Başkanlık sisteminin siyasi sonuçları üzerinde ciddi
bir şekilde düşünmeye otuz küsur yıl önce, üniversitedeyken başladım.
İstikrarsız rejimlerde siyasi parti davranışlarına ilişkin doktora
tezimi yazarken, Güney Amerika’nın birkaç ülkesinde sistemin işleyişini
epey yakından izleme şansı buldum. 1986’da askerdeyken Ali Nesin’le bu konuyu uzun uzun tartıştık. O zamandan beri, başkanlık sisteminin Türkiye için en hayırlı seçenek olduğu düşüncesinden çok uzaklaşmadım
Tayyip Erdoğan adını o zamanlar duymamıştım. Turgut Özal’a
da hiçbir zaman çok sempatim olmadı. Yani mesele kişiler değil. Erdoğan
ya da Özal’ın padişahlığından ürküntü duyacak kadar aklım başımda çok
şükür.
Rejim tercihi, memleketin geleceğini kuşaklar boyu etkileyecek bir tercihtir. Tayyip
Erdoğan’ın 60 sene başta kalacağını sanmam. Hatta itiraf edeyim,
isterseniz alay edin, bir kerecik bile başkanlığı tadacağına ihtimal
vermiyorum. Yüzde 50+1 gerektiren bir seçimde yüzde 43’le nasıl maç alınır, benim matematik bilgimi aşan bir mevzu.
ZAYIF TEZLER
Başkanlık sistemini savunanlar genellikle sistemin iki niteliği
üzerinde duruyorlar. İkisi de, lehte ve aleyhte, sonsuza dek
tartışılabilecek şeylerdir. Eskiden önemserdim. Şimdi ikisi de bana pek
belirleyici gelmiyor. Omuz silkmekten başka bir tepki veremiyorum.
1) Deniyor ki, parlamenter rejimin başbakanına oranla
Başkan’ın eli daha rahattır, daha cesur kararlar alabilir, daha cüretkâr
projeleri hayata geçirebilir. Kimine göre iyi bir şeydir, reformlara
kapı açar. Kimine göre kötüdür, Tek Adam’cılığa meyledebilir.
Heyhat, gerçek dünya ne böyle bir korkuyu, ne böyle bir umudu
destekliyor. ABD Başkanı’nın yahut Fransa Cumhurbaşkanı’nın, mesela
Almanya veya Britanya Başbakanı’ndan daha etkin veya daha cesur
olduklarına dair bir belirti yok. Başkanlık sistemine sahip G.Kore’de
başkanın, parlamenter oligarşinin şahı Japonya Başbakanı’ndan daha güçlü
biri olduğu duyulmadı. Türkiye’de de Meclis çoğunluğuna hükmeden
başbakanların, ellerini korkak alıştırdığına tanık olmadık.
De Gaulle’ün “monarşik”
Cumhurbaşkanlığı’nın ilk yılları belki karşı örnek olarak ileri
sürülebilir. Ama öyle anlaşılıyor ki her sistem, kendi iç dengelerini
kısa sürede kuruyor. Kimseye kolay kolay açık çek vermiyorlar. Garibim Pompidou, bir tane sanat merkezinden başka neye imza atabildi? Thatcher başbakandı, kimden korktu?
2) Devletin başının halk tarafından seçilip nihai
egemenlik yetkileriyle donatılması daha demokratiktir diyenler var.
Bizde kod adı “milli irade”dir. “Kutsal devlet”
zırhına bürünen bürokratik egemenliğe karşı etkili bir çare olduğu
ileri sürülür. Bilhassa bu ülkenin 60 küsur yıl boyunca başının belası
olan asker sultasını gidermenin en kestirme yolunun bu olacağı
savunulur. Savunulur-du. Biz de yıllarca bunu savunduk.
Ama, işte, öyle olmadı. Askerî vesayet parlamenter sistem dâhilinde yenildi. Hem de fazla zorlanmadan yenildi. A.Necdet Sezer zamanında veto yiyen reformların hepsi iyi kötü yürürlüğe konabildi. Başkanlık tezinin dayanağı kalmadı.
Üstelik karşı tez, yabana atılamayacak bir ağırlık kazandı. Memleketin
üstüne çökmüş bir gücü bertaraf etmek için bir karşı-güç odağının
oluşturulması lazım. Peki. Ama o karşı-gücü kim dengeleyecek?
Memleketi yeniçeriden kurtardık diyelim. Kurtarıcıdan kim kurtaracak?
2010’dan beri ülke gündemine oturan bu sorulara kimsenin henüz tatmin edici bir cevap verebildiğini sanmıyorum.
*Şakran 1 No’lu T Tipi Kapalı Cezaevi
No comments:
Post a Comment