Sunday, September 13, 2009

Kötü Yapılaşmanın Sebebi kim

Bu makaleyi sesli ve görüntülü izleyin: https://www.youtube.com/watch?v=5dqi7rZkLAg

Şimdi insanlar öldü ya, güzide basınımız gene başlar döğünüp bağırmaya, “Kaçak yapılaşmaya hayır” diye. Refleks gibi bir tepki, vur dizine tokmağı bacağı zıplasın. İnsanlar neden ölüyor? Kaçak yapılaşma yüzünden ölüyor! Tak, zınk! Beyne gerek yok, omurilik neyine yetmez? Halbuki memlekette herşey Devlet’imizin gözetim ve denetiminde olsa ne güzel olur değil mi? Vatandaş yasalara ve yönetmeliklere uyar, yapılaşma planlı olur, kimsecikler ölmez. Basit. 

Belanın başı Devlet

Ben size açık açık söyleyeyim. Bu ülkenin başındaki birinci büyük bela Yeniçeri ise, ikincisi ‘İmar Şebekesi’dir. Kökünden sökülüp atılmadığı sürece Türkiye’nin medeni bir ülke olma ihtimali yoktur, hiç hayal kurmayın. Bir zamanlar dünyanın en güzel kasaba ve kentlerinden yüzlercesine sahip bir ülkeydi burası. Hepsi bir örnek, ucuz, sefil, zevksiz, sağlıksız, kişiliksiz apartman yığışmaları diyarına çeviren kimdir, bir düşünün. Kaçak yapılaşma mıdır? Yoksa “Kafana göre ev yapamazsın, ne yapacağına Devlet karar verir“ diyen, memleket çapında örgütlenmiş imar çeteleri mi?

Önceki gün Kalkan’daydım, zihnimde henüz taze. Yirmi yıl önce orada olan dünya şekeri küçük köyün etrafında şimdi azgın bir vahşetle dağları tepeleri sarmış bir Ucubekent var. Sizce kaçak mıdır? Yoksa muteber bir üniversitede şehircilik okumuş biri imar planını çizmiş, belediye çatır çatır haracını kesmiş, denetimini yapmış, mimarı, mühendisi, boku, teki çarşaf çarşaf projelerini yapıp yağmadan yasal paylarını almış mıdır?

Kalkan misal sadece. İstanbul deyin, Tirebolu deyin, Çemişgezek deyin farketmez. Yürürlükteki yasalara uygun olarak yapılanıp da güzel, insancıl, akla uygun, kalıcı olan BİR TEK yerleşim yeri söyleyin bana, bu yazıyı yiyeyim. 

Halkın suçu değil

Hayır, ahaliyi suçlamanın anlamı yok. Bin seneden beri güzel ev, güzel kasaba yapmayı iyi kötü becermiş bir halk durduk yerde bozulmadı herhalde. Efendim göçebe geleneğiymiş, şuymuş buymuş, bunlar da inandırıcı değil. Safranbolu’yu yaparken göçebe değildiler de şimdi mi göçebe genleri depreşti?

Benim için esas ipucu şudur. Küçük Oteller Kitabı yüzünden memleketi fellik fellik dolaştığım şu son onbeş yılda gönül hoşluğuyla “budur” dediğim ya yirmi ya otuz tane yeni yapılaşma örneği hatırlıyorum. Hani içinde güzellik vardır, zekâ pırıltısı vardır, teknik beceri vardır, görünce yüzün güler, ne güzel yer, burada yaşasaydım keşke duygusuna kapılırsın, öyle. Şimdi bakın, bu yirmi-otuz örneğin hemen hepsi “kaçak”! En az yarısının kapı gibi YIKIM EMRİ var. Ya da insan ömrünü tüketen mücadeleler sonunda, binbir güçlükle, zorla, rüşvetle, torpille “kitabına uydurulmuşlar.” İstisnasız hepsini İmar Çetesi’nin şu ya da bu şubesi durdurmaya çalışmış.

Büyük çoğunluğuna mimar ve mühendis eli değmemiş; ya da değmişse yasal mecburiyet yüzünden değmiş, ona RAĞMEN iş başarılmış. Sonuç: Güzel (insanî, akılcı) yapılaşmanın önündeki esas engel İmar Şebekesi’dir. O şer örgütünü yok etmedikçe, bireysel kahramanlık eseri olan münferit işler dışında, memlekette iyi bir şey yapmanın imkânı yoktur. 

Bürokrasi bozar

Böyle olmasının sebebi meçhul mü? Değil. Sayalım:

Bürokrasi sorumsuzdur. Kalkan’ı neden rezil ettin diye kendisinden hesap sorulmayacağını bilir.

Bürokrasi akılsızdır. Çünkü akıl, ancak bireysel vicdanın olduğu yerde serpilir. “Mevzuat böyle, amirim de emretti, ama BENCE bunlar yanlış” diyemeyen insanın akılla işi olmaz.

Bürokrasi çirkindir. Çünkü estetik duygusu da bireyseldir. “BEN bunu beğendim” deme özgürlüğüne malik olmayan adam güzelliği ne yapsın?

Bürokrasi kıskançtır. Kendi üç kuruş maaşa ömür tüketirken iş ve ev ve kent kuran adamdan için için nefret eder, kötülük üretir.

Bürokrasi bencildir. Temel içgüdüsü, vatandaş aleyhine kendi iktidarını büyütmektir. Güçlü bir ahlaki-felsefi öğretiyle zapturapt altına alamadığın bürokrasi, bir süre sonra kendi kurumsal çıkarı dışında hiçbir şeyi düşünemez olur.

Bürokrasi zalimdir. Eline yıkma ve öldürme gücü verdiğin, kendi kendini besleyen bir kontrolsüz şebekeden hayır bekleme! 

Deprem faciası

1999 depreminin neden olduğu felaketlerin en büyüğünü büyükşehir ahalisi pek bilmez. Depremi izleyen bağrış çağrış ortamında 3194 sayılı İmar Kanunu’nu şipşak değiştirdiler. Eskiden belediye alanları dışındaki köylük yerlerde (bir sürü istisnayla da olsa) yapı işleri nisbeten özgürdü; muhtarı ikna edip iki ustayla kendine bir ev yapabilirdin. 99’dan sonra o da kalktı, dağ başındaki tarlada tavukların için kümes yapmak bile İmar Şebekesi’nin iznine bağlandı.

Nedenmiş? Ruhsatsız yapılaşma yüzünden depremde insanlar ölüyormuş! Siz depremde hiç köylü yapısı ev yıkıldığını gördünüz mü? O yıkılanların hepsi izinli, ruhsatlı, onaylı, imar planlı, projeli apartmanlar değil midir? Devlet eli bir yere ne kadar çok değmişse yıkım şansının o kadar arttığı görülmemiş midir? İmar kanserinin sebep olduğu felaketi önleyelim derken o kanseri daha da büyütmenin mantığı var mı?

Yasa değişikliğinin sonucunu görüyorsunuzdur ama farkında mısınız bilmem. 1999’a dek Türkiye’de binde bir de olsa güzel, terbiyeli köy evleri yapılıyordu. 99’dan sonra bitti. Yarın bu ülkenin sosyal tarihini yazacak olanlar, beşbin yılda oluşmuş bir mimari kültürün 1923’ten sonra yozlaştığını, 1999’da sona erdiğini anlatacaklar.

Nalıncı keseri iş başında

Bu sel afetinden sonra da İmar lobisi yaygarayı başlatacaktır, şüpheniz olmasın: “Kaçak yapılaşmaya son,” “Denetimler sıklaşsın,” “Planlı kalkınma,” vs. vs.

Mühendisler Odası Başkanı selin ertesi kalkıp konuşmuş bile. Ne demek istemiş ben size mealen aktarayım: Oda harçları artsın, üç mühendis yerine beş mühendisten rapor istensin, çark dönsün, çorba kaynasın, gücümüze güç katılsın...

Wednesday, August 5, 2009

Bayrak

Dünyanın bir yerinde, emek ve yetenek ürünü olan bir işte insan kendi ülkesinin bayrağı göndere çıksa sevinmez mi? Sevinir tabii: sevinmeyen ruhsuzdur. İnsan başarıdan pay çıkarır, oraya ait olmakla gurur duyar, tanıdıklar iyi bir iş yaptı diye mutlu olur. Bu memleketten kırk sene önce gitmiş, rejiminden nefret eden, insanını da sevmemek için yeterli sebebi olduğuna inanan insanlar tanırım; Türk takımı gol attı mı televizyon karşısında zıp zıp zıplarlar sevinçten. Aidiyet öyle bir şey, derin bir içgüdü.

Peki İstanbul’un her yerine iki-üç seneden beri eşek çükü gibi diktikleri o bayraklar beni neden rahatsız ediyor öyleyse? Şundan rahatsız ediyor. O bayraklar ulusun bayrağı değildir. Bir hizbin, bir siyasi görüşün bayrağıdır. Siyasi bir meydan okumadır. “Bu memleket bizimdir, bizden olmayan vatansızdır” diyen bir zümrenin vatandaşa verdiği gözdağıdır. Ya bize boyun eğ ya da defol git Moskova’ya / Mekke’ye / Erbil’e / Vaşington’a yahut cehennemin dibine diye haykırırlar, gür bir sesle ve postal rap¬rapları eşliğinde.

Ben bir ülkeye bundan daha büyük kötülük yapılabileceğini sanmıyorum. Bölücülüğün daniskası budur. Ulusa ait bir simgenin bir hizip tarafından gasp edilmesidir. Bir ülkede yaşayan herkesi doğal olarak bir araya getiren aidiyet duygusunun, zorba bir azınlıkça kirletilip etkisiz hale getirilmesidir. O bayrak eğer beni ve seni asmayı, kesmeyi, ülkeden kovmayı düşleyen bir azgın güruhun simgesiyse ben içim kahrolmadan nasıl sevineceğim, misal, Patagonya’daki hava olimpiyatlarında o bayrağın yükseldiğini görürsem?

*
Daniska demek “Baltık Denizi’ndeki Danzig limanından gelen en iyi kalite kürk” demekmiş eskiden, onu biliyor musunuz? O yerin şimdiki adı Gdansk, Polonya’da.

Bayrak Eski Asya Türkçesindeki badrak yahut batrak biçiminden geliyor. Asya Türkçesindeki /d/ sesi Türkiye Türkçesinde istisnasız her zaman /y/ olur, ondan böyle olmuş.

Çük ta 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut’ta çübek (“çocuk zekeri”) diye geçiyor. Türki mi İrani mi olduğu tam anlaşılamayan çub (sopa, değnek) sözünün küçültmesi. Biz burada gerçi küçük anlamında kullanmadık o başka.

Hep kasan konular olmaz, biraz etimoloji de lazım, değil mi?

Sunday, June 21, 2009

Boy değil işlev önemli (Liechtenstein İzlenimleri)

(Taraf Gazetesi HerTaraf sayfası, 21 Haziran 2009)

Geçenlerde yolumuz Liechtenstein’a düştü. (Biliyorsunuz öyle bir ülke var.) Fırsattan istifade birkaç kitap da okudum, Liechtenstein Tarihi, Anayasa tartışmaları ve yeni anayasa süreci, prens ailesinin şeceresi, vs. Notlarımı sizinle paylaşayım dedim.
Onbir köy, sağlam banka

Ülke nüfusu yirmibeşbin, bizim Selçuk kadar. Ama yüzyıllardan beri bağımsız, egemen, tam teşekküllü bir devlet. Şimdiki prensin ceddi bundan 300 yıl önce Türk harplerinde iyi para kazanmış. Ne olur ne olmaz, bir gün lazım olur diye ufak bir prenslik satın almış. Napolyon harpleri sırasında da şık birkaç hamleyle bağımsızlıklarını tescil ettirmişler. Başkent bağlar bostanlar arasında avuç kadar bir köy. Ayrıca on köy daha var.
Refah yerinde. Dünyada galiba kişi başına sanayi üretimi en yüksek olan ülkeymiş. Kişi başına milli gelir bakımından üçüncü ya da dördüncü. Üç büyük banka var, üçünün de reytingi AAA, yani “dünya batar bunlar batmaz” gradosunda. (Bizde birkaç yıl önce birileri eksi B’den galiba BB’ye çıkınca davul zurnayla bayram edilmişti, hatırlarsınız.)
Her tarafı inanılmaz derecede uçuk ve esprili heykellerle donatmışlar. Meclis binasının önünde: sandalyelerin üstüne çıkıp feci bir ciddiyetle ahkâm kesen dört tane göbekli adam ve kadın abidesi. Tunçtan.

Silahsız kuvvetler
Ordusu yok. En son ikiyüz yıl önce Tirol isyanı sırasında eylem görmüş, 1868’de lağvedilmiş. 1938’de Alman Nazileri miting görüntüsü altında ülkeyi istila etmeye kalkmışlar, sınırda biraz arbede itiş kakış olmuş, sokmamışlar. Sonra Prens gidip Hitler’le görüşmüş, iş tatlıya bağlanmış.
Eğer diplomatik güç dünya forumlarında sözünü dinletme gücü ise, sanırım Liechtenstein Türkiye’den daha güçlü bir ülke. Düşünürseniz sebebi de basit. Silah zoruyla sözünü uzun boylu dinletemezsin: korkudan ya da şaşkınlıktan bir süre dinler görünseler de gerçekte seni hor görürler, boş bulunduğun an birleşip tepelerler. Oysa akılla, mantıkla, bilgiyle, sağduyuyla konuşursan eninde sonunda herkes sana saygı duyar; sesin her yerden işitilir; ummadığın yerlerde ummadığın adamlar bir bakarsın senin sözcün ve hamin olmuşlar.
Hem silahlı hem bilge olmak mümkün müdür? Sanmıyorum, Yeşilçam filmlerinde olur ancak. Silah zoruyla saygınlık talep etmenin büyük riski budur: aklı, mantığı, bilgiyi ve sağduyuyu köreltir. Nasıl olsa güç bende, başka şey lazım değil hezeyanına kapılırsın. Zulmü hak sanırsın. Ak değil karadır diye dayattığın adamlar boyun büküp “hee ağam, hem de kapkara” dedikçe onlara inanmaya başlarsın. Hakikat duygunu yitirirsin. Hakikat duygusunu yitirmemeye çalışan insanları hor görürsün. Ahmaklaşırsın.
Onun için zekâ da silahsız adamlardadır. Akıl ve bilgi de, sağduyu da. Başka çareleri yoktur çünkü.
Millet ayrı devlet ayrı
Milliyetçi düşüncenin temel tezlerindendir. Derler ki büyük bir millete ait olma duygusu insanlara iyi gelir. Psikolojiyi güçlendirir, kişiliği geliştirir; çorba gibi, kana kuvvet göze fer verir. Doğru değildir tabii (yoksa Yahudiler neden diğer herkesten daha akıllı olsun?). Ama velev ki doğru da olsa, Liechtenstein’lının o konuda bir eksiği yok. Öz be öz Alman. Alman diliyle, tarihiyle, kültürüyle haşır neşir. Kendini Alman sayıyor. Bununla “gurur duyanlar” da tahminimce çoğunluktadır.
Ama ulus başka şey Devlet başka şey, aralarında bir bağ kurmanın mantıkî bir gerekçesi yok ki? Almanız diye neden Berlin’deki birtakım politikacılar tarafından yönetilsinler? Kel alaka? Alman olunca illa Alman üniversitesine gitmek, Alman şirketinde çalışmak, Alman marka buzdolabı almak gerekmiyor, neden Alman devleti kullansın? “Ulusdevlet” dedikleri işin saçmalığını Liechtenstein gibi yerde daha net görüyorsun.
Ayrıca Devletlerini sevmek ve saymak konusunda bir sıkıntıları olduğunu da sanmıyorum. Devletlerinin Türkiye Cumhuriyeti’nden epey daha eski tarihi var. Nefis bir anayasası var. Vergiler düşük. Hukuk güçlü. Hükümet binası bonbon gibi bir tarihi ev. Prens fevkalade medeni, sevimli bir adam, üstelik Avrupa’nın şahsa ait en müthiş sanat koleksiyonlarından birine sahip. Böyle Devletim olsa ben bile sevmez miyim?

Bölücü anayasa
1921 Anayasasının birinci maddesi, “Liechtenstein iki bölge ve onbir köyden oluşan bölünmez ve ayrılmaz bir bütündür” dermiş. Onbir yıl sürüp 2003’te noktalanan müthiş bir anayasa tartışmasından sonra, Prensin önerisi doğrultusunda, bu maddeyi anayasadan çıkarmışlar. Yerine ne koymuşlar? Şimdi sıkı durun. Madde 4.2:
“Her bir köyün [Gemeinde, yani “tüzel kişilik sahibi yerleşim”] Devlet birliğinden ayrılma hakkı saklıdır. O köyde oturan seçmenlerin çoğunluğunun oyuyla ayrılma süreci başlatılabilir. Ayrılma koşulları yasayla veya [Liechtenstein devletiyle imzalanacak] bir uluslararası antlaşmayla belirlenir. Antlaşma halinde, antlaşma müzakerelerinin sonuçlanmasından sonra yeniden halk oyuna başvurulması şarttır.”
Ne diyor? Ben seni zorla burada tutamam, ayrılmak istiyorsan ayrıl, ama bunu edebinle yap, gel otur benle konuş anlaş diyor. O kadar.
Prens II. Hans-Adam güçlü kişilik sahibi bir zat, ciddi bir entelektüel ve sanırım dünyanın en ileri fikirli devlet başkanlarından biri. “Oligarşi” adını verdiği ekonomik ve siyasi seçkinlere karşı temel hak ve özgürlüklerin korunmasını savunan güçlü fikirler ileri sürmüş. Baştan beri, dünyanın her yerinde, herhangi bir kimliği olan HER coğrafi birimin kendi kaderini tayin hakkını savunmuş. Karşılıklı rızaya ve sözleşmeye dayalı birlikteliklerin daha sağlıklı olacağına dair mutlak bir inancı var. Bu yüzden sanırım Avrupa Birliğine de karşı çıkıyor. “Muhafazakâr anarşizm” diyebileceğimiz bir çizgiye sahip. Ki bana uyar.

İstemezük
Yine prensin ısrarıyle anayasaya ekledikleri 13.3 maddesi var, evlere şenlik:
“En az 1500 seçmenin gerekçeli önergesiyle Prens aleyhine güvensizlik oyu istenebilir. Bunun üzerine Parlamento ilk oturumunda halk oyuna başvurma kararı vermekle mükelleftir. Halkoyunda güvensizliğe karar verildiği takdirde Hanedan Meclisi [hükümdarlık ailesi meclisi] izlenecek olan yolu en geç altı ay içinde Parlamentoya bildirir.”
Özetle diyor ki, istediğiniz zaman hükümdarı reddedersiniz. Halkoyunda reddedilmiş birinin tahta oturmaya devam etmesi zordur doğal olarak. Ama yerine oğlu mu amcaoğlu mu geçecek, yoksa prensliği bırakır gider miyiz, ona da müsaadenle biz karar verelim diyor.
İşin güzeli Prens ailesi Liechtenstein devletinden ücret almıyor; devlet hazinesinden en ufak geliri yok. Aksine, eskiden zaman zaman kendi ceplerinden devleti finanse ettikleri olmuş. Avusturya’da, Çek Cumhuriyetinde ciddi mülkleri, yerli ve yabancı şirketlerde payları var. Yani canları isterse “hadi bize eyvallah” deyip çekip gitme özgürlüğüne sahipler.
Bizdeki duruma bakarsanız, herhalde bir ülkede özgürlüğün bundan daha büyük bir güvencesi olamaz gibi geliyor bana. Yalnız senin padişahı kovma serbestliğinin olması yetmez: padişahın da akıbetinden korkmadan çekip gitme özgürlüğü olacak ki medeni insanlar gibi oturup konuşabilesin; o kovma hakkı gerçek olsun, lafta kalmasın.

Ne istiklal ne ölüm
Yine 2003 anayasa değişikliğiyle mahkemelere hakim atama düzenini değiştirmişler. Hakimleri, hükümete danışmak şartıyla Prens belirliyor. Parlamento da onaylıyor. Onaylamaz da Prens de ısrar ederse halkoyuna başvuruluyor. Hakimlerin yerli malı olacağına dair bir şart yok. Gitmişler Avusturya’nın, İsviçre’nin en iyi hukukçularını bulup hakim yapmışlar. Prensip olarak bir TC vatandaşı da pekala Liechtenstein’de sulh hakimi veya yargıtay başkanı olabiliyor.
Polis teşkilatı 1933’te kurulmuş. Başta 7 (yedi) olan polis sayısı 2007 itibariyle 130’a çıkmış, onların da çoğu yabancıların işlediği üst düzey organize işlere bakıyor. Yerel hapishanede kısa süreli 14 mahkûm, Avusturya’daki daha güvenli hapishanede ise uzun süreli 22 mahkûm yatıyormuş. Mahkûm yatırmak için prenslik Avusturya’ya para ödüyor.
Aklıma gelen sorulan şunlar. 1) Bu Liechtenstein misakı milli sınırları içinde tam bağımsız bir devlet midir? 2) Öyle olması veya olmaması iyi midir? 3) Liechtenstein vatandaşları anti-emperyalist olmak isteseler ne yapmaları gerekir?

22 yorum:

  1. Tesadüfen rastladığım bu yazınız bu ufak ülke hakkında çok hoş, bir o kadar da önemli bilgiler içermektedir. Okumaktan büyük bir zevk aldım. Şahsım adına teşekkürü bir borç bilirim.
    Yanıtla
  2. Güzel bir ülke ve ilginç anayasa maddeleri. Ama gözden kaçan bir konu da o ülkenin halkının Türk'lerden oluşmaması. Düşünüyorum da maazallah o ülkeyi bize verseler o anayasayla, o ülkenin varacağı durumu da öngeren bir yazı ekleseniz bu yazının altına diyorum.
    O zaman daha da ilginç bir yazı olurdu.
    Ne dersiniz?
    Yanıtla
  3. Bizdeki sorun yüzyıllarca sürmüş kötü idare. Yoksa Türklerin ırk veya kültür bakımından başkalarından aciz olduklarını sanmam. Beylikler Dönemi hakkında da yazacağım fırsat düşerse. Türkiye'nin altın çağıdır.

    Ayrıca Liechtenstein bundan 100 yıl öncesine dek Avrupa'nın en fakir ve geri yerlerinden biriymiş. Onu da belirtmeyi unuttum yazıda.
    Yanıtla
  4. Kucuk ulke yonetmek kolay Sevan Bey. Apartman yoneticiligi ile Belediye Baskanligi ayni sey mi Allah askina?

    Bizim aile ne guzel yonetiliyor diye "bu devlet de oyle guzel" yonetilir denebilir mi?

    Guldurmeyin beni!
    Yanıtla
  5. Son yoruma cevap:
    Küçük ülke yönetmek kolaysa o zaman çözüm basit, ülkeyi küçültün!

    Bu kadarcık bir şeyi düşünememek hayret verici doğrusu.
    Yanıtla
    Yanıtlar
    1. Amerika, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa vb. ülkelerini küçültmesi ve hatta sermayelerini dağıtmaları ve hatta ordularını lav etmeleri üzerine fikirler geliştirsek güzel olur gibi.
  6. Yönetimin "güzelligine" dair: Liechtensteinli beyler kadinlara secme hakkini 1984 yilinda bahsetmis. 1968, 1971 ve 1973 yillarindaki referandumlar, kadinlarin oy hakkinin reddi ile sonuclanmis.

    Kadin ve erkeklerin yasalar önünde esit olduguna dair madde, anayasaya 1992 yilinda eklenmis.
    Yanıtla
  7. atalarımızın kanlarıyla sulayarak bize verdiği toprakları başkalarına mı vereceğiz...''gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür''...'o köy' yüzünden insanlar ölsün,mutsuz olalım,parasız olalım,acı çekelim ama o köy bizim olsun...hiç görmediğimiz,(çok büyük ihtimalle) hayatımız boyunca da görmeyeceğimiz o yerler biz sürünsek de bizim olsun...bu bakış açısı dehşet verici...bu hırsı anlayamıyorum...

    'ülkeyi küçültme',en azından federal bir şekilde yönetme ihtimalini de pkk bitirmiştir bence...
    Yanıtla
  8. isvicre de aslinda buna benzer bir örnek aslinda. yanina bir de hristiyanlik oncesi izlanda örnegi verebilirim. bütün bu örnekler anglo-sakson dünyasinin libertaryan akiminin sevdigi ornekler, okuyabildigim, ogrenebildigim kadariyla. muhafazakar anarsizm'den kastiniz bu mudur acaba?

    anadolu beylik'lerini de bu cerceveden görebilir miyiz?
    Yanıtla
  9. Beyefendi o kucultelim dediginiz topraklar icin cok kan dokuldu. Dokulen kan geriye gelir mi?

    Kuculmek kolay diye kendimizi mi kucultecegiz. Biz yedi duvele nam salmis bir atanin torunlariyiz. Alabiliyorlarsa alsinlar bir karis toprak. Mabat ister.
    Yanıtla
  10. İstanbul'u Anadolu'dan ayırsak, herşeyini dışarıdan ihraç eden tuhaf bir ülke olabileceği geldi aklıma:)

    Halihazırda suyumuzu bile dışarıdan alıyoruz.
    Yanıtla
  11. bence bir binaya bakmakla bir devlete bakmak anyı mantık ilkesine dayanır.ikisinde de dürüstlük ve kendini bilmekten gelir.çok güzel bir yazı olmuş keşke bizim topraklarımız da bu kadar insanı değerler taşıyan bir sistem gelir insanca yaşamk için
    Yanıtla
  12. Yazınız süper olmuş. Anadolu'da gezip gördüğüm yerlerde ve okuduklarıma göre eski yapıların çoğu Hitit, Asur, Urartu, Roma, Bizans, Frigya, Likya ve Hellen döneminden. Bir de bunlara Selçuklu dönemini ekleyebiliyorum. Osmanlı'dan doğru düzgün bir eser yok. Merkezin aşırı güçlenmesiyle diğer bölgeleri dumura uğratmışlar. Balkan ülkelerinden milliyetçiler kendi kültürlerini zayıflattı diye Osmanlı'ya kızarlar. Gelsinler mesela en az Bulgaristan kadar büyük Akdeniz bölgesine baksınlar. Osmanlı'dan ne kalmış. Adana'da Roma'dan, onu bırakın Hititlerden kalma eserler var. Osmanlı zamanında yapılmış ve Roma'nın yaptırdığı Taşköprüyle baş edebilecek bir eser yok. Aslında Memlüklerin ve Osmanlının yönetimi bir süre bıraktığı Ramazanoğullarından kalma küçük bir cami dışında bir eser göremedim. Varsa iyi saklamışlar.
    Keşke Balkanlar kırılgan olmasaydı ve Osmanlı oralar sayesinde güçlenip Anadoluyu felç edemeseydi diye düşünürüm hep.
    Bunlara rağmen Osmanlı'ya yapmadıkları için nefret beslemek irrasyonel olurdu. Bu kadar güçlü merkezi bir devletin başında kim olsa o çağdaki düşünce yapısıyla muhtemelen benzer davranırdı. Hatta yüzlerce yıl geçmesine rağmen şimdi benzer güce sahip olanların yaptıkları ortada.
    Yanıtla
  13. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
    Yanıtla
  14. Nerelere gidem senin elinden....
    Yanıtla
  15. yazi cok hos olmus, elinize saglik.. buradaki beyin firtinasi da ayrica hosuma gitti..
    Yanıtla
  16. =) basligi da simdi gordum! Resmen oturmus!
    Yanıtla
  17. Ufak ülkeler adına benzeri senaryolara sahip bir çok ülke var. Finland yada İsviçre misal, 3 farklı dille 12 büyük bir küçük kantonla ülke olabiliyor evet. Peki asıl sorun burada belirtilen ülke modellerinin hep mikroluğundan ve karşılaştırmadaki ülkelerin macro devletler olmasından kaynaklanıyor olmasın sakın ? Eğer öyleyse neden pratik anlamda anarşizmin yaşanılamayacak bir şey olduğunda dair hariciden gazel okunuyor ?
    Yanıtla
  18. Evet mikro devletler daha kolay yönetilir ancak, zaman ilerledikçe, teknoloji ve fikirler geliştikçe büyük devletlerde git gide daha demokratik, daha insani olmaya başlıyor.
    Yanıtla
  19. web tasarımı süper yazı teşekkür ederim.. harbiden acınacak haldeyiz..
    Yanıtla
  20. keşke oralı olsaydım
    Yanıtla
  21. isviçre modeli gibi harika demokratikte yani bizim ülke gibi güneyi abd kuzeyi rusya güdümlü bir petrol güç mücadelesinde.... asya ile avrupaı bağlayan köprüde böyle birşey yapılsa suriye,ırak gibi oluruz
    Yanıtla

Tuesday, June 9, 2009

Vatanist

Kelimebaz'dan bir yazı. 9 Haziran 2009'da Taraf'ta çıktı.

Satanist varsa vatanist de var tabii, hangisi topluma daha zararlı bir akımdır onu ayrıca tartışırız. Şimdilik şöyle ipucu vereyim: Satanistler kaç bin tane faili meçhul cinayet işlemişler, kaç milyon kişiyi yanlış bir şey söyledi diye hayat boyu zindanlarda çürütmüşler, kaç başbakan asmışlar, kaç bin köy bombalamışlar, kaç yüzbin kişinin malını mülkünü yağmalamışlar, kaç yüz milyon çocuğun beynini saçma sapan hurafelerle mantara çevirmişler. Hele bir düşünün, sonra karşılaştırma yaparız.

Arapça watan mütevazı bir kelime. Bugün memleket tabiriyle anlattığımız şeyin adı, yani bir insanın doğup büyüdüğü yer. “Vatanın nere” diye sorunca bu ülkede insanlar “İspir’in Fısı¬rık köyündenim ağam” gibi bir cevap vermişler yüzlerce yıl boyunca. “Devlet” işleri bundan apayrı bir zeminde cereyan etmiş, ahaliyi zaten pek ilgilendirmemiş.

İnsanın doğup büyüdüğü yere duyduğu sevgiyi, bağlılığı devlete aktarma cambazlığına ilk girişenler 1860’larda Namık Kemal ve çevresidir. “Vatan Yahut Silistre” ne demek? “İspir, Silistre fark etmez, devlet sana öl diyorsa seve seve öleceksin” demek benim anladığım kadarıyla, başka bir anlam verebilen var mı? Profesyonel orduyu lağvedip mecburi hizmete dayalı askerliği getirirsen e tabii elin mahkum, ya afyon vereceksin ya beyinlerini gazlayacaksın ki soru moru sormadan gidip ölsünler.

*

Satan İbranice sin-teth-nun kökünden, muhtemelen “düş¬man” ya da “itham eden, töhmetçi” anlamında bir isim. Tevrat’ın erken kitaplarında adı geçmez, ancak daha geç döneme ait Tarihler, Eyüb ve Zekeriya kitaplarında sözü edilir; insanı sürekli günaha teşvik eden bir gücün veya varlığın adıdır. Arapçası neden *şâtân değil şaytân olmuş, Nöldeke’den beri tartışılmış bir mevzudur. Bir ara ona da girerim ama iki satırda özetlenecek konu değil.

Monday, May 18, 2009

Retro takılmak


Çağdaş yaşamı tabii ki destekleriz. Çağdaş yaşamı kim desteklemez? Ben illa retro takılacağım, kafama fes giyeceğim diyen mi var?
Bunların anlamadığı veya anlamazlıktan geldiği şu: Çağdaş yaşamın simgesi, bayrağı ve peygamberi diye Mussolini ile Hitler’in çağdaşı bir eski asker-politikacıyı öne koymak olacak iş değildir. Her şeyden önce o çağdaşlık iddiasına zarar verir, inandırıcılığını zedeler, sırtına taşıyamayacağı bir kambur yükler. İlla peygamber lazımsa bizde hakikisi var diyen adamlara verecek cevabın kalmaz. Daha önemlisi dünyanın dört bir yanında BUGÜNKÜ çağdaşlığı temsil eden zümrelerle ortak bir dilin kalmaz. “Çağdaş yaşam” kulvarında senin doğal müttefikin olması gereken Brüksel’deki, Seattle’daki, Tiflis’teki, Mumbai’deki genç, zeki, dünyadan haberdar insanlar, “Bu Türkler yetmiş sene önce ölmüş bir darbeci generali çağdaş yaşamın son merhalesi zannediyorlar, annee” deyip seni arkandan tiye alırlar. Zaten bütün dünyanın bildiği tarihi inkara azmetmiş olmak gibi bir handikapın var, bu da eklenince büsbütün yalnız kalırsın. Bölüğe mıntıka temizliği yaptırmakla devlet yönetmek arasındaki farkı anlamaktan aciz bir avuç cahil paşa ile çağdaşçılık oynarsın.
Düşünsen absürt ötesi bir hadise var ortada. “Çağdaş yaşam” denilen şey 1920’lerde 1930’larda durmadı ki, yürüdü gitti. Golf pantolon giyip Panama şapka takmak bu devirde çağdaşlık falan değildir, fes ve kavuk giymek kadar modası geçmiş bir antikalıktır. Birtakım zattarazotti izci marşlarıyla orgazma gelip Führer’e Başbuğ’a selam durmak 1933’te belki moderndi ama bu çağda çağdaşlık sayılmıyor, psikopatlık sayılıyor.
BUGÜNKÜ çağdaşlık nedir, bakın şöyle anlatayım. Photoshop diye bir program var, bilirsiniz, onun başında çıkan künyeye bakın. Üç Hintli, beş tane Çinli, bir Bulgar, altı-yedi Anglo Amerikalı, birkaç Yahudi, bir Afrikalı, iki Japon’un adı çıkar. Çağdaş yaşam işte odur. Enternasyonalizmin hasıdır. İnsanlık tarihinin gördüğü en heyecanlı işlerden biridir. Çağdaş olacağım, vatanıma milletime özümü armağan edeceğim diye var olmayan düşmanı Çanakkale’de denize dökme hayalleri kurarsan çağdaş mağdaş olmazsın, gülünç olursun. Adam Çanakkale’yi çoktan geçmiş, masandaki ekrandan sana el sallıyor çünkü.

Monday, May 11, 2009

Küfretmeden konuşan Atatürkçü olur mu?


Vatanmilletçilerin zannederim artık algılamaktan tamamen aciz oldukları bir şeyleri var: Hakaret etmeden konuşamıyorlar. Küfretmeyi en doğal hak ve vatani görev olarak görüyorlar. Başka bir ifade tarzını havsalaları almıyor, defterden silmişler.
Hemen her gün birileri bu bloga yazıyor. Geçen gün biri üşenmemiş dört tane yazmış. Nisbeten kibar bir dil, “siz” diye hitap etmiş, noktalama işaretleri yerinde. Daha ilk cümleden başlamış: “Türklük düşmanlığı”, “maksatlı yazılar”. Döne dolaşa aynı yere gelmiş: “gerçek niyetinizi ve özünüzü gösteriyor” (oysa niyetimi net ve açık bir dille ifade ettiğimi sanıyordum), “bu ülkenin gerçek vatandaşı olmadığınız”, “vatani tehtitlerin gerçekten burnumuzun dibinde yaşadıklarını gördüm”... İkinci yorumda aynen devam, “vatan düşmanlığı”, “kanser gibi yaydığınız düşünceler”... Üçüncü yorum: “vicdansız yada hain olmanız gerekir”, “köle olmak belli ki sizin gibiler için bir mükafat”. Örtülü tehdit: “kiliseleriniz duruyor, sokakta rahatça dolaşıyorsunuz. NE İSTİYORSUNUZ DAHA ????” (yani istesek BİZ sizi bunlardan mahrum ederiz).
Bunlar küfürdür. Asgari haysiyete sahip biri için, sözünün ardında gizli gündem yahut kişisel çıkar aramak hakaretlerin en ağırıdır. Namussuzlukla itham etmektir.
Popüler olmayan birtakım fikirleri cesaretle ortaya koyan birine özel çıkar atfetmek terbiyesizliğin uç noktasıdır.
Senden farklı düşünen birini vatansızlıkla itham etmek, onun insan ve vatandaş olmaktan ileri gelen en temel haklarını yok saymaktır. Zımnen onu ölümle tehdit etmektir. Diyor ki, seni insan ve vatandaş olarak görmüyorum; seni şimdi imha etmiyorsam belki tembelliğimden ve belki zayıflığımdandır, ama biri o işi yapacak olursa sakın hak ileri sürmeye kalkma, çünkü seninle aramızdaki toplumsal sözleşmeyi lağvettim.
İki gözlemim var, sizinle paylaşayım.
Bir, küfrettiklerinin farkında değiller. Hatırlatınca bazıları cidden şaşırıyor. Küfürlü yorumları yayımlamadığımda gidip Ekşi Sözlükte şurada burada şikayet yazanlar oluyor. Kibarca yazdıklarını zannediyorlar. Çünkü bununla yetişmişler. Hangi ders kitabını açarsanız açın, başından sonuna kadar aynı bu küfürlerle doludur. Böyle alışmışlar. Kamusal alanın normal dilinin bu olduğunu sanıyorlar.
İki, bu dile bunları alıştıran Atalarıdır. Kullandıkları dil onun dilidir. Doksan senedir cılkını çıkardıkları küfür repertuarı (“vatan haini”, “maksatlı”, “düşman”... ) onun repertuarıdır. “Atam sana böyle küfretmiş, benim de hakkım ve görevim budur” diyorlar. Ondan cesaret ve ilham alıyorlar.
Medeni bir ülkede siyaset dili eski bir diktatörün küfürnameleri üzerine kurulamaz: bunu algılayamıyorlar.
*
Bu bloga takdir edersiniz ki her gelen yorumu yayınlamak zorunda değilim. Forum yönetmiyorum nihayet, keyfimce birtakım görüşlerimi paylaşmaya çalışıyorum. Ölçütüm bellidir: boş laf ve lüzümsuz övgü yayınlamam; başı sonu tutmayan yazı yayınlamam; bin defa çiğnenip bayıcı olmuş klişe yayınlamam; çok komik ve sıradışı değilse küfür yayınlamam. (Yüksek edebi değeri olan küfürleri ayrıca Dürer-i Dübr’de yayınlıyorum.)
Kemalist kesimden eli yüzü düzgün bir cevap gelse tabii yayınlarım; memnunlukla yayınlarım. Fikir tartışmasını boş ver, güzel bir espri va da içten bir serzeniş gelse de yayınlarım; zekâ ve incelikle laf soksa da yayınlarım. Yeter ki karşısındakini insan yerine kosun, insanın insana konuştuğu gibi konuşsun.
İnanın, yok bunlarda böyle şey. Belki binde bir vardır, onlar da yazmıyorlar. Ekşi Sözlüğü ele geçirdiler, oraya döküyorlar.

21 yorum:

  1. ben bir sosyologum. üniversiteye ilk başladığım günden beri içerisinde yaşadığım yalanlar silsilesi, apaçık bir biçimde gerçeğe dönüştüğünde yaşadığım bunalımlı dönemi izah etmem mümkün değil. esasında sezgilerim bir yerlerde bana bir şeylerin yanlış olduğunu fısıldıyordu da bu fısıltıların bu kadar kaba olabileceğini hiç tahmin etmiyordum. yazılarınız hoşuma gidiyor. size kızsam, için için küfretsem de hoşuma gidiyor. bazı tezlerinizde - yine sezgilerim vasıtasıyla ki, iflah olmaz bir sezgiciyim - yanıldığınızı biliyorum fakat yüzümüze yüzümüze vurmanız belki ayılmamıza neden olur. muhafazakar bir aileden geliyorum ve şu sıralar anarşizmin kuyusunda yüksek bir ivmeyle düşüşteyim. okudukça, düşündükçe daha hızlı düşüyorum, çıldırıyorum, sövüyorum ve boşveriyorum. tanrım nasıl bir kabus bu? duygularımı paylaşmak istedim. saygılarımla.
    Yanıtla
  2. Sayın Nişanyan;
    Shakespeare'in şiir yazmaya çalışan piyanist dostuna dediği gibi ama daha olumlu bir anlamda;
    "Lütfen tarih yazın, daha çok tarih yazın, sürekli tarih yazın..."
    Yanıtla
  3. hani takip ediyor olsam da pek yazmaya yeltenmemiştim buralara şimdiye kadar, zira bu bloglar konusunda "eski kafa" olmaktan kurtulamıyorum bir türlü; hep evimde gazete okur gibi okuyorum, bir "aklınıza. elinize sağlık" demek geçmiyor aklımdan, kusura bakmayın. lakin, tam da aklımdan geçenleri yazdığınızı fark ettiğimde dostça bir "üzülmeyin" demek istedim size. sözlük ekseriyetle çekilmez oldu son zamanlarda, haklısınız, faşizme ciddi manada paye veriyor çiçeği burnunda yazarlar, "küfür" tabii ki bunlar, hakaret. bana da geçenlerde bu yazarlardan biri "vatan haini", "pkk yandaşı" tadında söylendi. üzücü haliyle, alınmamak elde mi, haklısınız.

    ayrıca, ergün on radar kişisinin leziz entry'sini, ay, şey, pardon, "yorumunu" ekşi sözlük'ten "arakladığını" söylemez isem olmaz.

    ah, tabii, madem hazır shakespeare'den girmiş ingiliz edebiyatına, ben de bir oscar wilde alıntısı yapayım öyleyse:

    "milliyetçilik zalimlerin erdemidir"

    saygılar, sevgiler
    Yanıtla
  4. Sevan Bey,

    Sorun sadece küfür/hakaret ettiklerinin farkında olmamaları değil.

    Aynı zamanda Atatürk'e yönelik en sıradan eleştirileri dahi hakaret/düşmanlık olarak tanımlıyorlar.

    Yani iki taraflı bir arıza söz konusu. Kendi küfürünü eleştiri, başkasının eleştirisini de küfür olarak algılama gibi bir şey.

    Zaten iki kesim arasında iletişimi en çok zorlaştıran şey de bu.
    Yanıtla
  5. Mavi gözlerim ve sarıya çalan saçlarımı saymazsak toplum tarafından öngörülen makul ayarda (18 ayar) bir "Türk" olmama rağmen, T.C. devletinden, onun iktidar obsesiflerinden ve yeni tür "cemaatsever" iktidar taliplerinden tiksinti duymaya başlayalı bayağı olur. Çünkü mesele o değil.

    Mesele Türk olmak veya olmamak hiç değil. Mesele insan gibi yaşamak, insan yerine konulmak. Alıp başımı Öropalara kaçayım diyorum kuzum, lakin onlar da ırkçının daniskasıdır. Bu nifak işlerini icat edenler bizzat kendileridir. Biliyorum ki, "18 ayar" bir Türk olarak oralarda da "18 ayar" bir ayrımcılık görmek kaçınılmazdır.

    Sonuç: Arada sıkışmışız kalmışız. Ve daha 25 yaşında tiksinmekteyiz her şeyden. Sürekli midemiz bulanmakta...
    Yanıtla
  6. biraz önce yazdığım yorumda Atatürk' ün hiç mi iyi bir yanı yok yazmıştım. Şimdi konuyu benim gözümde açıklığa kavuşturacak başka bir yazınızı okudum ve artık bir önceki mesajım gereksiz kaldı. Dedikleriniz üzerine benim de bilgilerim var, bir ölçüde cevap verebilirim ama bunu yazı ile anlatmaya yetecek yazın gücünü kendimde görmüyorum. Ben de sık sık kız arkadaşımla şirinceye gelirim. umarım bir gün yüzyüze uzun uzun konuşma fırsatı bulursak konuşabiliriz. Benim açımdan çok iyi olur çünkü her türlü düşünceyi bilgiyi duymaktan hoşlanırım. Sizin için de iyi olur siz de küfretmeden konuşabilen, dinlemesini bilen bir karşı görüş insanı ile konuşursanız bizim hakkımızda daha da fazla bilgi sahibi olmuş olursunuz. Dediklerime katılmasanız da demek ki bunlar da bu sebeple böyle düşünüyorlar diyerek küçük çaplı bir sosyolojik analiz yapma fırsatı bulursunuz. İyi çalışmalar
    Yanıtla
  7. Herkese "bok" atmaya alışmış bir abinin hezeyanlarıdır ciddiye almayınız..
    Yanıtla
  8. Kemalistler tarih bilmiyor, yaşanılanların ucundan tutulacak bir yanı olsa size bu ülkeyi bugünkünden daha dar ederler. Saf gerçeklere zerre tahammülleri yok, bunu dillendirenler sizin de dediğiniz gibi ya "okulda gereken ders verilmemiş" yada "zaten ne mal olduğun belli" olanlar.
    Size promosyon yapmanızı tavsiye edeceğim. Küfüretmeden, bizim de varlığımızı kabul ederek, beklediği saygıyı başkasına gösteren Kemalist'e bir adet küçük oteller kitabı, şirince köyünde bir hafta tatil gibi.
    saygılar
    Yanıtla
  9. iddia ediyorum bu tahammülsüzlüğün en fazla olduğu şehir İzmir. resmen bir linç ortamı var. çok mu abartıyorum diye düşünüyorum; ama dönüp baktığımda en temel konularda bile fikrimi saklıyorum mesela blog yazıyorum fakat kimseyle paylaşamıyorum.saçmasapan sözlerle yaftalanmak bir gram umrumda değil, yaftalayanın problemi bence ama gerçekten dayak yemekten ve 'kim vurdu'ya gitmekten vs. den korkuyorum. İlerici, çağdaş, modern, aydınlığın yüzü vs diyorlar İzmir'e ama sürekli bir linç ortamı mevcut hani mahalle baskısı denilen. Yahu İstanbul'da üniversite kazanmak hayatta ki en büyük hedefim haline geldi.Bu zihniyetin oluşmasında en büyük sebep Milli Eğitim, diğer sebepse medya.Kuşkusuz.
    Yanıtla
  10. Sevan bey, ne deseniz haklısınız.Siz tamamen belgelerle konuşuyorsunuz.Size küfrederek kendilerini küçülttüklerinin farkında değiller. Size küfredenlere bakınca Türklüğümden utanıyorum. Kavanoz olayı da bahane, amaç sizi linç etmek. Ancak yazılarınızda size katılmadığım bazı görüşler var. Mesela aşırı öztürkçeciliğe karşı çıktığınız kadar Osmanlıca denen yapay ve karma dili de eleştirmelisiniz. Yanlış cumhuriyet kitabında Lenin'i "vahşi bir despot" olarak nitelemenize de katılmıyorum. Ama genel olarak yazılarınızı çok beğeniyorum. Bu ülkede en büyük sorun sizin gibi aydınların çok az olması.
    Bir İzmirli olarak Sayın Serhatcan'a katılmıyorum bu arada. Bence en tahammülsüz şehir Trabzon.
    Yanıtla
  11. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
    Yanıtla
  12. Yukarıdaki yorumlarda kentler ve onun ahalisinin tahammül düzeyi tartışılmış. İzmirde yaşayan birisi olarak ben de onaylayabilirim ki, İzmir tahammülsüz bir kenttir. Ama, Türkiye'nin çoğu kentinden daha tahammülsüz değildir, hatta bazı konularda bir hoşgörü kültürünün olduğunu bile söyleyebilirim. Türkiye'nin pek çok kentinin ve kentleri oluşturan toplumun da ortak sorunu budur zaten "Hoşgörüsüzlük" ve "Karşıt fikirlere tahammülsüzlük". Milletçe iliklerimize kadar sirayet etmiş bu tahammülsüzlük hastalığı...(bu hastalığın nereden geldiği de ayrı bir tartışma ve sosyolojik araştırma konusudur bence) İzmir'in başkalarınca "yobaz" ya da "faşist" diye nitelendirilen anadolu kentlerinden bariz farkı kutsallarının başka olmasıdır. Örneğin dindar kimliğiyle bilinen bir kentte, sevgilinin elini tutman ya da ülkücü kimliğiyle bilinen bir başka kentte kürtçe konuşman, oranın genel ahalisinin "kutsal"ı olana hakaret etmen anlamına çıkar. İzmir'in kutsalı da pek bilindiği üzere "Birinci cumhurreis"tir. Atatürkçü izmir ahalisinin önünde sevgilinin elini tutabilirsin, başın açık dolaşabilirsin, ramazanda yemek ve içki içmek istersen tehditkar bakışlarla karşılaşmazsın ancaak, otobüste kürtçe konuşsan bakışlarınla taciz ederler, hele ki atatürkçü olmadığını bir şekilde anlarlarsa, vay haline...
    Kendi başıma gelen ve çevremden duyduğum birkaç örnekle devam etmek istiyorum; otobüste biraz yüksek sesle konuşan arkadaşlarımı, önlerden orta yaşlı bir bay uyarmak için şuna benzer bir cümle kurar: "Atanız'a layık olun, yurdu emanet ettiği gençlerin haline bak!" arkadaşım da altta kalmayarak, atatürkçü olmadığını dolayısıyla, atatürk'ün yurdu emanet ettiği gençlik içinde kendisini görmediğini söyler. Beyefendiden gelen tepki müthiştir, otobüsün tamamını galeyana getirir, adeta linç çığırtkanlığı yapar, pek tabii arkadaşlarım da ilk durakta inmek için doğrulurlar, tam inerken kapı tarafındaki insanlar arkadaşlarımın arkasından tükürmektedir. Bir tane de benim şahit olduğum bir olayı anlatayım; bilen bilir, izmirde belediye otobüslerinde telefonla konuşulması yasaktır. İnönü caddesinden geçerken, basın sitesinin oralarda, bir beyfendinin telefonu çalar, o da konuşmaya başlar, yakınındaki bir yaşlıca hanım da beyin yaptığı bu yanlış hareketi; "vatanı sizin gibiler sattı, batının ellerine bıraktınız bizim güzel yurdumuzu, vatan hainleri..." gibi dehşet verici ifadelerle kınar(!). Bu aslında Akp'nin ikinci kez iktidara gelişiyle tavan yapan "vatanın satılması" paranoyasının, ulusal tv izleri, aydınlık, cumhuriyet okuru tarafından en basit bir olayda bile su yüzüne çıkarıldığının basit ve güncel bir örneğidir.
    Bitirirken basit bir soru sormak istiyorum, hem çağdaşlık üzerine de bir tartışmaya meydan verebilitesi de var; sizce, İzmir'de bir insanın Atatürkçü olmadığını söylediğinde linç tehlikesi geçirmesi mi daha korkunç? Yoksa Sakarya'da şortla kentin ortasında gezen yelken takımının dayak yemesi mi daha korkunç? Bu son değindiğim olay cumhuriyet gazetesinde genişçe yer bulmuş, köşe yazılarına konu olmuş, "ülke nereye gidiyor?" sorularını defalarca sordurmuştu...
    Yanıtla
  13. bence de en tahammülsüz kent izmirdir..ergün beyin güzel ifade ettiği gibi her kentin bazı konularda tahammülsüzlüğü olabilir ancak izmirdeki 'kutsal'lar çok fazladır.atatürk zaten başlı başına bir tabu,bunun dışında başörtülü olmak hor görülme sebebidir,kürtçe konuşuyorsanız vay halinize.hoşgörülü olunan tek konu el ele tutuşma/öpüşme sanırım.tabi ki kürtler,başörtülüler sokakta gezemiyor gibi bir durum yok ancak öyle bir ortam var ki serhat beyin söylediği gibi (gerekli gaz verildiğinde) bu insanlar linç bile edilebilir..

    ancak diğer şehirlerle izmir arasında şöyle bir fark vardır,diğer şehirlerde bir tür 'mahalle baskısı' varsa o insanlar biz aslında çok höşgörülüyüz demez.'evet biz muhafazakarız,biz böyleyiz' der.ancak izmirdekiler bütün bu tahammülsüzlüklere,hoşgörüsüzlüklere rağmen kendilerini 'ennn çağdaş,ennn hoşgörülü,ennn ileri,ennn gelişmiş,ennn....' olarak tarif ederler ki bu oldukça hastalıklı bir durum bence ve izmiri diğer şehirlerden 'üstün' kılan da bu hastalıklı durum
    Yanıtla
  14. İşin garibi bir süre sonra siz de alışabiliyorsunuz bu küfürlere,'yiyen' taraf olmanıza rağmen... İtiraz dahi etmemeye başlıyosunuz filan...
    'Bunlar küfürdür. Asgari haysiyete sahip biri için, sözünün ardında gizli gündem yahut kişisel çıkar aramak hakaretlerin en ağırıdır.'
    Bundan sonra az biraz sıkıştığında bu küfürlere sarılanlarla,can ciğer kuzu sarması olanlarla asla diyaloğu sürdürmiyecem.
    Not: Sizce hangisi doğru 'sürdürmüyecem','sürdürmiyecem','sürdürmeyecem'.
    Yanıtla
  15. Değerli kardeşim Sevan,
    Seni,Hrant'ı,Etyen'i,Markar'ı ve diğer isimlerini sayamadığım 'adam gibi'adamları tanımak (elbette,yazı ve fikir platformlarından) ve aynı ülkede yaşamak,ayrıcalıktır.Bir adım önde olmanın zorluğunu ve tabii ki değerini anladıklarında,saygı ile özür dileyeceklerdir.
    Ama bunun için epeyi kocaman bir sabır gerekir.
    Ama 'adam gibi adam'olmanın da,olmazsa olmaz koşuludur bu.
    Saygı ile en candan dileklerimi sunarı,efendim.
    Ömer Vatansever
    Yanıtla
  16. Yazınızı hâyli taraflı buluyorum. Türkiye'de en sağcısından, en solcusuna inanılmaz bir küfür kültürü yerleşmişken; sadece Atatürkçü'lerin küfrettiği gibi bir portre çizmişsiniz. Bırakın küfürü, oruç tutmadı diye insanların satırla kesildiği bir memlekette yaşıyoruz. Üstelik bunu yapanların hiçbiri Atatürkçü değil; Atatürk'ten de haz etmezler. Kelimeleriniz ne kadar zarif olursa olsun, konuya bu derece yanlı yaklaşmanız çok can sıkıcı... Atatürk ve Atatürkçülerden nefret edebilirsiniz. Ama bunu lütfen daha gerçekçi sebeplere dayandırın. "Bu kemalistler çok ağzı bozuk..." şeklinde açıklamalar yaptığınız sürece, size inanacaklar, sadece size inanmak isteyenler olacaktır.
    Yanıtla
  17. Sayın Sevan Bey,
    Ben Taraf gazetesini sürkli alıyor ve ordaki bütün yazarların yazılarını okumaya gayret ediyorum. Fakat Neden öyle küsmüş gibi duran bir fotoğrafınızı köşenize koyuyorsunuz.O şekildeki duruşunuz samimiyle söylüyorum bende rahatsızlık yaratıyor,dolayısıyla yazılarınızı da okumak istemiyorum.Düşüncenize saygı göstermekle beraber düz bir fofonuzu koymanız bizde sevinç yaratacaktır.Saygılarımla

    nadiyaman@hotmail.fr
    Yanıtla
  18. Sayın Sevan bey
    Bir süredir yazılarınızı takip ediyorum.Gerçekleri dile getirmedeki başarınızdan ve cesaretinizden dolayı sizi kutluyorum.Doğru söyleyeni hain ilan eden bir memlekette yaşıyoruz,ancak artık bir şeyler değişmeli.Bizim gibi gençlerin sizin gibi yazarlara ihtiyacı var.
    Artık resmi ideolojiyi bırakıp biraz gerçek tarih öğrenmemizin vakti geldi.Çalışmalarınızın devamını diliyorum.Saygılar.
    Yanıtla
  19. Yaziya genel itibariyle katiliyorum. Elbette ki hakaret ve tehdit kemalistlerin bas enstrumanlaridir. Ayrica keske sadece hakaret ve tehdit olsa, onca hakaretten sonra gayet piskin bir sekilde mazlumu oynadiklarina da ben bizzati defalarca sahit olmusumdur. Terubelerime istinaden, rahatlikla genel degerlendirmenin bence de gayet dogru oldugunu soyleyebilirim.

    Ancak yaziya ufak bir itirazim var; yazida beliritildigi uzre `vatansiz olarak itham edilmek` yada hadi itham da demeyelim, vatansiz olarak tanimlanmak bence bir hakaret degildir. Aksine kapitalist bir kutsiyet olan vatan yada vatanseverlik kavramlarini ben kemalist egitim sistemiyle yillarca beyini yikanmaya calisilmis oz be oz bir Turk olmama ragmen kendime hic yakistiramiyorum.

    Cok acik ve kilciksiz olarak ifade etmekte hicbir sakinca gormedigim talebim sudur; sahsima vatansiz seklinde hitap edilmesini ozel olarak istiyorum. Kemalistler diledikleri kadar vatansiz olmayi hakaret zannetsinler, umrumda bile degil...
    Yanıtla
  20. küfür eden olursa dökünüz efenim başından aşağı bi kavanoz bok; bakın bi daha küfür ediyor mu? alışıksınız nasılsa..
    Yanıtla
  21. Sevgili Sevan Abi,
    Imalari, metin ardi anlamlari, gizli satir aralarini inceleyip kufur mahiyetini desifre etmen gayet akilci.. katiliyorum. Kufur aciz adamin isi.. bazilarinin agzina yakissa da belli seviye gerektiren tartismalarda kufur pek akla hizmet etmiyor.
    peki sen neden az once izledigim ( benim az once izledigim senin mart 2010 da katildigin ) programda kufur eder gibi mimik show yapmissin? Practice what you preach derler benim yasadigim yerde.. ( arada sen de verirsin ya yabanci dilde ornek, hani turkce yetersiz kalir ya.. ) ne sebeple o agresif, sinirli hallere burundun? "arkadaslar ben o kadar hakliyim ki size dayanamiyorum" tavri kac adim oteye atar bizi, seni, kimi?
    Yillar once kiz arkadasim bana surpriz yapip sirinceye goturmustu.. Senin motelde kaldik. Mimarim ben de.. icimi karartti bu arada o bogucu tablolar ve renkler.. samimi elestirim.. Kahvalti cok guzeldi ama.. Meshur Ataturk putlarini pardon kitaplarini da ilk orada gormustum.. hani bu kemalistler putlastirmis ya Ataturk'u.. Sen de seytanin yapip zit kutuptaki putunu yapmissin. Abi.. bir celiskidir gidiyor, bilmem farkinda misin? yani sac sakal grilesince farkinda olsan da "ya bosver boyle geldi artik, tornistan yapilmaz dalgalar yukseldi" mi der insan?
    guzel gunler dilerim..
    Yanıtla