanlık sistemi kurmayı tahayyül eden ilk siyasetçi. Alevi (yahut Bektaşi) kökenli küçük memur iken önü açılmış.
      *   İbrahim Edhem ve Tunuslu Hayreddin Paşalar, Abdülhamid’in ilk yıllarının reformcu sadrazamları. İkisi de aslen köle. Edhem Paşa Sakız’lı Rum, Sakız isyanı sırasında beş yaşındayken esir alınmış, talihi yaver gitmiş, paşa hanesine düşmüş, iyi bir eğitim almış, maden mühendisi olmuş. Hayreddin Paşa Çerkes, esir tüccarları tarafından İstanbul’a satılmış, sonra Tunus Paşasına hediye edilmiş, Tunus vezirliğinden düşünce yeniden İstanbul’a gelmiş.
      *   Sait Paşa, önce saray başdanışmanı, sonra altı defa başbakan sıfatıyla 33 yıl boyunca Abdülhamid rejiminin temel direklerinden biri. Sonradan padişahı devirip hapse attıran entrikaların da merkezinde; İttihat ve Terakki devrinde seksen küsur yaşında yine başbakan. Saraya ilk çağrıldığında Vefa’da mı, Saraçhanebaşı’nda mı kaynanasının iki katlı ahşap evinde oturan bir Maarif Encümeni üyesi.
      *   İttihat ve Terakki rejiminin önderlerinden Enver Paşa, Romanya muhaciri mütevazı bir ailenin oğlu, bursla askeri mektebe gitmiş. Talat Paşa, Edirne’de posta memuru, Roman kökenli olduğu rivayet edilir. Romen değil, Roman.
Bunlar cumhuriyetimiz sayesinde mi yükselip adam olmuşlardır sizce?
*
Daha ta 1520’lerde Niccolò Machiavelli, Hükümdar (Il Principe) kitabında, çeşitli devletlerin sosyal yapılarından söz ederken Osmanlı devletinin meritokratik yapısını Fransa’nın aristokratik yapısıyla karşılaştırır, Türkiye’de alt toplum tabakalarından gelen kişilerin kolayca devletin en yüksek kademelerine tırmanabildiklerini anlatır. Tahminlerimizin aksine Machiavelli bu özelliği övmez, devlet için bir avantajdan çok dezavantaj olduğunu savunur. Okumaya değer bir kitaptır, Türkçesi de var, okuyun bence.

Wednesday, June 28, 2017

Sykes-Picot’nun nesi kötü?

Tam bir yıl önce, Mayıs 2016’da yazılmış bir yazı.

Sykes-Picot mutabakatını kötülemek bu devirde politikman korekt olmanın şartlarından biri. Beter bir emperyalizm örneği olduğuna dair, solcusu da, İslamcısı da, Türk ulusçusu da, Arap milliyetçisi de hemfikir.
Oysa ne demişti Nietzsche? Herkes öyle diyorsa kesin yanlıştır. (Tam öyle dememiş galiba. “Herkes benim fikrime katılmaya başladıysa fikrimi değiştirmenin zamanı geldi” demiş, aşağı yukarı aynı şey.)
Bir kere emperyalizm ithamı çok su kaldırır. Evet, S-P ile İngiliz ve Fransız himayesi altında bir tür kolonyal yönetim kuruldu; kuranlar kibirden ve zulümden ari değildiler. Ama daha önemlisi, dört yüz senelik berbat bir emperyal tahakküme son verdiler. Arap inteligensiyasının çok büyük bölümü, en azından ilk başlarda, olayı böyle gördü. Modern tarihin en beyinsiz soygun düzenlerinden biri olan Osmanlı emperyalizminden kurtulmayı bir bayram vesilesi saydılar. Bugün de o görüş değişmiş değildir. Okumuş yazmış bir Arap’a “Osmanlı idaresi altında iyiydiniz” de bak bakalım ne tepki veriyor.
Diyebilirler ki 1916’dan 1918’e Arap milleti kahramanca bir mücadele verip Türk boyunduruğundan kurtuldu, ama sonra İngiliz’le Fransız gelip onları aldattılar, kanla kazandıkları zaferi ellerinden aldılar, harita üstünde gelişigüzel çizgiler çizip Arap vatanını dilim dilim dildiler. Arap aydınlarının tahayyül ettiği Arap birliği ve Arap bağımsızlığı masal oldu. Tasfiye edilen emperyalizmin yerine ucu açık ve şartları belirsiz bir başka yabancı egemenliği geldi. Haşimi hırslarına ve Lawrence’ın hayallerine kananlar sukut-ı hayale uğradılar.
Soralım:

·         “Alın size bağımsızlık” deyip Halep’ten Yemen’e kadar bir Arap imparatorluğu kurulmasına izin verseler insanlık için daha mı hayırlı olurdu? Arap halkı/halkları için daha mı hayırlı olurdu?

·         Dört yüz yıldan beri yabancı hakimiyeti altında yaşamış Arabistan’da, o çapta bir siyasi organizasyonu kaldıracak altyapı ve kadrolar var mıydı?

·         Mekke ile Medine’yi bile elde tutmaktan aciz olan Haşimi hanedanının o kadar geniş bir sahada egemenlik iddia etmesi gerçekçi miydi?

·         Bırak üniveristeyi, iki veya üç şehir dışında lisesi bile olmayan, bir avuç okur yazar aydını Galatasaray Lisesi veya İstanbul Darülfünunu’ndan çıkmış bir ülkeyi “al sana bağımsızlık” deyip kendi kaderine terk etmek insanlığa, ya da siyasi sorumluluğa sığar mıydı?

Sonuçta Osmanlı’nın terk ettiği Ortadoğu’yu, makul sayılabilecek bir hat üzerinden dörde bölüp, bir ksımını Fransa’nın, öbür kısımlarını İngiltere’nin vesayetine bıraktılar. İngiltere Irak’tan 1936’da, Fransa Suriye’den 1946’da ayrıldı. En son Filistin/İsrail’den 1948’de “ne haliniz varsa görün” deyip çekildiler. Bölmeyip ne yapacaklardı? Tek devletin, mesela İngiltere’nin vesayetine verselerdi daha mı iyiydi? Çizdikleri sınırların detayı elbette tartışılır. Mesela Musul (orijinal mutabakatın aksine) neden Suriye’ye verilmedi, Ürdün şart mıydı, Kuveyt hangi mantıkla yerel derebeyi ailesine bırakıldı, her türlü fikir beyan edilebilir. Sınırlar öyle değil böyle çizilse daha iyi olurdu diye kesin bir şey söyleyebilen var mı? Yok. O halde, olabileceğin makulünü yapmışlar deyip bırakacağız.
İlla bir suçlu aramak gerekirse 1516’ya ve Yavuz Sultan Selim’e bakmaya ne dersiniz?

16 yorum:

  1. Sykes - Picot bütün barışı sona erdiren barış antlaşması olarak bilinir. Kurulan yapay devletçikler yüzünden Ortadoğu bir daha dikiş tutmamıştır. Yazın biraz "Chewbecca Defense" tarzı olmuş hocam.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Yapay olmayan devletler veya devletçikler kursalar nasıl kurarlardı ve sizce o zaman Ortadoğu dikiş tutar mıydı?
  2. "Modern tarihin en beyinsiz soygun düzenlerinden biri olan Osmanlı emperyalizminden kurtulmayı bir bayram vesilesi saydılar."

    Sayin Nisanyan, bu tespitinizi acmakla mukellefsiniz. Bu tespitinize -hem osmanlinin en beyinsiz soygun düzeni kurdugu hem de kurtulan araplarin bunu bayram saydigi kismilarina- katilmayacak ciddi bir cogunluk var.

    Link verseniz de olur :)

    Saygilar,



    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Arap isyanının sebepleri ve Arap milli mücadelesinin tarihine ilişkin tonlarca literatür var. Mesela Ürdün kralı Abdullah'ın hatıratı, Türkçesi daha geçende yayınlandı.
  3. Kuveyt daha 1913'te Britanya'ya verilmişti. Her ne kadar manda idaresinden çıkan Mısır ve Irak 1936'da müstakil olmuşlarsa da Britanya'nın buraları asıl terkedişi 1946'dadır... Bu arada yorumları yayınlayınız.
    Yanıtla
  4. Aynen, 1516'da ortadoğu pisliğine girmeseydik bu denli yozlaşma, çürüme olmazdı devlet sisteminde. Hatta 1514'de aldığı doğu anadoludan da az bir kayıpla çekilmeliydi. ermeniler, kürtler kardeş kardeş yaşardı allahın berbat toraklarında.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Ne kadar iyimsersiniz, gıpta ettim.
  5. Abi, nihayetinde ille de ingilizi, fransızı aklamak huyundan ne zaman vazgeçeceksin? Tamam, osmanlı tahakkümü boktu. İyi. Onu anladık. Da... Yapma yani! 1936 ve 1946 diye bizi mi ütüyosun? Ordan dingiliz çıktı da amerikalı çökmedi mi nihayetinde? Sovyet fişteklemeleri?.. Kam oğn Sevan Abi. Abimizsin. Canımızsın. Ama işgalci türk olursa kaka, beyaz adam olursa iyi diye bi mantık neresinden tutulur?
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. İşgalci beyaz adam kaç tane yol, rafineri, müze, lise, polis koleji, liman, çorap fabrikası yaptı? İşgalci Türk kaç tane yaptı?
  6. "İlla bir suçlu aramak gerekirse 1516’ya ve Yavuz Sultan Selim’e bakmaya ne dersiniz?"

    1516'ya bakacak isek mesela Memluk'lara da bakmamız gerekmez mi? Suçlu ararken Yavuz Sultan Selim dışındakileri de unutmamalıyız yani.

    Aynı şekilde - Irak için de - Kanuni Sultan Süleyman ile beraber Safeviler'e de bakmamız gerekir.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. OK, belki. Onlar da "Türk işgaline" girer gerçi.

      Mesele işgal değil sanki. Kan emme. Her işgal kan emme ile sonuçlanmaz.
  7. Sevan beyin Osmanlı ve Bizans dönemi Anadolu'su için söyledikleri (yani imarın tek merkez/başkentte yoğunlaşmasının kalkınmayı engellemesi) Arap veya diğer İslam ülkeleri için de geçerli değil mi?
    Bu ülkelerin imar edildiği dönemler de bizdeki beylikler dönemlerine benziyor.
    Kurtuba'da Endülüs Emevi'leri, Tunus'taki Kayrevan'da Aglebi'ler, Fas'ta İdrisi'ler (Fas ve Fes adı onların kurduğu Fez şehrinden geliyor sanırım), Mısır'da Tolunoğulları ve İhşidiler gibi.
    Yanıtla

    Yanıtlar


    1. Bence geçerli, belki de Ortadoğu medeniyetiyle alakalı bir problem.
  8. Şu Türkler bir yok olsa(!) da Sevan rahatlasan. Olsun bir Türk olarak yine de seni sevmeye çalışıyorum. Şu başkasından bakabilme çabanı bir Osmanlı yöneticilerine doğrultsan bakalım kıyamet kopar mı?
    Not: Yorumlarımda hakaret falan yok. Neden yayımlamıyorsun ki?
    Yanıtla
  9. Yok canım çok "kral" bir mutabakattı.
    Ülkeyi Batıcı-Kemalist elitlerin yönetmesine karşı çıkan Sevan Ortadoğu'yu Batılı elitler yönetmeliydi diyor :)
    O zaman neden kemalizmi eleştirdin diye sormazlar mı adama.
    İşte böyle sorarlar...
    Yanıtla
  10. Kemalistler Batıcıydılar belki fakat tam Batılı değillerdi, neticede Müslüman orijinliydiler, özlerinden komple kopamadılar.
    Yanıtla

Monday, June 19, 2017

Büyükelçi Morgenthau’nun güncesi


Aralık 2014’te Yenipazar Cezaevinden yazılmış bir mektup. Köşeli parantezleri şimdi (2017’de) ekledim.
Son günlerde okuduğum en ilginç kitap 1913-16 ABD’nin İstanbul büyükelçisi olan Henry Morgenthau’nun günceleri. Anıları değil, o çoktan yayınlandı, galiba Türkçesi de var. Bunlar ham günce. Üç yıl boyunca her gün görüştüğü, yaptığı, duyduğu her şeyi defterine not etmiş. Epey bir kısmı kriptik, yani anlaşılmıyor, ama anlaşıldığı kadarı bomba. Diplomatik ve siyasi kulislerde olan biten hakkında hayatta okumadığın kadar ayrıntılı bilgi ediniyorsun.
[Not: ABD 1917’ye dek savaşta tarafsızdı. O yüzden İngiliz, Fransız, Rus elçileri sınır dışı edilirken ABD elçisi kaldı. Almanya ile Türkiye arasında arka kapı diplomasisi sürdürdü.
Morgenthau Alman Yahudilerindendi. Başkan Wilson’ın kişisel dostu idi. İstanbul'dan sonra kamu görevinden ayrılıp Wall Street’te banker oldu, servet edindi. Kendisiyle aynı adı taşıyan oğlu FDR hükümetinde ticaret bakanı idi. ABD’de sosyal devletin başlangıcı olan New Deal reformlarının fikir babası sayılır.]
Gözlemler.
•        Talat ve Enver’le çok sık görüşüyor. Bazen haftada üçer dörder defa, bazen yemekli, çoğu zaman 2-3 saat. Ailece görüşüyorlar. Çat kapı Talat uğruyor. Enver’le Belgrad Ormanında atla 4-5 saatlik Pazar gezmesine çıkıyorlar. İlişkiler doğal, pratik, siyasi polemikten çok uzak – ancak Temmuz 1915’ten sonra Ermeni meselesi yüzünden soğumaya yüz tutuyor. Yoksa dedikodu yapıyorlar, savaşın gidişini tartışıyorlar, bin türlü idari problemi çözüyorlar – Beyrut’taki konsolosun sorunu, Osmanlı Bankasındaki bilmem ne hesabının durumu, Robert Kolej diplomalarının denkliği meselesi, İngilizlere sığınan kontes bilmem kimin sınır dışı edilme hadisesi, Kayseri’de tutuklanan Amerikalı iş adamının şeysi. Bir ara Talat bakanlıktan düşecek olursa ABD’ye büyükelçi gitmek istediğini söyleyip M.’nun yardımını istiyor. Talat zeki ve kibar, Enver sempatik biri olarak görünüyor. Ama Mayıs-Haziran 1915’ten itibaren gitgide katılaşan, meydan okuyan bir tavra giriyorlar.
•        1914 başında - yani savaştan aylarca önce - diplomatik çevrelerin ortak görüşü Türkiye’nin çökmek üzere olduğu. Balkan Harbinden [1912-13] sonra mali durum facia. Reformların hiç biri yürümüyor, ordu hakkında (Almanlar dahil!) kimsenin bir umudu yok. Tartışma mevzuu: Ruslar İstanbul’u alır mı? Önlemek için ne yapmalı? İT yönetimi dahil olmak üzere kimsenin Türkiye’nin geleceğine dair pek bir beklentisi yok.
•        İngilizlerin Mısır’a göz göre göre el koyması büyük bir düşmanlık ve huzursuzluk kaynağı. İngilizler Hıdivi İstanbul’a sürmüşler, o da Kandilli'deki köşkünden anti-İngiliz duyarlıkları körüklüyor, etkili kişileri kışkırtıyor, basına yazılar yazdırıyor. Siyonist hareket çok aktif; M. da onlarla yakın ilişki içinde, hatta galiba onların sözcüsü. Anladığım kadarıyla Filistin iskânına kolaylık gösterilmesi karşılığında Türkiye’ye ciddi diplomatik ve parasal destek teklif ediyorlar. Suriye kontrolden çıkmış durumda.
4 Mayıs 1914’te uzun bir sohbette Talat Yemen, Suriye, Irak, Filistin vs.ye bağımsızlığa yakın özerklik vermeyi, ama Türk olan bölgede güçlü merkezi yönetim kurmayı düşündüklerini söylüyor. Yani Arabistan'ın gidici olduğu daha savaştan önce belli. M. bunu yapabileceklerini pek zannetmiyor, çünkü para ve kadro yok; İngiltere ve Yunanistan ve Rusya izin vermez; Ermeni bölgesine egemen olmaları güç. (Ermeni meselesine ilk değindiği yerlerden biri burası.)
Haziran 1914’te Türk-Yunan savaşı patlak vermek üzere. Diplomatlar her gün heyecanla savaşın başlamasını bekliyorlar. Savaş nedeni, Balkan Harbinde Yunanistan’ın Midilli ve bazı adalara el koyması. Türkiye bu durumu kabul etmiyor. Yunanistan olası Türk saldırısına karşı ABD’den iki kruvazör sipariş ediyor. M. bunun savaş nedeni olacağı gerekçesiyle satışı önlemeye çalışıyor, araya etkili Siyonist kişileri sokuyor.
15 Haziranda Foça’da Rum katliamı oluyor. İzleyen hafta Manisa ve Aydın’daki Rum köyleri çetelerce basılıp katliamlar yapılıyor. Nedeni muhtemelen Yunanistan savaş açarsa yerli Rumların işbirliği yapma olasılığına karşı gözdağı. Haziran-Temmuz’da Ege bölgesinden büyük Rum göçü; çoluk çocuk sefil mülteci fotoğrafları dünya basınına çıkıyor; Erdek Yarımadası ve Marmara Adasındaki bütün Rum köyleri boşaltılıyor. 2 Temmuzda Talat “eğer ABD kruvazörleri verirse katliamlar devam eder” diyor. Yani şantaj: ABD Yunanistan'a yardım ederse biz de yerli Rumları ezeriz. 9 Temmuzda ABD kruvazör satışını askıya alınca bu kez hükümet Foça’da bazı (Türk) katliamcıların yargılanmasına yeşil ışık yakıyor.
Bundan birkaç gün sonra İngiltere Türkiye’nin sipariş etmiş ve parasını ödemiş olduğu harp gemisine tam teslim edileceği gün el koyuyor. Gerekçe: gemiyi versek Türkiye Yunanistan’a saldırır. 28 Ağustosta Enver, eğer Yunanistan saldırırsa misilleme olarak İzmir’i yakacaklarını bildiriyor. 31 Ağustosta Yunanistan saldırırsa [İngiliz-Fransız ortaklığı olan] Osmanlı Bankası’na el koyacaklarını söylüyor. O günlerde Dünya Savaşı çıkınca Yunan krizi sahneden uzaklaşıyor.
Öyle anlaşılıyor ki savaş tedbiri olarak sivil halkın katliamı projesi bu tarihlerde yavaş yavaş şekillenmiş. 1914 yazı.
Savaş çıkar çıkmaz Türkiye’nin ilk yaptığı iş 10 Eylülde kapitülasyonları lağvetmek. ABD adli kapitülasyonların kaldırılmasına karşı değil, ama ticari kapitülasyonlar kaldırılırsa ekonomik olarak Türkiye batar diyor. Talat ise yapacakları yargı ve hukuk reformlarıyla kapitülasyonlara gerek kalmayacağını söylüyor. Yani Medeni Kanun vb. daha 1914’te gündemde. Gerekçe aynı, kapitülasyonları kaldırınca uluslararası medeni hukuk, ticaret hukuku vb. getirmek şart. Şer’i hukukla uluslararası ticaret yürümez.
•        24 Eylül 1914’te Şeyhülislam Hayri Efendi oğullarının Robert Kolej’e kabulü için büyükelçinin aracılığını rica etmeye geliyor. Bunlardan biri 1965’te başbakan olan Suat Hayri Ürgüplü olmalı.
•        6 Ekimdeki sohbette Talat amaçlarının aslında İzmir’i yakmak değil, Rumların korkup kaçmasını sağlamak olduğunu söylüyor. Şehrin Müslümanlaştırılmasını istediklerini, öbür türlü ülkenin asla yönetilemeyeceğini savunuyor. Soru üzerine kabinede bir tek kendisinin dindar olduğunu, Cemal’de biraz dindarlık olduğunu, Enver’in hiç olmadığını anlatıyor.
•        14 Ekimde büyükelçilik müsteşarı Şımavonyan ve Talat’la yemek. Talat Avrupa ülkelerine hiç güvenmediğini, İtalya’nın [1911’de] durup dururken Libya’yı işgal etmesi gibi sürpriz saldırılar beklediğini anlatıyor. Bu kilit bir detay. Bu ihtimale karşı Kasım 1914’ten itibaren ülke içindeki İtilaf devletleri vatandaşlarını enterne edip Yozgat, Maraş, Urfa vb.de rehin tutacaklar; İngiltere veya Fransa veya İtalya bir yere çıkarma yaparsa hepsini öldürmekle tehdit edecekler. Bu tehdit tutmazsa bu sefer Ermeni katliamı aynı amaçla kullanılacak. İtilaf devletlerinden gelen sinyallere karşılık katliamın dozu azaltılıp artırılacak. (İşin bu yönünü daha önce düşünmemiştim. Ermenileri Avrupa saldırısına karşı rehin olarak tutuyor. Avrupalıları topluca öldürmeyi gözü kesmediği için Ermenilere yöneliyor.)
•        25 Ekimde Karadeniz sahili Rumlarının iç bölgelere tehciri kararı çıkıyor. Morgenthau Enver ile Talat’ın tehlikeli bir oyun oynadıklarını düşünüyor. Alt kademedekiler talan tadını alınca durdurulmaları mümkün olamaz, iş çığırından çıkar diyor. Yani iş ilk başta rasyonel bir diplomatik hamle, ama kontrol edilmesi zor, çığırından çıkma ihtimali çok güçlü.
•        11 Kasımda Talat’la ilginç diyalog. Fransa ve İngiltere’nin tahkim edilmemiş kıyı kentlerine saldırmaması için centilmenlik anlaşması yapalım, ABD aracı olsun diyor Talat. Aksi halde zorunlu göçlerin devam edeceğini söylüyor. M. tehdidiniz zayıf, çünkü gerçekten büyük çaplı katliam yapabileceğinize inanmıyoruz diyor. Talat “kararlılığımızı göstermek için ne yapabiliriz?” diye soruyor. Düşünürsen tüyler ürpertici bir sahne. Galiba olayları anlamanın asıl kilidi bu.
•        18 Aralık: İngiltere Çanakkale’de bombardımana başlıyor. Genel kanı birkaç gün içinde Boğazı aşıp İstanbul’a gelecekleri yönünde. Alman elçisi eğer İngilizler Boğaz’ı aşarsa İstanbul’da büyük Hıristiyan katliamı olacağını düşünüyor. Her ihtimale karşı Alman elçiliğinin değerli eşyalarını ABD elçiliğine saklamayı öneriyor. Sonraki hafta bir sürü tablo vb. Tepebaşı’ndaki ABD elçiliğine taşınıyor.
•        24-25 Aralıkta Türk hükümeti taşradaki Katolik ve Protestan kiliselerine el koymaya başlıyor. Şükrü Bey (İT liderlerinden, Maarif Nazırı) “biz bunu yaparsak onlar da savaştan sonra camilere el koyacak, biliyoruz, ama başka çaremiz yok” diyor.
•        Fransızlar veliahdın oğlu Ömer Faruk Efendiyi tutukluyor. Bunun üzerine Türkiye Fransız ve İngiliz konsoloslarını tutukluyor. 31 Aralıkta Talat Osmanlı Bankasına el koyma kararını çıtlatıyor, borsada büyük krize yol açıyor. 9 Ocakta Alman elçisi Türkiye’nin ayrı bir barışla savaştan çekilmesi için ABD nezdinde girişimde bulunuyor. İngiltere teklifi kesinlikle reddediyor. (Yani bu aşamada Almanlar dahil herkes Türkiye’nin yenileceğinden emin.)
•        10-15 Ocak, Çanakkale paniğinin zirve noktası. İstanbul’da herkes çıldırmış halde, bugün yarın İngilizler geliyor korkusunda. Belki tesadüf, 13 Ocaktaki resepsiyona Türklerin birçoğu fessiz geliyor. M. böyle bir şeye ilk kez tanık oluyor. Bence simgesel: devletin dağılmaya başlaması! Erzurum’da bazı subaylar isyan edip Alman subayı öldürüyor.
•        28 Ocak: Cemal Paşa ile sohbet. Hükümetin ne kadar zayıf olduğu anlaşılırsa isyan çıkar diye korkuyor Cemal. “Biz Abdülhamit’i 50 kişi ile devirdik, Ermeniler bizden daha örgütlü” diyor. Ciddi ciddi Ermenilerin darbe yapmasından korkuyorlar sanırım. Sarıkamış’ta yüz bin kayıp verince ordudan geriye bir şey kalmadı deniyor.
•        17 Şubat: Talat [İçişleri Bakanlığından] istifa ederse Hüseyin Cahit (Yalçın)’ın onun yerine geçeceği konuşuluyor. Bunu daha önce duymamıştım.
•        19 Şubat. Bu müthiş. Rusya Meclisinde resmen İstanbul’un işgali dile getiriliyor. Bunun üzerine İngilizlerin buna asla müsaade etmeyeceği, dolayısıyla Çanakkale saldırısından vazgeçecekleri söyleniyor. İstanbul’da panik havası dağılmaya başlıyor. (Yani Çanakkale seferi aslında Ruslara karşı, ya da onlara rağmen bir hamle.) Martta bu sefer Rusların Sarıyer-Kilyos hattına çıkarma yapacağı paniği var. 30 Martta İngilizlerin Ruslardan önce davranıp İstanbul’u ele geçirmeye karar verdiği haberi geliyor, gene panik havası esiyor. (15 Mayısta Tarabya’nın kuzeyindeki tüm gayrimüslimler tahliye ediliyor. Sersefil ortada kalıyorlar, bir kısmı Bebek’te Robert Kolej arazisinde çadır kuruyor.) 3 Nisanda Fethiye Rumları tahliye ediliyor. 9 Nisanda İtilaf kuvvetlerinin Mersin’i bombaladığı ve Ayvalık’a çıkarma yaptığı haberi panik yaratıyor. 20 Nisanda Sultan Beylik’teki Yahudi kolonisini ??! boşaltıp yerine asker yerleştiriyorlar. (Kadıköy yakasında bir yer, acaba Sultanbeyli mi?)
•        24 Nisan sahnesi olağanüstü! [Not: 24 Nisan 1915 gecesi İstanbul’da 230 küsur Ermeni ileri geleni tutuklanıp Anadolu’ya sürüldü; çoğu öldürüldü. Ermeni tehcirinin simgesel başlangıcı sayılır.] O akşam Talat, Başhaham Naum Efendi, elçilik müsteşarı Şımavonyan, eşleriyle elçilikte yemekte. Yemekten sonra eşler sinemaya gidiyor. M. Talat’a “Siyonizmi bir Osmanlı kurumuna dönüştürmeyi” öneriyor. Talat reddediyor, özetle egemenliği paylaşamayacaklarını bildiriyor. Kendisi ABD’ye elçi olarak atanırsa ABD yönetiminin uygun bulup bulmayacağını soruyor ve Pazartesi gününe (2 gün sonra) cevap istiyor!! Belli ki korkuyor, belki bir darbe bekliyor. Ermeni tutuklamalarını soruyorlar. (Dikkat et, sohbetin başında değil, sonunda.) Talat “İhtilal hazırlıyorlar, buna izin veremeyiz” diyor. M. sonradan “Türkler entelektüelleri bastırmadan ülke yönetemeyecek­lerini düşünüyor” diye not ediyor.
Ertesi gün Robert Kolej’de bir panel var. Ancak panele katılacak Ermeni konuşmacı (Protestan Ermeni bir vaiz) tutuklandığından, kolej müdürü konuşmayı Morgenthau’nun yapmak isteyip istemeyeceğini soruyor. M. kabul ediyor.
Bunlar bence filmlik sahneler. Hükümet panikte, ama korku onları daha katı ve gözü pek hale sokuyor. Soykırım kararlılığının nasıl şekil aldığını görüyorsun. Kadınların sinemaya gitmesi şaheser bir detay. (Yalnız Talat’ın eşi var mı, emin olamadım.) Bir sürü Ermeni tam o saatlerde İstiklal Caddesi civarında tutuklanıyordu, sinema acaba nerede? Tam o akşam Yahudi başhahamının yemekte olması ve Siyonizm hakkında en ciddi teklifin dile getirilmesi tesadüf mü? Şımavonyan ne düşündü?
•        Aynı gün bir İngiliz denizaltısı İstanbul civarına gelip askeri tesisleri topa tutuyor, Beykoz’a kadar ilerliyor. Sonraki günler Marmara’nın çeşitli yerlerinde ateş açıp korku salıyor.
*
Neyse çok uzattım, kontrolden çıktı bu mektup. Özetle işin gelişimi şöyle görünüyor.

1.    Ermenilerin ihtilal ve darbe yapmasını bekliyorlar. O yüzden lider kadroları tutuklayıp bir kısmını infaz ediyorlar.
2.    Her an her yönden işgal/çıkarma bekledikleri için sınır ve kıyı illerindeki gayrimüslimleri (savaş süresince veya temelli) sürmeye başlıyorlar.
3.    Batılılar itiraz edince sürgün Ermenileri rehine olarak kullanmak akıllarına geliyor. “İngilizler işgal ederse hepsini öldürürüz” kozunu kullanıyorlar. (Mesela Sivas-Yozgat sürgünleri üç ay Konya dışındaki toplama kampında tutuluyor, belli ki pazarlık kozu olarak bekletiliyorlar. İşe yaramayınca parti parti Pozantı üzerinden Suriye’ye gönderiliyorlar.)
4.    Nakliyat sırasında çok sayıda insan kontrolsüz ya da yarı-kontrollü olarak öldürülüyor. İş, M.’nun önceden tahmin ettiği gibi çığırından çıkmaya başlıyor. Soygun ve talan devreye giriyor.
5.    Ağustosa doğru geri dönülmez nokta aşılıyor. Bu noktadan sonra Ermenilerle medeni bir çözüm artık mümkün değil; Batı ile diplomatik müzakere de mümkün değil. Öyle ya da böyle savaştan sonra yapılanların hesabı sorulacak. O aşamadan sonra eldeki tüm Ermenileri öldürmekten başka çare kalmıyor. Tehcirin sistemli yok etmeye dönütüğü yer 25-30 Ağustos civarı. 30 Ağustosta Ankara’da 6000 Ermeni öldürülüyor. 1-2 Eylülde İzmit Ermenileri topluca öldürülüp şehir yakılıyor. Bu yeni bir aşama. O tarihe kadar bir sürü münferit katliam var, ama toplu yok etme yok.
ABD’nin tavrına gelince:
1.     İlk yaklaşımları “Türkiye’nin geleceğini yok ediyorsunuz; ekonomik ve kültürel çöküşe yol açacaksınız.” Amerikalıların tipik bakış açısı, ekonomik kalkınmayı her şeyden önemli görürler, kendi çıkarlarını da orada görürler.
2.    Bir dönem karmaşık bir diplomatik oyun var. Türklerin katliamı bir pazarlık kozu olarak kullandığını görüyor, o pazarlığı kırmak için el yükseltiyor, Washington’a katı ve tavizsiz bir politika öneriyor.
3.    Eylül-Ekim 1915’te Başkan Wilson’la uzun yazışmalardan sonra tüm Ermenileri ABD’ye göçmen olarak kabul etmeyi öneriyorlar. Türk tarafı belli şartlarla buna razı. (Enver’e göre en önemli şart, bir aileden göçmen alınırsa ailenin tamamı kabul edilecek. Maksat Türkiye’de pürüz bırakmamak.) Çeşitli nedenlerle bu proje yürümüyor. Atlantik’te Alman denizaltıları cirit atıyor ve ABD’nin bu çapta bir göçe tahsis edecek yeterli gemisi yok.
4.    Bu sırada Bulgaristan hangi tarafta savaşa gireceğine karar vermek üzere. ABD (Robert Kolej mezunu olan Bulgar başbakanı nezdinde) Ermeni katliamını gerekçe yapıp olası bir Bulgar-Türk ittifakını önlemeye çalışıyor. Katliamın ilk kez propaganda amaçlı kullanımı galiba bu. Türk tarafı (“çok önemli bir İttihat-Terakki mensubu olan” büyükelçi Fethi Bey (Okyar) marifetiyle) Bulgaristan’a yüklü para ve silah yardımında bulununca Amerikan çabası sonuçsuz kalıyor. 
*
Bu kadar! Daha çok detay var ama yetsin.

Thursday, June 15, 2017

Yazarımız duygusallaşıyor, Hindemith’i anıyor

Foça Cezaevi bahçesinin zula bir köşesini kendime mekân edindim. Çayır içinde gözden kaybolmuş bir masaya defter, kitap, radyo, yayılıyorum. Yan taraf kan deryası gibi gelincik tarlası, yaban buğdayları hafifçe sararmaya başlamış, dört yanım zeytin ağacı, tek duyulan ses kumruların buguu-guu’su. Güneş yakıcı değil, kucaklayıcı. TRT3’te Hindemith, viyola sonatı. Hindemith’e bayıldığım söylenemez, ama bu iyi geldi. Karanlık, olgun bir müzik.

Kırk yıl olmuş, Yale’deyken favori sığınağım Sterling Kütüphanesinin sağ arka kuytusundaki gazete odasıydı. Faux-gotik tarzda görkemli, lambrili, tavan doğramalı, ağır meşe masalı bir oda. Dünyanın yüz küsur ülkesinden, Amerika’nın bin milyon kasabasından günlük gazete gelirdi. 1977 olmalı herhalde, Milliyet’ten ikinci Milliyetçi Cephe hükümetinin kuruluş haberlerini okuyordum diye kalmış aklımda. Cumbanın içinde hep oturduğum köşede otururken adamlar geldi, sizi on dakika rahatsız edeceğiz dediler. Pencerenin içine iskarpela ile yatak açtılar, pirinç bir plaket çaktılar. “Büyük besteci Paul Hindemith, vefatı 1967, Yale’de müzik profesörü iken bu köşede oturmayı severdi.”

Oradan tanışıyoruz.

O kütüphanede Londra Times’ın 1700 bilmem kaçtan beri, New York Herald ile Times’ın 1800’lerden beri mikrofilm arşivleri vardı. Bir ara oturdum, Fransız İhtilalini baştan sona gazete haberlerinden okudum. Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında ABD basınında çıkan Türkiye’yle ilgili yazıları taradım. İnternetin olmadığı çağda büyük nimetti, şimdi gerçi çoğuna online ulaşabiliyorsun.


3 yorum:

Bak yazın Gazi Mustafa Kemal Atatürk Paşa'ya yönelik olumsuzluk içermeyince saçını şefkatle okşayasım geliyor. Bir de anıtkabirde bir fotoğraf koyum Atam izindeyiz yazdın mı, ballı börek olursun
Yanıtla

Yanıtlar


  1. Sevan Nişanyan yağlı ballı börek olmayı istemez kanaatimce. Hiç kimseye yaranmayı sevmeyen, bazen kendiyle bile kavga eden, nev-i şahsına münhasır, enteresan bir beşer.

Monday, June 5, 2017

Emperyalizm

Geçen günkü yazıda “emperyalist” kelimesini alışılmadık bir bağlamda kullandım, vatandaş dumur oldu. Az daha açalım isterseniz.

TANIM 1:
Ortaçağda İtalya’da imparatorcu – papacı mücadelesinde imparatordan yana olanlar. Alman hükümdarları 963 yılından itibaren Roma İmparatoru unvanını taşıdılar, İtalya’daki irili ufaklı beylikler ve şehir devletleri üzerinde egemenlik iddia ettiler. Papa zaman zaman buna ayak uydurdu; zaman zaman anti-Almancı direnişin öncülüğünü üstlendi. İtalyan toplumu şimdiki Suriye iç savaşına rahmet okutacak karmaşıklık ve kanlılıkta hiziplere bölündü. Hatta Dante bu yüzden vatanı Floransa’dan sürgüne gitti, hasretinden şair oldu.

O bağlamda Ortaçağ tarihçilerinin kullandığı “emperyalist” çağdaş bir deyim midir, tarihçi jargonu mudur emin olamadım şimdi. Du Cange sözlüğü elimin altında olsa bakar şıp diye söylerdim.

[2018 not: Du Cange sözlüğünde yok, demek ki Ortaçağ metinlerinde görülmüyor. Fransızcada ilk 1525'te «partisan de l'empereur d'Allemagne» anlamında görülmüş. İngilizce ilk 1603, Knolles'in History of the Turks'ünde, yine aynı anlamda.]

TANIM 2:
Fransa’da 1850’lerde Louis Bonaparte’ın imparator olmasını destekleyen ve 1852’de yapılan referandumda – pardon plebisitte – “evet” oyu verenler. Zıddı royalist (kralcı) veya cumhuriyetçi.

Bonaparte Napolyon’un yeğeni idi. 1848’de cumhurbaşkanı seçildi. Amcası gibi imparator olma sevdasına düştü. “Büyük Fransa” vaadiyle geldi, Avrupa’da herkesi ürkütüp kendine düşman etti. Afrika’ya el attı. Banka ve borsa oyunlarıyla bir zümreyi zengin etti. Sonunda Almanların sabrı tükendi, 1871’de vurup tepelediler. Son yıllarını Londra’da sürgünde geçirdi, anılarını yazdı.

TANIM 3:
İngiltere’de 1857-58’i izleyen yıllarda Benjamin Disraeli liderliğinde Muhafazakâr Partinin kolonileri – özellikle Hindistan’ı – merkezi yönetime entegre etme politikasını savunan kimse.

Hindistan’daki İngiliz egemenliği o tarihe dek bin bir türlü özel imtiyaz, antlaşma ve fiili durumdan oluşan bir yamalı bohça idi. Delhi’de teorik olarak halâ Hindistan’ın üçte ikisine hükmeden Sultan oturuyordu. Yeni politika gereği sultanlık lağv edildi, genel vali atandı, Kraliçe Victoria’ya mutantan bir törenle Hindistan İmparatoriçesi tacı giydirildi. “Fransa’nın var, bizim neyimiz eksik” düşüncesi bunda rol oynamış mıdır, şimdi detay hatırlamıyorum.

Muhafazakârlar “emperyalizm” bayrağını kaldırınca haliyle Liberaller de oradan yüklendiler. 1876 seçimleri Disraeli ile Liberal lider Gladstone’un epik mücadelesine sahne oldu. Gladstone ahlaklı dış politikanın, İrlanda özgürlüğünün ve tüm ezilen halkların bayraktarı olarak ringde yerini aldı. “Emperyalizm” İngiliz dış politikasında yanlış ve küstah olan her şeyin genel etiketi olarak siyasi sloganlar tarihindeki seçkin mevkiine yükseldi.

O gün bu gündür biliyoruz ki emperyalizm,
a)       kötüdür,
b)      İngiliz (ve müteselsilen Amerikan) bir şeydir,
c)       belirgin bir anlamı yoktur, ne demek istersen o anlama gelir.

Newer Posts Older Posts Home